Bilim dünyasını şaşırtan buluş

Bu konuyu okuyanlar

mcht_z

Asistan
Katılım
12 Kasım 2010
Mesajlar
239
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Müslümanların evrim teorisini eleştirmeden, inanmadıklarını iddia ederek, inanılmaz biraz hataya(!) düştüğünü söyleyebilirim. Aslında, gerçeği söylüyorsun, ama başından beri olayı saptırmaya çalışan bir kimseden bunu duymak gerçekten güzel bir şey.

Haklısın, insanlar evrim teorisinin ne olduğunu bilmeden, öğrenmeden, anlamadan direkt olarak "inanmamaya" başladılar. Şu an evrim teorisine "inanmayan" herkesin, bu teori hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını görebilirsiniz.

Ancak buna rağmen, yani evrim teorisi ile ilgili bir bilgiye sahip olmadan, evrim teorisinin çürütebilen(!) insanlar vardır. Bu insanlar, daha çürüttüğü şeyi bilmeden iddialar ortaya atar ve bu iddaların gerçekliğini tartışır. Bu iddialar bilimsel olmadığı için de konu hiçbir zaman evrim teorisine gelmez ve aynı cahillik devam eder.

Burada senin yaptığın iddialardan bahsedip, örnekler vermek istiyorum.

Evrim teorisini materyalist felsefeye bağlayarak, bunun gerçekliğini tartışmak, fark edersiniz ki, zaman içinde değişime uğrayan canlılarla ilgili bir iddia taşımamaktadır. Burada evrim teorinin bu felsefeye oturtulduğu (yanlış olarak) düşünülerek, materyalist felsefenin kişisel veya gruplara ait gerçekliği, kabul edilirliği tartışılmaktadır. Yani, sonuçta yine evrim teorisi tartışılmamaktadır.

Yine senin yazından aldığım şu durumda ise aynı şekilde bir örnekle karşılaşıyoruz. Evrim teorisi canlıların ortak atalardan ayrılarak geldiğini kanıtlarla ortaya koyarken, bunu tartışmak yerine, evrim teorisinin insanlara ne katabileceğini tartışmak, yine evrim teorisinin gerçekliği ile alakalı değildir ve bilimsel olarak bir değer taşımamaktadır. Evrim teorisini tartışmadan, onun yararlı veya zararlı olduğunu tartışmaya çalışmak tamamen cahilliktir.

Bu örnekler senin yazının dışına çıkılarak çoğaltılabilir ancak şu an için ne demek istediğimin anlaşıldığını düşünüyorum.

İnsanlar yıllarca, evrim teorisinin kanıtları üzerinde kafa yormuş olsa, mekanizmalarını öğrenmiş olsa, şu an birçok kabul eden bulunabilirdi ancak insanlar evrim teorisini öğrenmek yerine, onu ortaya atan Darwin'in "yatak odasındaki perdesinin rengi" ile uğraştıkları için hiçbir zaman evrim teorisini öğrenme şansları olmadı. Bu yüzden, öğrenmedikleri bir şey üzerine de bolca yeni iddialar, uydurup; diğer insanları kandırdı.

Burada birçok kandırılmış insan var ve hala, evrim teorisini tartışmak yerine Darwin'in Yahudi olmasından bahsediyor veya Rusların (tabii Komünist olmalarını vurgulayarak) evrim teorisine katkı sağlamış olmalarını getiriyorlar. Ancak, tekrar, evrim teorisi konusunda bir görüş sahibi olamıyor ve kişisel görüş ve düşüncelere göre değişebilecek bu konularda tartışmaya ve cahil kalmaya devam ediyor.

Elbette bazı insanlar gerçekten merak ediyor ve yerinde sorular soruyor. Bu soruları cevaplamaktan zevk alıyorum ama maalesef bunların sayısı oldukça az ve diğer tartışmaların (gereksiz tartışma olması sebebiyle) bitmemesi, hep o bilimselliği engelliyor.

Bilimi savunan herkesin, bilimin önce tarafsız olduğunu anlaması ve bu yüzden, bu gibi kişisel görüşlerin bilimde yerinin olmayacağını bilmesi gerekiyor. Çünkü bilim, insanların ortak olarak, yaşam kalitelerini artırlamaları için kullandıkları bir araçtır ve bu aracı kullanan her dilden, dinden, renkten, ırktan insan; taraf tutmaksızın bilim için çalışır.


Dostum sen benim yazımın muhatabı değilsin. Zira sen umutsuz vakasın. Sen git istediğine inan seninle ahirette görüşmek isterim bak yanıyorsun Allah sana merhamet etsin diyeceğim ama artık çok geç olacak senin için...
 

Bonney

Profesör
Katılım
28 Mart 2010
Mesajlar
1,409
Reaksiyon puanı
14
Puanları
0
Hazir tum ateisler Kur'an i veya incili .. okumustur derler veya daha biliyorlardir Islam dini veya baska bir dini :D cok interesant :D anlatirlar sana dinin nasil olduyunu (onlara gore) :D:D:D:D

Cevap vermiyin artik derim bunlara, bunca zaman kadar Yaratilisi farkinda olmadiklarina gore, bunlar sadece kendilerine inaniyorlar demektir, hepsi Aynstayn Terk! :D:D
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Burada bazı kardeşlerimiz Allah[cc]ın varlığını dahi tartışılır hale getirmişlerdir
Burada mta-ve benzeri düşünen kardeşlerimiz kendi açılarından haklıdır majestenin durumu farklıdır.
Eğer bir kimsenin kalbi mühürlenmişse bir taş kadar olamıyorsa[ki kur'an tarifidir Kur'an taşlardan bahsederken onların haşyetillahtan dağın tepesinden kendilerini yuvarladıklarından ve içlerinden temiz sular fışkırdığından nehirlerin oluştuğundan bahseder]sizlere ancak hidayet nasib etsin diyebiliriz ki sizlere dua etmemiz yasaklanmıştır.
haklısınız kalbiniz mühürlüdür gözleriniz kör ve kulaklarınıza ağırlık bağlanmıştır[kur'an tabiri bu sözler kalblerinizin islama kapatıldığı gözlerinizin hayırları görmeye kapandığı kulaklarınızında hayırları işitmeye kapandığını bildirir]
Ebu cehil ve ebu leheb Allah[cc]a inanıyorlardı ama ekonomik ve aşiret sorunları yüzünden Efendimizin[sav]peygamberlğini kabul etmiyorlardı ki onlar devr-i saadette efendimizin kokusunu almışlar görmüşler ve dinlemişler ama iman etmemişler hatta Ebu Talib islama o kadar hizmet etmiştir amcadır ama kafir olarak ölmüştür[doğrusunu Rabbim bilir]
bu örnekleri verdim aramızdaki benzerlikleri anlayasınız diye
Ben size yanlış yolda olduğunuzu anlatabilirimde La ikrahe fiddiyn islamda[islam olmayanlar üzerine]zorlama yoktur ikna etmeye uğraşmam
yabancı yazarlardan bir sürü alıntı yapmışsınızda o kıt zekanızı çalıştırmadınız.
erkeğin husyelerine inen sperm hücreleri oradaki sıvıyla karışıp büyük bir hızla birleşme esnasında rahimin içindeki yumurtaya koşuyor ki en az 5000000adet olması lazım ortalama15000000 olması lazım sadece biri yumurta zarını yırtıyor ve yumurtayı döllüyor rahimde 40 gün kalan canlı bedene Rabbi tarafından ruhu sokuluyor o canlı amniyo sıvısı içinde 9 ay 10 gün yaşıyor ve bu gün suyla teması beslenmesi kesiliyor
sadece burada milyonlarca tesadüf var bunlar kur'anda verilirken bilim adamlarınca yeni keşfedilmiştir
bunların içinde yaratabildiğimiz varmı haşa dahlinde bulunduğumuz varmı haşa her şey kün fe yekun emrinde saklıdır
basit bir konu olmasa bunları size resimlerle anlatırdım ki[ilmim yeterliidir past and copy ci değilim ]bir kısmı site adabına aykırı olurdu
Kur an tefsirlerini yüzlerce sayfa verirdim ama burası din kültür bölümü değil
yine ilmi araştırmaları size powerpoint sunumu ile aanlatır dım ama bunlar hep gereksiz
sizler ne yazıkki kendilerini leyleğin getirdiğine inananlardansınız.
ihtimaldirki oğlumdan da yaşça küçüksünüz
Allah[cc]ımdan sizler için hidayet nasib etmesini kalbinizdeki mührü açmasını niyaz edeceğim
eğer içinizde önceden islam inancı üzerine olanınız varsa vakit geçirmeden tevbe etsin ama çok yalvarsın çok ağlasın ki kabul edileceği umulsun ve bu düşünceleri fitneleri kafasından silip rabbine yönelsin
önceden islam dışı bir inanış içerisinde olan kardeşimiz[babamız ademdir-hadis]var ise oda islamla şereflensin ve islama geçtiği andan itibaren günahsız anasından yeni doğmuş gibi olsun
inşaallah sözlerim kırıcı olmamıştır tahmini oğlum yaşında olduğunuz için sizin için gördüğüm tehlikelerden dehşetle irkildim hayır Allah[cc]sizleri cehennemde yanasınız diye yaratmadı onca bahanelerle sizleri avf ediyor niye cennetlerde birer efendi olmak için uğraşmıyorsunuz
 

semiforrecon

Öğrenci
Katılım
5 Ekim 2009
Mesajlar
37
Reaksiyon puanı
0
Puanları
6
Bide şöyle düşün ölümün çaresi şimdilik yok :) Kuran sonuçta söylenenlerin topladığı bir kitap. Ve bulanan en eskisi suryanice olarak yazılan. Az sonra döneceğim tlfnun şarjı bitiyor. :p

---------- Post added at 22:24 ---------- Previous post was at 21:50 ----------

Döndüm :) Eski çağlarda kızamık hastalığı bile Tanrının lanetiydi. Ama ilaç bulundu , Tanrının laneti gitti. Arapça o zaman tökezleyen bir bebekti. Yani daha yeni kullanılmaya başlanmıştı. Yani birilerinin iddia eddiği gibi "Kuranın arapça inmiştir çünkü en gelişmiş dillerden birisidir" saçmalığı değil gerçek. Tefsir konusuna hiç girme zaten orda her şey berbat oluyor.
Benim önceden de yazdığım bir teorim var ; Tanrı her şeyi biliyor , benim sonumun ne olacağınıda biliyor , buna rağmen neden yaşıyorum ? Sonumun zaten ne olacağı belli ? Buna cevabın varsa dinlemek beni çok mutlu eder. Ve senin gibi okumaya zahmet eden insanlar tartışabilmek güzel bir duygu.

kızamık hastalığıda seni sonunda ölüme götürür. ölmek için bir sebebtir. sonuçta bir hastalık. bazıları kızamık hastalığını ilaç kullanmadanda geçirebilir. tanrının laneti deyimini hristiyanlar çok kullanırlar. o konuya girmek istemem.

eğer arapçayı biraz araştırırsan nasıl bir dil olduğunu anlarsın. bayan ve erkek için farklı zamirlerin kullanılması bile dilin tökezleyen bir bebek olmadığının kanıtıdır. bu sözlerinle 14 asır süren ve hala devam eden bilimi yok saymaktasın. nice asırlar bu coğrafyada kullanılan bir dil arapça ve diğer dillerde öyle.

Kur'anın hitap ettiği toplum o zamanın arap toplumuydu. bir örnek: Cennet tasvirleri Kur'anda su eksenli anlatılmıştır. nedenmi? çünkü çölde en ihtiyaç duyulan şeydi. yani bu durumda Kur'anda hitap ettiği toplumun diliyle indi. yani arapça olarak. süryaniceyi ilk defa senden duyuyorum şu hayatımda.

Tanrı her şeyi biliyor , benim sonumun ne olacağınıda biliyor , buna rağmen neden yaşıyorum ? Sonumun zaten ne olacağı belli ? bu sorunun cevabı kaderle alakalı. bir hadiste şöyle buyrulur: ''Sizden önceki halklar bu soru yüzünden sapıttılar.'' sen davranışlarından sorumlu bir varlıksın. ve bunun hesabınıda vermek zorundasın. iş sende bitiyor. eğer buna inanmazsan bu sende hareketsizlik meydana getirir. eğer inanırsan hareketsizlik yerine dinanizm kazanırsın. neden islam ekseninde kurulan devletler üstün başarılar kazandı. işte bunun altında dinanizm yatar...(çok uzun bir konu ve evrimle alakası yok. eğer konu açabilirsen tartışırız)
 

Soul1903

Öğrenci
Katılım
13 Mart 2009
Mesajlar
42
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Başlığı görünce tahmin ettim zaten yine başlamıştır kavga diye. yanılmamışım. yav arkadaş nedir bu maymun muhabbeti anlamadım gitti. isteyen istediğine inansın.Ben de müslümanım ve Hz. Adem ve Hz. Havva'dan geldiğimize inanıyorum. Bence de evrim vardır. fakat arkadaşların dediğinin aksine evrim aynı tür içindedir, farklı türlerden birbirine geçiş şeklinde değil. mesela dünyanın çeşitli yerlerindeki insanların farklı özellikleri olması gibi veya farklı iklimlerde yaşayan canlı türlerinin farklı özelliklerde olması gibi. Bu da evrim değil midir? bu tamamen benim görüşüm. dediğim gibi isteyen istediğine inansın.

Bu konuyu buraya kadar nasıl getirdiniz pes doğrusu. neyse gelmişken devam edelim. Madem ki Allah yok (haşa), tabiri caizse ateist arkadaşlar bana ölümü açıklayabilirler mi acaba. yani ne ve nasıl oluyorda ölüyoruz. ayrıca şunu söylemek istiyorum. ben ve benim gibi düşünenleri kandıramazsınız. çünkü büyük resmi gayet iyi görüyoruz. o kadar güzel okuyup anlatıyorsunuz ki. sizi tebrik etmek lazım. muazzam bir şekilde oragnize olup aynı anda nasıl hareket edeceğinizi gayet iyi biliyorsunuz. ama unutmayın o bildiğiniz son sizin içinde geçerli. öleceksiniz hepimiz gibi. ister inanın ister inanmayın ama Allah(c.c.), hesap, sorgu, cennet ve cehennem vardır ve haktır. diyelimki sizin dediğiniz gibi ölüp mikroorganizma olacaksak ben hayatımdan gayet memnunum. senin açından da benim açımdan da sorun yok. ama ya benim dediğim gibi ise ve ölümden sonraki hayat varsa. o zaman kaygılanması gereken kesinlikle ben değilim. bu son söylediğim kesinlikle yanlış anlaşılmasın. ben inanıyorum diye direk cennete filan gireceğimi düşünmüyorum kesinlikle. sadece Rabbimin dediklerini yerine getirip rahmetine sığınıyorum. Rabbim hepimizin sonunu hayr etsin.
 

Majeste

Profesör
Katılım
7 Mart 2007
Mesajlar
1,953
Reaksiyon puanı
21
Puanları
0
Dostum sen benim yazımın muhatabı değilsin. Zira sen umutsuz vakasın. Sen git istediğine inan seninle ahirette görüşmek isterim bak yanıyorsun Allah sana merhamet etsin diyeceğim ama artık çok geç olacak senin için...

Eğer yazının muhatabı ben değilsem, muhatabına ÖM atarsın. Forum tartışma yeridir ve herkes, açık yazıların muhatabıdır. Eğer senin yalan yanlış yazılarına cevapta bulunmazsam, bu açık mesajların insanları kandırabilir.

Ben artık kimsenin evrim teorisi gibi kanıtlanmış bilimsel bir bilgi bütününün, uydurulmuş, saçma sapan iddialar sebebiyle yanlış anlamasını istemiyorum. Bu yüzden elimden gelen çabayı gösteriyorum. Bu çabayı da yazılarımı okuyarak görebilirsin.

Aksi takdirde kimsenin (inanç, siyaset, felsefe gibi) kişisel görüşünü sorgulamıyorum, evrim teorisinin gerçekliğini savunuyorum; eğer bundan şüphen varsa kendine yarışabileceğin muhatap aramak yerine, evrim teorisini öğrenebilirsin.
 

Mta

Profesör
Katılım
27 Mart 2008
Mesajlar
1,257
Reaksiyon puanı
6
Puanları
38
kızamık hastalığıda seni sonunda ölüme götürür. ölmek için bir sebebtir. sonuçta bir hastalık. bazıları kızamık hastalığını ilaç kullanmadanda geçirebilir. tanrının laneti deyimini hristiyanlar çok kullanırlar. o konuya girmek istemem.

eğer arapçayı biraz araştırırsan nasıl bir dil olduğunu anlarsın. bayan ve erkek için farklı zamirlerin kullanılması bile dilin tökezleyen bir bebek olmadığının kanıtıdır. bu sözlerinle 14 asır süren ve hala devam eden bilimi yok saymaktasın. nice asırlar bu coğrafyada kullanılan bir dil arapça ve diğer dillerde öyle.

Kur'anın hitap ettiği toplum o zamanın arap toplumuydu. bir örnek: Cennet tasvirleri Kur'anda su eksenli anlatılmıştır. nedenmi? çünkü çölde en ihtiyaç duyulan şeydi. yani bu durumda Kur'anda hitap ettiği toplumun diliyle indi. yani arapça olarak. süryaniceyi ilk defa senden duyuyorum şu hayatımda.

Tanrı her şeyi biliyor , benim sonumun ne olacağınıda biliyor , buna rağmen neden yaşıyorum ? Sonumun zaten ne olacağı belli ? bu sorunun cevabı kaderle alakalı. bir hadiste şöyle buyrulur: ''Sizden önceki halklar bu soru yüzünden sapıttılar.'' sen davranışlarından sorumlu bir varlıksın. ve bunun hesabınıda vermek zorundasın. iş sende bitiyor. eğer buna inanmazsan bu sende hareketsizlik meydana getirir. eğer inanırsan hareketsizlik yerine dinanizm kazanırsın. neden islam ekseninde kurulan devletler üstün başarılar kazandı. işte bunun altında dinanizm yatar...(çok uzun bir konu ve evrimle alakası yok. eğer konu açabilirsen tartışırız)

* Hastalıkla anlatmak istediğim o zaman çağresi olmadığı için bir lanet olarak görülüyordu. Şimdide aynı konular var.
* Arapça şuanda öyle bir dil hatta bayan ve erkekler için ayrı zamirlerin kullanılmasının sebebi dindir. Ama kuran yazılırken daha yeni bir dildi.
* Su tasvirinde yanlış. Suya şuan çeşme kadar yakında olsakta yinede hayat için en önemlisidir.
* Bende hareketsizlik meydana gelseydi. Dinde ki çoğu şeye inanmadığım halde bu kadar araştırma yapamazdım. Bi hadisten örnek vermişsin. Ağızdan ağıza gezen kelimeler. Başka bir kulağa girmeden bile değişiyorlar.
* Birde Tanrı diğer insanlara hep gücünü göstermiş. Deniz ikiye bölünmüş , dağlar yıkılmış , ırmaklar kana bulanmış. Bu felaketler onlar inanmadı diye ya da inananlar olsun diye yaşanmış. Bize niye yok o zaman ? Ama tabi onun içinde bir ayet var kuranda ; Siz hala mucize bekleyenlerden misiniz ? Şüphesiz bizde kıyameti bekleyenlerdeniz. Tabi şimdi yine herkes diyecek bir gülün açması bile mucizedir. Eğer o mucize ise Tanrı neden denize ikiye bölüyor ? İstese onları doğal bir şekilde de kurtarabilirdi.
* Diyorlar ki bilim o zaman o kadar gelişmemişti. İnsan vucudunu anlatan o kadar şey o zamanlar bilinmiyordu ama kuran da yazıyor deniliyor. MÖ. 15. yy. ilk mumyanın yapılışı. İslamın gelmesine daha var 14 yy. . Bir tahmin et bakalım o zamana kadar neler öğrenilir.
Bu kadar yeter.
Pardon pardon , bi arkadaşı unuttuk. Ne yazık ki din hakkında ki konulara gülerek , dalga geçerek , küçümseyerek anlatanlar hep din inancına sahip genelde de müslüman oluyor. Dininize inanmayanlar bile sizden daha fazla saygı gösteriyor. Ne garip demi bir müslüman gelip dalga geçerek kahkahalarla yazılar yazıyor . Size göre dinsiz imansız ben her cümlemi defalarca okuyorum kimse kırılmasın diye.
 

mcht_z

Asistan
Katılım
12 Kasım 2010
Mesajlar
239
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Eğer yazının muhatabı ben değilsem, muhatabına ÖM atarsın. Forum tartışma yeridir ve herkes, açık yazıların muhatabıdır. Eğer senin yalan yanlış yazılarına cevapta bulunmazsam, bu açık mesajların insanları kandırabilir.

Ben artık kimsenin evrim teorisi gibi kanıtlanmış bilimsel bir bilgi bütününün, uydurulmuş, saçma sapan iddialar sebebiyle yanlış anlamasını istemiyorum. Bu yüzden elimden gelen çabayı gösteriyorum. Bu çabayı da yazılarımı okuyarak görebilirsin.

Aksi takdirde kimsenin (inanç, siyaset, felsefe gibi) kişisel görüşünü sorgulamıyorum, evrim teorisinin gerçekliğini savunuyorum; eğer bundan şüphen varsa kendine yarışabileceğin muhatap aramak yerine, evrim teorisini öğrenebilirsin.

Herkes yazımın muhatabı ama sen değilsin... Sen gerçeklere gözlerini kapamış, dine cephe almış birisin burada sana defalarca evrim safsatasının ne denli yalan yanlış bilgilerle dolu olduğunu hem bilimsel hem de farklı yollarla anlattık ama anlamadın ve anlamayacaksın. Sen gerçekleri bulmak yolunda değilsin. İdeoloji adamısın. O yüzden muhatabım değilsin. Yoksa yazım herkese elbette...

Kusura bakmayın şöyle uzadıya yazanların hastasıyım ya. Yok abicim yok çok açıkça söylüyorum "Allah" varlığının kesin bir kanıtı yok. İnsanlar neden putlara tapıyordu sanıyorsunuz ? Çünkü onları görüyordu. Dinler neden doğmatikdir ? Çünkü insan aklının ermeyeceği (iddia edilen) bilgilere sahiptir. En katı islamcılar bile artık hadislerin tartışılmasız kabul edilmesini yanlış buluyor.
Burda saygısızlık dine karşı değil. Dini iyi bilmeyenlerin bişeyler bulmaya çalışan insalara karşıdır.
Çok basit bir teori attım ona bile kimse cevap veremedi. Sadece kopyala yapıştırsınız. Ben dini anlamak için her gün farklı yorumları okuyor. Belgeseller izliyor ve kuranın ilk yazıldığı suryaniceyi tam öğrenmeye çalışıyorum. Çok merak ediyorum burda yorum yapanlar neyle uğraşıyorlar ?

Yanlış bilgin var dostum. Kuran ilk defa Arapça olarak yazılmıştır. Süryanice değil. Bir diğer husus hadislerin "sahih" olanları vardır ve tüm islam alemi tartışmasız şekilde bunların doğruluğu üzerinde hem fikirdir. Çok muazzam ve sistematik bir yapı sayesinde günümüze ulaşmıştır bu hadisler. Sahih olmayan hadisler konusunda haklı olabilirsin. Kuranı daha iyi anlamak için Arapça öğren süryanice değil...
 

Majeste

Profesör
Katılım
7 Mart 2007
Mesajlar
1,953
Reaksiyon puanı
21
Puanları
0
Herkes yazımın muhatabı ama sen değilsin... Sen gerçeklere gözlerini kapamış, dine cephe almış birisin burada sana defalarca evrim safsatasının ne denli yalan yanlış bilgilerle dolu olduğunu hem bilimsel hem de farklı yollarla anlattık ama anlamadın ve anlamayacaksın. Sen gerçekleri bulmak yolunda değilsin. İdeoloji adamısın. O yüzden muhatabım değilsin. Yoksa yazım herkese elbette...

Evrimi yalanlamaya çalışan yalanlarının doğru olamayacağını anlattığım ve beni bunlarla kandıramadığın için hedefi ben hariç herkes yaptın demek. Umarım diğer arkadaşlarım, senin ve benim yazımı okuyarak, doğrunun ne olduğunu anlayacaklar.

Ayrıca dine cephe almadığımı göreceklerdir! Beni dine cephe almış olarak göstererek (yani başka bi yalanla), diğer yalanlarını (çarpıtlamaları) kurtaramazsın.

Eğer evrim teorisinin yanlış olduğunu savunuyorsan, bunu bilim çevrelerinden toplayacağın bilgilerle desteklemelisin. Tek bir (çarpıtılmış) kaynakla, kimseyi kandıramazsın. Eğer evrim teorisi bilimsel bir gerçek olmuşsa, bu tüm Dünya'da insanların çalışmasıyla olmuştur. Eğer bunu çürütmeye meraklıysan, tek bir kişinin yalan hikayeleri yerine, birden fazla kişinin bilimsel sonuçlarıyla konuşmalısın.

Aksi takdirde beni muhatap almayıp, kendine kandırabileceğin kişiler ararsın, ki bu şu an yaptığın şey oluyor. ;)
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Moderatör kardeşimizin dikkatine
bazı arkadaşların kumdan kale misali çöken evrim teorisi darwinzm hakkında kanıtlanmış bir gerçek misali sunumlar yapması Dini konulardaki tartışılmazlara saaygısızca dil uzatmaları biz site sakini müslüman inancına ehl-i sünnet itikadına sahip katılımcılara ziyadesiyle cevap hakkı doğurmuştur.Sitenin bu bölümü gündem olmasına rağmen bu zırva taşınmamış dini konuların açılmasına sebeb olmuştur.
bu yorumun eklenmesinden itibaren sair inancımıza hakaret diye niteleyebileceğimiz gelecek yorumları sayfalarca reddiye sayısız video sohbetle karşılayacağız.
ashabulyemin

[video=youtube;OoyJWoc4Wa4]http://www.youtube.com/watch?v=OoyJWoc4Wa4[/video]

50 Maddede Evrim Teorisinin Çöküşü
GİRİŞ


Yaklaşık 150 yıldır okul kitaplarından bilimsel yayınlara kadar her yerde bilimsel bir gerçek gibi sunulmaya çalışılan evrim teorisi gerçekte son derece çürük temellere dayanmaktadır. 150 yıldır evrimcilerin ortaya attıkları her iddia, bilim tarafından teker teker yalanlanmıştır. Evrimciler ise, artık teorilerini ispatlamaya çalışmaktan vazgeçmişler, ancak propaganda, demagoji, göz boyama gibi yöntemlerle bu teoriyi ayakta tutabilmenin yollarını aramaya başlamışlardır. Amaçları bilimsel bir gerçeği savunmak değil, sözde bilimsel olan bir safsatayı, materyalist ve ateist dünya görüşlerini devam ettirebilmek uğruna yaşatmaya çalışmaktır.
Elinizdeki bu kitapçıkta, evrim teorisinin temel iddiaları bilimsel delillerle çürütülmektedir. Canlılığın evrimle meydana gelmesinin neden imkansız olduğu çok somut ve size çok yakın örneklerle ispatlanmaktadır. Bu kitapçığın içeriğini bilmeniz, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir evrimciye gerekli bilimsel ve akılcı cevapları vermenize ve evrimcilerin iddialarını çürütmenize, Allah'ın izniyle yeterli olacaktır.
Konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isterseniz yazarın binlerce sayfadan oluşan Evrim Aldatmacası, Evrim Açmazı (Ansiklopedik) (2 cilt), Evrim Yalanını Çökerten Gerçekler Serisi (19 kitap), Evrimcilere Net Cevap (4 kitap), Hayatın Gerçek Kökeni, Evrimcilerin Yanılgıları, Evrimcilerin İtirafları gibi eserlerine başvurabilirsiniz. Yazarın 200'ü aşkın kitabına Harun Yahya - Hayata Bakışınızı Değiştirecek Eserler sitesinden ücretsiz olarak ulaşabilirsiniz.

1
Evrim Teorisi, Tesadüfleri
Yaratıcı Bir İlah Olarak Görür

Evrim teorisinin iddiasına göre, fosfor, karbon gibi bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız atomlar tesadüfler sonucunda biraraya gelmişler, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirmişlerdir.
Tesadüfleri yaratıcı bir ilah kabul eden evrim teorisinin temel iddiası budur. Böyle bir iddiaya inanmak ise akla, mantığa ve bilime karşıdır.


2
Doğal Seleksiyon Canlılardaki Karmaşık
Yapıların Nasıl Meydana Geldiğini Açıklayamaz

Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu "mekanizma"yla evrimleştiğini iddia etmektedir.
Oysa doğal seleksiyon olarak bilinen söz konusu mekanizma, canlıları evrimleştirmez, onlara yeni özellikler kazandıramaz. Sadece bir canlı türüne ait özellikleri güçlendirebilir.
Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.


3
Sanayi Devrimi Güveleri Doğal
Seleksiyonla Evrime Delil Değildir

Evrim teorisinin tüm dünya çapında en çok tekrar edilen sözde 'delil'lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi'nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki güve popülasyonu gelir. İddiaya göre sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli güveler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli güvelerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir güve türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranı değişmiştir. Bunun dışında, güvelerle ilgili bu iddianın dayandırıldığı hikayenin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştır: Güveleri ağaçlar üzerine konmuş olarak gösteren ünlü fotoğrafların sahte olduğu ve iddia edildiği gibi bir "endüstriyel melanizm"in (endüstriyel kirlilik nedeniyle rengin koyulaşması) hiçbir zaman yaşanmadığı anlaşılmıştır.

4
Deprem, Bir Şehri Nasıl Geliştiremezse,
Mutasyonlar da Canlıları Geliştiremezler

Mutasyonlar, insan vücuduna dair tüm bilgilerin şifreli olduğu DNA üzerindeki rastlantısal değişikliklerdir. Mutasyonlara radyasyon, kimyasallar gibi etkenler neden olur. Evrimciler, mutasyonların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Oysa mutasyonlar canlılara daima zarar verirler, onları geliştirmezler, onlara yeni özellikler (örneğin kanat, akciğer gibi organlar) kazandıramazlar. Onları ya öldürür ya da sakat bırakırlar. Mutasyonların bir canlıyı geliştirdiğini, ona yeni özellikler kazandırdığını iddia etmek, bir depremin bir şehri daha gelişmiş ve modern bir hale getirdiğini, veya bir bilgisayara çekiçle vurulduğunda bir üst modelinin ortaya çıkacağını iddia etmeye benzer. Nitekim gözlemlenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgiyi artırdığı görülmemiştir.


5
Hayat Hayattan Gelir

Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."
Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu.


6
Ara Geçiş Canlılarına Fosil
Kayıtlarında Rastlanmamıştır

Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.

7
Canlı Grupları Yeryüzünde Aniden
ve Aynı Anda Ortaya Çıkmıştır

Bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önce, "Kambriyen Devri" adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıkmıştır. Süngerler, yumuşakçalar, solucanlar, derisidikenliler, eklembacaklılar, omurgalılar gibi birbirinden tamamen farklı vücut planlarına sahip canlı kategorileri, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir benzerleri yokken, bir anda belirmişlerdir. Bu gerçek, evrimcilerin, canlıların tek bir ortak atadan uzun zaman içinde ve aşama aşama türedikleri iddiasını çürüten önemli bir delildir.
Yeryüzünün bir anda, son derece farklı vücut yapılarına, son derece karmaşık organlara sahip birçok canlı ile dolması, elbette ki bu canlıların yaratıldıklarını gösterir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını inkar ettikleri için bu mucizevi olayı kesinlikle açıklayamazlar.


8
Canlı Türleri Yüz Milyonlarca Yıl Boyunca
Hiçbir Değişikliğe Uğramamaktadırlar

Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.


9
Evrimcileri Hayal Kırıklığına
Uğratan Balık: Cœlecanth

Evrimciler 400 miyon yıllık fosilleri bulunan Cœlacanth sınıfına dahil olan balıkları, balıklar ve amfibiyenler arasında çok güçlü bir ara form delili olarak gösteriyorlardı. Bu canlının yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir tür olduğu zannedildiği için, evrimciler fosili üzerinde her türlü spekülasyonu yapmışlardı. Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu açıklarında bir Cœlacanth canlı olarak bulundu. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.
Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, evrimcilerin iddialarının aksine karaya çıkmak üzere olan yarı balık yarı amfibiyen özellikleri gösteren bir canlı değildi. Hatta 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı idi. Dahası, yaşayan Cœlacanthlar ile 400 milyon yıllık fosil örnekleri arasında hiçbir fark yoktu. Canlı, hiçbir "evrim" geçirmemişti.
10
Kuş Kanatları Tesadüflerin
Eseri Değildir

Evrimciler kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini ileri sürerler, ancak bu imkansızdır. Sadece kuş kanatları bile bunu kanıtlamaya yeter. İddia edildiği gibi bir evrim olması için, bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen mutasyonlar sonucunda kusursuz kanatlara dönüşmüş olması gereklidir ki, bu mümkün değildir. Herşeyden önce bu teorik canlı yarım kanatla uçamayacaktır. Bir yandan da ön ayaklarından mahrum kalmış olacaktır. Bu ise canlının sakat olmasına ve evrim teorisine göre elenmesine neden olacaktır. Ayrıca, uçuş için kanatların tüm detaylarının kusursuzca oluşması gerekir. Kanatların; kuşun göğüs çıkıntısına sağlam bir biçimde tutturulmuş olması gerekmektedir. Kuşu havaya kaldırmaya, havadaki dengesini ve her yöne hareketini sağlamaya elverişli bir yapıda olması, kanat ve kuyruk tüylerinin hafif, esnek ve birbiriyle orantılı olması, kısaca uçuşa imkan veren mükemmel bir aerodinamik düzende işlemesi şarttır. Kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana gelmiş olabileceği sorusu tümüyle cevapsızdır.


11
Archaeopteryx, Sürüngenlerle
Kuşlar Arasındaki Kayıp Halka Değildir

Archaeopteryx adlı 150 milyon yıllık kuş fosili, evrimciler tarafından 19. yüzyıldan beri "evrimin en büyük fosil kanıtı" olarak gösterilmiştir. Bu kuşun bazı sürüngen özellikleri gösterdiği ve bu yüzden sürüngenler ile kuşlar arasındaki "kayıp halka" olduğu iddia edilmiştir. Ancak Archaeopteryx'in tam bir uçucu kuş olduğunu gösteren son bulgular bu iddiayı geçersiz kılmıştır. Dahası, kuşların sözde sürüngen ataları olarak kabul edilen teropod dinozorları Archaeopteryx'ten çok daha gençtirler. Bu ise evrimcilerin gizlemeye çalıştıkları bir gerçektir.


12
Ünlü 'Atın Evrimi' Senaryosu Fosil
Kayıtları Tarafından Yalanlanmaktadır

Onlarca yıldır, "atın evrimi", evrim teorisinin en iyi belgelenmiş kanıtlarından biri olarak gösterilmiştir. Farklı devirlerde yaşamış dört ayaklı memeliler küçükten büyüğe doğru dizilmiş ve bu "at serileri" doğa tarihi müzelerinde sergilenmiştir. Oysa son yıllardaki araştırmalar, at serilerindeki canlıların birbirlerinin atası olmadığını, sıralamaların çok hatalı olduğunu, atın atası olarak gösterilen canlıların gerçekte attan daha sonra ortaya çıktıklarını ortaya koymaktadır.



13
Evrimcilerin Maymun Adam Hikayeleri
Hiçbir Delile Dayanmamaktadır

Darwinizm'in en önde gelen aldatmacası, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiği iddiasıdır. Bu iddia, oluşturulan binlerce hayali çizim ve maket yoluyla kitlelere empoze edilir. Oysa gerçekte "maymun-adamlar"ın yaşamış olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. İnsanın en eski atası olarak ileri sürülen Australopithecus, şempanzelerden pek farklı olmayan soyu tükenmiş bir maymun türüdür. Evrim şemasında Australopithecus'un sonrasına yerleştirilen Homo erectus, Homo sapiens neanderthalensis, Homo sapiens archaic gibi sınıflamalar ise, farklı insan ırklarıdır. Bu sınıflamalar ile günümüz insanları arasındaki küçük anatomik farklar, günümüzde de Avustralya yerlileri, Pigmeler, Eskimolar gibi farklı insan ırkları arasında görülmektedir.


14
% 99 Maymun-İnsan Benzerliği
İddiası Bir Aldatmacadan İbarettir

Zaman zaman gündeme gelen "insan ve maymun genlerinin % 99 benzerliği" ifadesi yıllar önce kasıtlı olarak üretilmiş propaganda amaçlı bir slogandır.
Öncelikle, her iki türün DNA'larının kıyaslanabilmesi için ikisinin de gen haritasının bilinmesi gerekir. Ancak şu ana kadar yalnızca insanın genetik haritası çıkartılmıştır. Şempanze içinse henüz böyle bir çalışma yapılmamıştır.
Sansasyonel şekilde duyurulan araştırmalarda insandaki 30.000 genin sadece 97'si (binde 3'ü) karşılaştırılabilmiştir. Bu kadar yetersiz bir araştırma ile insan maymun arası bir soy bağı kurmak tamamen evrimci ön yargılardan kaynaklanmaktadır. Evrimcilerin bu genellemesi, sadece 3'er cümlesi okunmuş kalınca iki kitabın %99 benzer olduğunu ilan etmek kadar saçmadır.
İki canlının genleri kısmen benzediği için benzerlik oranı seçilen genlere göre değişkenlik gösterir. Hiç benzemeyen genler seçilirse elde edilen sonuç %0; tamamen aynı genler seçilirse %100 çıkar. Kaldı ki, evrimcilerin yansıtmak istediklerinin aksine insan, genlerini sadece şempaze ile paylaşmaz. İnsan ile meyve sineği veya balina genlerinin karşılaştırıldığı bir çalışmada tamamen aynı genler seçilirse insan %100 meyve sineği ya da %100 balina çıkabilecektir!
Sonuç olarak insan ve maymunun bütün genlerinin %99 aynı olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.



15
İnsan Bilincinin Kaynağı
Evrim Değil, Yaratılıştır

Evrim teorisi insan bilincinin nasıl ortaya çıktığını kesinlikle açıklayamaz. Şuursuz atomlar ve tesadüfler; medeniyetler kuran, sanat eserleri meydana getiren, tıptan arkeolojiye kadar birçok bilim dalı oluşturan, felsefeler üreten, sevinen, hayranlık duyan, besteler yapan, dinlediği müzikten zevk alan, yediği yoğurdun tadından hoşlanan, dostları olan, vefa, sadakat, sevgi gibi kavramları bilen, özleyen, kendisini oluşturan atomları inceleyen, uzay araçları inşa eden, mikroskobu, ampulü icat eden insan bilincini oluşturamaz. Bilincin, insanı sadece bir madde yığını olarak gören materyalist felsefe ile açıklanması mümkün değildir. Beyindeki atomlar hissedemez, bilemez, konuşamazlar. Bilinç insan ruhuna ait bir özelliktir ve insana ruhunu veren Allah'tır.


16
Canlılarda Körelmiş Organlar
Olduğu İddiası Doğru Değildir

Uzun zamandır evrimci kaynaklarda canlılardaki bazı organların işlevsiz olduğu ileri sürülmekte ve bunların o canlıların atalarından miras kalmış ancak artık kullanmadıkları organlar olduğu iddia edilmektedir. Örneğin insan vücudundaki appendiks (apandisit) veya kuyruk sokumu, yıllarca "körelmiş organ" sayılmıştır. Oysaki son yılların bilimsel araştırmaları, tüm bu organların önemli işlevleri olduğunu ortaya koymuştur. Evrimcilerin 20. yüzyıl başında çıkardıkları "körelmiş organlar listesi" bugün tamamen çürümüş durumdadır. Aynı şekilde, evrimcilerin öne sürdükleri "hurda DNA" kavramı, yani DNA'nın büyük bölümünün işe yaramaz olduğu iddiası da yapılan yeni keşiflerle çürütülmüştür.


17
Proteinlerin Tesadüfen Oluşmaları
Kesinlikle İmkansızdır

Hayatın yapı taşı olan proteinlerin tesadüfen oluşmaları matematiksel olarak imkansızdır. Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali 10300'de 1 ihtimaldir. (Bu, 1 rakamının sağına 300 tane sıfır gelmesiyle oluşan astronomik bir sayıdır.) Bu ihtimalin pratikte gerçekleşmesi ise imkansızdır. (Matematikte 1050'de 1'den küçük ihtimaller pratikte "sıfır ihtimal" kabul edilirler.) Tek bir proteinin bile tesadüfen oluşmasını açıklayamayan evrim teorisi, hücrenin ve daha kompleks yapıların nasıl meydana geldiğini asla açıklayamaz.


18
Cansız Moleküllerin Tesadüfen Biraraya
Gelmesi Canlılığı Açıklayamaz

Bir protein molekülünün tesadüflerle meydana geldiğini varsaysak dahi canlılığın tesadüfen kendiliğinden oluşması imkansızdır.
Çünkü proteinden hücreye gitmek için, daha binlerce aşama gereklidir. Öncelikle, oluşan bu protein, o ortamda ultraviyole ışınlarına ve şiddetli mekanik etkilere rağmen hiçbir bozulmaya uğramadan, sabırla hemen yanıbaşında diğerlerinin tesadüfen oluşmasını beklemelidir. Sonra yeterli sayıda ve aynı noktada oluşan bu proteinler anlamlı şekillerde biraraya gelerek hücrenin organellerini oluşturmalıdır. Aralarına hiçbir yabancı madde, zararlı molekül, işe yaramaz protein zinciri karışmamalıdır. Sonra bu organeller son derece planlı ve organize bir biçimde biraraya gelip, gerekli enzimleri de yanlarına alıp bir zarla kaplanmalı, bu zarın içi de bunlara ideal ortamı sağlayacak özel bir sıvıyla dolmalıdır. Oysa bu aşamaların her biri ayrı ayrı imkansızdır.


19
Hücre Büyük Bir Şehirden
Daha Komplekstir

Evrimci senaryoya göre, bundan dört milyar yıl kadar önce, ilkel dünya atmosferinde birtakım cansız kimyasal maddeler tepkimeye girmiş, yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle karışmış ve ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır. Oysa hücre, bilim adamlarının benzetmesiyle, New York şehri kadar kompleks bir yapıya sahiptir. Hücrenin içinde enerji üreten santrallerden, protein üreten fabrikalara, hammaddeleri taşıyan kargo sisteminden DNA'yı tercüme eden şifre çözücülere, haberleşme sistemine kadar birçok yapı, kusursuz bir organizasyon içinde sürekli faaliyet halindedir. Evrimcilerin hücrenin tesadüfen meydana geldiği iddiasına inanmak, New York şehrinin tüm binaları, otoyolları, taşıma sistemleri, elektrik ve su şebekesi vs ile birlikte, tesadüfen meydana gelen fırtına, deprem gibi doğa olayları neticesinde kendiliğinden ortaya çıktığını iddia etmek kadar mantıksız ve saçmadır.


20
Hücre Yapılarındaki Tasarım,
Evrim Teorisinin Geçersizliğini
Gösteren Bir Delildir

İnsan vücudundaki yaklaşık 200 farklı tipteki hücre mükemmel tasarımları sayesinde farklı görevler üstlenirler. Örneğin sinir hücrelerinin omurilikten ayağa kadar uzanan yaklaşık 1 metrelik uzantıları vardır. Bu sayede uyarılar tek bir hat üzerinden hızla gidecekleri bölgeye ulaşırlar. Kan hücreleri ise sadece 7 mikrometre boyundadır. Böylece mikroskobik boyuttaki kılcal damarlardan sıkışmadan geçebilirler. Gözdeki ışığa duyarlı retina hücrelerinde ışığa duyarlı pigmentleri ve sinir bağlantısını taşıyan çok sayıda zar vardır. Bu sayede göz hücreleri ışığa duyarlıdır. İnce bağırsakta da görevine uygun şekle sahip, besinleri emici hücreler vardır. Tüm bu hücreler tek bir hücrenin bölünerek çoğalmasından oluşmuştur. Peki tüm bu hücrelerin tasarımını, görevleri için en uygunu olan kusursuz şekillerini şuursuz atomlar ve tesadüfler mi üstlenmişlerdir? Evrim teorisinin kesinlikle açıklayamayacağı bu olağanüstü organizasyon ve tasarım, Allah'ın yaratışının bir delilidir.


21
Canlılık Uzaydan Geldi İddiası
Hayal Ürünüdür

Evrimci çevreler ilkel dünya şartlarında tesadüfen amino asit oluşamayacağı gerçeği karşısında yeni açıklama arayışlarına yönelmişlerdir. Ortaya atılan yeni iddialardan birine göre, uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ile organik maddeler reaksiyona girmiş ve böylece canlılık oluşmuştur. Oysa ilkel dünya atmosferinin amino asitleri parçalayıcı özellikte olduğu bilinmektedir. Ayrıca, ilkel dünya koşullarında, uzaydan çok bol miktarda amino asit gelseydi ve hatta yeryüzü tamamen amino asitlerle kaplı olsaydı dahi bu, canlıların kökenini açıklayan bir durum olmazdı. Çünkü amino asitlerin tesadüfen ve rastgele biraraya gelerek son derece kompleks, üç boyutlu bir proteini ve proteinlerin, hücrenin organellerini, ardından bu organellerin de tüm mucizevi yapısıyla bir canlı hücreyi meydana getirmesi mümkün olmazdı.
Bir diğer görüşe göre ise, ilk canlılık dünya dışında, başka gezegenlerde oluşmuştur. Daha sonra bu canlıların spor ya da tohumları göktaşları ile Dünya'ya taşınmış ve canlılık başlamıştır. Ancak bugünkü bilgilere göre spor ve tohumların uzayda, Dünya'ya gelişleri sırasında sıcaklık, basınç, zararlı ışınlar vb. koşullara dayanması mümkün görülmemektedir. Kaldı ki, ilk hücrenin başka bir gezegende oluştuğu iddiası aslında evrimcilerin sorununu çözmemekte, sadece başka bir adrese taşımaktadır. Canlılığın tesadüfen oluşumu önündeki engeller Dünya'da ne ise, bir başka gezegende de odur.


22
"Hayatın İlkel Dünyada Tesadüfen
Oluşabildiği İspatlanmıştır" Yalanı

Bu iddiayı öne süren evrimci kaynaklarda tek kanıt olarak 1953 yılındaki Miller Deneyi gösterilir. Oysa bu deneyde canlı bir hücre oluşturulmamış, sadece birkaç basit aminoasit sentezlenmiştir. Aminoasitlerin tesadüfen doğru sıralamayla dizilerek proteinleri oluşturmaları, bunların da bir hücre meydana getirmeleri matematiksel olarak imkansızdır. Kaldı ki, Miller'ın sentezlediği aminoasitler dahi anlam taşımamaktadır. Çünkü Miller deneyinde ilkel dünya atmosferinde bulunmayan gazlar kullanmıştır.

23
Evrim Teorisi, Proteinlerin Yeteneklerinin
Nasıl Oluştuğunu Asla Açıklayamaz

Vücuttaki proteinlerden biri olan albumin, kolesterol gibi yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek, topladığı maddeleri karaciğerde kullanılır hale getirilmek üzere bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür.
Albumin gibi, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan atomlardan oluşmuş bir molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini birbirinden ayırt edebilir?
Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safra kesesini tanıyıp, taşıdığı maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir? Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini insanlar dahi birbirinden ayırt edemezken, atomlardan oluşmuş bir molekül bunu nasıl başarabilmektedir?


24
Vücudumuzda Bir Enerji Santrali Kurmayı
Şuursuz Atomlar mı Düşünüp Tasarlamışlardır?

Milimetrenin 100'de biri büyüklüğünde olan hücrelerimizin içindeki "mitokondri" isimli enerji santrali, bir petrol rafinerisinden ya da bir hidroelektrik santralinden daha komplekstir. Binlerce mühendisin, teknik uzmanın, işçinin, tasarımcının biraraya gelerek, en yüksek teknolojiyi kullanarak sağladıkları enerjiyi, belirli sayıda atomun birleşmesinden oluşan, şuur ve bilgi sahibi olmayan hücrelerimiz çok daha ekonomik ve pratik bir yöntemle elde ederler.
Hücrelerimizdeki enerji santralinde, enerji tasarrufundan artık maddelerin değerlendirilmesine kadar her türlü detay planlanmış ve kusursuzca yaratılmıştır. Evrim teorisi, hücrenin içindeki bu gibi detaylardan bir tanesinin bile oluşumunu açıklamaktan acizdir.


25
DNA'daki 25 Ciltlik Ansiklopedi
Dolusu Bilgi Tesadüfen Ortaya Çıkamaz

İnsanın tek bir DNA molekülünde bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak bilgi bulunmaktadır. Bu bilgilerin tamamı çok önemli bir sıralamaya sahiptir. Şimdi düşünün, milyonlarca harfi rastgele caddeye serpsek, serpilen bu harflerin hepsi bir makale haline dönüşse, sonra bu milyonlarca harf gazete sayfasındakiler gibi yazılar oluştursa, bunun kör bir tesadüf eseri olduğunu söylemek mümkün müdür? Elbette ki hayır. Ancak Darwinist anlayışa göre bu olağanüstü olayın tesadüfen gerçekleşmesi mümkündür.
26
Farklı Canlı Türleri Nasıl Farklı
DNA'lara Sahip Olmuşlardır?

Evrimciler, canlı türlerinin farklı genetik bilgilere sahip olmalarını mutasyonlara bağlarlar. Mutasyon DNA'da radyasyon ya da kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen değişikliklerdir. Oysa mutasyonlar DNA'ya ya zarar verir ya da üzerinde etkisiz olurlar.
Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Kalın bir dünya tarihi kitabının baştan sona bilgisayara yazılmasını isteyelim. Bu iş yapılırken, kitabı birkaç kez baştan yazdıralım ve her seferinde kitabı yazan kişiye arada tuşlara gözlerini kapatarak (tesadüfen) basmasını isteyelim. Bu yöntemle tarih kitabı gelişir mi? Örneğin daha önce kitapta var olmayan "Eski Mısır Tarihi" gibi bir bölüm oluşabilir mi?
Elbette ki kitaba eklediğimiz harf hataları kitabı geliştirmez, aksine tahrip eder, anlamını bozar. Ama evrim teorisinin iddiası, "harf hatalarının bir kitabı geliştirdiği" yönündedir.


27
Genlerdeki Hiyerarşik Düzenin
Kurucusu Kimdir?

Bazı genler diğerleri üzerinde kontrol yetkisine sahiptir. Örneğin bazı kontrol genleri, çocukluk döneminde hemoglobin üreten genin çalışmasını durdurur. Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir bilgidir. Genler, atomlardan oluşan moleküllerdir. Peki bu moleküller, aralarında böylesine düzenli bir organizasyonu nasıl kurmuşlardır? Nasıl olup da, bir molekül bir insanın artık boyunun uzamasını durdurma kararı alır, bu kararını diğerine iletir, diğeri ise bu kararı nasıl anlayıp, itaat edip, uygulamaya koyar? Bu disiplinin kurucusu kimdir? Dahası, milyonlarca yıldır, trilyonlarca gen, aynı disiplin, itaat, akıl ve şuurla görevini eksiksiz yerine getirmektedir.
Böyle kusursuz çalışan bir sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, çok büyük bir safsatadır.


28
Evrimcilerin İçinde Bulundukları
Çıkmazı Gösteren Bir Örnek

Evrimciler, büyük varillerin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeyi de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar (dünya atmosferinde kendiliğinden oluşumu mümkün olmayan) amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşması imkansız olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene varillerin başında beklesinler. Bir insanın oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir insan çıkaramazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek oluşan bu hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri yaratamazlar. Madde bilinçsiz, cansız bir yığındır ve ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.


29
Evrim Teorisi, Canlılardaki
Bilinçli Tasarımı Açıklayamaz

Bir odaya girdiğinizde eğer masanın üzerindeki kağıdın üzerinde mürekkep lekesi görürseniz, mürekkep şişesinin bir şekilde kağıdın üzerine döküldüğünü ve orada rastgele bir şekil oluşturduğunu düşünürsünüz. Ancak eğer bu kağıdın üzerine mürekkeple yazılmış "BABANI ARA" diye bir not görürseniz, bu yazının kağıdın üzerinde rastgele oluşmadığını bilirsiniz. Notun sahibini görmeseniz bile, bunun bilinçli bir kişi tarafından yazılmış anlamlı ve amaçlı bir not olduğundan şüphe etmezsiniz. Veya, çok güzel bir tablo gördüğünüzde, ressamını görmemiş olsanız bile bu tablonun bilinçli bir tasarımın eseri olduğunu bilirsiniz.
Boyaların yere dökülerek bu resmi rastgele oluşturduğunu hiçbir zaman düşünmezsiniz. Aynı gerçek canlılıktaki kusursuz tasarım için de geçerlidir. Canlılardaki kusursuz ve olağanüstü tasarım, onların tesadüflerin eseri olmadıklarını, bilinçli bir tasarımın sonucu olduklarını açıkça göstermektedir. Evrim teorisi ise, bu gerçek karşısında çökmüştür. Canlılıktaki bilinçli tasarımın sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.


30
Canlılardaki İndirgenemez Kompleks
Yapılar Evrim Teorisine Meydan Okuyor

Evrim teorisinin iddialarını tümüyle geçersiz kılan indirgenemez komplekslik, evrimcilerin iddia ettikleri aşama aşama gelişimi imkansız hale getirir. Örneğin biraraya gelerek gözü oluşturan, gözyaşı bezi, retina, iris gibi organellerin aşamalarla teker teker oluşmaları mümkün değildir. Çünkü gözü oluşturan tüm parçalar eksiksiz olduğunda görme gerçekleşecektir. Biri eksik olsa organ işlevsiz olacağından evrime göre işlevsiz bir organın "doğal seleksiyona" uğrayarak yok olması gerekmektedir.


31
İnsan Gözü En Gelişmiş Kameradan
Çok Daha Kompleks ve Kusursuzdur

İnsan gözü, 40 temel parçadan oluşur ve en gelişmiş kameradan çok daha kusursuz bir görüntü ve netlik sağlar. Gözün görebilmesi için bu 40 temel parçanın hepsinin aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Bu parçalardan biri olmasa göz göremez. Bir kamera nasıl, kendisini oluşturan parçaların tesadüfler sonucunda biraraya gelmesiyle aşama aşama oluşamazsa, göz de aşama aşama ve tesadüflerin sonucunda oluşamaz.


32
İnsan Beyni Karmaşık ve Üstün
Bir Organizasyona Sahiptir

Beyin yaklaşık 100 milyar sinir hücresinden oluşur. Beyindeki sinir hücreleri, aralarında "sinaps" denilen bağlantı noktaları sayesinde iletişim kurarlar. Her bir nöronda 10 bin sinaps bulunmaktadır. Bu, bir nöron aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir demektir. İnsan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğu tahmin edilmektedir. (Bu 1.000.000.000. 000.000 haberleşme demektir.) Bilgisayarlardaki sinir hücrelerine denk gelen transistörlerde ise sadece 6 bağlantı noktası bulunmaktadır.
Dünyanın en hızlı işlem yapan bilgisayarları ortalama, olarak saniyede 109 işlem yapabilmektedir. Beynin hızı ise aynı işlem için 1015'tir. (saniyede 10.000.000.000. 000.000 hızında) Dahası bilgisayar hafızasının kapasitesi 1011 bit'ken (bit= bilgisayarda kaydedilebilen en küçük bilgi birimi) beyninki 1014'tür. Aradaki bu fark beynin kapasitesinin, 1000 adet bilgisayarın toplam kapasitesi kadar olduğunu göstermektedir.
Tesadüflerin, hayranlık uyandıracak bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmeleri kesinlikle imkansızdır. Bu, 20. yüzyılın en büyük gelişmelerinden biri olan internet teknolojisinden çok daha kompleks ve harika bir sistemdir. Peki nasıl olur da, internet teknolojisinin veya en basit bir telefon santralinin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bilen insanlar, beyindeki çok daha olağanüstü sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedirler?
Kuşkusuz bu, evrim teorisine körü körüne bağlılığın bir sonucudur. Önyargısız yaklaşan her insan insanın yaratılışındaki ihtişamı görebilir.
33
Evrimcileri Çaresiz Bırakan
Bakteri Kamçısı

Bakteri kamçısı, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Bu organik motor, hücre içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını belirlemişlerdir.
Sadece bakteri kamçısının bu kompleks yapısı dahi evrim teorisini çökertmek için yeterlidir. Çünkü kamçı hiçbir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiçbir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olarak işlemesi gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin "kademe kademe gelişim" iddiasının anlamsızlığı, bir kez daha açıkça ortaya çıkmaktadır.


34
Hafıza ve Laboratuvar Sahibi
Savunma Sistemi

Antijen adı verilen bazı mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek insan için tehlike oluştururlar. Bunun üzerine savunma sistemi hücreleri antijenlere karşı "antikor" adı verilen maddeler üreterek onları yok etmeye ya da çoğalmalarını önlemeye çalışırlar.
Antikorların sahip oldukları en önemli özellik doğada var olan yüzbinlerce birbirinden farklı mikrobu tanıyıp, kendilerini onları yok etmeye yönelik olarak hazırlayabilmeleridir. Fakat asıl ilginç olan laboratuvarda oluşturularak insan vücuduna yerleştirilen yapay antijenleri bile tanıyan antikorların bulunmasıdır.
Bir hücre nasıl olur da yüzbinlerce farklı yabancı hücreyi tanıyabilir? Üstelik bunun yanısıra, yapay olarak üretilen bir maddenin de bilgisine sahip olabilir? Dahası, antikorlar yabancıya karşı kullanılacak etkili silahları da anında tespit edip üretebilirler. Bu durum, evrimcileri büyük bir çıkmaza sokmaktadır.


35
Bir Heykeltıraş Gibi Çalışan Kemik
Hücreleri, Tesadüflerin Eseri Değildir

Kemikte yer alan osteoklast adlı hücrelerin görevlerinden biri kemiğin bazı bölgelerindeki boşluklarda yıkıma yol açarak, kemiğin biçiminin ve boyunun değişmesini ve giderek erişkin boyutlara varmasını sağlamaktır. Bir yandan da kemik yüzeyindeki çıkıntıların küçülmesini sağlar. Osteoklastların kemikte yaptığı yıkım sırasında osteoblast adlı kemik hücreleri de iskeleti oluşturmak üzere yeni kemik yapmaya başlar.
Her insanda kemiklerde bulunan bu hücreler aynı görevi görürler. Hepsi kemik yüzeyini nasıl küçülteceklerini bilirler. Kafatasındaki kemiklerle uyluk kemiği arasındaki farklılıkları bilerek kemiklere nasıl şekil vereceklerini, ne zaman uzamasının duracağını, incelik ve kalınlığının nasıl olacağını bilirler. Kemik hücreleri, vücudun iskelesini, adeta bir heykeltıraş gibi, büyük bir titizlikle hazırlarlar. Her parçanın sertliğini, uzunluğunu, şeklini, girinti çıkıntılarını, birbirleriyle kesişeceği yerleri kusursuzca tasarlayan ve inşa eden bu hücrelere her adımlarını ilham eden Yüce Allah'tır.

36
Kanın Pıhtılaşmasındaki Mucize

Kanın pıhtılaşması, otoyolda meydana gelen bir kazaya acil çağrılarla yetişen devriye ve ambulansların ilk yardımlarını anımsatan bir işlemdir.
Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda ilk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. Trombositler kanın içinde dağınık olarak dolaşırlar, bu nedenle kanama vücudun neresinde olursa olsun mutlaka o bölgeye yakın, devriye gezen bir trombosit vardır.
"Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek yardım isteyen bir trafik polisi gibi, trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde kalmalarını sağlar. Olay yerine gelen ilk trombosit, aynı telsizle yardım ister gibi, bir madde salgılayarak, diğerlerini de olay yerine çağırır.
Bu arada, vücutta yer alan 20 enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu, olay yerinde bulunan ilk yardım ekibinin, hasta için gereken ilacı olay yerinde imal etmesi gibi bir olaydır. Üstelik bu üretim tam ihtiyaç kadar olmalıdır. Ayrıca bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini bu proteini üreten enzimler kendi aralarında verirler.
Yeterli miktarda trombin proteini üretildikten sonra fibrinojen adı verilen iplikçikler oluşturulur. Bu iplikçikler kanın üzerinde bir ağ meydana getirirler ve gelen trombositler bu ağa takılarak birikir. Bu birikim yoğunlaştığında ise kanın dışarı akışı durur. Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından itibaren bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için "organize olurlar". Bu atom yığınlarının böylesine bir şuur göstermesi ise kuşkusuz çok büyük bir mucizedir ve tümüyle rastlantılara dayalı olan "evrim" sürecinin ürünü elbette olamaz.


37
Tek Bir Molekülün Özellikleri Dahi
Evrim Teorisini Çürütmek İçin Yeterlidir

Trombin, kanı pıhtılaştıran bir proteindir. Ancak, bu protein sürekli kanın içinde dolaşmasına rağmen, her zaman kanı pıhtılaştırarak akışını durdurmaz. Sadece damarlardan birinde kanama olduğunda pıhtılaşma gerektiğini anlar ve kanı pıhtılaştırır. Eğer trombin hiç durmadan görevini yerine getiriyor olsaydı, kandaki trombin proteinleri nedeniyle damarlardaki tüm kan pıhtılaşır ve canlı yaşayamazdı. Peki, cansız ve şuursuz atomlar, hem kanamayı durdurmak için bu proteini tasarlamış, hem de bu proteinin canlıya zarar vermesini önlemek için gerekli özellikleri düşünüp oluşturmuş olabilirler mi? Bilinçsiz atomlar, bu kadar aşamalı, detaylı ve muazzam bir bilgi ve yetenek gerektiren mekanizmaları meydana getirebilirler mi? Elbette ki hayır. Tüm bunları tasarlayan ve yaratan Yüce Allah'tır.


38
Yararlı ve Zararlı Maddeleri
Birbirinden Ayırt Edebilen Kan Hücreleri

Kan, hücrelerin atıklarını toplayan bir çöp ünitesi gibidir. Atık maddeleri böbreklere taşır ve bu maddeler böbreklerde temizlenir. Hücrelerde üretilen zehirli karbondioksit gazı ise yine kan tarafından akciğerlere taşınır ve burada vücuttan atılır.
Damarlarda hareket eden kan hücreleri, son derece bilinçli bir şekilde, atık maddeleri ve yararlı maddeleri birbirlerinden ayırt edebilmekte ve hangisinin nereye bırakılacağını çok iyi bilmektedirler. Örneğin hiçbir zaman zehirli gazları böbreklere veya atık maddeleri akciğere taşımazlar. Ya da, besin ihtiyacı olan bir organa atık maddeleri götürmezler. Kan hücrelerinin, hiçbir şaşırma, karıştırma, aksatma ve hata olmadan, son derece bilinçli bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri, onları kontrol eden, düzenleyen, organize eden bir akıl ve bilincin de varlığını göstermektedir. Kana tüm bu özellikleri verenin ve kusursuz bir sistem yaratanın üstün kudret sahibi Allah olduğu apaçık bir gerçektir.


39
Böbreklerin Seçiciliği
Tesadüflerin Eseri Değildir

Böbrekler, vücutta dolaşan kanı sürekli olarak temizlerler. Süzdükleri maddenin bir kısmını vücuda kullanılmak üzere geri gönderen böbrekler, işe yaramayan ve zararlı olanları ise vücuttan atarlar. Peki böbrekler bu ayrımı nasıl yapar? Proteini, üreyi, sodyumu, glikozu ve diğerlerini birbirinden nasıl ayırt ederler?
Neyin atılıp neyin tutulacağına karar veren böbreklerdeki "glomerül" adı verilen ve kılcal damarlardan oluşan yapıdır. Bir et parçası, hangi maddenin ne kadarının atılıp ne kadarının tutulacağına nasıl karar verebilir? Böbrekleri seçici özelliği ile tasarlayan, ne kimya, ne fizik ne de biyoloji eğitimi almamış, şuursuz atomlar veya kör tesadüfler olabilir mi? Elbette ki hayır. Tüm bunlar, kusursuz ve bilinçli bir tasarımın, Allah'ın üstün yaratışının delillerindendir.


40
Böbreklerin Tesadüfen Oluştuklarını
İddia Etmek Büyük Bir Hatadır

Böbrek, yalnızca 5-7 cm yer tutar, sessizce, hissettirmeden, durmaksızın ve hiçbir bakıma ihtiyaç duymadan çalışır; kanın kalitesini kontrol eder, kan hücrelerinin üretilmesini emreder, kandaki su miktarını ayarlar, tansiyonu kontrol eder, kanı temizler, vücudun ihtiyaçlarına en uygun 2.400.000 filtre ünitesi aralıksız çalışır, çalışması için özel bir vakit ayırmaya gerek yoktur günlük yaşam içinde insan nerede olursa olsun çalışmasını sürdürür.
Diyaliz makinesi, orta boy bir buzdolabı büyüklüğündedir, elektrikle çalışır, gürültülüdür, 3-4 yılda yıpranır, sürekli bakım gerektirir, böbrek çalışmadığı için vücutta kan üretilemez, hasta kansız kaldığı için sık sık kan nakli gerektirir. Steril hastane koşullarında uzman doktor ve teknisyenler tarafından çalıştırılır, tüm hastalar yüksek tansiyon hastasıdır, makineye bağlanınca tansiyon aşırı düşer, hastanın nefesi daralır, titreme krizleri gelir, kanamalar kolay ve sık olur, sık sık kas krampları oluşur, basit bir filtredir. Kanı kabaca süzdüğü için hastanın tahlilleri yapılır, eksilen maddeler serumla tekrar verilir, insanı 3 günde bir 5 saat boyunca yatağa bağlı tutar, hareket etme imkanı vermez.
Bir diyaliz makinesinin tesadüfen oluşamayacağını bilen insanların, ondan daha üstün özelliklere sahip olan böbreklerin tesadüfen oluştuklarını iddia etmeleri büyük bir mantıksızlıktır.


41
Kemik Hücrelerinin Kalsiyum
YakalamaYeteneği Tesadüfen Oluşamaz

Kemikler kalsiyum ve fosfor gibi hayati maddeleri depolar, herhangi bir durumda ihtiyaç olduğunda depoladıkları bu maddeleri vücuda geri verirler. Gözü veya herhangi bir duyu organı olmayan bir kemik hücresi, kanda bulunan binlerce değişik madde arasından kalsiyumu ve fosforu kolaylıkla ayırt eder. Sonra hiç şaşırmadan bu atomları yakalar.Bir insan dahi önüne koyulan kalsiyum, fosfor, demir, çinko gibi farklı element tozlarını -eğer bu konuda bir eğitim almamışsa- ayırt edemez.
Ayrıca kemik hücresi kendisine "kalsiyum depola" emri (Kalsitonin hormonu) geldiğinde bu emre hemen itaat eder. Eğer kendisine "depoladığın kalsiyumu bırak" emri (Parathormon hormonu) gelirse, bu emre de itaat eder. Kemik hücresi yüksek şuur, kabiliyet, sorumluluk ve disiplin anlayışıyla gece gündüz görevine devam eder. Özel yetenekleri olan bu hücrelerin tesadüfen oluşamayacakları çok açık bir gerçektir.
42
Midedeki Kusursuz Tasarım

Besinleri ve onların içerdiği protenleri sindirebilmek için midede çok güçlü asitler salgılanır. Bu asitler tıraş bıçağını dahi sindirebilecek güçtedir. Peki bu asitler, kendisi de proteinlerden oluşan mideye nasıl olup da zarar vermezler? Bunun cevabı, insan vücudundaki benzersiz tasarım örneklerinden birinde gizlidir. Midenin girintili çıkıntılı duvarlarının derinlikleri sayesinde, mide kendi kendini sindirmez.
Mide duvarlarındaki bu derin çukurlarda birbirinden farklı özelliklere sahip hücreler yer alır. Hassas bir denge içinde, midedeki birtakım hücreler asit salgılarken, bu hücrelerin yanıbaşında bulunan başka hücreler de yapışkan bir sıvı salgılar. "Mukus" isimli bu sıvı midenin yüzeyini örter ve mide duvarını asitlere karşı bir kalkan gibi korur ve enzimlerin mideye zarar vermesini engeller. Peki mide için bu akılcı önlemi alan karar merkezi, hücreler veya atomlar olabilir mi? Elbette ki hayır. İnsan vücudunun her özelliği, kusursuz bir yaratışın delilidir.


43
Evrim Teorisinin Açmazlarından Biri:
Bilgi Teorisi

Evrimcilerin açıklayamadıkları konulardan biri canlılıktaki bilgidir. Çünkü bilgi asla maddeye indirgenemez.
Örneğin bir kitap kağıttan, mürekkepten ve içindeki bilgiden oluşur. Kağıt ve mürekkep maddesel bir şeydir, ancak kitabın içindeki bilgi maddesel değildir.
Eğer bir madde bilgi içeriyorsa, o zaman o madde, söz konusu bilgiye sahip olan bir akıl tarafından düzenlenmiştir. Örneğin, her kitaptaki bilginin kaynağı, o kitabı yazmış olan yazarın zihnidir.
Canlıların DNA'larında da son derece kapsamlı bir bilgi bulunur. 20. yüzyılda bilim DNA'daki bilginin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, maddeye indirgenemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. DNA'daki bilgi, üstün bir Aklın ve sonsuz bir İlmin eseridir. Canlılığın kökeninde yer alan bu olağanüstü bilgi, materyalist felsefeyi çökertirken, alemlerin Rabbi olan Allah'ın apaçık varlığına sayısız deliller sunmaktadır.


44
İnsan Embriyosunda
Solungaçlar Vardır Yalanı

Bu iddia, evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 20. yüzyılın başında yapılan bir bilim sahtekarlığına dayanmaktadır. Haeckel, evrime delil oluşturmak için, insan, tavuk, balık gibi canlıların embriyolarını yanyana çizmiş, ancak bu çizimler üzerinde çarpıtmalar yapmıştır. Bugün tüm bilim dünyası bunun bir sahtekarlık olduğunu kabul etmektedir. Haeckel'in "solungaç" diye gösterdiği yapı, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcıdır.
45
Moleküler Kıyaslamalar Evrim
Teorisine Delil Oluşturmamaktadır

Evrimciler, farklı canlı türlerinin DNA şifrelerinin ya da protein yapılarının benzer olduğundan söz ederler ve bunu, bu canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerinin delili olarak yorumlarlar. Öncelikle belirtmek gerekir ki, canlıların temel yaşamsal işlevleri birbiriyle aynıdır, dolayısıyla benzer DNA'lara sahip olmaları doğaldır. Bu ortak bir atadan evrimleştiklerini göstermez. Ayrıca farklı türlere ve sınıflara ait canlıların DNA analizleri sonucunda elde edilen bulgular karşılaştırıldığında, canlıların DNA benzerliklerinin ya da farklılıklarının, öne sürülen hiçbir evrimci mantık ya da bağlantıyla uyuşmadığı çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Canlılarda anatomik ya da kimyasal benzerlikler arayan ve bunu evrime delil saymaya çalışan iddialar, bilimsel bulgular karşısında geçersizdir.


46
Bakterilerin Antibiyotik Direnci
Evrime Delil Değildir

Evrimciler, bakterilerin bazı antibiyotiklere direnç göstermeye başlamalarını da evrime delil olarak gösterirler.
Söz konusu direnç şöyle oluşur: Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız varyasyonlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar. Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir.
Görüldüğü gibi antibiyotik direncinin genetik bilgisi bakterinin DNA'sında en baştan beri bulunmaktadır. Yani bu direnç tesadüflerle ortaya çıkmış, sonradan kazanılmış değildir.


47
Allah Canlılığı Evrimle Yaratmamıştır

Bazı kişiler hem Allah'a iman ettiklerini hem de evrim teorisine inandıklarını söylemektedirler. Oysa bu hatalı bir bakış açısıdır. Çünkü;
1. Allah'a ve Allah'ın dinine inandığını söyleyen bir insan için tek başvuru kaynağı ve rehber Kuran'dır. Kuran'da ise evrimle birlikte yaratılış olduğuna dair bir bilgi yoktur. Aksine ayetlerde canlılığın ve evrenin, Allah'ın "Ol" emriyle yoktan var edildiği bildirilmektedir.
2. Evrim teorisinin odak noktası, Yaratıcı'nın varlığının inkar edilmesidir. Darwin'den bu yana evrim teorisini savunanların hepsi bunu açıkça ortaya koymuşlardır. Teori, 150 yıldır ateizmin en önemli dayanağıdır. Ateizmin en önemli dayanağı ile Allah'a iman arasında elbette bir ortaklık kurulamaz.
Ayrıca evrim teorisini kabul edilemez yapan bir diğer faktör, evrim teorisinin bilim tarafından yalanlanıyor olmasıdır. Evrim teorisi temel iddialarını bile delillendirememiştir.


48
Varyasyonlar Evrimin Delili Değildir

Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
Evrimciler ise, bir türün içindeki varyasyonları evrim teorisine delil olarak göstermeye çalışırlar. Oysa varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.
Örneğin bir kedi türünü ne kadar kendi içinde türeterek zenginleştirmeye çalışırsanız çalışın, kediler hep kedi olarak kalacak, bunlar asla köpeklere dönüşmeyeceklerdir.


49
Davranışların Kökeni Evrim Değildir

Evrimciler tüm hayvanların ve insanların davranışında belirli bir evrimsel köken olduğunu kabul ederler. Fakat davranışların evrimi gibi bir açıklamanın gerçeklerle bağdaşan hiçbir yönü yoktur. Çünkü canlıların deneme yanılma yaparak öğrenecek, sonra bunları genlerinde bir davranış modeli olarak kaydedecek ve gelecek nesillere aktaracak akıl, şuur ve yetenekleri yoktur. Onlar yaşamlarını kurtaran savunma şekilleri, yuva kurma modelleri gibi davranış biçimlerine doğuştan sahip olurlar.
Allah her canlıyı kendine has özelliklerle ve davranış şekilleriyle yaratmaktadır. Örneğin bir kelebeğin hayatta kalabilmek için kendini daha iyi kamufle edebileceği kuru bir yaprak görünümüne sahip olmayı kendi kendine düşünüp, bunu vücudunda bir değişikliğe dönüştürmesi mümkün değildir. Ya da bir kunduzun akarsu yatağında suyun akışını kesecek kadar ileri derecede mühendislik hesapları gerektiren bir baraj inşa edebilmesi ve ilk doğduğu andan itibaren bunu yapabilmesi kuşkusuz öğrenme ile ya da doğal seleksiyon gibi bilinçsiz mekanizmalarla açıklanabilecek bir durum değildir. Canlılar, yaratıldıkları ilk andan itibaren kendilerini koruyabilecekleri birtakım özellik ve davranış biçimlerine sahip olarak doğarlar. Onlara bu özellikleri veren Allah'tır.


50
Darwinizm 20. Yüzyıla Felaket
Getiren İdeolojilerin Temelidir

Darwinizm'in temelini "yaşam mücadelesi" kavramı oluşturur. Darwinizm'in diğer önemli iki özelliği ise, insanları bir hayvan türü olarak görmesi ve Allah'ı ve dini inkar eden felsefe ve ideolojilere sözde bilimsel bir zemin hazırlamasıdır. Darwinizm'in bu özellikleri, 20. yüzyılda vahşi kapitalizm, ırkçılık, öjeni, komünizm, faşizm gibi birçok tehlikeli ideoloji ve felsefeye destek sağlamış ve onları güçlendirmiştir.
Darwinizm'in bazı çevrelerden büyük destek görmesinin bir nedeni de budur: Bu sayede barbarca katliamlar yapanlar, insanlara hayvan gibi davrananlar, milletleri birbirlerine düşürenler, ırklarından dolayı insanları hakir görenler, haksız rekabetle küçük işletmeleri kapattıranlar, fakirlere yardım elini uzatmayanlar artık kınanmayacak veya engellenemeyecektir. Çünkü onlar bunu sözde "bilimsel" bir doğa kanununa uyarak yapmaktadırlar.
Darwinizm bu nedenle son derece tehlikelidir ve günümüzde de toplumlara ve insanlığa zarar getiren ideoloji ve felsefelerin birçoğuna sözde bilimsel bir destek sağlamaktadır. Darwinizm'in bilimsel olarak çürütülmesi bu nedenle büyük bir önem taşımaktadır.

SONUÇ


Tüm canlılığı yaratanın alemlerin Rabbi Allah olduğu çok açık bir gerçektir. Çevresindeki canlılar ve kendi bedeni üzerinde biraz düşünen her insan bu açık gerçeği hemen görür ve kavrar.
Evrim teorisinin ise bilim ve akıl dışı bir iddia olduğu son derece açıktır. Kör tesadüflerin canlılıktaki kusursuz tasarımı meydana getiremeyeceği ortadadır. Bir plastik şişenin dahi tesadüfen meydana gelemeyeceğini kabul eden bazı insanlar, sadece Allah'ın varlığını inkar edebilmek, ateist ve materyalist dünya görüşünü yaşatabilmek uğruna, kusursuz ve olağanüstü kompleks tasarımlara sahip canlıların tesadüfen meydana geldiğini iddia edebilmektedirler.
Ancak, bu iddiaları artık kabul görmemektedir. 21. yüzyıl tüm insanlığın Allah'ın tek Yaratıcı Güç olduğunu kabul edeceği tarihi bir dönüm noktası olacaktır. 19. yüzyıl nasıl materyalist dünya görüşünün hakim edildiği bir yüzyıl olarak tarihe geçmişse, 21. yüzyıl da Allah'ın varlığına ve birliğine olan inancın güçlendiği bir dönüm noktası olarak tarihe geçecektir. Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:

De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başka-sını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40)

http://www.ilimyuvasi.com/forum/evrimcilige-reddiye/1935-50-maddede-evrim-teorisinin-cokusu.html
 

mcht_z

Asistan
Katılım
12 Kasım 2010
Mesajlar
239
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Sen kendini kandırmaya, burdakileri de kandırmaya çalışmaya devam et. Ben sana en az 6-7 farklı bilim adamının bilgileriyle açıklamarda bulundum bir kişinin değil. Bunu söylerken bile yalan konuşuyorsun. Benim en sağlam kaynağım ise Allah ve Rasulüdür. Başka kaynağa ihtiyacım da yok. Benim bir yaradanım var ve bana herşeyi bildiriyor. Kaynak kısmını sen düşün :)
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
[h=2]Makro Evrimin İmkansızlığı(Bilim 'Yaratılış' Diyor -8)[/h]
3_8.jpg
Mutasyonlar ve tabiî seleksiyon, yeni adaptasyonlara ve orijinal organlara sahip bir canlı üretilmesine dâir herhangi bir güçlü delil ortaya koymamasına rağmen yine de; "Makroevrimle bir yeniliğin ortaya çıkması acaba mümkün müdür?" şeklinde bir soru sorabilir ve böyle bir değişme olması için, kaç genin değişmesi gerektiğini merak edebiliriz. Hücre biyologu, E. J. Ambrose: "Bir organizmada daha önce bilinmeyen en basit bir yapının ortaya çıkmasında bile, en az ihtimal ile beşten daha az sayıda genin rol alması pek mümkün değildir."1 tahmininde bulunmaktadır. Nitekim daha sonra, sadece beş genle kodlanabilen yeni ve nispeten basit bir yapı için gerekli olan fonksiyonel bilginin bile, şans eseri olarak mutasyonlarla meydana gelmesinin akıl almaz derecede imkân dışı olduğu Ambrose tarafından gösterilmiştir.

Ambrose, işe sadece zararlı olmayan mutasyonların (faydalı veya nötr olan mutasyonlar) meydana gelme oranları ile başlamıştır. İhtiyatlı bir tahmin ile 1.000 kişilik bir toplulukta, her nesilde birden daha fazla yeni, zararsız mutasyon olmamaktadır (çoğu gen 100.000'de 1'den daha düşük, mutasyona uğrama/olma sıklığına sahiptir ve bu mutasyonların çoğu da zararlıdır).

Bu takdirde, aynı organizmada iki zararsız mutasyonun olma ihtimali 1.000.000'da 1 olacaktır (birbirinden bağımsız iki hâdisenin birlikte olma ihtimali, bu hâdiselerin müstakil olarak görülme ihtimallerinin çarpımıdır; böylece 1/1000 x 1/1000 = 1/1.000.000 olur). Beş adet zararsız mutasyonun bir organizmada olma ihtimali bu hesaba göre, bin milyon kere milyonda birdir! (Bu ihtimali hesaplamak için, 1/1.000'i kendisiyle beş kere çarpmak gerekir; netice 1/1.000.000.000.000.000'dir.) Böyle korkunç bir rakamın bize birinci olarak söylediği şudur: "Bu beş mutasyonun tek bir organizmanın hayat süreci içerisinde meydana gelme şansı yoktur." İkinci olarak da şöyle söylenebilir: "Nispeten basit bir biyolojik yapının bile tesadüfî mutasyonlarla meydana gelme şansı 'sıfırken' ve ortada hiçbir model yokken, meselâ; bir akciğerin, bir bacağın veya kanadın ortaya çıkma şansı olabilir mi?"

Genetik prensipler evrime karşı çıkıyor!
Evrimcilerin tatlı hayallerinin hatırı için, bu beş zararsız mutasyonun tek bir organizma yerine, organizma topluluklarının teşkil ettiği, türün gen havuzu içerisindeki farklı fertlerinde meydana geldiğini farz edelim. Hattâ daha fazla taviz vererek, her şeye rağmen bu mutasyonların zaman içerisinde meydana geldiğini ve heterozigot şekilde korunduğunu da kabul edelim. Hardy-Weinberg Genetik Prensibi'ne göre; "Seleksiyon veya başka dış faktörler olmadan meydana gelen tesadüfî çiftleşmelerle, bir populasyonun içerisindeki gen nispetleri nesilden nesile aynı kalmaktadır." Bu durumda, bu beş mutasyona uğramış genin yüzdelerinin, populasyonun geri kalanındaki mutasyona uğramamış eşlerine olan oranı sabit kalacağından, sadece daha fazla yavru üretiminin, bu genlerin yeniden dizilip yerleşerek (rekombinasyon) bir araya gelme nispetlerini artırmaz. Bu oran ancak, bu mutasyona uğramış genleri taşıyan fertlerin çiftleşmesinin özel olarak seçilmesi veya bu mutasyonların daha küçük bir topluluk içerisinde meydan gelmesi olarak tarif edebileceğimiz, genetik sürüklenme ile artabilir. Genetik sürüklenme ile ayrılmış küçük bir topluluk zaman içinde sadece alttür veya ırk dediğimiz, aynı türe dâhil, küçük farklılıklara sahip fertler meydana getirebilir. Başta insan ırkları olmak üzere çeşitli, koyun, köpek, sığır ve güvercin ırklarının ortaya çıkışı genetik sürüklenmeye örnek verilebilir; fakat bunlar hiçbir zaman makromutasyon değildir.

Mutasyonlar, genomun kodlama yapmayan bir kısmında meydana gelmiş ise, herhangi bir özellik kodlamayan bir gen, hayvana herhangi bir avantaj veya dezavantaj sağlamayacağı için seçilemez ve bu yüzden de tabiî seleksiyon, böyle bir mutasyonu eleyemez. Ancak bu durumda yine de, ihtimale dayanan büyük engeller vardır.

Tesadüf Üstüne Mutlu Tesadüfler

4_5.jpg
Bu birbirinden ayrı genleri taşıyan organizma fertlerinin, diyelim ki, bir milyon nüfusa sahip bir toplulukta birbirlerini bulma ihtimali nedir? Bu beş genin hepsinin bir organizmada bir araya gelmesi için, doğru zamanda ve doğru bir sıra ile çiftleşmelerine ihtiyaç vardır. Buna ek olarak, neticede meydana gelen yeni beş gen takımı, organizmanın komplekslik seviyesini, ait olduğu türün özelliklerinden daha yukarıya çıkarmak için (makroevrimin gerektirdiği gibi) gerçek mânâda yeni bir yapıyı kodlamak zorundadır. Ancak, böyle bir senaryo tamamıyla inanılmaz ve imkânsız görünmekte, tesadüf üstüne tesadüflerin ardı ardına tam hedefine varmasını gerektirmektedir.

Böyle bir senaryoyla makromutasyon olduğunu açıklamak evrimcilere makûl gelse bile, hâlâ izaha muhtaç çok şey vardır. Beş yeni genden meydana gelen özellikler toplamının aynı fertte tesadüfen(!) bir araya geldiğini ve yine taviz olarak, homozigot seviyede (iki eş kromozomdan her ikisinin de mutant) olduğunu da farz edelim. Şayet heterozigot olursa (iki eş kromozomdan birisinin sağlam olduğu), diğer sağlam kromozomdaki mutasyonlu genlere karşılık gelen genler, dominant (baskın) olacağı için, mutasyonlu beş geni perdeleyecek ve onların kendini göstermesini (ekspresyonunu) engelleyecektir. Bunlara ilâve olarak, beş genin hepsinin kromozomun aynı bölgesinde bir araya geldiğini de farz edelim ki bu, kromozomları kırıp yeniden bir araya getiren mekanizma açısından düşünüldüğünde, imkânsız olmasa da, akla son derece uzak bir durumdur. Eğer bu genler gerçekten bir tek sahada toplanmış olsalardı, bir başka gende meydana gelecek ek bir mutasyon (bu gen topluluğu için anahtar/açma kapama düğmesi geni gibi çalışarak), o alanı çekinik hâlden baskın hâle dönüştürebilirdi.

Renk ve desen değişikliği türün mahiyetini değiştirmez
Bir kromozom üzerindeki genlerdeki böyle bir dönüşüm, bir organizmada gerçekten yeni bir yapının ortaya çıkmasına sebep olabilir mi? Bu tarz beş-altı genin teşkil ettiği bir gen kümesinin Afrika'daki Papilio dardanus gibi taklitçi kelebeklerin renklenmesinin kontrolüne vesile olduğu bilinmektedir.2 Ancak, renk ve desen gibi sadece pigment hücrelerinin faaliyetine ait değişikliklerin kontrol edilmesi, alttür seviyesinde bir değişikliktir ve organlar gibi kompleks yeni yapıların türetilmesi yanında çok küçük kalmaktadır. Çünkü yeni özellikler kazanmış, daha farklı plânda ve kompleks yapıların ortaya çıkmasını açıklayan, beş-altı genden ibaret kümelere ait herhangi bir örnek gösterilmemiştir.

Sistemler "koordinasyon" ve "entegrasyona" muhtaçtır
Ambrose, zararsız mutasyonlara uğramış beş birimlik bir gen kümesinin tesadüfen oluşmasının mümkün olmamasının dışında, makromutasyonların ortaya çıkamayacağına dâir çok daha gayrimümkün yönlere de dikkati çekmektedir. Her şeyden önce, en basit bir biyolojik yapı için bile, örnek olarak verdiğimiz beş genden çok daha fazlasına ihtiyaç vardır. Ayrıca "Gen kümelerinin içerisindeki genlerin her birinin fonksiyonlarının birbiri ile ve aynı ânda, organizmanın bütününün gelişmesi ile sıkı bir münasebet (koordinasyon ve entegrasyon) içerisinde olmak mecburiyetinde olduğunu düşündüğümüzde, doğru genleri bir küme hâline getirmenin muhtemel olmaması zaten önemini kaybetmektedir."1 Ambrose bu düşüncelerinin devamında şu neticeye varmıştır: "Bir topluluktan ayrılıp izole olan yeni çiftler, üremeleri sırasında yoğun bir yeni bilgi girişini kabul etmedikleri sürece, türlerin menşei ile alâkalı hipotezler, geçerliliklerini kaybedeceklerdir."1

Ambrose'un otuz yıl önce evrimciler için çizdiği bu soğuk ve ümitsiz resim, aradan geçen zaman içerisinde de daha parlak bir netice vermemiştir. Evrimci biyologlar, Ambrose'un işaret ettiği soruları çözmek için gittikçe artan bir şekilde ko-opsiyon ve koevrim ismini verdikleri yeni kavramlara başvurmaktadırlar. Bu yeni hayalî hipotezlere göre, evrim, beş genin (veya çok sayıda genin) hepsinin, istenen bir yapının ortaya çıkması için bir ânda var olmasına gerek duymayabilir. Bunun yerine, bir gen, kendisinin evrimleştiği genden farklı bir fonksiyona ve bazı yapılar için de seçilmek için yeni bir avantaja sahip olarak oluşabilir. Daha sonra bu ilk geni farklı bir fonksiyona sahip bir başka yapıyı oluşturması açısından kuvvetlendiren bir başka gen ortaya çıkabilir(!) Bütün bu tesadüflerden sonra, yeni genler kademeli olarak ortaya çıkabilir ve belli bir fonksiyon için yerleşebilir, daha sonra yine evrimcilerin geniş hayallerine uyarak(!) başka bir fonksiyon için yeniden başka bir yere kayabilir (ko-opsiyon) ki, böylece bir organizmanın yapıları ve fonksiyonları zaman içerisinde kademeli olarak evrimleşir (buna da ko-evrimleşme diyorlar!).

Masal çok, ama delil yok!
Bu masaldaki ana problem, iddiaları destekleyen hiçbir delilin olmamasıdır. Sadece hayalî kavramlara dayanan bir ihtimal olarak, başlangıçta bir inandırıcılığı vardır. Ancak, herhangi yeni bir kompleks biyolojik yapı (bir organ, özel bir doku veya yeni bir sistem) üreten, ko-opsiyon ve ko-evrimleşme ile adım adım delillendirilmiş hiçbir yol bilinmemektedir. Aslında belli bir gâye için hikmetlerle donatılarak çalıştırılan biyolojik yapıların, bazen hikmetli bir şekilde başka gâyeler için de çalıştırılması (ko-opted olması) sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olan yaratılışa ait neticelerdir.3 Çok sayıda gen gerektiren kompleks bir yapı için gereken ise, bu genlerin kademeli olarak eklenmesi, fonksiyonlar ve yapılar kademeli olarak değiştikçe, yani inşa hâlinde olan bir yapı veya fonksiyon üzerinde birleşmesi ve işleyen sisteme ters düşmeden, âhenkli bütünlüğü devam ettirecek plânlanmış bir yeniden düzenlenme sürecidir. Birbirine ardına uyumlu, dengeli, sıralı, sistem bütünlüğüne entegre ve kademeli şekilde, yeni bir düzenleme sürecine ait hiçbir delil yoktur.

Buradaki zorluk, sadece bazı yeni biyolojik yapıların evrimleşmesinin de ötesinde her canlı sisteminin kendi bütünlüğü içindeki mükemmelliğinin bozulmamasının teminidir. Biyolojik organizmaların sistem kompleksliğinin derecesi, akıl almayacak kadar müthiş olup, genlerin bir araya gelerek teşkil ettikleri kümelerin ve sebep oldukları yapıların kompleksliğinin çok ötesindedir. Bizler bu kompleksliği ve sistemlerdeki çoklu hikmetlerle irtibatlı gâyeli yaratılışı, bugünkü ilmimizin ve teknolojik imkânlarımızın sağladığı kolaylıklarla, bilgisayarlarla kısmen anlayabiliyoruz. Hiçbir model, örnek ve bilgi birikimi yokken, bütün bu kompleks organları ve süper kompleks sistemleri, akılsız ve şuursuz "evrimin makro mutasyonlarına" vermek, insan zekâsıyla alay etmektir.

Sistem biyolojisi evrimi reddeder.
Her bir "biyolojik varlık" çok sayıda birbirinden bağımsız yapılardan meydana gelmiş sistemlerin, hiyerarşik bir şekilde iç içe geçmesi şeklinde organize bir yaratılışa sahiptir. Bir organizmanın düzgün şekilde çalışabilmesi için, sahip olduğu hassas sanatlı yapıların mutlaka birbiriyle uyumlu olması ve her bir yapının, yüksek seviyedeki diğer bir sistemin parçası olan sistemler manzumesinin içerisine, arızasız bir şekilde oturtulması ve burada çalıştırılması gerekir. Böyle iç içe kompleks yapı sistemlerini kodlayan DNA, yüzlerce, hattâ binlerce genin işbirliğine ihtiyaç duyacaktır. Yaratılışın mahiyeti gereği aynı sisteme dâhil biyolojik yapılar asla birbirinden habersiz ve âlâkasız (izole olmuş hâlde) olmadıkları gibi, aksine organizmanın mevcut şartlarla optimum derecede uyumlu yaşamasına yardım eden daha geniş sistemler içerisinde koordine edilmişler ve bir arada çalıştırılmaktadırlar. Akılsız ve şuursuz Darwinci mekanizmaların ise böyle bir koordinasyon icra ettirme güçleri ve ilimleri yoktur.

Dipnotlar
1. Ambrose, E. J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.120.
2. Ford, E. B. (1975): Ecological Genetics. 4 th. Ed. (London: Chapman and Hall)
3. True, J. R. and Carroll, S. B. (2002): Gene Co-option in Physiological and Morphological Evolution. Annual Review of Cell and Developmental Biology 18: 53-80.


(Sızıntı Dergisi Haziran 2011 Sayısı - Prof.Dr.Arif SARSILMAZ)
http://www.sorularlaevrim.com/icerik/makro-evrimin-imkansizligibilim-yaratilis-diyor-8


[h=2]Genlerde Evrime Karşı (Bilim Yaratılış Diyor-6)[/h]Evrimcilere göre, bir canlıda yeni bir özelliğin kendi kendine ortaya çıkması için, tabiî seleksiyondan önce fertte faydalı bir değişiklik ortaya çıkmalıdır ki, bu fert, türler arasında rekabet için bazı avantajlara sahip olabilsin. Bu yüzden, makroevrimle çok büyük değişiklikler geçireceğine inandıkları canlılarda bir değişmenin ortaya çıkmasına imkân verecek bir şeye ihtiyaç duymaktadırlar. Peki, organizmalarda değişmeye sebep olabilecek şey tam olarak nedir? Mendel'den sonra, biyologlar canlı organizmalarda bu biyolojik değişikliği işletecek temel sebep olarak genlerin üzerinde durmaktadırlar. Peki, genler tam olarak nedir?

13.jpg
Mendel modern genetik anlayışımıza zemin hazırlamış olmasına rağmen, kalıtımın moleküler temelinin keşfedilmesi bir yüzyıl kadar daha sürmüştür. 1940'larda bazı bilim adamları, genetik kalıtımın sebebi olarak DNA'yı fark etmişlerdir; fakat, ancak 1953 yılında Fransis Crick ve James Watson, bu molekülün, meşhur çift spiral yapısını keşfetmiştir. DNA molekülü, alfabedeki harflerin görevini yapan azotlu bazlardan yapılmış dört nükleotid vasıtasıyla genetik bilgiyi kodlamaktadır. Bu dört baz iki gruba ayrılır: pürinler; guanin-G ve adenin–A ve pirimidinler; timin -T ve sitozin-C (Şekil–1). DNA molekülü şeker-fosfat omurgasının üzerine azotlu bazların yerleştiği iki zincirli bir yapıdan meydana gelir. İki zincir birbirine ters yönde durup birbirleri etrafında dönmüştür. Zayıf hidrojen bağları birbirini tamamlayıcı baz çiftlerini, A ile Tyi, G ile Cyi birbirine bağlar.
13_1.jpg
DNA dizilerine proteinleri kodlama kabiliyeti verildiğinden, DNA'nın bu şifreleri aslında mesajdır. DNA'nın bu baz dizilerinin proteinleri kodlamasını, harfler kullanılarak mânâlı bir metin yazmaya benzetebiliriz (Şekil–2). Biz nasıl mânâsı olmayan harflerden oluşmuş bir metin ile mânâsı olan bir metin arasındaki farkı anlayabilirsek, hücre de, akılsız ve şuursuz görülmesine rağmen rastgele dizilmiş bir DNA ile gerçek bilgi taşıyan bir mesaj arasındaki farkı küllî iradenin biyolojik prensipler şeklindeki tecellisiyle anlayabilir. Londra Former Üniversitesi'nden hücre biyologu E. J. Ambrose, hücrenin içinde bu mesajlaşmayı şöyle vurgulamaktadır: "DNA'daki bazların sıralanmasında, eğer hücrenin yaşaması ve çoğalması için gerekli hayatî aktivitelere dönüştürülebilecek bir mesaj varsa hücre bu mesajı tam zamanında fark eder."1

Astronomik sayıda muhtemel DNA dizilerinden sadece aşırı derecede küçük bir kısım, verilen tipte fonksiyonel bir proteini kodlar. Cambridge'te paleontolog Simon Conway Morris: "Hücre içinde sanki bir okyanus içinde yüzen milyonlarca işe yaramaz şifre içinden işe yarayan ve gerekli olan şifrelerin 'hususi hazırlanmış adalar' şeklindeki kısımlarda seçilmesi çok açık olarak bir akıllı bir tercihi gösterir." 2 demektedir.

Bununla beraber, Neo-Darvinciler, DNA'nın, biyolojik açıdan önemli yapıları bu kadar küllî bir ilim ve kudreti, dolayısıyla bir Allah (celle celâlühü) inancını gerektirecek şekilde kodlamasını kabul edemezler. Bunun yerine tesadüfî gen mutasyonları üzerinde iş gören akılsız tabiî seleksiyonda gizli bir ilim, irade ve kudret vehmederler. Mutasyonlar, DNA molekülündeki değişmelerdir ve iki kısma ayrılır: Nokta mutasyonlarıyla DNA'nın küçük bir bölgesindeki nükleotid bazlarından birkaçının değişmesiyle meselâ; bir aminoasidin şifresi bozulabilir ve protein zincirindeki bu yere farklı bir aminoasit girebilir. Kromozom mutasyonlarında ise küçük nükleotid parçalarının değil, DNA parçasının bütününü içine alan bir değişikliğin ortaya çıkması söz konusudur. Kromozom mutasyonları, bir DNA parçasının bilemediğimiz bir sebeple iki misline çıkması, bir parçanın kaybolması, aynı veya farklı bölgedeki DNA molekülüyle başka bir yerdeki parçanın yer değiştirmesi veya tersine dönerek yerleşmesi şeklinde olabilir.

Nokta mutasyonları nadir olarak görülür. Ama ne kadar nadir? Bir genin ortalama olarak her 100.000 ila 1.000.000 replikasyonda (yeniden üretimde) bir kere değiştikleri bilinmektedir.3 Nokta mutasyonlarının çıkış nispetini ifade etmenin bir yolu da, en az bir tane mutant gene sahip olan üreme hücresi sayısının bulunmasıdır. Çalışmalar göstermiştir ki, mutant bir gen ortalama olarak, 10 ila 100 gamette (üreme hücresinde) bir görülmektedir. Nokta mutasyonunun bu ortaya çıkış nispetinin altında yatan sebepler tam olarak anlaşılmamıştır; ancak bu nispet ısı, kimyevî maddeler ve radyasyon gibi belirli çevre faktörleriyle daha da artmaktadır.

İlk bakışta, kodlama yapan bir gende meydana gelen bir nokta mutasyonu, hücrenin işleyiş bilgisinde bir değişme olarak düşünülebilir. Hücre içerisindeki işleyişle alâkalı bir bilgiyi kodlayan bir gen ile yazılmış bir kitapta bulunan mânâlı bir kelimenin durumu oldukça benzemektedir. Bu kitapta bulunan bazı kelimelerdeki harfler gelişigüzel değişse ne olur? Kitapta bir gelişme olur mu? Her bakımdan ölçülü ve plânlı bir şekilde bir ilimle yazılan bir kitaptaki bu tarz değişmeler, çok büyük ihtimalle sahip olduğu mânâlı bilginin artmasına değil, azalmasına sebep olur. Bu değişiklikler çok fazla olursa neticede kitap mânâsız bir saçmalıklar yığını hâline gelecektir.

Biyolojik dünyada da mutasyonlar aynı tesiri yapar. Birçoğu zararlı, bir çoğu da zararlı olmasa bile organizmaya ne yardım eden ne de engel olan, sadece nötr değişmelerdir. Aslında, sert çevre hasarlarının baskısının anormal derecede arttığı aşırı şartlar hâricinde (bakterilerin antibiyotiklere maruz kaldığında dirençli hâle gelmeleri gibi), hiçbir faydalı nokta mutasyonun ortaya çıktığı bilinmemektedir.

13_2.jpg


Bununla beraber bu tip faydalı mutasyonlar, sadece tek bir protein üzerinde küçük ölçekte bir değişmeye vesile olabilir ve bu da makroevrim için bir güç sağlamaz ve delil teşkil etmez. Ayrıca çevre baskısı azaldığında, ortaya çıkan fayda da kaybolma eğilimindedir. Meselâ, bakterilerde meydana gelen antibiyotik dirençliliği, üreme nispetlerini azaltma eğilimindedir bu yüzden, antibiyotikli ortamdan uzaklaştırıldığı zaman, daha yüksek üreme nispetine sahip fıtrî tipteki orijinal bakteriler yeniden ortaya çıkar ve populasyon içerisinde yeniden baskın hâle gelir. Bu durum ise bir evrim olmayıp, bir adım öne, bir adım geriye doğru olan bir harekettir.

Çok büyük bir çoğunlukta ise fonksiyonel genlerdeki nokta mutasyonları zararlı veya öldürücüdür. Diğer bir tabirle, genel yapıya ait bozukluklara ve genetik hastalıklara sebep olmakta veya daha kötüsü ölüme yol açmaktadır. Netice olarak, mutasyonların çoğu evrimcilerin kendi hayallerindeki akıllı tabiî seleksiyon tarafından elenmektedir. Bazı ileri derecede büyük tahribata sebep olabilen ölümcül mutasyonlar, organizmanın hayatının henüz zigot veya embriyo safhasında sona ermesine sebep olmaktadır.

Nokta mutasyonlardaki bu sınırlardan dolayı, bazı Neo-Darwinciler, makroevrime ait değişmelere kaynak olması için kromozom mutasyonlarına bakmaktadır. Bu bakış açısından bilhassa gen duplikasyonlarının (iki misline çıkmasının) mühim olduğunu düşünmektedirler. Bunun sebebi, bir gen bir kere çift hâle geldi mi, onun bazı yeni fonksiyonlar sergileme ihtimalinin olmasıdır. Normal olarak bir gen, sadece bir fonksiyon için yaratılmıştır (meselâ; bir protein sentezlemek veya proteinlerin üretimini düzenlemek gibi). Ancak, eğer bir gen duplike olursa (iki misline çıkarsa) çift hâle gelen gen fazladan olacağı için, zaten orijinal gen tarafından yeterli şekilde yerine getirilen bir fonksiyonu sergilemeyecektir. Bu yüzden, evrimcilere göre kendiliğinden başka genetik ihtimaller meydana getirebilir. Neo-Darwinistlerin iddiasına göre, duplike olmuş olan gen, "genetik hiperuzay" boyunca "başıboş hâlde gezinerek", daha sonra makroevrimde işe yarayacak değişmelere temel olabilecek, bazı yeni fonksiyonlar elde edebilir.

Böyle bir iddiayı dillendirmek, konuşurken insana kolay gelse de, incelendiği zaman makûliyetini çok çabuk kaybeder.4 İddia sahiplerine göre duplike olmuş genin seleksiyon baskısından kurtulduğunda, nasıl değişeceği tamamen şans ile belirlenmektedir. Fonksiyonel olarak kalan orijinal genin tersine, iki katına çıkan gen sadece bir yere oturur ve kendisinin, kromozoma ait diğer mutasyonlar (inversiyon/tersine dönme gibi) ve nokta mutasyonları vasıtası ile bazı yeni fonksiyonlara sahip bir gene dönüşmesini bekler. Ancak az yukarıda gördüğümüz gibi, nokta mutasyonları nadirin de ötesinde çok az meydana gelmektedir. Buna ek olarak, çift hâle gelmiş genin başına gelecek herhangi bir ek kromozom mutasyonu, sadece genin yeniden belli bir yerde konumlanması ve düzenlenmesi için şansa dayalı başka bir hareketten öte bir şey değildir.

Böyle başıboş bekleyen çok sayıda genin her birinin plânlı ve şuurlu bir iradeyle yönetilmeden kendi kendilerine uygun bir yer bulmaları ve burada komşu olduğu yeni genlerle nasıl mânâlı bir anlaşma yaparak yeni organlar oluşturabileceği, hayal bile edilemeyecek kadar mantıktan uzak bir beklentidir. Hâlbuki bütün genlerin yaratılışta sadece birer perde olduğu ve her birinin yapacağı fonksiyonların ve bulunacağı yerin, çok hassas bir şekilde, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından hazırlandığı düşünüldüğünde her şey çok kolay olmaktadır.

Dipnotlar
1. Ambrose, E.J. (1982): The Nature and Origin of the Biological World. NewYork: Wiley Halsted, p.26
2. Morris, S. C.(2003): Life's Solution: Inavitable Humans in a Lonely Universe. (Cambridge: Cambridge University Press, p.19-20.
3. Dobzhansky, T. (1951): Genetics and the Origin of Species. NewYork: Columbia University Press, p.59.
4. Behe, M.J. and Snoke, D.W. (2004): Simulating Evolution by Gene Duplication of Protein Features that Require Multiple Amino Acid Residues. Protein Science 13, p1-14.

(Sızıntı Dergisi Nisan 2011 Sayısı - Prof.Dr.Arif SARSILMAZ)
http://www.sorularlaevrim.com/icerik/genlerde-evrime-karsi-bilim-yaratilis-diyor-6


Nasip olursa 1000 sayfalık reddiyelerimize başladık inşaallah.Bu ilk partidir.istenirse video kayıtlarıyla veya değişik dillerlede desteklenecektir.


 

Mta

Profesör
Katılım
27 Mart 2008
Mesajlar
1,257
Reaksiyon puanı
6
Puanları
38
Her zaman ki yapılan gibi ; kopyala yapıştır ne kadar uzun olursa o kadar gerçekçi olur :) Örnekler verdiğin kişinin Adnan Oktar olması ne garip ! Dünyada kaç tane müslüman iki farklı kimliğe ihtiyaç duymuşdur ilimi anlatmak için ?
Sizlerin bu hali bir şeyi çok iyi kanıtlıyor ; Eğer ki hristiyan bir toplum içinde doğmuş olsaydınız aynı şekilde hristiyanlığı savunacaktınız. Çünkü sadece kopyala yapıştırsınız. Ve bir gerçek daha savaşlar hariç dinler asla yayılamaz. Çok uzun zamandır müslüman ve hristiyanlıkta dünyada oran aynıdır.

Sizlere son sözüm eğer bişeye aptalca körü körüne hiç bilmeden düşünmeden inanacaksam o sizin cehennem dediğiniz yerde sonsuza kadar kalmayı tercih ediyorum.
Ve aklıselim birisi çıkarda teorime cevap verirse sadece onu okurum.
 

burns206

Profesör
Katılım
31 Mart 2011
Mesajlar
1,866
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0


13.jpg
Mendel modern genetik anlayışımıza zemin hazırlamış olmasına rağmen, kalıtımın moleküler temelinin keşfedilmesi bir yüzyıl kadar daha sürmüştür. 1940'larda bazı bilim adamları, genetik kalıtımın sebebi olarak DNA'yı fark etmişlerdir; fakat, ancak 1953 yılında Fransis Crick ve James Watson, bu molekülün, meşhur çift spiral yapısını keşfetmiştir.

James Watson ewrimle ilgili bi aciklamasindan dolayi irkci ilan edildi ve gorevinden resmen afaroz edildi bikac yil once. adam yuzyilin buluslarindan birini yapmis ama sonuc ortada . yani gawur bilim adamlari yada herneyseler onlar da dinci tarikatci takilabiliyolar.
 

by efsane

Rektör
Cezalı
Emektar
Katılım
10 Aralık 2008
Mesajlar
14,680
Reaksiyon puanı
2,135
Puanları
113
[video=youtube;BSvPqrzyE8Y]http://www.youtube.com/watch?v=BSvPqrzyE8Y[/video]

Sohbetin bir kısmı tam da bu muhabbete uygun. Rica etsem dinler misiniz?
 

mcht_z

Asistan
Katılım
12 Kasım 2010
Mesajlar
239
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Her zaman ki yapılan gibi ; kopyala yapıştır ne kadar uzun olursa o kadar gerçekçi olur :) Örnekler verdiğin kişinin Adnan Oktar olması ne garip ! Dünyada kaç tane müslüman iki farklı kimliğe ihtiyaç duymuşdur ilimi anlatmak için ?
Sizlerin bu hali bir şeyi çok iyi kanıtlıyor ; Eğer ki hristiyan bir toplum içinde doğmuş olsaydınız aynı şekilde hristiyanlığı savunacaktınız. Çünkü sadece kopyala yapıştırsınız. Ve bir gerçek daha savaşlar hariç dinler asla yayılamaz. Çok uzun zamandır müslüman ve hristiyanlıkta dünyada oran aynıdır.

Sizlere son sözüm eğer bişeye aptalca körü körüne hiç bilmeden düşünmeden inanacaksam o sizin cehennem dediğiniz yerde sonsuza kadar kalmayı tercih ediyorum.
Ve aklıselim birisi çıkarda teorime cevap verirse sadece onu okurum.

Siz burada kendi deney ve gözlemlerinizle mi konuşuyorsunuz? Sizin yazdıklarınız verdiğiniz örnekler, national geographic sayfaları, bbc makaleleri bunlar kopyala yapıştır değil mi? Bu saçma teoriyi yalanlamak için bilimsel çalışmamı yapacağız işimizi gücümüzü bırakıp? Sizin her türlü kopyala-yapıştırınız çok değerli ve bilimsel oluyor, karşıt görüşte olursa kopyala-yapıştır. Yolunuz yanlış...

[video=youtube;BSvPqrzyE8Y]http://www.youtube.com/watch?v=BSvPqrzyE8Y[/video]

Sohbetin bir kısmı tam da bu muhabbete uygun. Rica etsem dinler misiniz?

Olayın özü budur aslında...

"Sizin sorduğunuz sualleri ben Allah'a sormaktan haya ederim!" ne de güzel bir cümle...
 

Mta

Profesör
Katılım
27 Mart 2008
Mesajlar
1,257
Reaksiyon puanı
6
Puanları
38
Siz burada kendi deney ve gözlemlerinizle mi konuşuyorsunuz? Sizin yazdıklarınız verdiğiniz örnekler, national geographic sayfaları, bbc makaleleri bunlar kopyala yapıştır değil mi? Bu saçma teoriyi yalanlamak için bilimsel çalışmamı yapacağız işimizi gücümüzü bırakıp? Sizin her türlü kopyala-yapıştırınız çok değerli ve bilimsel oluyor, karşıt görüşte olursa kopyala-yapıştır. Yolunuz yanlış...



Olayın özü budur aslında...

"Sizin sorduğunuz sualleri ben Allah'a sormaktan haya ederim!" ne de güzel bir cümle...

Normalde yazmayacaktım. Ama arkadaşa cevap vermemek saygısızlık olacağından yazıyorum. Ben yazdığım hiç bir cümleyi bir yerden okuyup copy-paste kısayolunu uygulamadım. Okudum , izledim , dinledim. Ve kendi mantığımca kararlar verdim.
Hani diyorsunuz ya benim saçma teorimi kanıtlamak için bişeyler mi yapmamız gerekiyor. Ne traji komik ki inandığınız kitapta sizlere zarar verenler hariç , tanıdıklarınıza her daim sabırlı bir şekilde islamı anlatmanız emrediliyor. Yazdığım teoriyi ise hiç bir belgeselde ve ya kitapta rastlamazsınız. Bu da benim düşüncemin bir kanıtıdır.
Sizler diyorsunuz ki "Yaradan" her şeyi bilir ve ondan izinsiz bir şey olamaz. Eğer öyle ise yine sizin inancınıza göre bir imtahandan geçiyorsunuz. Ama hepiniz sizden olmayana düşman gibi davranıyorsunuz. Ben size kötülük yapmadım , sizi aşalamadım , inandıklarınıza çamur atmadım.
Eğer gerçekten "Yaradan" kavramına inanıyorsanız ki şu biliniz ;
Bende ki (size göre) nefisi Yaradan da o , benim bu sözleri yazabilmeme izin verende o. Evreni nasıl o yarattı ise aynı şekilde kötülükle O'nun ile başlıyor. "O" bize tahıl vermeseydi dünyada tahıl yetişebilir miydi ? Size göre hayır. Şimdi siz diyeceksiniz ki kötülük insandandır. Desenize insan ne güçlü bir varlık ki "Yaradanın" dünya üzerine vermediği bir şeyi yaratma gücüne sahip !

Belki bir gün eskisi gibi islam dinine ya da başka bişeye inanacağım ne olacağını bilmiyorum.Tek bildiğim şey sorularımın cevapları beni bir yola götürecek ve bende öyle yaşayacağım. Ama araştırmadan , sorgulaman inanmak ise asla hayatımda olmayacak !
 

Majeste

Profesör
Katılım
7 Mart 2007
Mesajlar
1,953
Reaksiyon puanı
21
Puanları
0
Sürekli olarak bir etkisinin olacağı düşünülen ve evrim-karşıtları tarafından kopyala-yapıştır yapılan yazıların neden evrime karşı bir cevap niteliği taşımadığını anlatmıştım.

Daha önce söylediğime göre, eğer bilimsel bir bilgi sunulacaksa, öncelikle tarafsız olunmalıdır. Yazıdan gördüğümüz üzere bunu yazan kişi veya kişiler, evrimin açıkladığı doğa olayını, kendi doğru kabul ettikleri düzene göre açıklamak yerine, evrime sataşarak, onun ortaya koyduğu veya koymadığı sonuçlar çarpıtılarak, bir taraf elde edilmeye çalışılmaktadır. Ancak, bu yazıların bilimsel olduğunu savunacaksak, öncelikle tarafsızlık prensibini göz önünde bulundurmalıyız.

Ayrıca, karşı iddialar, herhangi bi deney ve gözlem sonucu olmadan yazılmıştır ve bu yüzden bilimsel olarak kabul edilemez.

Bu yazıların yanlışlığını sırf bu iki nedenden anlayabileceğiniz gibi, ortadan seçtiğim aşağıdaki iki paragrafın yanlışlığını ortaya koyarak, bundan emin olmanızı istiyorum.

"Hayat Hayattan Gelir

Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür."
Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu. "

Evrim spontane jenerasyonu ele almaz, hatta bunu reddeder. Eğer evrimin temel alacağı bir açıklama varsa, ki bu bir bilimsel gerçek olmalıdır, o abiyogenez teorisidir. Spontane jenerasyon gibi yıllar önce çürütülen bir düşüncenin, evrimin temeli olduğunu belirterek, evrimi çürütmeye çalışmak cahilcedir. Her zaman olduğu gibi, tartışılan konuda yeterince bilgi sahibi olunmaması sebebiyle bu gerçekleşir.

"Ara Geçiş Canlılarına Fosil Kayıtlarında Rastlanmamıştır


Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur."

Bu konuda özellikle insana geçişte biraz ara form gösterdim ancak yazının tek yanlış tarafı bu değil. Yazıda, ara geçiş formlarının yarı sürüngen yarı kuş gibi absürd canlılardan oluşması gerektiği iddia ediliyor ve bunun imkansızlığı bilindiği için evrim bu şekilde çürütülmeye çalışıyor. Ancak evrim asla ara geçiş formlarını yarı sürüngen yarı kuş şeklinde tanımlamaz. Aynı şekilde bilgi eksikliği veya bilineni çarpıtma nedeniyle, bir yanlış yapılıyor.

Bu ve bunun gibi birçok yazı benzer şeylerle dolu ve bunlar sebebiyle insanlar aynı cahilliğe devam ederek, evrim teorisinin gerçekliğinden şüphe ediyorlar. Ancak bundan sonra daha büyük bi cahillik yapıp, evrim teorisini başka kaynaklardan da araştırmayı AKIL EDEMEYİNCE aynı tas aynı hamam devam ediyor.
 

Soul1903

Öğrenci
Katılım
13 Mart 2009
Mesajlar
42
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Birgün bilim adamları teknolojide ve bilimde o kadar ileri seviyelere gelmişler ki topraktan insanı yapar hale gelmişler.demişler ki bizim artık Allah'a ihtiyacımız kalmadı gidip bunu kendisine söyleyelim.Çıkmışlar Allah'ın huzuruna.alaycı bir şekilde bizim artık sana ihtiyacımız kalmadı topraktan insan bile yapar hale geldik.Allahta onlara hadi yapında görelim demiş.Eğilmiş bilim adamının biri yerden bir avuç toprak almış.Yok yokk demiş Allah, kendi toprağını kullan... bunu niye yazdım bende bilmiyorum ama anlayan anlamıştır herhalde. bu arada sorumun cevabını halâ alamadım evrimci arkadaşlardan. "Canlılar neden ve nasıl ölür" yani ne oluyorda ölüyoruz. madem ki tesadüfler sonucu ortaya çıktım nasıl öldüğümü de bana siz anlatın. şimdiden teşekkür ederim.
 

mcht_z

Asistan
Katılım
12 Kasım 2010
Mesajlar
239
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Normalde yazmayacaktım. Ama arkadaşa cevap vermemek saygısızlık olacağından yazıyorum. Ben yazdığım hiç bir cümleyi bir yerden okuyup copy-paste kısayolunu uygulamadım. Okudum , izledim , dinledim. Ve kendi mantığımca kararlar verdim.
Hani diyorsunuz ya benim saçma teorimi kanıtlamak için bişeyler mi yapmamız gerekiyor. Ne traji komik ki inandığınız kitapta sizlere zarar verenler hariç , tanıdıklarınıza her daim sabırlı bir şekilde islamı anlatmanız emrediliyor. Yazdığım teoriyi ise hiç bir belgeselde ve ya kitapta rastlamazsınız. Bu da benim düşüncemin bir kanıtıdır.
Sizler diyorsunuz ki "Yaradan" her şeyi bilir ve ondan izinsiz bir şey olamaz. Eğer öyle ise yine sizin inancınıza göre bir imtahandan geçiyorsunuz. Ama hepiniz sizden olmayana düşman gibi davranıyorsunuz. Ben size kötülük yapmadım , sizi aşalamadım , inandıklarınıza çamur atmadım.
Eğer gerçekten "Yaradan" kavramına inanıyorsanız ki şu biliniz ;
Bende ki (size göre) nefisi Yaradan da o , benim bu sözleri yazabilmeme izin verende o. Evreni nasıl o yarattı ise aynı şekilde kötülükle O'nun ile başlıyor. "O" bize tahıl vermeseydi dünyada tahıl yetişebilir miydi ? Size göre hayır. Şimdi siz diyeceksiniz ki kötülük insandandır. Desenize insan ne güçlü bir varlık ki "Yaradanın" dünya üzerine vermediği bir şeyi yaratma gücüne sahip !

Belki bir gün eskisi gibi islam dinine ya da başka bişeye inanacağım ne olacağını bilmiyorum.Tek bildiğim şey sorularımın cevapları beni bir yola götürecek ve bende öyle yaşayacağım. Ama araştırmadan , sorgulaman inanmak ise asla hayatımda olmayacak !


Ben de şahsım adına konuşacak olursam burada paylaştığım tüm bilgi ve belgeleri inceledim, akıl ve mantık ölçütüme uygun olduğundan kaynakları ile birlikte paylaştım. Paylaştığım bilgilerin başkalarının kaleminden çıkmış olması o bilgilerin geçersiz olduğu ya da copy-paste olduğu anlamına gelmez. Sanırım burada hem-fikiriz. Bize göre bir soru soru sorup yine kendin cevap vermişsin fakat yanlış bir bilgiye sahipsin hemen düzeltmek isterim. Bizim inancımızda "Hayır da Şer de Allah'tandır."

İmanın altı şartından biri hayrın ve şerrin yalnızca Allah'tan geldiğine imandır.

Aynı şekilde bir iki önceki mesajımı okursan kimseyi aşağılamak, kimseye kötülül yapmak, kimseye de çamur atmak gibi bir amacımın olmadığını göreceksin. Sen bir yününle Majeste'den ayrılıyorsun. Mantık yoluyla sorgulama ve bir sonuca ulaşmak niyetindesin. Bu iyi bir yöntemdir ve seni muhakkk doğrulara ulaştıracaktır. Benim ağır üslüpla yazdığım yazılarım ise "dini reddeden" onun üzerinde iy ya da kötü hiçbir fikri olmadan hareket edip tabiri caizse bilimi din edinen mantığa karşıdır.

Üzgünüm sen farklı bir teoriden mi bahsediyorsun? Ben fark edememiş olabilirim Evrim konusuna yoğunlaştığımdan ve bugünlerde de çok yoğun olduğumdan bazı mesajları kaçırmış olabilirim.

Allah iyiliği de kötülüğü de yarantandır. İnsalaradaki iradeyi yaratan da O'dur. Bizleri yaratan da O'dur. Bizler ise iyiyi ya da kötüyü seçmek hususunda kendi irademizle karar verme sebestisine sahibiz. Tabii ki mükafat ve cezalarını da bilerek... Ben senin eskisi gibi bir müslüman olmandan sonsuz bir mutluluk duyarım. Bunları çok samimi yazıyorum.

Yine birkaç mesaj önceki yazımı incelersen bizden olmayanlarla ilgili mantığımı da göreceksin. Çok fazla inanmayan ya da başka dinlere mensup olan arkadaşlarımın olduğunu yazmıştım...


Majesteye gelince,

Geçenlerde ikide bir ağzından düşürmediğin abiyogenez teorisini inceledim. Wiki'den okudum; ilk 4-5 paragrafta sürekli olarak "abiyogenez teorisini savunanlar şöyle şöyle şöyle inansalar da bunu bilimsel çalışmalarla destekleyememişlerdir." türünden yazılarla karşılaştım. Bir kaç deney var abiyogenezcilerin yaptığı onlar da süreki hüsranla karşılaşmış, istemeden biyogenezi destekler duruma düşmüşler. Aynı evrim teorisi gibi, çok fazla iddia var ama ne bilimsel çalışmalar ne de diğer bulgular bu teorileri desteklemiyor. Sürekli Wiki'den kaynak verdin örnek verdin. İstersen ben de Wiki'deki bilgileri burada paylaşayım?

Sürekli iki link verip okuyun da öğrenin ayaklarındasın ama sen de o linklerin ardındakilerin ne kadar basit ve yetersiz olduğunu biliyorsun. Ya millet nasıl olsa okumaz diyorsun ya da milleti keriz sanıyorsun. Senin hangi bilginin cevap niteliği taşıdığı hangisinin taşımadığı hususunda bir karar yetkin de bulunmuyor. Eşit şartlarda bir tartışma yürütüyoruz sen kim oluyorsun da tartışma argümanlarını neteliklerine göre tasnif edip bir kısmını geçersiz sayıyorsun?

Gerçi dediğim gibi böyle ölmüş bir konuyu seninle tartışarak, tekrar canlanmasına ve senin bunu tebliğ etmene yardımcı oluyoruz aslında. Hiç muhatap olmamak lazım esasen... Denedim ama saldırgan ve küçük düşürmeye yönelik tavırlarının ardı arkası gelmediğinden sürekli bir şeyler yazma ihtiyacı duyuyorum...

Mta gibi mantık ve akıl yoluyla dini de bulmaya, islamı da bulmaya varım türünden bir insan olsan seninle asla tartışmaz, Müslüman olabileceğin ümidiyle seni hararetlendirmek istemezdim...
 

Mta

Profesör
Katılım
27 Mart 2008
Mesajlar
1,257
Reaksiyon puanı
6
Puanları
38
Birgün bilim adamları teknolojide ve bilimde o kadar ileri seviyelere gelmişler ki topraktan insanı yapar hale gelmişler.demişler ki bizim artık Allah'a ihtiyacımız kalmadı gidip bunu kendisine söyleyelim.Çıkmışlar Allah'ın huzuruna.alaycı bir şekilde bizim artık sana ihtiyacımız kalmadı topraktan insan bile yapar hale geldik.Allahta onlara hadi yapında görelim demiş.Eğilmiş bilim adamının biri yerden bir avuç toprak almış.Yok yokk demiş Allah, kendi toprağını kullan... bunu niye yazdım bende bilmiyorum ama anlayan anlamıştır herhalde. bu arada sorumun cevabını halâ alamadım evrimci arkadaşlardan. "Canlılar neden ve nasıl ölür" yani ne oluyorda ölüyoruz. madem ki tesadüfler sonucu ortaya çıktım nasıl öldüğümü de bana siz anlatın. şimdiden teşekkür ederim.

Mesala insanın topraktan yaratılması ilginç ve kanıtlanmamış bir konu. Bu arada toprak alıp insan yaratmana gerek yok. Erkek ve kadın bir araya gelerek bu olay zaten oluyor. Ve toprağa da ihtiyaç duyulmuyor.

"Eğer (birden çok evlilikte kadınlar arasında) adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya eliniz altında olan cariyelerle yetinin.”(Nisa, 4/3)."
 

mcht_z

Asistan
Katılım
12 Kasım 2010
Mesajlar
239
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Mesala insanın topraktan yaratılması ilginç ve kanıtlanmamış bir konu. Bu arada toprak alıp insan yaratmana gerek yok. Erkek ve kadın bir araya gelerek bu olay zaten oluyor. Ve toprağa da ihtiyaç duyulmuyor.

"Eğer (birden çok evlilikte kadınlar arasında) adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya eliniz altında olan cariyelerle yetinin.”(Nisa, 4/3)."


Bu konuda da, Allah sözlerini kanıtlamak mecburiyetinde değil. Biz de değiliz. Bu imanı bir konu. Bunu bilim kanıtlayabilir ya da kanıtlayamayabilir fakat henüz kanıtlanamamış olması ya da kanıtlanamayacak olması "gerçek olmadığı" anlamına gelmez. İnsan aklı ve bilim Allah'ın yarattıklarının çok az bir kısmını anlayabilmiştir. Allah'ın ilmi sonsuzdur ve tamamına muktedir olmak pek tabii takdir edersiniz ki mümkün değildir. Öyle olsa herkes "tanrı" olurdu...
 

Mta

Profesör
Katılım
27 Mart 2008
Mesajlar
1,257
Reaksiyon puanı
6
Puanları
38
Birgün bilim adamları teknolojide ve bilimde o kadar ileri seviyelere gelmişler ki topraktan insanı yapar hale gelmişler.demişler ki bizim artık Allah'a ihtiyacımız kalmadı gidip bunu kendisine söyleyelim.Çıkmışlar Allah'ın huzuruna.alaycı bir şekilde bizim artık sana ihtiyacımız kalmadı topraktan insan bile yapar hale geldik.Allahta onlara hadi yapında görelim demiş.Eğilmiş bilim adamının biri yerden bir avuç toprak almış.Yok yokk demiş Allah, kendi toprağını kullan... bunu niye yazdım bende bilmiyorum ama anlayan anlamıştır herhalde. bu arada sorumun cevabını halâ alamadım evrimci arkadaşlardan. "Canlılar neden ve nasıl ölür" yani ne oluyorda ölüyoruz. madem ki tesadüfler sonucu ortaya çıktım nasıl öldüğümü de bana siz anlatın. şimdiden teşekkür ederim.

Tesadüf değil :) Evrim teorisi hakkında bilinen çok yanlış şeyler var. Yani tutupta maymundan geldiğime inanmıyorum ama evrim teorisinde her şey tesadüftür diye bir şey yok. Ama bilime göre nasıl meydana geldiğini anlatabilirim. Madde ve antimadde sonucu oluştun. Ve enerjin tükendiğinde yok olursun. Antimadde ise (yapay olarak yapılan) bazı hastalık tespit yöntemlerinde kullanılmaktadır. Yani sen bilime göre şarj edilmeyen bir pilsin.

Benim en çok sinirimi bozan şey bu kadar inanan olduğu halde hiç sorgulamamanız. Eğer benim karşımda ben olsaydı, bana şunu sorardı ; "Parmak İzi". Mesala bu soru çok önemli bir şey. Bunun sorgusunu kendimce hala yapmaktayım.
 

seckyn

Profesör
Katılım
21 Nisan 2010
Mesajlar
2,945
Reaksiyon puanı
18
Puanları
38
Tesadüf değil :) Evrim teorisi hakkında bilinen çok yanlış şeyler var. Yani tutupta maymundan geldiğime inanmıyorum ama evrim teorisinde her şey tesadüftür diye bir şey yok. Ama bilime göre nasıl meydana geldiğini anlatabilirim. Madde ve antimadde sonucu oluştun. Ve enerjin tükendiğinde yok olursun. Antimadde ise (yapay olarak yapılan) bazı hastalık tespit yöntemlerinde kullanılmaktadır. Yani sen bilime göre şarj edilmeyen bir pilsin.

Benim en çok sinirimi bozan şey bu kadar inanan olduğu halde hiç sorgulamamanız. Eğer benim karşımda ben olsaydı, bana şunu sorardı ; "Parmak İzi". Mesala bu soru çok önemli bir şey. Bunun sorgusunu kendimce hala yapmaktayım.

Anti maddeden mi oluştuk :D Madem yapımızda anti madde var neden hala CERN de antimaddeyi daha uzun süre gözlemleyebilmek için uğraşıp duruyorlar :D
 

Soul1903

Öğrenci
Katılım
13 Mart 2009
Mesajlar
42
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Hala sorumun cevabını aldığımı sanmıyorum. nasıl bir enerjiden bahsediyorsun ki hem enerjin bitince diyorsun hem de şarj edilemeyen bir pilsin diyorsun. madem ki enerjiden ibaretiz. enerji yeryüzünde var olduğu sürece ölüm olmaması lazım dimi. nereye kayboluyor milyarlarca insanın enerjisi. uzay boşluğunda dolaşıyor demeyeceksin herhalde. artı olarak sen hayatın boyunca kaç tane şarj edilemeyip kendi enerjisini yenileyen pil gördün. o biten bence enerji değil. neden dersen vücuduna ne kadar iyi bakarsan o kadar uzun süre pilin bitmiyor dimi. şahsen benim bi yakınım 75 yaşında olmasına halâ daha bağda bahçede çalışacak kadar (hatta benden daha iyi) dinç ve enerjik. o adam benden daha fazla enerjisini kullanmasına rağmen benden daha sağlam vücuda sahip. bu nasıl bir enerjiymiş ben anlamadım gitti. eğer ölümün sebebi benim enerjimin bitmesi ise ve sen bunu görüp anlayabiliyorsan eksilme nerede oluyorsa oraya ekleyebilirsin demektir. parmak izine takılmışsın sanrıım. daha takılacağın başka şeylerde var aslında. mesela dna, mesela bir bankanın da kullandığı parmak damar yapısı vs.
 

Majeste

Profesör
Katılım
7 Mart 2007
Mesajlar
1,953
Reaksiyon puanı
21
Puanları
0
Birgün bilim adamları teknolojide ve bilimde o kadar ileri seviyelere gelmişler ki topraktan insanı yapar hale gelmişler.demişler ki bizim artık Allah'a ihtiyacımız kalmadı gidip bunu kendisine söyleyelim.Çıkmışlar Allah'ın huzuruna.alaycı bir şekilde bizim artık sana ihtiyacımız kalmadı topraktan insan bile yapar hale geldik.Allahta onlara hadi yapında görelim demiş.Eğilmiş bilim adamının biri yerden bir avuç toprak almış.Yok yokk demiş Allah, kendi toprağını kullan... bunu niye yazdım bende bilmiyorum ama anlayan anlamıştır herhalde. bu arada sorumun cevabını halâ alamadım evrimci arkadaşlardan. "Canlılar neden ve nasıl ölür" yani ne oluyorda ölüyoruz. madem ki tesadüfler sonucu ortaya çıktım nasıl öldüğümü de bana siz anlatın. şimdiden teşekkür ederim.

Başta anlattığın hikayenin umutsuzluk için yazılmış, yazanın da kendisini anlamamış ve bilim insanlarının yapamayacakları bir şeyi neden yaparız deyip Allah'ın karşısına çıkmış olduklarının saçmalığı içinde olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım.

Canlıların neden ve nasıl öldüğüne cevap vermek gerekirse;

Canlılar (ortak atadan geldikleri için) hepsi hücrelerden oluşur ve bazıları tek hücreliyken, bazıları çok hücrelidir. Ancak ölüm tümü için de aynıdır.

Hücreler büyüdükçe sahip oldukları yüzey alanı - hacim oranı değişir ve bölünmeye veya yok olmaya başlar. Elbette genç hücreler bölünerek yaşam devam eder ancak yaşlı hücreler bunu devam ettiremez.

Bunda çok önemli bir olgu rol oynamaktadır: Her bölünmede telomerlerın kısalması. DNA yavru hücreye geçerken, bildiğin gibi kopyalanır. Bu kopyalama sırasında kromozomun uç kısımların bulunan telomerler (detayı araştırabilirsiniz) her bölünmede bir miktar kısalır. Ve öyle bir hale gelir ki, birçok bölünmeden sonra oluşacak yavru hücre, telomer kısımlarının eksikliği veya olmayışı sebebiyle yaşamını sürdüremez. Bu da tüm organizmaya vurduğunuzda ölüm demektir.

Dolayısıyla organizmanın özelliklerine göre belirli yaşlarda ölüm gerçekleşir.

Majesteye gelince,

Geçenlerde ikide bir ağzından düşürmediğin abiyogenez teorisini inceledim. Wiki'den okudum; ilk 4-5 paragrafta sürekli olarak "abiyogenez teorisini savunanlar şöyle şöyle şöyle inansalar da bunu bilimsel çalışmalarla destekleyememişlerdir." türünden yazılarla karşılaştım. Bir kaç deney var abiyogenezcilerin yaptığı onlar da süreki hüsranla karşılaşmış, istemeden biyogenezi destekler duruma düşmüşler. Aynı evrim teorisi gibi, çok fazla iddia var ama ne bilimsel çalışmalar ne de diğer bulgular bu teorileri desteklemiyor. Sürekli Wiki'den kaynak verdin örnek verdin. İstersen ben de Wiki'deki bilgileri burada paylaşayım?

Sürekli iki link verip okuyun da öğrenin ayaklarındasın ama sen de o linklerin ardındakilerin ne kadar basit ve yetersiz olduğunu biliyorsun. Ya millet nasıl olsa okumaz diyorsun ya da milleti keriz sanıyorsun. Senin hangi bilginin cevap niteliği taşıdığı hangisinin taşımadığı hususunda bir karar yetkin de bulunmuyor. Eşit şartlarda bir tartışma yürütüyoruz sen kim oluyorsun da tartışma argümanlarını neteliklerine göre tasnif edip bir kısmını geçersiz sayıyorsun?

Gerçi dediğim gibi böyle ölmüş bir konuyu seninle tartışarak, tekrar canlanmasına ve senin bunu tebliğ etmene yardımcı oluyoruz aslında. Hiç muhatap olmamak lazım esasen... Denedim ama saldırgan ve küçük düşürmeye yönelik tavırlarının ardı arkası gelmediğinden sürekli bir şeyler yazma ihtiyacı duyuyorum...

Öncelikle 98326423 kere yazdıktan sonra seni araştırmaya itebildiğim için kendimle gurur duyuyorum. Şu an geçte olsa iyi bir noktaya geldin ama hala eksik. Çünkü abiyogenez teorisi (yani bilimsel teori) deneylerle ve gözlemlerle kanıtlanmış olup, teori halini almıştır veya teori denmiştir. Dolayısıyla, herhangi bir yazıda "deneyler hüsranla sonuçlanmıştır, teori desteklenememektedir; inansalarda teoriyi savunacak bilimsel dayanakları yoktur" gibi söylemler, hala bilimi anlamadığını ve insanların bilimsel bir teoriyi (kanıtlanırını ve işleyişini görükten sonra) kabul edebilecekleri yerine, o teoriye bunlar olmaksızın inanacaklarını sanıyorsun, ki bu en büyük yanlışlardan biridir.

Ben burada yazdıklarım her şeyi okulda, derslerde gördüm. Çok kaliteli bir ders kitabımız var ve bu kitap Biyoloji öğretiminde çok kullanılıyor. (Life: The Science of Biology) Ancak ben direkt kitabı yazamayacağım için en kolay yollardan kaynak ulaştırmaya çalışıyorum. Wiki bu anlamda çok güzel. Ben önce onu okuyorum ve sonra da eğer doğru ise paylaşıyorum. Eğer öğrendiklerimle çelişiyorsa, başka kaynaklara da bakıp, öğrendiklerimin mi yoksa orada yazanların mı doğru olduğunu anlamaya çalışıyorum.

Ben genelde İngilizce yazıları öneririm, çünkü Türkçe yazılarda inanılmaz bi değiştirilme baskısı var.

Abiyogenez teorisi, evrim teorisinden farklı olarak daha zor bir konuyu açıklamaya çalışır: canlılığın başlangıcı. Bunun için de önce kimyasalların, sonra genetik materyalin gibi birçok canlılığı oluştursan yapıların oluşumu da incelenir. Bu yüzden o kadar farkı hipotez ve teoriler görüyorsun ve bunlar en son teknolojik gelişmelerle ancak bulunabiliyor. Örneğin, RNA dünya hipotezi vardır, ki birçok kanıtı vardır ancak şu an hipotez olarak anılmaktadır. İlerideki deneyler bu hipotezlerin teoriye dönüşmesi, yani daha fazla durumu kapsaması şeklinde elimizde daha kesin bilgiler olacaktır. Şu an için mevcut kanıtlar sayesinde, abiyogenez teorisi çok kolay bir şekilde desteklenir ve yapılan deneyler (o zamanki durumu modelleyen) oldukça başarılıdır.

Elbette buraya sorgulamak istediğin görüşleri yazabilirsin, ancak bunlar bilimsel olmalıdır. Yani burada bilim-dışı tartışmalar yapmak yerine, bilimsel sorularla teoriyi anlamaya çalışmak gerekir. Aksi takdirde, tek yapılan şey onu anlamak yerine sadece tartışmaktır.

Ben verdiğim kaynakların kontrol edilmesini ve aynı şekilde başka kaynaklara da bakılmasını özellikle istiyorum. Çünkü bu şekilde benim doğruluğum anlaşılabilir. Ancak bununla birlikte kaynakların bilimsel, tarafsız olmasını öneriyorum. Çünkü diğer türlü, bilim-dışında yapılacak çarpıtmalar dışında başka bir şey okuyamayacaksın. Buradaki her insanın benim yazılarımı sorgulayacağını biliyorum, eğer sorgulamadan bana cevaplar yazabiliyorlarsa bu benim değil onların problemidir.

Yaptığın tartışmaların sana gereksiz gelmesi, yaptığın tartışmanın kalitesizliğinden ve saçmalığından kaynaklanıyor. Çünkü ben burada tarafsız bir şekilde gerçekleri koyarken sen ön yargılı bir şekilde, inanç, siyaset, felsefe gibi kişisel görüşlerin olacağı konularla karıştırıp çorba yapıyorsun. Ee, bu da tartışmayı anlamsız kılıyor.
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Söz verdiğimiz gibi cevaplara devam.Eğer sizler sizi bir nutfeden sonra alakadan yaradan Rabbinizin Kitabını dikkate elmıyorsanız o zaman sizlerin anlayabileceği dilden devam edeceğiz.Dediğimiz gibi 1000 sayfa dedik ama her halde sözümüzde duramayacağız çünki kaynaklar yağıyor ve bu sayıyı epey geçeceğiz eğer ileride hala anlamamazlıkta israrcı olursanız orjinal eserleri orjinal lisanıyla vereceğiz
dün 1-2 sayfalardı bugün 3-4
[h=2]Bilim Yaratılış Diyor - Mendel Evrimi Zora Sokuyor[/h]Darwin'in teorisini oluşturduğu zamanlarda, Avusturyalı bir rahip olan Gregor Mendel özelliklerin anne-babadan yavrulara nasıl geçtiği üzerine deneyler yapmaktaydı. Mendel, türe ait özelliklerin, daha sonra yeniden görünmek üzere sadece bir nesilde kaybolabileceğini keşfetmiştir. Meselâ, buruşuk bezelyeler veren bezelye bitkisini, yuvarlak bezelyeler veren ile çaprazladığı zaman, ilk nesildeki bütün bezelyeler yuvarlak olmaktaydı. Peki, buruşukluk özelliği kaybolmuş muydu? Hayır. Bir sonraki bezelye neslinde bu özellik yeniden ortaya çıkmıştı.

Mendel, kalıtımın, anne-babadan yavrulara geçen (daha sonra genler olarak adlandırılan) "faktörlerin" veya "parçacıkların" kullanılmasıyla düzenlendiği neticesini çıkarmıştır. Bir özellik geçici olarak ortadan kaybolup görünmeyebilir; ancak bu özelliğe vesile olan genler, organizma içerisinde varlıklarını devam ettirirler ve belki de yeni nesillere geçerler. Meselâ, herhangi bir bitki veya hayvanı ıslah için yapılan çalışmada, bazı karakterlerin görünmesine veya görünmemesine sebep olunduğu zaman, bu ne bir gerçek kazancı, ne de gerçek bir kaybı gösterir. Bu, sadece dominant genler (baskın olduğu için sebep olduğu özelliği gösterir) ile resesif genler (çekinik veya zayıf olduğu için hususiyetini gösteremez ve gizli kalır) arasındaki karşılıklı münasebeti gösterir. Kaybedilmiş gibi görünen bir özellik, hâlâ vardır ve ileride tekrar ortaya çıkabilir. Diğer taraftan, hiçbir yerde görünmeyen bir özellik ortaya çıktığında, bu özellik tamamen yeni bir şey olamayabilir, belki sadece her zaman var olan çekinik genlerin basit bir açılımıdır. Islahçılar yeni bir süs köpeği veya daha etli bir sığır üretimine vesile olduklarında, aslında sadece önceden var olan çekinik genlerin açılımını sağlamak için genleri karmaktadırlar.

Farklı bezelye çeşitlerini çaprazlama ve neticeleri analiz etmeyle, Mendel kalıtıma ait yaratılışa ait önemli prensipler keşfetmiştir:

- Bir türe ait karakterlerin, gelecek nesillerine aktarımı (kalıtımı) o gün için henüz adı konulmamış olan genler tarafından belirlenmektedir ki, bu genler harmanlama yapılabilecek bir sıvı gibi olmayıp, Sonsuz Bir İlim ve Kudret'le kendilerine verilen kimliklerini koruyan, harfler mesabesindeki kompleks organik moleküllerden (nükleotidler) inşa edilmiş kelimeler gibidir.

- Her bir özellik için bir çift gen vardır. Bu genler birbirine benzeyebilir veya farklı olabilir. Bu genlerle bir canlının hayatına ait temel faaliyetlerin şifreleri yazılır.

- Belirli bir özelliğin sebepler açısından kontrolü için birer perde yazılmış genler farklı oldukları zaman, yavrularda genlerden birinin özellikleri gözlemlenirken (baskın olanın), diğerinin (çekinik olanın) özelliği gizlenir.

- Üreme hücrelerinde (yumurtalar ve spermlerde) her gen çiftinden sadece bir tane gen bulunur. Döllenme sırasında bunlar bize göre rastgele gibi (kaderin sırlı hikmetleriyle) birleşirler ve böylece yavru döllerde, tahmin edilebilen nispetlerde özellikler meydana çıkar.

- Belirli bir özelliğin kontrolünde sebep olarak görülen genler, üreme hücreleri olgunlaşırken birbirinden ayrılır; her bir üreme hücresi gen çiftlerinden sadece bir tane geni taşıyabilir.

Vücut hücrelerinin her birinde çiftler hâlinde bulunan bu genlerin her biri, üreme hücrelerinde birbirlerinden bağımsız olarak ayrılmaktadır.

Mendel'in prensipleri o zamandan bu zamana genişletilmiş ve arıtılmış olmasına rağmen, bugün bile temelde aynı şekilde söylenmektedir. Darwin için en büyük şanssızlık, Mendel'in çalışmalarını yaşadığı zaman içerisinde öğrenememiş olmasıdır. Gülmeye değecek kadar enteresan olan husus ise Mendel'in, kendi kalıtım teorisinin ana hatlarını belirlediği can alıcı sayfalarının bir kopyası Darwin'in kütüphanesinde bulunmaktaydı. Ancak, Darwin, Mendel'in bu önemli kâğıtlarda bahsettiği bilgileri hiç okumamıştır: Darwin'in ölümünden sonra sayfaların incelenmesi göstermiştir ki, sayfalar birbirine bağlı ve kesilmemiş olarak durmaktadır. Eskiden kitaplar basıldıktan sonra sadece katlanıp, dikildiğinden sayfaların arası teker teker kesmeden açılmazdı. Buradan da kitapların hiç açılmadığı anlaşılmaktadır. "Darwin, bu bilgileri okusaydı harmanlayıcı kalıtım fikrinden vazgeçer miydi?" sorusu ise bugün için bir spekülasyondur.

Darwin'in, canlı bünyelerin geniş ölçekli değişme geçirdiğine dair teori geliştirmesine karşılık, Mendel, yaşayan şeylerin önemli ölçüde kararlı, değişmez olduğunu göstermekteydi. Muhtemelen, Darwin'in dikkatleri değişme üzerine çekmesinden dolayı, Mendel'in teorisi yirminci yüzyılın ilk on yıllarına kadar ciddi olarak ele alınmamıştır. Mendel'in teorisinde genler ferdî parçacıklar gibi davranmaktadır ve önemli bir değişme olmadan gelecek nesillere aynen aktarılabilmektedir. Mendel'in çalışmaları yirminci yüzyılın başlarında yeniden keşfedildiği zaman, Darwinciler tarafından büyük bir heyecanla karşılanmış ve hemen tabiî seleksiyonla uygun gösterme adına teviller yapılmaya başlanmıştır. Darwinizm'deki bu değişikliğe Neo-Darvinizm denilmiştir. Mendel'in genetik bilimine kazandırdığı bu yeni anlayış, bazı hususiyetler açısından bir bakıma Darwinizm'e canlılık kazandırıyor gibi görülmüştür. Meselâ, Mendel'in yeni keşfettiği prensiplerin bazısına dayanarak, avantajlı tek bir yeni özelliğin, nasıl hayatta kalabildiği ve populasyonda nasıl baskın olduğu açıklanabilir.

Ancak, Mendel genetiğinin, Darwin teorisi için çok kötü bir tarafı vardır. Mendel'in keşfettiği prensipler her şeyden önce, bir özelliğin bir populasyon içerisinde devamlı olarak var olması ve yerleşmesi için gerekli stabiliteyi (kararlılık devamlılık) sağlar. Hâlbuki evrimin iddia ettiği değişiklikler, tek hücreli bir organizmadan hayalî bir kompleks hayat ağacının bütününü üretebilecek kadar çok geniş hacimli ise, populasyondaki stabilite Darwinizm'in aleyhinedir. Genlerdeki bu güçlü kararlılık ve devamlılık, kalıtım faktörlerinde meydana gelecek değişiklik ile Darwin teorisinin gerektirdiği gibi yeterli ölçüde gerçekten yeni bir özellik üretilmesine engeldir.

Darwin, evrim için gerekli büyük değişmelerin olduğunu düşündüğü ve kendi tabiri ile "modifikasyonla türeme, bir soydan gelme" şeklindeki isimlendirmesiyle bütün organizmaların geçmişinin bir veya birkaç ortak ataya dayandığını kastetmekteydi. Ona göre, bütün organizmalar büyük bir hayat ağacında kendi yerlerini alırlar ve çok uzun zaman verildiğinde, direkt olarak gözlemlenebilenin çok ötesinde, büyük miktarda evrim değişmelerinin olması mümkündür.

Mendel'in kalıtımı ise, aksine, daha çok sınırları olan bir biyolojik değişmeyi teklif etmekteydi. Mendel'in kalıtımı, ıslahçıların, var olan genleri birbirine kararak, daha tatlı mısır veya daha şişman sığır üretmelerini açıklamaktadır. Aynı zamanda, genlerin kararlı ve değişmezliğinden (stabilitesinden) dolayı, ıslahçıların neden bir mısırı bir başka bitki türüne veya bir sığırı bir başka hayvan cinsine dönüştüremediklerini de açıklamaktadır. Islahçıların başardıkları şey, bir tür içerisinde zenginleşme ve sınırlı bazı özellikler bakımından farklılaştırmadır. Evrimcilerin büyük ümitlerle bekledikleri değişiklikleri makroevrim olarak isimlendirip, sanki yaşanmış ve pek çok delil varmış gibi sanal bir dünya oluşturmalarına karşılık söylendiği gibi bir makroevrim hayat tarihi boyunca hiç görülmemiştir. Bir solungacın akciğere, bir yüzgecin kola ve kanada dönüşmesi gibi bir makroevrim hâlâ hayaldir. Buna karşılık canlılarda her daim Sonsuz Bir İlim ve Kudret'le, hikmetli bir şekilde işletilen bir mikrodeğişim (mikroevrim tabirini ideolojik evrim tarafından kirletildiği için bilerek kullanmıyoruz) açıkça müşahede edilmektedir. Mendel'in kalıtıma ait prensipleri bu sınırlı olarak görülen mikrodeğişimin işleyişini izah eder.

İdeolojik bir kılığa bürünen ve ateizme hizmet eden Darwinizm'in ise organizmaların fizikî ve davranışlarına ait karakterlerinde büyük çapta bir değişmeye, biyolojik kompleksliliği artırmaya sebep olacak yeni bilgilere ve yeni tipte özel organlara sahip organizmaların menşeine ait delillere ihtiyacı vardır. Diğer bir tabirle Darwinizm, büyük çapta değişme olarak bilinen makroevrimi gerektirir. Mikrodeğişim ise gözlenmektedir ve bilim adamları mikrodeğişimi tartışmasız kabul ederler. Tartışma konusu olan makroevrimdir.

Darwin teorisi, yeterli uzun zaman dilimleri sonucunda mikrodeğişimin birikerek makroevrim olacağını iddia eder. Hâlbuki ne Mendel genetiği, ne çağdaş moleküler genetik, ne de gelişim biyolojisi üzerinde yapılan yeni çalışmalar, Neo-Darvinizm'in genetik değişimin bilinen kaynaklarının makroevrime imkân sağladığına dair görüşleri desteklememektedir.

Genetik çeşitlilik
Mendel'in bezelyeler ile yaptığı orijinal deneylerde, bir genin iki formu da (aleller) deneylerde mevcuttu; fakat bir özellik için sadece bir tanesi açılıp görünür oluyordu. Ancak, bütün özellikler, böyle sadece tek bir genle alâkalı değildir. Bazıları birden çok genle ilgilidir. Meselâ, insan derisinin renginin belirlenmesinde birçok gen vazifelidir; birtakım koyu renk genleri ve açık renk genleri birlikte uyum hâlinde çalışarak, bu özelliğin ortaya çıkmasına vesile olurlar. Böylece, her biri tam takım açık ve koyu renk geni taşıyan iki melez fert, prensip olarak, mümkün olan bütün deri renklerine sahip yavrular üretebilir. Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın da deri renkleri gibi birçok özelliklerinin bu şekilde ırklara geçtiği düşünülebilir. Böyle bir dağılımda, açık ve koyu renklilerin en uçtaki örnekleri nadir görülür. Populasyonun çoğunluğu bu uç noktalarının ortasındaki renklere sahiptir. Bu deri renklerinin "harmanlanması, Darwin'in yanlış olan harmanlayıcı kalıtım fikrinden farklıdır. Deri renklerinin ortaya çıkmasına vesile olan genler harmanlanmakla kendi hususi yapılarını kaybetmemekte; özellikleri devam etmekte, ancak yeni bir terkip kombinasyonuyla farklı bir görünüm sergilemektedir. Aslî yapıları değişmediğinden, ileride gelecek bir nesilde tekrar yeni kombinasyonlar yapabilirler.

Deri rengi geninin bütün zenginliklerine sahip bir popülasyon, koyu rengin daha avantajlı olduğu bir coğrafik bölgeye taşınırsa, daha koyu renkli olan fertlerin hayatta kalma ihtimalleri yükselecektir. Böylece, en koyu renkleri üreten gen kombinasyonları, o coğrafik alanda yerleşecektir. Burada bir türden diğer bir türe bir değişme yoktur. Tek değişme, belirli gen kombinasyonlarının populasyon içerisindeki hâkimiyetindedir.

Uyum potansiyeli ve genler
İngiliz serçeleri ilk defa 1850'de Kuzey Amerika'ya getirilmişse de, önceleri serçeler Amerika'da yerleşememişler, çok sonraları, sınırlı birkaç noktada tutunabilmişlerdir. Bu yerlerde de serçelerin sayıları uzun yıllar boyunca oldukça az olarak devam etmiştir. En sonunda, yeni mekânlarına uyum göstermiş olan kuşların nüfusları, kontrolden çıkmış gibi bir büyüme sürecine girmiştir. Bunun sebebinin, bölgede yaygın olarak kullanılan atların dışkıları ve beslendikleri otların, kuşların beslenecekleri böcekler için besin kaynağı olduğu düşünülmektedir. Bugün artık İngiliz serçeleri Amerika kıtası boyunca çoğu yerde yaşamaktadır.


Amerika'daki çok sayıda yerden serçe örneği alındığında görünür ki, soğuk iklimi olan yerlerdeki serçeler sıcak yerdekilere göre ortalama olarak daha büyüktür ve daha küçük uzuvlara sahiptir. Böylece, ideal serçe vücut tipi coğrafik bölgeye göre değişim göstermektedir. Büyüklükteki ve uzuvlardaki farklılığın varlığı, farklı enlemlerde yaşayan farklı kuş türleri için uzun süreden beri bilinmektedir. Ancak, bu serçelerdeki farklılıklar tek bir tür içerisindedir. Yeni bir tür gelişmemiştir.

İngiliz serçelerinin, Amerika içerisindeki farklı coğrafik bölgelere uyum göstermelerinin genetik sebebi belirli genlerin kendi açılımlarında saklı olabilir. Nakledilen ilk kuşlar (kurucu fertler) büyük ihtimal ile günümüzde görünen bütün vücut tipleri ve büyüklükleri için gerekli olan genlerin hepsini taşıyorlardı. Ancak, kurucuların sahip olduğu genlerde, bugün Amerika'da gözlemlenen formlara ait özel gen kombinasyonlarına ait açılımlar henüz geliştirilmemişti. Bu yüzden ilk önceleri sadece küçük gruplar hâlinde kalmışlardır.

Neticede bu kombinasyonlar oluştuğu zaman, kendilerine sahip olan fertlere avantaj sağlar böylece, bu fertler o bölgenin çevre şartları tarafından seçilmiş gibi görülür. Ancak, avantaj sağlayan şey, zaten yaratılışlarında var olan genlerin yeni bir kombinasyonudur, yeni genlerin ortaya çıkması değildir. En önemlisi, çevre şartlarının da genlerin de aklı ve şuuru olmadığından, bu avantajlar ve uyum kolaylığı serçe neslinin devamı için Kudreti ve İlmi Sonsuz bir Yaratıcı'nın takdiriyle olmuştur. Populasyon içerisindeki genetik çeşitlilik İradî Seleksiyon ile bir popülasyona avantaj vermiştir. Meselâ, insan gen havuzundaki, geniş çaplı antikor çeşitliliği, hastalık yapıcı bakterilerin insan topluluklarında tamamen yerleşmesine engel olmaktadır.

Türlerin içerisinde gördüğümüz farklılıkların çoğunun, Neo-Darwinizm'in iddia ettiği gibi, genlerdeki küçük çaplı değişmelerle bir alâkası yoktur. Genlerin kendileri değişmemektedir. Değişen şey, zaten var olan genlerin kendilerini yeni kombinasyonlar ile ifade etmeleridir. Hem ifade edilen (açılımı olan) hem de edilmeyen genlerin kombinasyonları biyolojik popülasyonlara bir uyum potansiyeli sağlamaktadır. Oldukça küçük bir kurucu popülasyonunun içerisinde bile, başlangıçta göründüğünden çok daha fazla sayıda polimorfizm (potansiyel çok çeşitlilik) vardır.

Alaska'daki bir Eskimo ile Nil bölgesinden bir Afrikalı aynı türe mensupturlar. Ancak, birbirine zıt olan vücut şekilleri dikkat çekicidir. Afrikalının sıcak bir iklimde, fazla vücut ısısını etrafa dağıtmada avantaj sağlayan uzun kol ve bacakları, kuzey kutbunda, aşırı soğumaya ve Eskimoların kısa uzuvlarından daha çok donmaya yatkınlığa sebep olacağından bir dezavantaj olacaktır. İradî seleksiyon, Allah'ın, aynı türleri geniş bir iklim yelpazesine uyum göstermesi için, farklı vücut tipleri ile yaratmasıdır. Ancak bu, yeni genlerin ortaya çıkmasıyla, bir türün başka bir türe dönüşümü ile karıştırılmamalıdır. Bu durumda türün aslî özelliklerini kontrol eden genler değişmemekte, sadece uyumda faydası olacak genlerdeki gizli potansiyel kabiliyetler ortaya çıkmaktadır.

Herhangi bir canlı populasyonu, yeni bir ortama açılamazsa veya değişen şartlara adapte olamazsa, o popülasyonun küçük olarak kalması ve belki de neslinin tükenmesi muhtemeldir. Küçük popülasyon büyüklüğü her tür için bir tehlikedir. Bir organizma çiftleştiği zaman, yavrusuna bir sperm veya yumurta ile katkıda bulunmaktadır. Üreme hücreleri, organizmaların genlerinin sadece yarısını taşırlar. Böylece, çiftleşme olduğu zaman, çiftler kendi gen takımlarının sadece yarısını yavruya verirler (cinsiyet ile alâkalı aleller hâriç). Yüksek sayıda yavruya sahip olmak ile organizmalar, genlerinin çoğunun çiftleşme sonucunda ifade edilmesini temin etmiş olurlar (total genetik donanımlarının sadece yarısı her bir yavruya geçmesine rağmen, geçen yarı her seferinde farklıdır).

Daha fazla sayıda yavru, daha fazla sayıda gen kombinasyonu, gen havuzunun daha büyük bir nispette korunması demektir. Düşük üreme nispeti, genetik bilginin kaybolma ihtimalini artırır. Böyle bir bilgi kaybı populasyondaki çeşitliliği düşürür. Eğer bu devam ederse, türlerin değişen ortamlara uyum kabiliyeti kaybolur ve türler kendiliğinden yok olabilirler.

Yoğun ıslahçılık ve yetiştiricilik ilginç ve faydalı çeşitlilikler üretebilir. Ancak, bunun önemli bir dezavantajı nesillerin adaptasyona açık olan gen havuzlarının küçültme meyli göstermesidir. Bu durum ise türlerin hastalıklara ve çevre değişikliklerine olan hassasiyetlerini artırır. Belli bir özelliği dikkate alan yetiştiricilik ve ıslah çalışmaları aynı zamanda ırk içi çiftleştirme yolu ile hatalı kusurlu özellikleri yoğunlaştırma eğilimindedir. Türün tipik morfolojisinin farklılaşmasının ötesinde, gelişim bozuklukları, stres ve üreme kabiliyetinde azalmalar görülmektedir.

Netice olarak, iradî seleksiyon, bir türün yeni ve değişen şartlara uyum sağlamasına yarayan gen kombinasyonlarını destekleyerek bir türün zenginleşmesine yardımcı olur. Mevcut olan genlerin kombinasyonu ile sınırlandırıldığında, iradî seleksiyon, türleri değiştirmekten çok, koruyan bir güçtür. Ancak bir soru bu noktada ortaya çıkar: tabiî seleksiyon sadece var olan genleri mi korur; yoksa, (yeni türlerin ortaya çıkması için gerekli olan yeni bilgileri sağlayacak) yeni genlerin yaratılmasına da yardım eder mi? Bu sorunun cevabını gelecek sayıda, genlerin fizikî yapılarını incelediğimizde göreceğiz.

(Sızıntı Dergisi Mart 2011 Sayısı - Prof.Dr.Arif SARSILMAZ)
http://www.sorularlaevrim.com/makale/bilim-yaratilis-diyor---mendel-evrimi-zora-sokuyor-306.html

[h=2]Bilim Yaratılış Diyor- Tabii Seleksiyon mu Yoksa İradi Seçim mi?[/h]Darwin, 1859'da yayımlanan Türlerin Orijini adlı kitabında, var olan hiçbir türün, tek tek yaratılmadığını iddia etmiştir. Böyle bir yaratma yerine, bütün türlerin daha önceden var olan türlerden tabiî seleksiyon yolu ile türediği iddiasında bulunmuştur. Ayrıca, bütün türlerin, menşelerinin bir veya az sayıdaki orijinal ata formlara kadar gittiğine dâir izler taşıdığını da iddia etmiştir. Darwin'e göre, tabiî seleksiyon sayısız genetik çeşitler arasından birini seçtiğinde, o yeni özellik hâkim duruma geçer. Bu yeni özellik o ferde, rekabet açısından aynı topluluktaki diğer fertlerden bir üstünlük veya avantaj sağlıyorsa ve böylece daha çok yavru vermesini sağlıyorsa, bu özellikler gelecek nesillere geçecektir. Kurduğu hayale göre evrim işledikçe, avantajlı yeni özellikler yeni bir tür oluşuncaya kadar birikecek ve sonunda yeni bir tür ortaya çıkacaktır.

14_1.jpg
Darwin'in bu düşünceleri geliştirmesinde ıslah edilen hayvanlara dikkatinin önemli rolü vardır. Hayvanların, seçime bağlı ıslah ile oldukça ileri derecede değişebilmesi onun çok dikkatini çekmiştir. Belirli özellikleri olan hayvanlar seçilip, onların üremesine izin verilince diğerlerinin üremesine imkân verilmeyince aynı türün içerisinde, çok farklı özelliklere sahip fertler üretilmektedir. Bunlar birbirinden o kadar farklı olabilirler ki, yabanî ortamda mevcut olan farklı türlerin arasındaki farklılıkları aşacak boyutta olabilir. Meselâ, Resim-1'de görülen aynı türe (köpek) mensup iki köpek ırkı (Chihuahua ile Great Dane) arasındaki fark bir tilki ile bir çakal arasındaki farklılığı aşmış boyuttadır. Tilki ile çakal Canidae ailesinin üyeleri olmasına rağmen, her ikisi de tabiatta yaşayan farklı türlere aittir (Resim–2). Biri cüce gibi, diğeri ise dev gibi olan iki köpek ırkı insanların şuurlu tercihi ile seçmesine (seleksiyona) bağlı ıslahın birer sonucudur. Bugün gördüğümüz çok çeşitli sığır, at, kedi, güvercin gibi hayvanlara ait ırklar, insanların şuurlu tercihleriyle deneyerek ortaya koydukları yeniliklerdir. Darwin buradan hareketle, eğer tabiata da yeterli zaman verilirse sun'î seçime bağlı ıslahta gördüğümüz farklılıkları üretebileceğini yani yeni türlere geçilebileceğini iddia etmeye başladı. Fakat bu ırkların hiçbirinde yeni ve farklı bir organ yoktu. Kendi aralarında birleşerek melez yavrular meydana getirebiliyorlardı, dolayısıyla yeni birer tür olmayıp, aynı türe aittiler ve Darwin bunu izah edemiyordu.
14_2.jpg
Darwin, canlıların hayatta kalabilecek ve üreyebilecek miktarının çok üzerinde fazla sayıda yavru yaptıklarını da fark etmiştir. Yavrular kendi aralarında değişiklikler gösterdiğinden dolayı, bazıları topluluktaki diğer fertlerin ortalamasını geçecek derecede -meselâ, daha iri kulaklara veya daha uzun bacaklara- bir özelliğe sahip olabilir. Eğer bu özellik, yavruların içinde bulunduğu ekolojik ortama uyumunu artırırsa, o zaman bu yavrular hayatta kalma ve genlerini gelecek nesillere aktarma hususunda daha iyi bir şansa sahip olacaklardır. Eğer bu süreç uzun nesiller boyunca başarılı bir şekilde devam ederse, sonunda daha uzun kulağa veya bacağa sahip olan hayvanların sayısı, olmayanların sayısının üstüne çıkacaktır. Bu durum bir kere olduktan sonra da, sözkonusu özellik o tür içerisinde yerleşmeye başlayacaktır. Ancak bütün bunlar sadece, daha çok süt veren inek, daha fazla yumurta veren tavuk, daha renkli güvercinden başka bir şey değillerdi. Hattâ ıslah çalışmaları gevşetilir ve takip edilmezse, bu ırklar bir müddet sonra bozuluyor ve aslî yapılarına dönüyordu.

Darwin bu süreci, hayvan ıslahçılarının bir özelliği seçerken yaptıklarına olan benzerliğini vurgulamak açısından tabiî seleksiyon olarak adlandırmıştır. Maalesef, bu tabir, tabiatın şuurlu olarak organizmalar arasında bir seçim yapabildiği ve canlılara gelecekte hangi özelliğin faydalı olacağını önceden görebildiği ve evrim sürecini de bu özellikleri ortaya çıkarmak üzere yönlendirdiği fikrini vermektedir. Ancak Darwin'e göre evrim, tabiî seleksiyon gibi akılsız ve şuursuz, müşahhas veya mücerret bir varlığı olmayan, sanal bir güç tarafından kontrol edildiği için, teleolojik (bir gâyeye yönelik) olarak düzenleyici bir vasıta şeklinde çalışamayan, kör mekanik bir süreçtir. Darwin'in evrim sürecini kontrol ettiğini düşündüğü tabiî seleksiyon mekanizmasının, çevredeki zararlı özellikleri ayıklama ve faydalı özelliklere yer açma şeklinde çalışması için, tabiî seleksiyonun ya küllî bir ilme ve kudrete sahip olması gerekir(!) veya küllî bir ilim ve kudret sahibinin bu işleyişe her ân müdahale etmesi gerekir. Ayrıca, çevrenin zararlı veya faydalı olarak tanımlaması, organizmanın geçmişteki veya gelecekte olabilecek ihtiyaçlarına değil, o ânki ihtiyaçlarına bakar. Darwin'in mahiyeti meçhul tabiî seleksiyon teorisine bağladığımızda, canlılarda işleyen mükemmel anatomik, fizyolojik, biyokimyevî, embriyolojik ve moleküler hâdiseler, akılsız ve şuursuz evrimin herhangi bir plânı veya gâyesi olmaksızın, tabiî biyolojik süreçlerin ürünü olarak yürütülür.

Hâlbuki ister anatomist, ister fizyolog veya embriyolog olsun, hiçbir bilim dalına mensup ilim adamı, çalıştığı sahada en küçük bir tesadüfî işleyişin, kendi kendine oluşun, plânsız bir yapının, eksik ve kusurlu bir icraatın olduğunu söyleyemez. Tam aksine bütün varlıklarda Küllî Bir İlim ve Kudret'in her ân kendini gösteren icraatını okumaktayız. İşte bir Yaratıcı'nın eseri olan, bir gâyeye ve hedefe müteveccih bu işleyişe İradî Seçim (seleksiyon) diyebiliriz.

Darwin'in tabiî seleksiyona yüklediği veya onda vehmettiği kabiliyetlere bakınca, bu mahiyeti meçhul kavramı, Allah (celle celâlühü) yerine koyduğunu anlıyoruz. Türlerin Orijini isimli meşhur eserin farklı yerlerindeki ifadeler bunu göstermektedir: "Tabiî seleksiyon hatasız kabiliyetleri olan en iyi varyasyonları seçer." "Tabiî seleksiyon, bütün dünyada, bütün varyasyonların, en küçük olanlarının bile günlük ve saatlik olarak incelenmesi, kötü olanların reddedilmesi ve iyi olanların hepsinin toplanıp korunmasıdır. Sessizce ve hissedilmeyen bir çalışmadır, her zaman ve her yerde bir her bir organik varlığın, organik veya inorganik hayat şartlarının gelişmesi ve güzelleşmesi için fırsatlar sunar."1

Darwin bu cümleleri yazdığından beri, biyolojik literatür, tabiî seleksiyona sayısız nam ve şerefler yüklemiştir. Bu bağlamda, evrimci biyologlar, tabiî seleksiyona sanatkârlık ve kabiliyetler atfetmektedirler. Bir müzik besteleyicisi, orkestra şefi, bir şair ve bir heykeltıraş ile tabiî seleksiyonu karşılaştırmaktadırlar. Richard Dawkins, kör olmasına rağmen tabiî seleksiyonu bir saat tamircisi olarak tanımlamıştır.2 Steven Pinker tabiî seleksiyonu bir bilgisayar mühendisi ile karşılaştırır.3

Tabiî seleksiyonun bugüne kadar medya destekli ateizme âlet olan meşhurlaştırılmasına rağmen, giderek artan sayıda bilim adamı, onun "yaratıcı bir güç" olarak takdim edilmesini tartışmaktadır.4 Stuart Kauffman, Brain Goodwin5 ve Robert Laughlin6 gibi isimler ise tabiî seleksiyonu sorgulayıp tahtından indirirken, komplekslik ve organizasyonla ilgili prensipleri yücelterek "kendinden organize sistem kuran" bir görüşe saplanmış ve Yaratıcı bir Allah anlayışına maalesef gelememişlerdir. ABD'de William A. Dembski ve Jonathan Wells gibi isimler ise tabiî seleksiyona karşı çıkıp, canlı varlıkları "akıllı bir tasarımcının" (lâiklik kaygısından ve bilimi tabulaştıranların saldırılarından çekinerek, Allah diyemediklerinden) eseri olarak görmektedirler.

Aslında tabiî seleksiyon fikrini ilk olarak Darwin ortaya çıkarmamıştır. Daha önce yaşamış çok sayıda tabiat bilimci böyle bir sürecin tabiatta işlediğini gözlemlemişler; fakat Darwin gibi akılsız ve şuursuz bir prensibi ilâhlık mertebesine çıkarmamışlardır. Onlardan bazıları bu süreç hakkında Darwin'den daha ölçülü bir görüşe sahiptiler. Meselâ, Edward Blyth, Darwin'den önceki nesilde yaşamış ve biyolojide akıllı tasarımı savunan birisidir. Blyth, tabiî seleksiyonu, türlerin konulmuş sınırlar içerisinde kalması ve uyumsuz fertlerin ayıklanması ve böylece var olan türlerin devamına yardım eden koruyucu bir prensip olarak görmüştür. Ayrıca enteresan bir inceliği de hissetmiştir ki, eğer bütün organizmalar temel plânlara göre Yaratıcı Bir İlim ve Kudret'le hayat buldularsa, o zaman türlerin tasarlandıkları orijinal hâllerinin dışına çıkmamaları için bir kalite kontrol işlemi olmalıdır. Blyth, normalden çok fazla sapmış özelliklere sahip bu organizmaların elenmesi için tabiî seleksiyona çok hususi, ölçülü ve sınırlı bir rol verildiğine inanmaktaydı. Darwin'in tabiî seleksiyon kavramına yeni türler üretebilecek kapasiteye sahip sınırsız bir güç vermesine ve türleri başıboş bir şekilde değişken görmesine karşılık Blyth, tam tersine türleri sadece kendi sınırları içerisinde değişim gösterebilen ve tabiî seleksiyonu da sadece türleri bu sınırlar içerisinde tutmaya yarayan, düzenleyici bir prensip olarak görmektedir. Darwin'den önceki çoğu bilim adamı gibi sınıflandırmanın babası Carolus Linnaeus da türleri sabit görmekte ve bir tasarıma inanmaktaydı.

Antik Yunan'da Eflatun da o günkü bilgisiyle türlerin sabitliğine ve her bir organizmanın ayrı uygunlukta ideal bir plâna göre tasarlandığına inanıyordu. Bugün ilâve olarak, türlerin katı ve esnek olmayan bir sabitlik yerine belli sınırlar içinde önemli değişiklikler geçirebileceği daha makûl görülmektedir.

Darwin teorisinin temel taşı tabiî seleksiyon olmasına rağmen, hayali evrim süreçlerinin "yaratıcı potansiyelini" sadece tabiî seleksiyona bağlamanın mümkün olmadığı görülmüştü. Darwin de tabiî seleksiyonun, üzerinde iş görebileceği varyasyonların olması gerektiğini fark etmiştir. Zîrâ, tabiî seleksiyon hakiki mânâda yeni özellikler üretmemekte, sadece var olan özellikler üzerinde rol oynamaktadır. Darwin bunu şu şekilde ifade etmiştir: "Avantajlı varyasyonlar meydana gelmediği sürece, tabiî seleksiyon hiçbir şey yapamaz."7

Peki, o zaman tabiî seleksiyonun üzerinde işleyeceği, yeni özellikler ve yapıların meydana gelmesini sağlayan faydalı varyasyonların, -evrimci yeniliklerin- kaynağı nedir? Bu avantajlı varyasyonlar nasıl ortaya çıkacaktır? Tabii ki o gün henüz genetik diye bir bilim dalı olmadığından Darwin bunun farkında değildi. Zürafaları ele alalım. Böyle bir yaratık nasıl evrimleşebilmiştir? Çok uzun bacakları, alabildiğine uzun boynu ve sıra dışı duruşu, her şeyinin kendisini tehlikeye atacak şekilde, normalin dışında bir yaratık olduğunu düşündürür. Ancak zürafanın bütün organları, anatomisi ve fizyolojisiyle birbirleri ile fevkalâde uyumlu, ahenkli ve ölçülüdür. Büyük bir kolaylıkla hareket eder ve öyle güçlü bir tekme atar ki, çok az sayıda tabiî düşmanı vardır. Bu yüzden zürafaların garip vücut şekillerini evrim izah edemez.

Darwin'den önceki, bir evrimci olan Jean Baptiste de Lamarck (1744–1829), zürafaların uzun boyunlarının, ağaçların üst dallarında kalan yaprakları yemek için sürekli şekilde yukarıya uzanmalarının bir neticesi olduğunu düşünmüştür. Lamarck'ın evrim teorisinde, zürafaların boyunları, onların daha yükseğe ulaşma ihtiyaçlarının bir neticesi olarak görülmüş ve bu değişme gelecek nesillere aktarılmıştır, sonunda zürafaların boyunları gittikçe uzamıştır. Günümüzde ise bilim adamları, vücut yapılarının bir organizmanın ihtiyaçlarına ve hayat şartlarına karşılık olarak kalıtım yoluyla değişmediğini bildiklerinden Lamarck'ın teorisi kabul görmemektedir. Eğer öyle olsaydı, olimpiyat yarışmacılarının daha hızlı yarışmacılar doğurması ve dâhilerin çocuklarının ebeveynlerinden daha da zeki olmaları gerekirdi ki, karşılaşılan durum genellikle böyle değildir.

Darwin'in tabiî seleksiyon teorisi, başlangıçta Lamarck'ın açıklamasına olan merakı artırmıştı. Darwin, yeni ve gelişmiş özellikleri ortaya çıkaracak çevre yerine, organizmaların içerisinde var olan ve daha sonra çevre tarafından ya korunacak yahut ayıklanacak yeni özellikleri netice veren bir şeye inanıyordu. Lamarck bir organizmanın, hayatta kalabilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve bu faydasını gelecek nesillere aktarabilmek için daha uzun bir boyuna olan ihtiyaç üzerinde durmuştur. Darwin ise, çevrenin daha uzun boyunlu organizmalar lehindeki ve daha sonra da meydana gelen her ne ise –zürafanın ortaya çıkması gibi- onun korunması üzerindeki rolüne dikkat çekmiştir.
14_3.jpg
Böylece, çevreninin tabiî seleksiyondaki rolüne ek olarak, Darwin organizmaların içerisinde olup, yeni özellikler netice verecek bir şeye de ihtiyaç duymuştur. Organizmaların içerisindeki küçük değişikliklere sebep olma imkânı verilmiş varyasyonlar tabiî seleksiyon tarafından elendikçe, bunların o gün bilinmeyen genetik kaynağı, yeni özellikler üretecek, daha sonra da Darwin'e göre bu özellikler tamamen yeni organizmalar üretmek için birikecektir.

Ancak, canlılardaki zenginliğin kaynağının ne olduğunu Darwin bilmiyordu. Darwinizm'in modern formu olan Neo-Darwinizm, varyasyonların kaynağının DNA'daki tesadüfî değişmeler olduğunu düşünür. Ancak, varyasyonların kaynağının ne olduğunu bilmemesinin ve bunu önemsememesinin dışında, Darwin varyasyonların geçişine dâir yine de bir fikir üretmiştir. Darwin için veraset (kalıtım), anne babadan gelen özelliklerin bir karışımı veya harmanlamasıydı. Darwin'in kalıtıma ait harmanlama teorisine göre, yavrular özellikleri bakımından anne ve babalarının arasında olmalıdır, sadece fizikî görünüm açısından değil, aynı zamanda yavrular, aldıkları ve devam ettirecekleri kalıtım materyali açısından da anne babalarının arasında bulunmalıdır. Meselâ, harmanlama teorisine göre, eğer bir kırmızı gül ile beyaz gül çaprazlanırsa, elde edilen çiçeklerin hepsi harmanlanmış yani pembe renkte olmalıdır.

Peki, eğer bu pembe çiçekler yeniden birbirleri ile çaprazlanırsa o zaman ne meydana gelir? Darwin'in harmanlama teorisine göre, bu çaprazlamadan meydana gelecek yavrular yine pembe olmalıdır ve bu durum nesiller boyunca bu şekilde gitmelidir. Bu şekilde, kırmızı ve beyaz çiçekler bir müddet sonra ortadan kaybolacaklar ve sadece pembe güller kalacaktır. Peki bu, gerçekte olan bir şey midir? Böyle bir harmanlamanın gerçekte olup olmadığı deneyle test edilebilir. Kırmızı ve beyaz güller çaprazlandığında, ilk nesil pembe güllerden meydana gelir. Fakat, ilk nesildeki bu pembe güller, tekrar birbirleri ile çaprazlandığında, kırmızı ve beyaz güller ikinci nesilde geri dönerler. Kırmızı ve beyaz görünen güller, önce gizlenmiş sonra yeniden ortaya çıkmıştır. Bu göstermektedir ki, harmanlama veya karıştırma kalıtım teorisi yanlıştır. Bu teoriler (yanlış bir şekilde), pembe çiçeklerin çaprazlandığında hep pembe kalacaklarını tahmin eder.

Ayrıca, harmanlama kalıtımı farklılık değil, aynılık üretir. Yeni çeşitlerin nasıl ortaya çıktığını açıklayamaz. Bu yüzden, Darwin'in teorisi, kendisinin kalıtım görüşüyle uyuşmamaktadır. Tabiî seleksiyona göre, avantajlı yeni bir özellik hem korunmak, hem de saf ve yoğun olarak yeni nesillere iletilmek mecburiyetindedir. Ancak, harmanlayıcı kalıtım, özelliklerin bir nesilden bir nesle seyreltilmeden geçmesine izin vermemektedir. Darwin bu tutarsızlığı kabul etmese de, onun harmanlayıcı kalıtım teorisi, tabiî seleksiyon ile meydana gelecek bir evrimi imkânsız duruma getirmiştir.

Dipnotlar
1. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species. Facsimile 1st ed. Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1964.
2. Dawkins, R. (1986): The Blind Watchmaker. Norton Company. NewYork.
3. Pinker, S. (1997): How the Mind Works. Norton Company. NewYork.
4. Kauffman, S. (2000): Investigations. Oxford University Press, NewYork.
5. Goodwin, B. (1994): How the Leopard Changed Its Spots: The Evolution of Complexity. Scribner's, NewYork.
6. Laughlin, R.B. (2005): A Different Universe. Basic Books, New York, p168-169.
7. Darwin, C. (1859): On the Origin of Species, s. 82.


(Sızıntı Dergisi Şubat 2011 Sayısı - Prof.Dr. Arif SARSILMAZ)
http://www.sorularlaevrim.com/makal...i-seleksiyon-mu-yoksa-iradi-secim-mi-300.html
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
5/6/7-devam ediyoruz.Mta kardeşim cevabım ö.m ile

[h=2]Bilim 'Yaratılış' Diyor[/h]Evrimciler, çarpıtılmış fosil kayıtlarına, genetik lisanın (DNA) zâhirdeki benzerliğine ve beynin büyüklüğüne, insanın evrimini desteklemek için şartlı baktıklarından, insanların maymun benzeri atalardan evrimleştiğini iddia ederler. Onlara göre insanlar ve maymunlar ortak fizikî yapıları paylaşmaktadır (meselâ, kemikler, kafatası kapasitesi ve DNA dizileri gibi). Hâlbuki farklı bir nazarla bakıldığında bu kısmî benzerlikler, aynı dünyada benzer şartlarda yaşayan canlılara, benzer plâna sahip organların verilmesi veya çalışmalarında boyalar, fırçalar ve tuval gibi aynı malzemeyi kullanan bir ressamın her eserinde yeni ve farklı güzellikler göstermesi gibi de değerlendirilebilir. Dolayısıyla malzemenin ve bazı temel plânların benzer olması sadece Sanatkâr'ın birliğini gösterir. Kum, çimento, demir gibi malzemeler kullanılarak yapılan basit ve tek katlı bir evden gökdelenlere ve fabrikalara kadar yüzlerce farklı bina birbirinden türememiş, aksine her biri akıllı ve ilim sahibi bir mimarın elinden çıkmıştır.

Evrimciler anatomik organlardaki kısmî benzerliğin zayıf bir delil olduğunu bildiklerinden bunu desteklemek için, insanlar ile iddia edilen maymun benzeri ataları arasındaki zihnî kabiliyetler ve davranış hususiyetlerinin benzerliklerine de bakarlar. Meselâ, insanın lisan bilgisinin ve konuşma kabiliyetinin, hayvanların haberleşme sistemlerinin evrimle gelişmesi neticesinde ortaya çıktığını iddia ederler; ancak buna ait deliller de inandırıcı değildir.

Maymunların basit sembolik el hareketleriyle ilgili kabiliyetlerini ele alalım. Sadece maymunlara değil, bütün hayvanların fıtratlarına, onların mevcut organlarıyla ortaya koyabilecekleri kendi türlerine has, bir haberleşme ve hemcinsleriyle anlaşma tarzı bir nevi ilhâm yerleştirilmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'deki "arıya vahyettik"(Nahl,16/68) beyanından bütün hayvanlara hayatlarını sürdürmeleri için gereken davranış hususiyetlerinin verildiğini anlıyoruz. Maymunlar da mevcut potansiyelleri çerçevesinde bazı fizyolojik ihtiyaçlarını yerine getirmek için hemcinsleriyle anlaşma kabiliyetine sahiptir. Evrimci bir Antropolog olan Barbara King, bir maymunun özel bir içeceğe karşı damak tadının geliştiğini ve o tadı belirtmek için sembolik bir işaret dili öğrendiğini bildirmektedir.(1) King evrimci bir bakışla, bu kabiliyeti, maymunlarla olan geçmişimizde olduğu iddia edilen ortak atayı destekleyecek şekilde yorumlamaktadır. Fakat maymunun gerçekte bu içecek hakkında bildiği şey, "tadı güzel gazlı sarı bir sıvıdan" başka bir şey değildir. Bu hususta maymunlara üstü kapalı şekilde bir lisan tecrübesi atfedilse bile, bu onların insanla ortak atadan geldiğine bir delil olamaz.(2)

Bir maymun, gerçek mânâda bir meyve suyunun ne olduğu, meyvelerin ezilerek kaynatılması ve sulandırılarak içecek haline getirilmesi, daha sonra karbonatlanması neticesi meydan gelmiş asitli bir içecek olduğu konusunda bir fikre sahip midir? Bir maymun bu kavramı ve içeceğin ne olduğunu kavrayabilmek için bununla ilgili diğer kavramları elde edebilir mi? Bu kavramı, insanların yaptığı şekilde sınırsız sayıda uygun metnin içerisine uygun şekilde yerleştirebilir mi? Asla kabul edilemeyecek bu durumun zorluğu, insan ve maymunların zihin kapasiteleri arasındaki benzerlikleri değil, tam aksine aradaki büyük farklılığı göstermektedir. Maymunların ve diğer hayvanların haberleşme sistemleri ile insanın konuşması arasında evrimle aşılamayacak büyük bir uçurum vardır. 20. yüzyılın önde dilbilimcilerinden, Noam Chomsky bu konuya ışık tutacak bir beyanda bulunur: "İnsan dili üzerine çalıştığımız zaman, belki de 'insanın mahiyeti' olarak adlandırılacak lisan kabiliyetinin, insana has ve onun aşkın yanından ayrılamayacak olan, ferdî veya içtimaî bütün yönlerini içine alan, aklın kendine has ve insanı diğer canlılardan ayıran yönünü keşfettiğimiz düşünülebilir... Bir dili kullanırken kişi, kendi tecrübeleri açısından yeni olan, eski birikimlerine bağlı kelime dağarcığından geçirilmiş sayısız miktarda ifadeyi anlayabilir; karşı karşıya kaldığı yeni durumlar için o şartlara uygun ifadeler üretebilir ve bu esrarlı kabiliyeti taşıyan diğer fertlerin ne dediklerini anlayabilir. Sıradan dilin bu üretici ve gelişmeye açık hamleci yönü, insan dilini bilinen diğer hayvan iletişim sistemlerinden ayıran temel bir faktördür."(3)

Chomsky yukarıdaki ifadesiyle, evrimci literatürdeki klâsik tuzağa cevap vermektedir. Zîrâ birçok evrimci, insanlar ve maymunlar (veya genel olarak diğer hayvanlarla) arasındaki basit benzerlikleri maymunları yükseltmek için değil, tersine insanları alçaltmak için kullanmaktadır. Bilhassa, böyle evrimciler benzerliğin temelini oluşturan insanlığımıza ait özellikleri aşağı ve geri gösterirler. İnsanlar ve maymunlar her ikisi de haberleşme sistemine sahip oldukları için, insan dilinin, maymun haberleşme sisteminin daha mükemmelleşmiş (daha çok evrimleşmiş) bir çeşidi olduğu söylerler. Ancak durum hiç de onların söylediği gibi değildir. İnsan dili, farklı durum, konum ve şartlara sayısız uyum gösterebilme, yeni kavramlar ve metaforlar üretebilme kabiliyeti ile iletişim sistemleri içerisinde hayvanlarda eşi-benzeri görülmeyen bir iletişim sistemidir. Jonathan Marks, bu durumu şöyle özetler: "Bütün dallarda maymunlarla yapılan işaret dili deneylerinde ortaya çıkan üç şey açıktır. Bir, maymunlar kendilerine insanlar tarafından sunulan bir sembol sistemini sınırlı olarak kullanma ve onunla bazı temel ihtiyaçlar konusunda münasebet kurma kabiliyetine gerçekten sahiptir. İki, ama maalesef, söyleyecek hiçbir şeyleri yoktur. Ve üç, tabiî hayatlarında bu tarz sistemleri kullanmamaktadırlar."(2)

13_1.jpg
Aynı şekilde, evrimciler insan zekâsını, maymunların ve diğer hayvanların zekâlarıyla karşılaştırırken, insan zekâsını küçümseme eğilimindedirler. Evrimcilere göre, zekâ, bizim ve diğer hayvanlar tarafından, hayatta kalma ve üremedeki değerinden ötürü elde edilmiş, tabiî seleksiyonun nöronları işleyerek ortaya çıkardığı bir üründür. Darwinciler bizim zekâmızla dünya arasında bulunan hikmetli uyumu tabiî seleksiyona atfederler. Ancak zekâ, evrimcilerin bu tanımdan çok, hayvanların temel bir özelliği, bütün canlılara hayat veren İlâhî yaratma gücünün tecellisi olan bir prensiptir. Biraz daha açarsak, her canlının hayatını sürdürmesi için gerekli olan donanımını nasıl kullanacağını belirleyen İlâhî kaynaklı bir sevktir. Bütün biyofizikî âlemde gördüğümüz olağanüstü sanatlı yapıların işleyişini yönlendiren, hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli hikmetli bilgiyi hayvanlara zihnî kapasiteler şeklinde -ve en üst seviyede de insana- yükleyen bir olgudur. Bizim zekâmız dünyayı anlayarak yaşama için gerekli olan potansiyel kabiliyete sahiptir ve bu, zekâyı her canlının ihtiyacına göre veren Yaratıcı'mıza işaret etmektedir. Bir solucanın, böceğin veya balığın hayatta kalması için sergilemesi gereken sevk-i İlâhî şeklinde tezahür eden "zekice" davranışları bir tür zekâ ürünüdür. Bütün canlılar değişik seviyelerde bu tür davranışlar sergiler. Arının kovanını inşa etmesi, örümceğin ağı ile tuzak kurması, kuşların göç yollarını bulması şeklinde tezahür eden davranışları, akıl, şuur, irade gibi sadece insana has vasıfların dışında yaratılış gâyelerini yerine getirmek için verilmiş zekâlarını gösterir. İşte tam burada evrimciler büyük bir açmaz içine girerler. Zîrâ, sınırsız sayıda sergilenebilecek davranış içinden, hayvanın anatomisine, fizyolojisine ve bütün bir ekosisteme uygun gelecek en mükemmel ve uygun kalıpların seçilmesi ancak küllî irade ve şuur sahibi bir Yaratıcı'yı gösterir, bütün bunlar tesadüflerin oyuncağı şuursuz tabiat kuvvetlerine verilemez.

Ayrıca omurgasız bir canlının, meselâ bir böceğin veya örümceğin zekice davranışlarının onun beyin dokusunda nasıl ortaya çıktığını bir kenara bıraksak bile, evrimin akılsız ve şuursuz mekanizmalarının zekâ gibi madde dışı, mahiyeti meçhul bir fenomeni, plânlı bir şekilde geliştirerek, omurgalı sınıflarının her birine uygun stratejiler üretecek biçimde nasıl evrimleştirdiği hiçbir maddî mekanizma ile izah edilemez.

Zekâya, tabiî seleksiyonun bir ürünü olarak bakıldığında, sadece hayatta kalmak ve çoğalmak için bir araçtır. Böyle bir aracın, dünya hakkında bize doğru bilgi vermek ve dünyayı gerçek mânâsıyla idrâk etmek gibi bir vazifesi yoktur. Darwin'in de kabul ettiği gibi, evrimi ortaya çıkardığı iddia edilen süreçler, hakikatin doğru şekilde sunulmasına hiçbir fayda sağlamaz. Gerçekten de evrime atfedilen prensiplere göre, zekâmız yaşadığımız âlemi anlama pahasına daha çok menfaat ve zevk adına çalışıyor gibidir. Zekânın bu gücü akıl ve vicdanla dengelenmediği takdirde insanlığın başına sıkıntıdan başka bir şey getirmez.

Darwin kendisi de bu sıkıntıyı hissetmiştir: "Daha ilkel hayvanların aklından gelişen insan aklına inanmanın bir değeri var mıdır yahut bu tamamen güvenilir midir, şu korkunç şüphe her zaman aklıma gelir." demiştir.(4) Eğer evrim teorisi, daha ilkel hayvanların aklından gelişen insan aklının bir ürünü ise, neyi temel alarak evrim teorisine güveneceğiz? İnsan aklının nasıl ortaya çıktığının bir açıklaması olarak Darwin teorisi, kendi içinde uyumlu olmadığına kendisi işaret eden bir teoridir, bir başka deyişle, mantıkî açıdan teori kendi kendini çürütmektedir.

Evrimciler insanın ayrıcalığının üzerinde durmak yerine, insanın hayvanlarla olan ortaklığı üzerinde durma eğilimindedirler. Maymunla insanın ortak atasından, yırtıcılarla ortak ataya, kemiricilerle ortak ataya, sürüngen ve kuşlarla ortak ataya ve nihayetinde hayatın başlangıcına kadar geriye giden bir ortak ataya varma gâyelerini tahakkuk ettireceklerini düşünürler. Fakat bütün hayvanlar içinde hiçbirisi uzaktan ve yakından insan aklı ve zekâsıyla boy ölçüşebilecek seviyede değildir. Yunus, fok, şempanze, köpek, fil, papağan gibi bilhassa eğitilerek sirklerde gösteri yaptırılan hayvanların marifetlerini evrimleşme yolunda yarım kalmış zekâlar gibi yorumlamak sadece dar bir bakış açısına mahkûmluktur. Bu hayvanların kısmî bazı şeyleri öğrenebilmeleri onların sahip olduğu zekâ potansiyeli dâhilindedir.

Zekâ ve akıl fonksiyonlarının insana has keyfiyetiyle tezahür etmesini beyin dokusundaki nöronların tabiî seleksiyonla belli bölgelerdeki gruplaşmasına ve sinir ağları arasındaki kompleks yolların gelişmesine bağlayan evrimin, bilhassa konuşma ve zekâya ait marifetlerin ortaya çıkışı hususunda söyleyeceği hiçbir şey yoktur. İşitme, görme, koku ve tat gibi maddî duyulara ait milyarlarca hücrenin ittifakıyla kurulmuş yerleri az çok belli beyindeki merkezlerin her birinin eksiksiz fonksiyon görmesini bile tesadüflerin ortaya çıkardığı mutasyonlarla izah edemezken, lisana ait kelime öğrenme, hafızada tutma, nesnelerin isimleri ile mânâları arasında irtibat kurma, kelimeleri mânâlı cümleler hâlinde dizme, bununla ses telleri, dil, dişler ve dudak hareketleri arasında bağlantılar ihdas etme, konuşulan mevzua göre uygun el hareketleri ve yüz ifadelerinin otomatik ayarlanması gibi hususlar en mükemmel bilgisayarların bile altından kalkamayacağı süper kompleks düzenlemelerdir.

Madde ile mânâ âlemi arasında diyalog kurmamıza, medeniyet inşa etmemize, ferdî ve içtimaî münasebetleri düzenlememize, kısacası insanlığımızı ortaya koymamıza vesile olan, lisan ve zekâ gibi unsurların yukarıda kabaca saydığımız kademelerden geçerek tezahür etmesini; tesadüfî evrim mekanizmalarına ve tabiî seleksiyonun baskısına vermek, en kibar ifadesiyle "gülünç" hâle gelmektedir.

Zihnî kabiliyetlerimizin sadece beyin fonksiyonlarımızın bir ürünü olduğunu iddia etmek veya bu kabiliyetleri nöronların elektrikî ve biyokimyevî hususiyetlerine indirgemek, insanlardaki matematik, felsefe, din gibi yüksek zihnî kabiliyetler gerektiren düşünce ve tefekkür dünyasını da çok basite almak demektir.
Ahlâk, içtimaî fedakârlık ve fazilet gibi yüksek mefkûrelerin kaynağı evrim olabilir mi?

İnsanı insan yapan hususiyetler içerisinde, evrim teorisi için en büyük zorluğu oluşturan sadece sıra dışı zihnî kabiliyetler değildir. Ahlâk ve bilhassa da fedakârlık gibi duygu ve düşünce dünyasına ait kavramlar için ne denebilir? Bir kısım insanların mantıklı hiçbir mükâfat alma şansı olmadığı hâlde isteyerek bir başkası için kendisini riske atması veya feda etmesine ne denebilir? Evrim bu tarz fiilleri nasıl açıklamaktadır?

Evrimci psikolojiye göre, insanlar ve maymunlar, ahlâkî normlar tarafından yapılandırılmış sosyal çevrelerde yaşar. Bu da birlikte çalışmayı kolaylaştırır fedakârca davranmamız için bizi birbirimize yardım ettirir. Bu yüzden, evrimci prensiplere göre, fedakârlık (alturizm) hayatta kalmayı ve üremeyi kolaylaştırıcı, onlara hizmet eden bir stratejidir. Buna göre fedakârlık kendini feda etmeyi bile gerektirebilir; ancak yine de soyu ile kan bağı olan diğerlerinin hayatta kalmasına fayda sağlar, böylece şahsın kendi genlerinin devamı sağlanır ve bu yüzden de evrim tarafından desteklenir. Dikkat edilmesi gereken bir nokta, insanların, belirli bir bedeli olmasına rağmen diğer kişilere karşı sergilediği fedakârlığın, evrimci psikologlar tarafından sadece evrim çarklarının dönmesini kolaylaştıran bir makine yağı gibi görülmesidir.

Evrim inancına göre "Ahlâklılık veya bizim ahlâka olan sıkı inancımız, sadece üreyen sonumuzu ileri götürmemiz için bize yerleştirilmiş bir adaptasyondur. Bundan dolayı, ahlâkın temelleri Allah'ın emir ve isteklerinin tebliğ edildiği bir dine dayanmaz. Diğer bir mânâda, etik genlerimiz tarafından bize yerleştirilmiş ve bizi işbirliği yapmaya sevk eden bir illüzyondur. Gerçeklik zemini olmayan bir şeydir."(5)

Her şeyden önce evrim teorisi ve onun evrimin motor gücü olarak gördüğü tabiî seleksiyon prensibi için gerçek deliller, çok zayıftır. Bu yüzden, evrimci psikolojiyi, çağdaş evrim teorisine dayandırmak, kumdan yapılmış bir kulenin tepesine kartlardan ev yapmaya benzer. Ahlâk sahibi olmayla alâkalı evrimci görüşleri, bizim ahlâkî hayatımızın gerçekleriyle çevrelenmemektedir. Aslında, insanlar evrimci prensiplerin mantığı ile açıklanamayacak fedakârlık davranışları sergilerler. Fedakârlık, bir insan davranışı olarak, evrimci mantığın almayacağı bir şekilde, her zaman basit bir al gülüm ver gülüm değildir. Üreme içgüdüsüyle de izah edilemez. Bu sahada çalışan Biyolog Jeffrey Schloss, şöyle demektedir: "Büyük felâketler (bazı savaşlardan ve katliamlardan örnekler veriyor) sırasında insanlığa yardım elini uzatan fedakâr insanlar tabiî seleksiyoncuların beklentilerinin tamamen aksine yardım örnekleri sergilemişlerdir. Kurtarma süreçlerinde ölüm riski sadece bariz ve devamlı olmayıp, kurtarıcılarla da sınırlı değildi. Kurtarıcıların aileleri ve arkadaşları hepsi de tehlike altındaydı. Buna ek olarak, aileler ölümden kaçsalar da, genellikle, yiyecek kıtlığı, kalacak yer bulma problemi, içtimaî münasebetlerden tecrit etme, aşırı hissî baskılar ve kurtarıcının sahip olduğu hakları kaybetmesi gibi durumlar söz konusuydu."(6)

Evrimci etik, bencil genlerinin ötesine geçen bu fedakâr insanları nasıl mantıklı bir şekilde açıklar? Kendisinin –ve genlerinin- zararına bile olsa başka birinin iyiliğini arayan insana ait bu büyük iyilik özelliği, evrimci ahlâk için çözümlenemez bir problemdir. Bu tarz akıl yürütmeler gerçeklerle uyuşmamaktadır. Başkaları için kendini riske atma veya feda etme motivasyonundaki kişilerin genel olarak diğerlerinden daha az adaptasyona uğramış kişiler olduklarına veya şahsî rahat, statü artması veya daha fazla evlât veya herhangi bir mükâfat aradıklarına dair, sübjektif yorumların dışında ciddi bir delil yoktur. Bu durumda, şöyle bir soru akla gelir: Bu insanları motive eden, harekete geçiren ahlâkın kaynağı nedir?

İnsanı insan yapan daha birçok lâtife veya hususiyetin bütünü için benzer yorumlar yapabiliriz. Vicdan mekanizmasına, tefekkür ufkuna ve his dünyasına ait birçok güzellik sergileyen insanın bu duygulara ait beyinde bir merkez veya nöron grubu aramasının hiçbir faydası yoktur. Zîrâ bu gibi maddî olmayan tezahürlerin kaynağı da maddenin dışında aranmalıdır. İlâhî vâridat olarak metafizik âlemden gelen bir kısım his, duygu ve düşüncelerin beyin ve vücut üzerinde tesirleri vardır. Ancak beyindeki nöronların her birinin tek başına bir akıl ve şuur sahibi olduğuna, vicdan mekanizmalarına ait hisler ürettiğine dâir bir tespit bilinmemektedir. Vücudun hareket, beş duyu, sindirim, solunum ve dolaşım gibi fizyolojik faaliyetlerine ait bütün ihtiyaçları için beyinden üretilen komutların hiçbiri beynin kendisine ait değildir. Beyin sadece bir aracı istasyon konumunda, Kudret-i Ezelîye'nin icraatına sebepler adına perdeleme yapmaktadır.


Dipnotlar
(1). King, B. J. (2001): Roots of Human Behaviour, 24-parts audio course (Chantilly, Va.:The Teaching Company).
(2). Marks, J. (2002): What it means to be 98% chimpanzee. Apes, People, and Their Genes. University of California Press Berkeley and Los Angeles.
(3). Chomsky, N. (1972): "Form and Meaning in Natural Languages" in Language and Mind, genişletilmiş baskı (New York: Harcourt, Brace, Jovanovich) p.100
(4). Darwin, C. (1881): Letter to W. Graham. In Life and Letters of Charles Darwin, (ed) Francis Darwin (New York: Appleton&Co.,1905).
(5). Ruse, M. And Wilson, E. O.(1991): The Evolution of Ethics. in Religion and the Natural Sciences: The Range of Engagement, ed. J. E. Hutchingson (Orlando, Fl.: Harcourt and Brace, p.310.
(6). Schloss, J. (1998): Evolutionary Accounts of Altrusim and the Problem of Goodness by Design. in Mere Creation, ed. W.A. Dembski (Downers Grove, III.: InterVarsity Press, p.251.


(Sızıntı Dergisi 2011 Ocak Sayısı - Prof.Dr.Arif SARSILMAZ
http://www.sorularlaevrim.com/makale/bilim-yaratilis-diyor-260.html


[h=2]Evrim Denen Yalan -2[/h]İnsanın evrimini açıklamada oldukça zorlanan evrimciler, en fazla da insan beyninin evrimi konusunda açmaza girerler. İnsanlar ile diğer hayvanların (bilhassa maymunların) davranış ve kabiliyetlerindeki farklılığın açıklanması için, evrimleşme yolundaki bir maymunsu insan (hominid) beyninin tesadüfî bir organizasyonla veya bir mutasyonla daha büyük ve daha kompleks bir organizasyona sahip olduğunu, bunun da önemli bir dönüm noktası teşkil ettiğini savunurlar. Bilhassa, zihnî kapasiteler ile beynin büyüklüğü arasında çok kuvvetli bir münasebet olduğunu söylerler.

Evrimcilerin, insan beyninin evrimleşirken şu ân sahip olduğu büyüklük ve kompleksliğe nasıl ulaştığına dâir iki açıklaması vardır: Birincisi, tabiî seleksiyon yoluyla beynimiz evrimleşmiştir; çünkü daha büyük bir beyne sahip olmak hominid'leri daha zeki, hayatta kalma ve üreme açısından daha avantajlı hâle getirmiştir. İkincisi; Stephen Jay Gould'un savunduğu, daha büyük hominid beyni başlangıçta tesadüfî evrim süreçlerinin kaza neticesi ürettiği bir yan üründür, bu daha büyük beyinler, bir müddet var olduktan sonra hominid'ler daha zeki olmaya başlamıştır. İlk görüş daha büyük beyinleri bir adaptasyon- hemen fayda sunan bir şey- olarak görür. İkinci görüş ise, daha büyük beyinleri bir ön adaptasyon – o an için hemen bir faydası olmayan, ancak daha sonra avantaja dönüşen bir şey- olarak görür.

İnsan beyninin olağanüstü kabiliyetleri hakkında hiç kimsenin bir şüphesi yoktur. Buna rağmen, evrimcilerin insan beyninin nasıl evrimleştiğine dâir hususi ve detaylı bir açıklaması yoktur. Michael Hopkin tarafından Nature da yayımlanan "İnsan Evrimi için Çene Düşüklüğü Teorisi: İnsanoğlu Çiğneme Gücünü Daha Büyük Bir Beyinle Değiştirmiş midir?" başlıklı yeni raporu ele alalım.1 Hopkin'e göre, "Araştırmacılar insan beyninin neden bu kadar büyük olduğuna dâir can sıkıcı soruya bir cevap teklif etmişlerdir.2 Bu teklife göre, süper zekâmızı, belki de zayıf çene kaslarımıza borçlu olabiliriz. 2,4 milyon yıl önce meydana gelen bir mutasyon, primatların (maymunların) çene kaslarında üretilen bir proteinin üretilmesini engellemiş olabilir... Bu sebepten iri yapılı çiğneme cihazının (çenelerin) kasılmasının zayıflamasıyla, belki de insan kafatası büyümekte hür ve engelsiz kalmıştır."

Daha büyük beyin daha büyük zekâ mıdır?
Evrimciler yukarıdaki ifadeleriyle çene kaslarına tesir eden oldukça sıradan tesadüfî bir mutasyonun beynin büyümesi için bir yer sağladığını iddia etmektedirler. Bu düşüncenin geri plânında beynin zaten büyüdüğü, gittikçe daha büyük olduğu, tabii bunun için de yer açılması gerektiği düşüncesi yatmaktadır. Sonunda da beynin belli bir büyüklüğe ulaştığında zekâ, dil, kültür ve medeniyet gibi bütün birikimleri ve süper dahi insanları ortaya çıkardığı kabul edilir. Peki, beyin niçin bu büyüme sürecine girmiştir? Beyin büyüklüğü ile zekâ arasında bir münasebet var mıdır? Bu bir iddiadan çok, gerçek olması hayal edilen bir spekülasyondur. Peki, bu iddianın doğru olup olmadığını nasıl bilebiliriz?

13_1.jpg
Evrimcilerin bir kısmı, insanın zihnî kapasitelerini beyninin büyüklüğü ile doğru orantılı kabul etmekteydi. Çoğunlukla insanın zihnî kabiliyetlerine has olduğu iddia edilecek müşahhas bir biyolojik özellik bile tanımlanamazken, "büyük beyinler için çene düşüklüğü teorisi" evrimci bilim adamları arasında oldukça heyecan verici şekilde karşılanmıştır. Her ne kadar hangi mutasyonun böyle akıllı bir iş yaparak, tam isabetli ve dengeli bir şekilde ortaya çıktığını ve beyin büyüklüğü ile çene kasları arasındaki münasebeti keşfettiğini izah edemeseler de, en azından bir genetik mutasyonun büyük bir beyinle ve insanın zihnî kabiliyetiyle alâkasını kurduklarını düşünüp sevinmişlerdir.

Hâlbuki beynin gelişmesi ve akılları durduran mükemmel nöron organizasyonu üzerine yapılacak kısa bir araştırma, insan zekâsının açıklanması için, beyin büyüklüğünden daha fazla unsurlara ihtiyaç olduğunu gösterecektir. Beyin hücreleri olan nöronlar; hamilelikten itibaren ilk on sekiz ay boyunca, bölünerek çoğalır, gerektiği şekilde beyin dokusunu teşkil etmek üzere hareket ederek dağılır ve dakikada 250.000 adete çıkacak şekilde giderek hızlanan bir aktivite ile 50 milyar nöron güçlü ve organize olmuş bir zemin meydana getirinceye kadar birbiriyle bağlantılar kurarak yaratılmaya devam eder. Her bir nöron, on binlerce parmak ucu benzeri yapıya veya dendritlere sahiptir ki, bunlar sinirlerin diğer sinirlerle veya dendritlerle, güçlü kompleks bir devre şeklinde bağlantılar kurmasını sağlar. Hiçbir nöron, her birinin içerisinde bulunduğu bağlantılardan dolayı birbirinin aynısı değildir, bu da her beynin kendine has bir mahiyete sahip olarak yaratıldığını ortaya koyar. Bu devreler dünya üzerindeki bütün telefon devrelerinden çok daha komplekstir.

Kırk sene önce, bilim yazarı Isaac Asimov, insan beyninin böyle yoğun şekilde organize olmuş kompleks yapısındaki ihtişamın tesiriyle şöyle yazmıştır: "İnsanda bulunan yaklaşık 1,5 kg. ağırlığındaki beyin, şimdiye kadar öğrendiklerimize göre kâinattaki en kompleks ve en mükemmel şekilde organize olmuş nesnedir."3 İlerleyen yıllarda Asimov'un beynin kompleks yapısına dâir bu kavrayışı, yapılan diğer ilmî araştırmalarla daha da artmış ve insan beyninin muhteşem yapısının daha çok tesirinde kalarak şunları da ilâve etmiştir: "İnsan beyninin icat, keşif, önsezi ve zekâ kabiliyetlerinden daha sihirli bir şey yoktur." Ancak, Asimov, insan beynini tamamen materyalistik evrim süreçlerinin bir ürünü olarak gördüğünden ve bir Yaratıcı'yı kabul etmek istemediğinden şöyle devam etmiştir: "Bu kompleks beyin sınırlı sayıda hücrenin, sınırlı şekilde organize olmasından meydana gelmiştir, insandaki kompleks hücrelerle eşit sayıda ve onlara eş kompleks yapıda bir bilgisayar yapıldığında, insanın son derecedeki zekâsıyla yapabileceklerini gerçekleştirebilecek bir şeye sahip olmuş oluruz."4 Fakat henüz böyle bir bilgisayar şimdiye kadar inşa edilememiştir ve ufukta da görülmemektedir.

13_2.jpg
Asimov, yeterince güçlü bir bilgisayar ve uygun programlar çalıştırırsa, insana ait şuur ve düşünebilme kabiliyetinin materyalist âlemde bir yer bulacağını düşünmüştür. Ancak insan beyni bir bilgisayara benzemez. Şuurluluğun ve zekânın bilgisayarın hesaplarına ve kompleksliğine indirgenebileceğine dâir hiçbir delil yoktur. Sinir bilimcilerinin gözlemledikleri tek şey, sinir hücrelerindeki devrelerin kompleksliği ile zekâ kabiliyeti arasında bir uygunluk olduğudur. Ancak hücreler ve uzantılarından ibaret görünen maddî yapıdaki nöral devrelerin nasıl olup da zekâyı meydana getirdiğine dâir hiçbir teori ileri sürülememiştir.

Evrimciler basitçe, evrimin daha büyük beyinleri ürettiğini varsaymaktadır. Beynin henüz çok az bilinen yapısında, kompleks nörolojik organizasyonlar basit bir şekilde şansa bağlı hâdiseler ve tabiattaki sınırsız güçler (fizikî ve kimyevî faktörler) sayesinde kendi kendine nasıl meydana gelir? Maalesef, evrimcilerin bu soruya ait bir cevapları yoktur. Bu cevap eksikliği ve belirsizlik diğer bir soruyu doğurur: Aklî ve zihnî melekelerimiz için hangi büyüklükte beyinler gereklidir?

Daha küçük beyin geri zekâ mıdır?
"Daha büyük beyin daha çok zekâ demektir." diye düşünmek normal gelebilir; ancak bu yanıltıcı bir basitleştirmedir. Beynin büyüklüğünün zihnî melekelerle olan bağlantısına dâir tartışmalarda, beyin büyüklüğünün sadece mutlak bir tabir (ağırlık veya hacim bakımından) olarak değil, vücut büyüklüğüne nispetiyle düşünülmesi önemlidir. Meselâ, filler insanlardan daha büyük bir beyne sahiptir. Zekâ ile alâkalı diğer önemli bir faktör de beynin kendisinde var olan organizasyonun muhteşem kompleksliğidir. Meselâ, farelerle karşılaştırıldığında, insan beynindeki nöronlar birbirleriyle 10–100 kere daha fazla sinaptik bağlantıya sahiptir.

Tabloda bazı hayvanların çıplak beyin ağırlıkları ile nispî beyin ağırlıkları verilmiştir. Üç farklı tablo bir araya getirildiği için bazı türlere ait rakamlar eksiktir:5

Tabloda da görüleceği gibi insan beyni, bütün hayvanların beyinlerinden ağırlık, nispî büyüklük ve yüzeyinin toplam sahası bakımından çok büyük farklılıkla ayrılmaktadır. Bu farklar, akılsız ve tesadüfî mutasyonlarla ve ne kadar uzun olursa olsun zamanla aşılamayacak kadar büyüktür. Balina ve fil gibi dev hayvanların beyni insan beyninden ağır olsa da, vücutlarına nispet edildiğinde çok geride kalmaktadır. İnsanın bu bakımından yegâne olduğu inkâr edilemez ve insan beyninin mükemmelliği; evrimin tesadüfî, şuursuz, akılsız mekanizmalarıyla da izah edilemez.

Maymunlar takımının geniş bir şekilde anatomisinin ele alındığı önemli bir kaynaktaki tablolar incelendiğinde de 47 maymun türünün tamamında nisbî kafatası kapasitesi 3–11 arasında değişirken, insan için bu değer 23'ü göstermektedir.6

Bütün bunlara rağmen evrimci literatürde, insanın bütün harika, zihnî melekeleri – matematik zekâsı, musikî zekâsı, edebî zekâsı gibi- doğrudan yahut dolaylı olarak büyük kompleks bir beyin ile bağlantılı görülür. Büyük kompleks beyinlerin artan zekâyla olan paralel uyumu büyük çoğunlukla doğru olmakla beraber, bu husus bütün bilim adamlarının kabul edeceği gibi, bir sebep-netice münasebeti içinde değildir. Ayrıca beyin büyüklüğü ile zekâ münasebetine ait rakamlar mükemmellikten de çok uzaktır. Küçük yahut zarar görmüş beyinlere sahip insanlar sık sık normal veya normalüstü aklî kabiliyetler sergilemektedir. Bu durum, insanın aklî gücünün basit bir şekilde, sadece beyin büyüklüğüyle eşlenemeyeceğini düşündürür.

Meselâ, "kuş beyinli" ifadesi, beynin küçüklüğü sebebiyle daha az zekâya sahip olmayı tedaî ettirir. Bu, hatalı bir düşüncedir. Bazı kuşlar, beyin ölçülerine nispet edildiğinde bekleyeceğimizin çok ötesinde dikkat çekici zihnî kabiliyetler sergiler.

Dört Afrikalı gri papağanla yapılan bir araştırmada, papağanlardan birisi eğitilmiştir. Eğitilen bu papağanın sayı sayabildiği, nesneleri, şekilleri ve renkleri tanıyabildiği, "aynı" ve "farklı" kavramlarını algılayabildiği görülmüştür. Papağanların bir gün okuyabileceğini düşündüren deliller de vardır.7

Yukarıdaki papağan misâlindeki anormallikler nazar-ı dikkate alındığında, daha yüksek zihnî kabiliyetler için niçin büyük beyinlere ihtiyaç duyulması gerektiğini düşünelim ki? Aslında, çok azalmış beyin dokusu ile dikkat çekici şekilde zihnî kabiliyetler sergileyen insanlara dâir sağlam raporlar vardır. Meselâ, antropolog Roger Lewin, Sheffield Üniversitesi'nde profesör olan İngiliz nörolog John Lorber ile yaptığı bir çalışmasını rapor etmiştir. Buna göre IQ'su 126 olan, sosyal olarak tamamen normal ve birinci sınıfta matematikte derece kazanmış genç bir üniversite öğrencisinin doğru düzgün bir beyni yoktur. Bu gencin normalden daha büyük bir kafası vardır. Gencin öldükten sonra üzerinde yapılan beyin taramasında, ventriküller ile kortical yüzey arasındaki beyin dokusunun normalde 4,5 cm. kalınlığı olması gerekirken, çok daha ince -milimetreler seviyesinde ölçülebilecek derecede ince bir tabakadan ibaret- olduğu görülmüştür. Gencin kafatası büyük çoğunlukla cerebrospinal sıvı ile doludur."8

Aynı şekilde meşhur mikrobiyologlardan Louis Pasteur'ün durumu da çok enteresandır. Bilim tarihçisi Stanley Jaki bu dikkat çekici tespiti şöyle yapıyor: "Bir beynin durumu büyük oranda kötüleşmiş olmasına rağmen, yine de üstün bir şekilde çalışıyor olabilir... Bunun meşhur bir örneği Pasteur'e aittir. Pasteur kariyerinin en tepesindeyken, beyninden bir kaza geçirmiştir. Bu ağır kazaya rağmen, daha sonraları yüksek seviyede mücerret düşünme kabiliyeti gelişmiş ve hayatının ilk kırk yılında öğrendiği bütün bilgileri tam randımanlı olarak kullanmasını gerektiren araştırmalarda çok verimli şekilde kullanmıştır. Ancak ölümünün ardından yapılan otopsi göstermiştir ki, Pasteur yıllarca asıl itibariyle beyninin yarısı ile yaşamış ve bu araştırmaları yapmıştır, beyninin diğer yarısı tamamen bozulmuş durumdaydı."9

Evrimciler bu tarz anormalliklere karşılaştıklarında genellikle "Böbrek ve karaciğerde olduğu gibi beyinde de inanılmaz miktarda gereksiz fazlalık veya yedek kapasite olmalıdır."10 şeklinde bir ifadeyle, beynin çok fazla miktarda işe yaramayan fazlalık bölgeler taşıdığını söylerler. Fakat o zaman da şöyle bir soru ortaya çıkar: Eğer beynin bu kadar çok kısmı gereksiz ve fazlalıksa, o zaman biz neden daha büyük bir beyin geliştirmeden, aynı zihnî kabiliyetlere sahip olarak evrimleşmedik? Çünkü bu fazlalıkla birlikte birçok gizli problem de gelir. En önemlisi büyük beyinlere sahip bebekler doğum kanalından geçerken zorluğa sebep olur, bu yüzden birçok anne ve bebek doğum sırasında hayatını kaybetmiştir. Çok miktarda fazlalık ihtiva eden daha büyük bir beynin tabiî seleksiyonla elenmesinin daha kolay olması gerekirdi, küçük beyinliler daha kolay doğum gibi seçici avantaja sahip olduklarından akıllı ve zeki olanların elenip, küçük beyinli geri zekâlıların yaşaması gerekirdi.

Yüksek aklî kapasitemizin (meselâ bir işlem yapmak veya derin bir matematik teoremini ispatlamak gibi) beynimizin yapısı ve büyüklüğü ile nasıl bağlantılı olduğu hususunda hiçbir ciddi cevap yoktur. Evrimciler genel olarak aklı basit bir şekilde, beynin elektro-kimyevî bir aktivitesi olarak görmektedir. Fakat aklı beyne indirgeyen bu materyalist faraziye, şu ân itibariyle herhangi bir deneyle tasdik edilmemiştir. Elimizde olan şey, sadece beyin resimleri ile şuur ve akıl seviyesi arasında bir münasebetin varlığıdır. Fakat bu ikisini birbirine bağlayan sebep-netice münasebetine dayanan bir mekanizmaya sahip değiliz. Hayatını sürdürmesi için gerekli fonksiyonları yerine getirmek üzere her hayvana ihtiyacı kadar ve farklı kabiliyetlerle techiz edilmiş bir beyin verilirken, hiçbir hayvana haksızlık yapılmadığını söyleyebiliriz. Milyarlarca nöronun her hayvanın ihtiyacına göre bir desen teşkil ederek beyin gibi muhteşem bir sanat eserini meydana getirmek üzere harekete geçirilmesini ve bu sürecin hiç aksamadan yürütülmesini akılsız ve şuursuz evrim mekanizmalarıyla izaha çalışmak, düşünen bir insana pek mâkul gelmemektedir.

Kısaca söylersek, evrimciler için beynin evrimi büyük bir problem olarak ortada durmaktadır. Gelecek sayıda beyinde sergilenen yaratılışa ait güzelliklere ve evrimin açmazlarına devam edebilmek ümidiyle...


Dipnotlar
1. Hopkin, M. (2004): Jaw-dropping theory of human evolution. Did mankind trade chewing power for a bigger brain? Online olarak basılmış Nature makalesi. 25 Mart 2004. nature/doi:10.1038/news040322-9.html
2. Stedman, H.H., Kozyak, B.W., Nelson, A., Thesier, D.M., Su, L.T., Low; D. M. et al. (2004): Myosin gene mutation correlates with anatomical changes in the human lineage. Nature 428, 415-418.
3. Asimov, I. (1970): In the Game of Energy and Thermodynamics You Can't Even Break Even. Smithsonian (August):10.
4. Asimov, I. (1975): Science Past-Science Futur. New York, NY: Doubleday, 291.
5. Flindt, R. (2000): Biologie in Zahlen, Eine Datensammlung in Tabellen mit über 10.000 Einzelwerten, 5. .Auflage, Spektrum Akademischer Verlag. Gustav Fischer, Heidelberg, Berlin.
6. Ankel-Simons, F. (2000): An Introduction Primate Anatomy. Second Edition Academic Press, A Harcourt Science and Technology Company, San Diego, U.S.A .
7. http://www.alexfoundation.org. 18 August 2004.
8. Lewin, R. (1980): IsYour Brain Really Necessary?. Science, 210 (12 December):1232.
9. Jaki, S. L. (1969): Brain, Mind and Computers (South Bend, Ind.: Gateway Editions, 115-116.
10. Richards, Jay W. ed.(2002): Are We Spiritual Machines: Ray Kurzweil vs. the Critics of Strong A.I. (Seattle: Discovery Institute), 193.


(Sızıntı Dergisi Aralık 2010 Sayısı - Prof.Dr.Arif SARSILMAZ)
http://www.sorularlaevrim.com/makale/evrim-denen-yalan--2--254.html


[h=2]Evrim Denen Yalan -1[/h]Biyolojiyi ideolojik evrim anlayışına göre biçimlendirmek isteyen bazı bilim insanları, giderek artan bir şekilde elde edilen genetik verileri, insanların maymun benzeri atalardan evrimleştiği iddialarını destekleyecek tarzda kullanmaktadır. Bunun altında yatan temel faraziye, çok fazla nispette genetik benzerlik taşıyan canlı formlarının, birbiriyle yakın münasebet içinde -yani akraba- olduğu düşüncesidir. Son yıllarda yapılan genom haritalanması, insan ve şempanze DNA'larının daha incelikli karşılaştırılmasını imkân dâhiline sokmuştur.

İnsan ve şempanze DNA'larının azotlu baz sıralanmaları birbirine yüzde doksan sekiz nispetinde benzer. Bu gerçek, evrimcilerce insanın maymundan evrimi için kesin doğrulayıcı bir delil olarak görülmektedir. Fakat bu genetik benzerlik gerçekte ne mânâya gelmektedir? Öncelikle şunu düşünelim: Zaten elimizde sadece dört nükleotid bazı olduğundan, her kim birbirinden farklı DNA dizileri sıralamak isterse istesin -tamamen tesadüfî diziler bile oluştursa- bu diziler, ortalama yüzde 25 oranında birbirine benzer olacaktır. Hangi benzerlik iddiası olursa olsun, ilk başta bu miktarı kendi benzerlik oranından düşmelidir. Burada aynı harflerle yazılmış kitapları düşünelim. Yaratma hâdisesini akla yaklaştırma açısından, dört harfli bir alfabeyle yazılmış bir kitap gibi düşünürsek, iki farklı türdeki –yani iki farklı kitaptaki bir sürü kelime, edat ve bağlacın aynı olmasını hatırlatan- benzerliklerin o iki farklı türün ortak atadan geldiğini ima etmez. Çünkü bu iki tür (iki kitap) farklı gayeler için yaratılmış iki ayrı eserdir.

Düşünmeye devam edersek, insanlar ve şempanzeler birbiriyle tamamen aynı sayıda DNA baz çiftine sahip değildir. 1980'lerde, yüzde 98 benzerlik ilk öne sürüldüğünde, araştırmacılar şempanzelerin genomunun insanınkinden % 10 daha uzun olduğunu düşünüyorlardı.(1) Fakat bu durumda, birisi insan ve şempanze DNA'larının tamamını sıralasa, şempanze DNA'sının % 10'unun insan DNA'sında karşılığı olmayacaktır. Buna bir de şu açıdan bakalım: İnsan ve şempanze DNA'larının arasındaki benzerlik ilk rapor edilirken, aralarında en azından % 10'luk bir farklılık olması gerektiği söylenmeliydi; ancak bu yapılmamıştır. Genom büyüklükleri arasındaki fark genel olarak yok sayılmıştır. Şu andaki insan ve şempanze genomlarının tahmini uzunlukları, birbirine çok daha yakındır; şempanzelerinkinde 3,1 milyar baz çifti, insanlarınkinde 3,2 milyar baz çifti vardır.(2)

Peki, o zaman, "yüzde 98" oranı nereden ortaya çıkmıştır? 1984 yılında, Charles Sibley ve Jon Ahlquist DNA-DNA karşılıklı melezleme deneyi yapmışlardır. Bu deneyde, her türün DNA'sı çift sarmal yapının açılıp tekli DNA zincirleri oluşturması için ısıtılır, daha sonra iki türe ait DNA zincirlerinin birbirine karıştırılıp yeniden bir araya gelmelerine ve eşleşmelerine izin verilir.(3) İnsan DNA'sı şempanze DNA'sıyla eşleşebilir veya tam tersi de olabilir. DNA zincirlerinin birbirine karşılık gelme derecesi, insan-şempanze DNA kombinasyonlarının ısıtıldıktan sonra bir araya gelmiş olan DNA zincirlerinin birbirinden hangi sıcaklıkta ayrılacağının ölçümü ile belirlenir. Böylece, termodinamik alanda, Sibley ve Ahlquist iki tür arasında yüzde 1,63'lük bir farklılık başka bir değişle de yüzde 98,4'lük bir benzerlik olduğunu bulmuştur.
15_1.jpg


İnsanlar ile şempanzeler arasındaki genetik benzerlik, bu iki tür arasındaki diğer benzerliklere paraleldir. Meselâ, insanlar ve şempanzeler büyük morfolojik benzerliklere sahiptir. Yaşayan formlara ait hayalî bir ortak atanın dayatılmasından önce, on sekizinci yüzyılda Linnaeus, şempanzeleri Homo troglodytes (ilkel adam) olarak sınıflandırmıştır. Jonathan Marks'a göre, "Şempanzeler on sekizinci yüzyılda yeni ortaya çıkmış bir şey olduğu zamanlarda, bilim adamları insan ile maymunların vücutlarında gördükleri baskın benzerlik karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Niçin dönmesinler ki? Kemik kemiğe, kas kasa, organ organa, insan ve maymun vücutları birbirinden sadece ince farklılıklar gösteriyordu."(4) Çok sayıda olan bu fizikî benzerlikler düşünüldüğünde, insanlar ve şempanzelerin genetik benzerliği çok da şaşırtıcı değildir. Zîrâ hayatta kalmanın temel prensipleri olarak sayabileceğimiz oksijen alma, azotlu atıkları atma, kan dolaşımı gibi bir sürü temel fonksiyonun yapılabilmesi için, sebepler açısından gerekli olan moleküler şifrelerin belli seviyelerde benzer olması gayet normaldir. Bu açıdan fare ile de, kurbağa ile de, balık ile de binlerce ortak şifre vardır. Bu canlıların hepsi de oksijen aldığına göre, oksijen alma ve kullanma ile ilgili biyokimyevî hâdiselerde kullanılan enzimlere ait şifreler tabiî ki aynı olacaktır. Tek katlı bir ev ile elli katlı gökdelende kullanılan kum, çakıl, demir ve çimento 'aynı malzeme' diye gökdelenin tek katlı evden kendi kendine tesadüfen türediği iddia edilebilir mi?

Bütün bunlara rağmen yine de, insan ve şempanze DNA'larının yüzde 98 benzer olduğunu söylemek ciddi mânâda yanıltıcı olabilir. Bunun sebebi, DNA'yı yazı dili gibi düşünme eğilimimizdir. DNA zincirleri dört harfli bir alfabeden oluşan (A, T, G, C ile temsil edilir) bir sıralanmadır. Benzer şekilde insanlar tarafından yazılan Türkçe kitaplar da 29 harfli alfabeden oluşmuş harf dizileridir. Ancak burada, insanların yazılı bir metni okumaları ile hücrenin DNA'yı okuması arasında önemli bir fark vardır. Eğer insanların yazdığı iki kitap yüzde 98 oranında birbirine benziyorsa, bunlar haddizatında aynı kitaptırlar. Bunun sebebi, bu metinler bilgisayarlar veya makineler tarafından değil, yapılan tesadüfî hataları anlayabilecek ve onları düzelterek okumaya kabiliyeti olan okuyucular tarafından okunmak üzere yazılmıştır.

Öte taraftan, eğer iki DNA dizisi yüzde 98 oranında benzerse, bu dizilerin fonksiyonları büyük ölçüde farklılık gösterebilir. Bunun sebebi, insanların bir metni deşifre etmesinde kullandığına benzer bir kabiliyeti, hücreler DNA'yı deşifre ederken kullanmaz. Yazı dilinin önemli bir özelliği, büyük ölçüde değiştirilse bile, kelimelerin ve bir metnin mânâsını belirleyebilmemiz için ilâve bilgiler ve siyak sibakla alâkalı yani konuya uygun ipuçları bulundurmasıdır. Hâlbuki DNA'daki tesadüfî hatalar (bilgisayar kodlarındaki tesadüfî hatalar gibi), çok küçük bir grup şeklinde olmuş ve az sayıda bile olsa, eğer ölümcül değilse sıklıkla hücrenin bir fonksiyonunda çok ciddi değişmelere sebep olur ki, bunun da yıkıcı tesirleri olur.

Hücrelerin genetik bilgiyi kullanmak üzere kompleks yolları olduğu için, çok küçük bir genetik değişme, biyolojik fonksiyonu ciddi ölçüde değiştirebilir. Genler tarafından belirlenen proteinler, daha üst seviyede karmaşık yapılar, ağlar oluşturmak üzere bir araya gelirler ki, bu yapılar tek başına nükleotid veya aminoasit dizilişiyle belirlenmez ve bu yüzden de dizilme analizlerinde ortaya çıkmaz. Netice olarak, iki organizma neredeyse birbirinin aynı iki gen setine sahip olabilir, hattâ bu genler bir kromozom üzerinde kabaca aynı sırayla yerleşmiş de olabilir; ancak yine de bu genlerin kullanılması o kadar farklı olabilir ki, neticede bu genler birbirinden önemli ölçüde farklı organizmaların hayatını belirler.

Yukarıda zikredildiği üzere, biyolojik sistemlerde küçük değişikliklerin çok önemli tesirleri olabilir, tabiî ki eğer bu değişikler doğru değişiklikler olarak meydana gelmişse. Bilhassa gene ekspresyon sistemleri (genlerin mânâlarının çözülüp okunması diyebiliriz) bütüncül bir şekilde çalıştığından, büyük ölçekli bir değişiklikten sonra yeniden düzenli çalışması için evrim teorisinin karakteristiği olan deneme yanılma tamirciliğinden daha fazlasına ihtiyaç duyulacaktır. Aksine farklı bir sistemin tekrar çalışması ise, çok sayıda koordineli değişmelere ihtiyaç duyacaktır. Bu tarz mükemmel değişiklikler ancak sınırsız ilim ve kudretiyle iş gören ve icraatını her harfin üzerinde gösteren hikmetli bir Sanatkâr yani Allah (celle celâlühü) tarafından yapılabilir.

İnsanlar ve şempanzeler arasındaki fizikî farklılıklar
Gen seviyesinde değil de, temel morfolojik açılardan baktığımızda insanlar ve şempanzeler birbirine ne kadar benzemektedir? Aşağıdaki farklılıklara bakalım:

1. Şempanzelerin ayakları da elleri gibi tuttuğunu iyice kavrayabilen (prehensil) bir hususiyet arz eder; bir başka deyişle şempanzeler, elleriyle kavrayıp tutabildikleri bir şeyi ayaklarıyla da aynı şekilde kavrayabilir. İnsanların ayakları ise, tutma ve ellerin yaptığı gibi iş görebilme açısından o kadar kabiliyetli değildir.
2. İnsanların çene kemiği uçları çıkıntılı ve daha bariz, maymunların çeneleri ise geriye yatıktır. Aynı şekilde insanların burunları da daha dik ve çıkıntılı olduğu hâlde maymunlarınki yassı ve basık şekildedir.
3. İnsanın dişileri menopoza girer, yani kadınların 45–50 yaşlarında doğurganlıkları son bulur; hâlbuki primatlar takımına giren hiçbir maymun türünde böyle bir şey yoktur (insanların dişilerinden başka, menopoza girdiği bilinen tek memeli, kılavuz balina (Globicephala) türlerinin dişisidir.)
4. İnsan dişilerinin emzirme dışında da göğüsleri belli olduğu hâlde, maymunların göğüsleri emzirme dışında belli olmaz.
5. Suda yaşayan memelilerde, balinalar ve su aygırlarında olduğu gibi insanların derilerinin altında da yağlı bir iç tabaka vardır, maymunlarda ise böyle bir tabaka yoktur.
6. Erkek maymunların dış üreme organlarında baculum olarak adlandırılan bir kemik vardır (şempanzelerde 10 milimetredir); insanlarda böyle bir kemik yoktur.
7. İnsanlar çoğunlukla (% 95) sağ ellerini kullanırlar, şempanzelerde böyle bir ayrım yoktur, onlar sol ve sağ ellerini aynı nispette kullanırlar.
8. İnsanlar terler, maymunlar terlemez.
9. İnsanlar şuurlu olarak nefeslerini tutabilirler, maymunların bu şekilde nefeslerini tutma gibi bir kabiliyetleri yoktur.
10. İnsanlar ağlayabilir, maymun türleri içinde ise ağlayabilen yoktur.


15_2.jpg
Bu saydıklarımız, insanlar ile maymunlar arasındaki çok bariz olan fizikî farklılıktan sadece birkaçıdır. Daha detaylı bir incelemeye giriştiğimizde iskelet ve kıllanma özellikleri başta olmak üzere daha yüzlerce özellik ortaya koyabiliriz. Dikkatli incelendiğinde her kemik ve kasın hususi farklılıklar arz ettiği görülebilir. Kabaca kol veya bacaktaki kemik sayılarının aynı olması önemli değildir. Önemli olan her kemik ve kastaki ince sanatın farklılığıdır.

Asıl büyük farklılık ise, insanların entelektüel birikim kapasitelerinde, lisan kabiliyetlerinde ve ahlâk kaidelerine bağlı olmalarında yatar. Kendisine verilen akıl, şuur, irade, vicdan ve lisan gibi nimetleri kullanarak medeniyetler kuran, icat ve keşifler yapan, bir inanç sistemine dayanan ahlâkî kriterlere göre davranan insanın, sadece DNA'larındaki harf benzerliklerine bakarak maymunlarla ortak bir atadan geldiklerini iddia etmenin aklî ve mantıkî bir tarafı var mıdır? Birisi ağaçta asılarak muz yiyen bir hayvanı, diğeri bilgisayarlarla dünyada ne olup bittiğini tarayan bir insanı netice veren genetik kodlardaki ve beyinlerdeki farklılıkların her biri, yerli yerince nasıl ortaya çıkmıştır? Beyin faaliyetlerine ait bazı kabiliyetler, beynin belli bölgelerindeki nöronlarda toplandıkları hâlde, bazı kabiliyetler bütün beyinde yaygın bölgelerin birlikte entegrasyonuyla ortaya çıkmaktadır. Maymun beyniyle insan beyni arasındaki -şuursuz evrim mekanizmalarıyla ortaya çıkamayacak- bazı farklılıklara inşallah gelecek sayıda temas edeceğiz.



Dipnotlar

(1). Pellicciari, C., Formenti, D., Redi, C.A., Romanini Manfredi, M.G. (1982): DNA Content Variability in Primates. Journal of Human Evolution 11:131-141.
(2). http://genomebiology.com/researchnews/default.asp?arx_id=gb-spotlight-20... ve http://nature.ca/genome/03/a/03a_ 11a_e.cfm
(3). Sibley, C.G.,Ahlquist, J.E. (1987): DNA Hybridization Evidence of Hominid Phylogeny: Results from an Expanded Data Set. Journal of Molecular Evolution 26: 99-121.
(4). Marks, J. (2002): What it means to be 98% chimpanzee. Apes, People, and Their Genes. University of California Press Berkeley and Los Angeles.




(Sızıntı Dergisi 2010 Ekim Sayısı - Prof.Dr.Arif SARSILMAZ)

http://www.sorularlaevrim.com/makale/evrim-denen-yalan--1--250.html

 

Majeste

Profesör
Katılım
7 Mart 2007
Mesajlar
1,953
Reaksiyon puanı
21
Puanları
0
ashabulyemin ne yaptığı konusunda kendisi fikir sahibi olmadığı için, yazdıklarını okuyup, sorgulamadan buraya yazması açıkçası bu tartışmayı iyiye götürmek yerine batırıyor. Çünkü tartışmada herhangi bir taraf eğer kendi düşünceleri (yani dışarıdan öğrendiği şeyleri sorguladıktan sonra edindiği) ile tartışmazsa, bu onun konu hakkında bilgisizliğini gösterir.

Eğer taraf o yazılanların doğru olduğunu ve kendi düşünceleri ile uyuştuğunu iddia ediyor ise, zaten bu şekilde kopyala-yapıştıra gerek kalmadan, mantıklı bir şekilde açıklamalarını yapabilir.

Ancak sayfalarca yapıştırılan mesajlara göre ashabulyemin'in maalesef bilmediği bir konuda, sırf kendi inancıyla paralellik gösteriyor diye, herhangi bir bilgiyi sorgulamadan, ona inanıyor olması, acizlik ve bilgisizlik göstergesidir.

Bu da açıkçası üzücüdür ve genel olarak evrim teorisini reddeden insanların durumunu belirtmektedir. Bu da evrim teorisinin anlaşılmadan, hatta evrim teorisini çürütttüğü iddia edilen yazıların anlaşılmadan, bir fikir sahibi olunması demektir ki bu sadece ve sadece cahilliktir.

Umarım en kısa zamanda bu körlük ve bilgisizlik içinden çıkılacaktır.
 

Son mesajlar

Üst