Ölümsüz Kan

Bu konuyu okuyanlar

Penetrator God

Doçent
Katılım
14 Ocak 2020
Mesajlar
854
Çözümler
1
Reaksiyon puanı
521
Puanları
93
Yaş
26

168493729-352-k357780.jpg



Wattpad Adresi Tıkla

Aydınlıkla karanlığın ebedi savaşı...

Auriel'in Yayı'nı Serana ve Ejderdoğan bulur ve hemen ardından Volkihar şatosuna Lord Harkon'u durdurmak için Şafakmuhafızları'nında desteğiyle yola koyulurlar. Fakat işler planlandığı gibi gitmez.

Isran saldırı sırasında öldürülür. Daha sonra Lord Harkon öz kızı ve Ejderdoğan ile girdiği şiddetli çarpışmada Ejderdoğan'ı öldürmeyi başarır. Kızını ağır yaralar. Bu sıralarda Şafakmuhafızları'nında sonu gelmiştir. Böylelikle Kadim Parşömen'leri ve Auriel'in Yayı'nı ele geçirir ve bunlarla güneşi karartarak Tamriel'e sonsuz karanlığı getirmiş olur.

Vampirler artık güneş ışığı etkilerine maruz kalmadıklarından dolayı saklandıkları yerlerden yüzeye çıkarlar. Gün geçtikçe cesaretleri artar. Skyrim'in her bölgesinde saldırılar çoğalır. En sonunda birgün Lord Harkon'un önderliğindeki binbir çeşit yaratıktan oluşan muazzam büyüklükteki bir ölümsüzler ordusu ortaya çıkar.

Bu ordunun yaratılış amacı Skyrim'i istila etmektir. Bunu kolaylıkla başarırlar. İç Savaş ve Ejderhalar yüzünden yıpranmış Skyrim halkı fazla direniş gösterememiştir. Birkaç ayda Thalmor Skyrim'den çekilmiş, İmparatorluk yıkılmış ve Fırtınapelerinler yok edilmiştir.

On binlerce insan yenilmiş, kanları kurutulmuş ve binlercesi vampirlere dönüştürülmüş. Skyrim halkının geriye hayatta kalan çok az bir kısmı da hem hizmetçilik hem de besi hayvanı olarak zindanlara atılarak köleleştirilmiştir.

Felaketten kaçıp hayatta kalmayı başaranlar yer altına kaçmışlardır. Orada gözlerden ırak bir şekilde sessizce yaşamlarını sürdürmek zorunda kalırlar. Bunların üzerinden tam on yıl geçer. Yer altı şehri Heart'ta gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükuneti bozmasının ardından şehre düzeni getirmek kuruculara düşer.

Cinayet vakaları bununla da sınırlı kalmaz ve kasaba halkı bir sinek gibi tek tek avlanmaya devam eder. Her yeni kurbanda şok edici bir sır ortaya çıkar. Zaman azalmakta, çember git gide daralmaktadır.

Sırlar çözüldükçe bilinmezlikler netlik kazanacak ve maskeler birbir düşecektir. Ayrıca aniden ortaya çıkan bir vampirle olaylar daha da sarpa saracaktır.

Ana Karakter Tanıtım Bölümü: Lake'in Hikayesi

Benim adım Lake, 4 Nisan 4. Çağ 180 yılında (32 Yaşında) Cyrodiil'in Bruma şehrinde Kuzeyli bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli etrafımdaki dünyayı değiştirmeye çalıştım. İkna edici, benmerkezci, dışadönük, bağımsız, karizmatik ve hırslı bir kişiliğe sahibimdir.

Ayrıca inatçı, dominant, alıngan, biraz asabi ve yerine göre de acımasızımdır. Bir çoğunuza antipatik gelmiş olabilirim ama altını çizmek isterim, pek çok ırkdaşımın aksine vicdansız, vahşi biri değilimdir. Hayatımda ki zorluklar karşısında her zaman sağlamlık, hedeflerim karşısında da süreklilik sergilemişimdir. Dayanıklıyımdır ve cesurumdur. Ancak sonuçları ne olursa olsun seçim yaparken ahlaki değerlere bağlı kalmaya çalışmışımdır. Ayrıca kişiliğimde güzel kadınlar tek zayıf noktam olabilir.

Annem ev hanımı, Babam ise bir zanaatkardı, toplum tarafından değer gören, güzel görünen, faydalı aletler yapardı. Jerall dağlarındaki ormanlarda ağaçlar o kadar boldur ki şehirdeki her şey neredeyse ahşaptan yapılmıştır. Bu yüzden zenginler bile yeni mobilyalar yaptırtmak ve evlerini güzelleştirmek için babama gelirlerdi.

Rahat ve lükse alışkın biri olarak büyüdüm. Bir çekic ile balyoz arasındaki farkı anlarım. Çocukluğumu şehrin en varlıklı soylu Kontlarından birinin köşkünde uşak olarak geçirdim. Kötü tarafı hizmet ederken ilk görevim, her zaman ağır başlı ve alçak gönüllü olmaktı, İyi tarafı her türlü eğlencenin olması: ziyafetler, yarışmalar, turnuvalar, dedikodular, büyük aşk ve hikayelerin şiirlerini okuyan ozanlar, soylu tabakadan insanların ziyaretleri. Anlayacağınız bir dünya kargaşa ve yorucu olay.

Hiç unutmam, soylu ailelerin çocuklarıyla, genelde beni görmezden gelirlerdi ama hepsi kendini beğenmiş değildi. Aralarından iyi arkadaşlık kurduklarımda oldu. Ağaç dallarını kılıç gibi kullanarak kaba oyunlar oynardık. Oynadığımız bu oyunlar gündelik yaşantımda bana paha biçilemez dersler verdi.

Şimdilerde yolların çağrısına cevap veren bir köyden yada şehirden diğerine, bulabildiğim ne varsa ticaretini yaparak dolaşan bir gezginim. Çocukluğum aksine yetişkinliğe yeni adım attığım bu zamanlardaki hayatım zengin bir varoluşa sahip değildi, ama böbürlenmek gibi olmasın, konu pazarlığa gelince en cimri ihtiyarlardan bile iyi fiyat koparacak kadar ustaydım.

Annem ve babam vefat ettiğinden beri aklımda tek bir şey var, o da ailemin kaybının acısı bu kadar yakınken artık Cyrodiil'de kalamayacağımdı. Evim gitgide adeta bir hapishaneye dönmüştü. Çocukluğumdan beri dünyayı gezip görme hayallerim vardı. Ama özellikle bir yer vardı.

Skyrim'i görmek istiyordum, tüm Kuzeylilerin babası olan Tiber Septim'in, Yüce Talos'un doğduğu yeri görmek istiyordum. Belki de yeni bir hayat bana, ailemi onurlandırmamı ya da onları unutmamı sağlayabilirdi. Ayrılma fikri kafama yatmıştı, ayrıca Bruma Nibenlilerin şehri olarak bilinir ancak Skyrim sınırına yakınlığından dolayı daha çok kuzeyli bir şehri andırır. Bruma her zaman soğuk ve karla kaplıdır. Böyle bir iklimde doğup büyümek Skyrim'de bana avantaj sağlayacaktı, kendi memleketimde gibi hissedecektim ve alışmakta zorluk çekmeyecektim.

Skyrim hakkında hikayeler anlatıp dururlar. İmparatorluk ile Fırtınapelerin arasındaki savaşlar yüzünden paramparça bölünmüş topraklar, fırsatçılar, maceracılar, haydutlar, ve son olarak ejderhaların dönüşü. Tehlikelere göğüs gerecek nitelikte olanlara büyük fırsatlar sunan bu ülkede geçmişimi ardımda bırakıp yepyeni bir hayata başlayabilirim. Özgür olacağım ve seçtiğim yol her ne olursa olsun büyük maceraların beni beklediğini hissediyorum.

Ve ardından hızlı bir kararla sadece gittim ve asla arkama bakmadım ama Skyrim'e olan yolculuğum hayatımda her şeyi sonsuza kadar değiştirecek korkunç bir yola sokacağını asla tahmin edemezdim.

Eski Bir Vampir Hikayesi

Yazar notu: Bu kitap eski bir kamp alanının yakınlarındaki ağacın altında gömülü bulunan günlükle oluşturulmuştur. Sahibi günümüzden 200 yıl kadar önce 3. Çağ'ın sonlarında Skingrad'da yaşamış ismi bilinmeyen bir muhafızdı.

17 Ağustos 3Ç 433 Pazartesi

Benim kasabam eşsizdir. Aydınlık bir ğöğü, verimli toprakları ve etrafını çevreleyen duvarlarının parıltısıyla mücevheri andıran bir görünüşü vardır. Skingrad'ımın kontu da en az bir o kadar özeldir ve Cyrodiil'de ki diğer yöneticilere hiç benzemez.

Janus Hassildor, usta bir büyücü ve ne asık suratlı, ne de savaş meraklısıdır. Yalnızca halkının mutluluğu için çabalar durur. Halk olarak bizlerde onu sever ve iyiliğini isteriz. O da davranışlarıyla bu sevgimizi fazlasıyla hak ettiğini kanıtlar herkese.

Ama Kontumuz'da fark ettiğim küçük birkaç kusur var ki, Skingrad Kalesi'nin iç tarafındaki giriş kapısında nöbet tuttuğum sıralarda bu kafamı çok meşgul ediyordu. Tahttında hiç oturmuyordu. Hatta odasından bile o kadar nadir çıkıyordu ki kaledeki portreleri olmasa yüzünü bile unutacaktım.

Onunla görüşme talebinde bulunanları kahya Mercator Hasidos reddediyordu. Sürekli bir bahaneyle geçiştiriyordu. Ayrıca kont Büyük Julianos Şapeli'nde de ibadet ederken görülmüyordu. İşi daha da garipleştiren çevresindekilerinin bu durumu sorgulamayan ve normal karşılıyan halleriydi. Sanki birşeyi gizlemeye çalışıyorlardı insanlardan ama neydi bu şey ya da kişi ve kontla ilgisi var mıydı?

19 Ağustos 3Ç 433 Çarşamba

Bu sabah Kont Janus Hassildor uzun zamandır ilk defa yatak odasından çıktı. Taht odasına indi. Merdivenlerden aşağıya inmesi oldukça uzun sürdü. Her adımında yavaşlıyordu ve giderek bastonuna daha çok yüklenip ağırlığını veriyordu.

Yanına sokulup, koluna destek olmak için giren korumasını eliyle nazikçe geri çevirdi. Vücudunda yayılan bitkinlik hissiyle savaşarak tahtına güçbela yerleşti kont, yüzünde aniden beliren kendinden emin karanlık bir gülümsemenin eşliğiyle:

"Bu yıl Skingrad'da ki yoksul ailelere altın dağıtılıp, açlar doyurulacak. Yetim çocuklara ise bir yetimhane yaptırılacaktır. Herkesi sevindireceğim." dedi.

Ardından saray erkanındaki dalkavuklar başına toplanıp, Kont'un her söylediğini alkışlayarak iyice onu pohpohlamaya başladı:

Uşak, Shumgro-Yarug: "Çok yaşa kont!"

Hizmetçi, Hal-Liurz: "Başımızdan eksik olma!"

Kahya, Mercator Hasidos: "Kont'a şükürler olsun!"

Kont son hatırladığım gibi değildi. O böyle yaptığı iyiliklerle gösteriş yapıp, övünen bir adam olarak bilinmezdi.Ve enerjik biriydi de. Ne zamandan beri baston kullanmaya başlamıştı? Ama bugün solgun, tükenmiş gibiydi ve dağıtmak için çok uğraşmış olsada başaramadığı belli olan gergin bir havası vardı.

Gözleri bir garipti... çevresine attığı bakışlarda her an kendini bozup çıldıracakmış gibi bir edası vardı. Aramızda çok uzun kalmadı. Ama oturduğu yerden ayağada kalkamadı.Sanki buraya gelmek kalan bütün enerjisini harcamıştı.

Hizmetlilerinden yardım istedi. Ork uşak onu kucağına aldığı gibi odasına taşıyarak çıkarttı ve yatağına yatırıp kapısını kilitledi. Kont'un rahatsız olduğu ve dinleneceği söylendi. İçeriye kimse sokulmadı.

20 Ağustos 3Ç 433 Perşembe

Kontlarının hasta olduğunu duyan halk kalenin kapısına dayanmıştı. Kalabalık köprüde göz alabildiğince uzanan bir kuyruk oluşturdu. İçeriye sadece belli başlı kişiler alınıyordu. Odasına bir şifacı, kahyası, hizmetçisi, uşağı ve ona dua etmek için gelen birkaç kasabalı girdi.

Kısa bir süre sonra Kont'un odasından çığlıklar yükselmeye başladı. Sesler o kadar şiddetliydi sanki kulağımı tırmalıyordu. Neler olduğunu anlamak için odasına koştuk. Kapıyı tekmeyle kırarak odadan hışımla çıkan bir orman elfi gördüm.

Dehşete kapılmıştı. Sanki tarifsiz bir manzaraya maruz kalmış bir hali vardı. Ağzını sürekli açıp kapatıyordu ancak gördüğü şeyi ifade edecek bir cümle veyahut kelime bulamamış olsa gerek ki durup sustu. Onu yakaladım ve omuzlarından tutup duvara dayadım. Sakinleşmesini bekledim. Ancak giderek dahada ele avuca sığmaz bir hal alıyordu.

Yüzüne tokat attım ve:

"Ne oldu?!" diye sordum.

Orman elfi hala korkusunu üzerinden atamamıştı, çok hızlı nefes alıp veriyordu:

"Ko... o... bi... vam... Kaçın... hepiniz... Yaşamak istiyorsanız!!!" diye kekeleyip bağırıp, çığlıklar atarak, elimden sıyrıldı.

Herkes şaşkınlıkla o sırada orman elfinin kaleden koşarak kaçışını izliyordu. Daha sonra kahya gelip Kont'un daha fazla misafir kabul edemeyeceğini ve yorulduğunu söyledi.

21 Ağustos 3Ç 433 Cuma

Ertesi gün Janus Hassildor gelip tahtına kuruldu. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Tuhaflığa bakınki iki gün önceki halinden eser yoktu. Yenilenmiş gibiydi. Canlıydı. Ve üstüne üstlük dünkü yaşanan olaylarda neyin nesiydi? Orman elfinin kim olduğunu araştırdım.

Adı Galarthir'di. Kaleden çıkışından sonra onu bir daha gören olmamıştı. Hatta evine bile hiç uğramamış sanki Skingrad'ı terk etmişti. Bu kadar tesadüf biraz fazlaydı. Burada birşeyler dönüyordu ama ne olduğunu anlayamıyordum. Kont konuşma yapmaya hazırlanıyordu. Bende yaşanan bu olaylarla ilgili mantıklı bir açıklama yapacağı umuduyla kontu can kulağıyla dinlemeye başladım.

Ama o yine Skingrad'a yaptığı ve yapacağı iyiliklerle ilgili böbürlenmeye başlamıştı. Ve yine dalkavukları gelip yalan iltifatlarla başını göklere erdiriyorlardı. Onu bir ilah gibi övüyorlardı. Sanki transa girmiş gibilerdi. Kont duyduğu tatlı sözlerin etkisiyle kendinden geçerek etrafını kıvançla süzüyordu:

"Söyleyin bana kullarım! Gerçektende insanlar hatta tanrılar arasında gönlü benden daha zengin, daha cömert kimse var mıdır?" diye sordu Kont cevabını biliyormuşçasına.

"Kudretli, yüce efendimiz," dedi saray erkanı hep bir ağızdan, aynı anda sanki koroymuş gibi.

"Yeryüzünde hatta gökyüzünde sizin kadar iyi, sizin kadar cömert başka kimse yoktur. Halk bu iyiliklerinizi hiçbir zaman ödeyemez." diye devam edip sözlerini bitirdiler.

Bunlara daha fazla dayanamadım ve başka söze fırsat vermeden tahta doğru yaklaşıp atıldım:

"Kusura bakmayın ama hangi adam bir tanrıyla kıyaslanabilir ki! Haddinizi aşıyorsunuz!" dedim.

Böyle birşeyi beklemeyen Kont'un yüzünde kara bir bulut belirdi. Kalın kaşlarını çattı, kırmızı gözlerinden şimşekler çaktı. Huzurunda bulunanlar korkuyla başlarını öne eğip titrediler.

Ama ben yılmadan dimdik baktım Janus Hassildor'un yüzüne. Kont öfkeyle kükredi:

"Asker... asker... Sen ne dediğinin farkında mısın? Sen kiminle konuştuğunu bilmiyor musun!"

"Siz sordunuz, ben de söyledim Kont'um..." dedim.

"Başka birgün olsaydı, derhal kelleni vurdurmuştum ama sadece seni kovmakla yetineceğim! Defol kalemden. Bir daha seni burada görürsem bizzat kendi ellerimle öldürürüm!"

Kılıcımı, kalkanımı ve zırhımı çıkarıp önüne attım. Kont bu sırada beni dişlerini ve yumruğunu sıkarak izliyor köpürüyordu. Bir dakika kadar böyle devam etti sonra yarı çıplak bir şekilde arkama bakmadan çekip gittim.

27 Ağustos 3Ç 433 Perşembe

Skingrad'ın güzelliği, sadece kötülüğünün bir maskesiydi. Galarthir doğruyu söylüyordu. Tam bir haftadır yollardayım. Beni muhafızlıktan attı daha sonra evime bir suikastçısını yolladı.

Dokuzlara şükürler olsunki bunu önceden tahmin edebildiğim için hazırlıklıydım. Ancak bunu savuşturmuştumki ardından evimi kundakladılar. Ve Galarthir'in kayboluşunu ve evimin yanışını güzelce bir kılıf uydurup örtbas ettiler.

İşte o gün bugündür kaçıyorum onlardan. Daha fazla ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. Suikastçinin gırtlağını kesmeden önce onu çeşitli işkencelerle bir süre konuşturdum. Söylediklerine göre Janus Hassildor bir vampirmiş.

Bu hastalığıda uzun zaman önce bir vampir saldırısına uğradığı sırada yakalanmış. Vücuduna bulaşan bu şeyi ilk zamanlar tedavi etmeye çalışmış fakat sonra yeni hayatının güzelliklerini görmüş ve kabullenmiş. Böyle yaşamaya başlamış.

Ölümsüzlüğü çok sevmiş hatta insanlığınıda tamamen unutmuş artık. Amacı Skingrad'ı Cyrodiil'deki vampirler için bir beslenme noktası, yuvası haline getirmekmiş. Kalede ki herkesi çoktan etkisine alıp kölesi yapmış bile.

Yakında şehrin geri kalanınada saldıracakmış. Kim bilir belki de daha ileri de vampirlerden oluşan bir ordu yaratarak tüm Cyrodiil'li bile istila etmeye çalışabilir. Kaleden sadece gece çıkmasının ve odasınada düzenli aralıklarla sözde dert anlatmaya ya da rica etmeye gelen kasabalıları dinlemek için almasının ve içeri girenlerden bir daha haber alınamamasının sebebi de buymuş demek ki.

İşte o kurbanlardan biri de Galarthir adlı orman elfiydi. Ama o az biraz şansla Janus Hassildor'un uzun zamandır beslenmemesinden kaynaklanan zayıflığından yararlanarak elinden kurtulabilmişti. Gerçi bunları niye hala yazıyorum bilmiyorum çünkü artık hiçbir önemi yok.

Çünkü benim yapabileceğim birşey yok. Halk ona inanıyor ve başka biri de kendi gözüyle görmeden bu anlatacaklarımı kale almaz. Elimden gelen tek şey kaçıp saklanmak. Şimdi günlüğümün bu bölümüne son verirken ne kadar aptal olduğumu fark ettim. Kont'a bu kadar açık seçik bir şekilde baş kaldırıp, karşılık vermeseydim keşke.

Ben kim oluyordumda Janus Hassildor'un gerçek kimliğini görüp bunu ifşa etmeyi düşündüm? Tamam bunu da yapmasaydım muhtemelen onun kuklalarından birine dönüşecektim ama yolu bu muydu bu işin? Sonucu böyle mi olmalıydı? Şimdi yaptığım seçimin bedeli olarak herşeyimi kaybettim ve hayatımın sonuna kadar kaçmak zorunda kalıyorum.

Kurt sürüsünden kaçan geyik gibi. Sürekli kaldığım yeri değiştiriyorum. Az dinleniyorum ve hiç uyumuyorum. Fakat ne yaparsam yapayım her hareketimde Janus Hassildor'un köpek dişlerini boynuma daha çok yaklaştığını hissediyorum.

Nereye giderim? Nasıl bir vampirden kurtulurum? Janus Hassildor ya ruhumu alacak ya da canımı. Kesin olan ve bildiğim tek şey bu. Her halükarda öleceksemde, en azından şu an vaktim varken bunun nasıl olacağına karar verebilirim. İntihar etmek Kont'un bana yapacaklarından daha beter olamaz.

Benim adım Harkin ve vasiyetim olarak sadece adımla hatırlanmak istiyorum. Olurda bu günlüğü biri bulursa diye kamp yaptığım bu son yere gömüyorum.

Bir Aşık Vampir Hikayesi

Cyrodiil'in batı Leyawiin Şehri genç Marius'a şiddetli geçmişinden ve huzursuz ailesinden kaçıp kurtulmak için mükemmel bir yer gibi görünür. Ancak Marius'un bu süreçte hiç ummadığı şey, güzel Alessia Aurunceia'a aşık olup, vampirlerin yeri olan Volkihar Kalesi'nin içine düşüvermekti.

Alessia ile olan ilişkisine bir şans tanırken, aynı zamanda onu sürekli rahatsız eden vampir olduğunu öğrendiği eski kız arkadaşından kurtulmak için mücadele veren Marius, yalnızca kendi hayatını değil, çok sevdiği insan olmayan arkadaşlarının hayatlarını da tehdit edebilecek bazı kararlarla karşı karşıya gelir.

Vampirlerin özgürlük arayışları içinde kaybolup giden Marius, onların diyarına dalıp gider ve Volkihar'ın hükümdarının tüm vampirlerin babasının ve kendi içinde ki kötülüklerin tehditleriyle yüz yüze gelir. Şimdi Marius ya hayatını iyice yolundan çıkarıp, bu engebeli yolda karşısına çıkan yaratıklar için en ciddi fedakarlıkları yapacak, ya da her ikisi için de çok geç olmadan Alessia'la birlikte kaçıp gidecektir...

Marius kalbini uzun süre önce çalan şehirde fevkalade karanlık ve kasvetli bir Morning Star sabahına uyanmanın nasıl bir his olduğuna dair yıllardır hayaller kuruyordu. İmparatorluğun Skyrim'de ki baş karargâhı başkent Solitude. Her zaman hayranlık duymuştu ancak şimdiye kadar hiç görememişti. Sonunda evdeki karmaşadan kendisini azat etmek üzere Skyrim'e yola koyuldu. Bu yolculuğu bir başarı olarak görebilmesi için Cyrodiil'e ruhen tanınmaz bir halde dönmesi gerekiyordu. Zira eğer aynı kişi olarak dönerse tepesine Oblivion kapıları açılırdı ve zaten yeteri kadar bedel ödemişti.

Üzerini giyindikten sonra, alıp alacağı en pahalı kıyafeti olan özel vahşi hayvan kürkünü giydi. Bu eşyasının ona hissettirdiği şeyler altınla satın alınamayacak kadar değerliydi. Ona kendini gerçek bir Kuzeyli gibi hissettiriyordu. Onu giyince gizemli, yakışıklı ve hatta egzotik bile olabiliyor, onu bir zamanlar içinde bulunduğu esir hayatından alıp götürüyordu. O ve kürkünün küçük sırrı. Aklına gelince kahkahalar attı. İnsanlar aceleyle girip çıkarken hanın kapısının arasından giren soğuk hava adeta Marius'un yanaklarını ısırıyordu.

Dışarı çıktı ve bugün için neler yapacağına göz gezdirmek için çantasından, içinde notlarının ve haritalarının bulunduğu kara kaplı defterini çıkardı. Yazdığı kitabın üstünde çalışmak ve hayalini süsleyen yerleri görmek listesinin birinci sırasındaydı, ancak bir yanı da ilk günden plan yapma taraftarı değildi. Yaprakların uçuşmasına aldırış etmeden defteri çantasına geri attı. At arabası beklediği sırada köpeğini gezdiren yirmili yaşlarının başında bir genç kadın onu yüzünde bir sırıtmayla baştan aşağı süzerek yanından geçti.

Marius yüzünü yana çevirdi. Skyrim Kuzeylilerinin soğuk, acımasız barbarlar olduğu söyleniyordu ama Marius bunun tam aksini düşünüyordu. Ancak yine de bu tarz bir ilgi hoşuna gitmedi. Marius biraz çekingen olduğundan olsa gerek, zaten özellikle tuhaf tipleri kendine çekme konusunda da ustaydı. Tıpkı geride bıraktığı eski sevgilisi gibi. Eski sevgilisi onu söylediği sözlerle öldüresiye dövmeye bayılırdı. Sonunda Marius öfkesine yenilerek hayatında ilk defa birine ona tokat atmıştı. İşte Marius o zaman Skyrim'e gelmenin zamanı olduğunu anladı.

Bir süre köpeğini gezdiren kızı izledi, ona doğru yanaşan at arabasını görünce sevindi. Blue Place'e sürmesini söyledi. Yolda bir şarap tezgâhı gördü ve burası gözüne, 2920: İlk Çağ'ın Son Yılı romanına gömülmek için mükemmel bir yer olarak gözüktü. "Bayım? Sanırım burada kalabiliriz." dedi Marius. Ardından at arabasının yavaşladığını hissettiğinde sürücünün yüzüne minnettarlığını belirten bir bakış attı ve ücreti olan 5 septimi uzattı. "Eğer isterseniz buradan Blue Place'e yürüyebilirsiniz, lordum. İyi bir gün geçirmeniz dileğiyle "diye karşılık verdi sürücü.

Tezgâha yaklaşmadan önce şöyle bir baktı ve o büyüleyici halini çok beğendi: oldukça eskimiş ve yıpranmış tahta tabela ve bomboş, duygusuzluk içinde ki tezgâhtar... Yazmak ve okumak için ideal bir şekilde gözlerden uzak sessiz bir yer. Dakikalar sonra bir bardak alto şarabı elindeydi, karşıdaki terk edilmiş masalara doğru yöneldi. Çantası birden omzundan kayıp pat diye yere düştü ve kara kaplı defterinin içindeki sayfalar da etrafa saçıldı. Bir yandan elindeki şarabı zorlukla dökmemek için çabalarken bir yandan da ortalığa saçılan eşyalarını toplamak için eğildi.

Hafifçe esen rüzgâr, kâğıtları karların eridiği çamurlu su birikintilerine doğru uçurdu ve yazıları cıvık bir karmaşa haline getirdi. Tüm bu olanlar, anlayamadığı bir şeyin ona çarpıp dengesini kaybetmesine neden olmasıyla sona erdi. Tuhaf bir sesle küt diye yere düştü ve betona yapıştığı anda bir an irkildi, gözlerini açtığında her yanının şarap olduğunu gördü. Şaşkın ve mahcup bir halde doğrulup zavallı büyülü kürküne baktı. Derken perişan bir ses yükseldi. "Ah beyefendi, çok üzgünüm! Kalkmanıza yardım edeyim. Gerçekten çok özür dilerim, ben sadece... Bağışladınız mı beni?"

Orta boylu, zayıf bir kadın eğilip Marius'un eşyalarını toplamaya başladı ve ayağa kalkması için ona elini uzattı. Yoğun koyu mavi gözler, dağınık kısa sarı saçlar, samimi bir yüz. Sebep olduğu kaza nedeniyle Marius öfkeli görünmediğini umarak gülümsedi ve başını salladı. "Önemli değil leydim," dedi Marius. "Hayatım büyük ölçüde böyle geçer zaten." diye devam etti. Marius yüzündeki darmadağın olmuş uzun kahverengi saçlarını arkaya doğru attı. "Bir dakika. Gerçekten beyefendi denecek kadar yaşlı mı gösteriyorum? Sekizler aşkına daha yirmi yedi yaşındayım."

Marius yabancının elini tutup ayağa kalktı ve gözlerine bakmadan önce ellerini üzerine sildi. Yüzünün kızardığını hissetti. "Ah, hayır, sanırım öyle göstermiyorsunuz. Sadece alışkanlık, çok üzgünüm. Dikkatsizce davrandım, bu yüzden... Tekrar, özür dilerim." gözleri kendini affettirme umuduyla parıldıyordu. "Endişelenmeyin. Kalkmama yardım ettiğiniz için teşekkür ederim." Marius yabancının sert bakışlarından korkup yere baktı, ancak bakışlarını ondan uzun süre ayıramadı.

Yabancının solgun teni ve elmacık kemikleri müthişti ve sol kaşının üstündeki yara her ne kadar bu mükemmel özelliklerine uymasa da yine de Marius'un gözünde garip bir şekilde onu daha da cazibeli kılıyordu. Marius söyleyecek bir şeyler düşünmeye çalıştı ancak ağzından tek kelime bile çıkmıyordu. "Pekâlâ, o zaman en azından size yenisini getireyim. Siz şöyle oturun." En yakın masayı göstererek cevabı Marius'un ağzına tıktı. "Hayır, gerçekten zahmet etmenize hiç gerek yok," diye atıldı Marius.

"Bunu yapmak istiyorum, gerçekten." Tezgâha doğru yürüdü. "Sadece bir dakika sürecek." Görünüşe göre gözleri şarap şişelerindeydi. "Hemen geliyorum," diyerek fırladı. Marius yenilmiş bir ifadeyle hemen yanındaki sandalyeye çöküverdi. Buraya değişmek için gelmişti ne de olsa. Tek ihtiyacı olan daha açık olmak ve biraz gevşemekti. Zaten kadın da oldukça normal birine benziyordu. Leyawiin'de bıraktığı sürtük karıyla alakası yoktu. Ancak yine de görünüş aldatıcı olabilirdi.

Marius bir yandan da nereli olabileceği konusuna kafa yordu ve dönmesini bekledi. Emin değildi ama aksanı Cyrodiil'li gibiydi. "Evet, işte hazır". Marius'un dökülen şarabının yenisini getirdi. İki bardakla geldiğini fark etti. "Yeri gelmişken, bazıları yılın bu zamanı dışarıda böyle oturmak için biraz soğuk olduğunu düşünür. Sakıncası yoksa size eşlik edebilir miyim? İsterseniz daha sıcak bir yere de geçebiliriz," dedi yabancı gülümseyerek. "Aslında ben soğuğu seviyorum. Kuzeyli kanımdan kaynaklansa gerek. Elbette eşlik edebilirsiniz, ancak lütfen, sizi tutmak istemem. Şarap için de teşekkür ederim," diyerek, Marius'da ona hafif bir tebessüm yolladı.

"Sizi öyle düşürdükten sonra en azından bu kadarını yapayım. Acele ediyordum ama aradığımı buldum." Kadın Marius'un bir süre yüzünü inceledi ve sonra oturdukları yerin tam çaprazındaki dükkânın üst katındaki pencereyi işaret etti. "Şu malikânenin üst katında bir akrabam oturuyor ancak bu onu yeni evinde ilk ziyaret edişim. Üstelik ona uzun zamandır da gitmemiştim. Buraya geldiğim için çok heyecanlandım. Daha şimdiden iki kere kaybolmayı başardım." Kadın güldü, sonra şarabından bir yudum aldı.

Bahsi geçen şık malikâneye Marius dikkatlice baktı. "Yaşamak için harika bir yer. Tahmin edecek olursam ailen burayı çok seviyordur." dedi Marius. "Evet, duyduğum kadarıyla öyleymiş, kulağa harika geliyor." Genç kadın Marius'u bardağından şarap içerken izledi. "Peki, siz sadece ziyaret amacıyla mı buraya geldiniz? Sizi Skyrim'e getiren şey nedir?" Kadın Marius'un karşısına oturup, kollarını göğsünde bağladı. "Evet, buraya ziyaret amacıyla geldim." Marius boğazını temizledi. "Aslında doğum günüm için buradayım, tek başıma geldim. Çocukluğumdan beri Skyrim'e ve buraya gelmek istemişimdir, kısmet bu yılaymış ve... İşte buradayım."

Marius'un teknik olarak zamanlaması mükemmeldi. Eğer fırsatı varken gelmeseydi doğum gününü üzgün bir halde evinde geçirebilirdi. "Doğum günün, demek? Hem de tek başına? Anlaşılan yalnızlığı seviyoruz biraz?" diye kadın şaka yaptı. "Demek istediğim, şimdiye kadar ziyaretlerim süresince iş gezisine gelenler hariç tek başına buraya gelen fazla kişiye rastlamadım. Bilhassa doğum günü için gelene hiç rastlamadım. " Genç kadın gülümsüyor ve konuşurken, kollarını göğsüne düğümleyerek ara sıra aşağı bakıyordu.

İçten görünüyordu. Mütevazıydı. Bu Marius için ferahlatıcı bir duyguydu. "Sadece içe kapanığım sanırım. Yalnız kalmayı pek umursamam." "Sessizlikle aran iyidir o zaman." Kadının gözleri Marius'un gözlerine kenetlendi, sanki aniden orada bir şeyler arar gibiydi. "Peki, sana günün geri kalanı için hangi planların olduğunu sorabilir miyim? Yani olur da yol arkadaşı istersen diye. Davetsiz misafir olmak istemem."

Marius bu kadar açılmayı istiyor muydu peki? Günlüğü öylece çantasında durmuş onu bekliyordu. Ama o etrafında olduğu takdirde yazamazdı.

"Sadece içine kapanık biriyim, asosyal değil," dedi Marius gülümseyerek, karşılık olarak kadın da güldü. Marius daha sonra kalemini çalıştıracaktı. "Blue Place'e gidiyorum, sonrası için de emin değilim," "Eğer istersen seninle beraber Blue Place'e kadar yürüyebilirim.". Kadın gözlerini Marius'un gözlerinden ayırdı, istekli ifadesini ses tonuna yansıttı. "Seni ailenden alıkoymadığım sürece, neden olmasın?" Marius üstündeki pencereyi işaret etti. "Hayır, alıkoymuyorsun." Kadın ayağa kalktı, yüzünde memnuniyet ifadesi vardı.

"Fazla sürmez. Sana oraya kadar eşlik eder, sonra geri dönerim." Marius ona yolu göstermesine izin verdi ve bu sefer çantasını omzuna daha yüksekten asarak, içi yarıya kadar şarap dolu bardağına iki elle sarıldı. "Peki." Kaldırımda yürürken Marius'a döndü ve sırıtarak, "Hazır buradayken ne aradığını da biliyor musun?" dedi. "Bir şey aradığımı da nereden çıkardın?" "Öyle görünüyorsun. Gözündeki o maceracı parıltı. Yürüyüşündeki kararlılık. Her şeye tek başına meydan okuman, şehri kasıp kavurman, hep bir şeyler araman. Bakışların her şeyi anlatıyor."

Marius saçlarını kulağının arkasına doğru sıkıştırırken, yapmacık bir gülümsemenin yüzüne yayılmasına izin verdi. "Ne yani, bana psikolojik analiz mi uyguluyorsun?" "Sanırım yakalandım." "Cyrodiil'de yaşıyorum ve kafamı boşaltmak için uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Arkamda bir yığın dram bıraktım, hepsi bu." "Nasıl olduğunu bilirim. Buraya taşınmayı düşündün mü hiç?" "Ne, Skyrim'e mi? Peki sen düşündün mü? Sahi, sen nerelisin?" "Cyrodiil'liyim ama şu an High Rock'ta yaşıyorum. Skyrim'i de seviyorum gerçi. Belki bir gün cesaretimi toplayıp buraya yerleşebilirim."

"High Rock'tan buraya taşınmak, Cyrodiil'den buraya taşınmaktan çok daha farklı. O kadar cesur değilim." "Bence bunu düşünmelisin. Özellikle de evde işler yolunda gitmiyorsa." Marius ellerini eldivenlerinin içine iyice soktu ve ürpererek düşündü. Kadın konuştukça ağzından tatlı sırlar dökülüyordu ancak Marius onun dünyasına giremiyor ve şifrelerini çözemiyordu. Kelimelerini seçerken dikkatliydi ancak dürüsttü. Marius kendini sersem bir çocuk gibi hissetti, verdiği tepki neredeyse naifti ki, Marius kesinlikle naif değildi. "Böyle bir şeyi asla yapamam," dedi Marius.

"Neden olmasın ki? Çocukluğundan beri buraya gelmek istediğini söylemedin mi? Görünüşe göre sen de isteklisin." "Evet, ama bu hiçbir şeyi düzeltmez. Sadece sorunlarımdan kaçmış olurum." "Peki... Şu an tam da bahsettiğin şeyi yapmıyor musun?" "Sen bana psikolojik analiz yapıyorsun, biliyordum!" Marius onu omzundan iterek şakalaştı. "Aynı şey değil, çok sağ ol. Dediğim gibi, kafamı boşaltmak için buradayım. Yani eve gittiğimde işleri yoluna koyma adına bir şeyler yapabilirim." Marius ona baktı, halinden memnundu.

"Demek istediğim, görünüşe göre buraya taşınmak için söylediklerinden daha çok gerekçen var. Sadece sorumluluklarından kaçıyor olamazsın. Eşyalarını toplayıp kilometrelerce uzağa taşınmanın daha güçlü sebepleri vardır. Seni değiştirir. Bu konu da bana güven." Genç kadın göz kırptı ve elindeki boş bardağı yere attıktan sonra Marius'la kalabalık sokakta birlikte yürümeye devam etti. "Hem eve dönmekte bu kadar kötü olan ne var? Sadece doğum günün için burada olmadığın belli."

Marius karşısındaki kadından hoşlanmış olsa da bunu tamamen yabancı birine anlatması mümkün değildi. "Sadece kendimi kötü bir duruma soktum ve içinden çıkmam bana bağlı değil." Genç kadın bir an duraksadı. "Onu henüz terk edebilir miyim pek emin değilim." Kadın kafasını salladı. "Hislerini anlıyorum. Yabancı birinin fikirlerine ihtiyacın olduğundan değil ama insanları okumak konusunda iyi olduğumu söylemeliyim." Kadın gözlerini aşağı indirdi ve sanki nerede olduklarını bildiğinden emin olmak istiyormuşçasına, yürürken birkaç dakikada bir başını kaldırıp etrafa kısa bakışlar attı. "Ben sana ondan uzak dur derim. O kişi her kimse. Üzerinde bu kadar güce sahip biri tehlikelidir."

Marius kadının bu doğal anlayışlı hali nedeniyle ona kulak verdi ve acaba daha fazla şey anlatsa mı diye düşündü. "Sağ ol... Güvenoyu için. Sanırım bu durumu eve gidince çözeceğim." "Senin gibi sessizlikle barışık olmak güzel olmalı." Buz gibi soğuk bankta pinekleyen kat kat giyinmiş yaşlı adamın yanından geçerken, kadın başını kaldırıp ona baktı. "Kalabalığa ihtiyacım var. Yalnız olmak kulaklarımı acıtıyor." Bu sözlerin ardından sessizce içini çekti. "Hiçbir zaman kalabalık içinde bulunmadım. Böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumu hiç sanmıyorum. Ben sadece" "Kendine güven." Kadının gözleri yine Marius'un gözlerini aradı ve Marius küçük bir çocuk gibi utandı, hemen yüzünü ellerinde odunlarla yanlarından geçen yaşlı kadına çevirdi. Kadın kendisini izlediğini anlayınca tekrar yüzünü ona döndü.

"Peki ya sen?" dedi Marius. "Hiç de kalabalıklara ihtiyaç duyacak biri gibi durmuyorsun. Sessiz bir tipe benziyorsun." Bir o kadar da büyüleyici ve aşırı derecede güzel. Marius bunları da söylemek istedi ama düşüncelerinin içinde kayboldu ve havalı bir yüz ifadesi takınmaya çalıştı. Sanki nasıl olduğunu biliyormuş gibi. "Evet, ben de biraz insanlardan uzak yaşayan biriyim," dedi kadın. "Sadece insanları gözlemek için kalabalıkların içinde olmayı tercih ediyorum. Olaylarla başa çıkmamada yardımcı oluyor. Aşırı yalnızlık kafamı bulandırıyor."

"Yalnızlığı seven iki insanız değil mi? Birbirimizi böyle bulmamız tuhaf." Marius alt dudağını ısırdı, kadının derin bakışlarından kaçmak için arkasındaki sokağa baktı. Blue Place gözünün önünde belirdi ve içinde bir parça hayal kırıklığı hissetti. Marius onunla konuştukça git gide daha çok çekimine kapılıyordu. Kadın da Ulu Kral'ın malikânesini gördü. Konuşmasını hızlandırarak, Marius'un hakkında ezbere sorular sordu; en sevdiği kahraman Ejderdoğan, en sevdiği yazar Güneşhisarlı Lathenil, en sevdiği müzik aletini sorunca Marius durdu ve "Bütün bunları bana neden soruyorsun?" dedi.

"Bir sebebi olması gerekir mi? Sadece konuşmak için soruyor olamaz mıyım?" Marius'a meydan okuyarak sırıttı. Marius pes ederek gözlerini devirdi. "Ut ve flüt." "Yılın en sevdiğin dönemi? "diye sordu kadın. "Sonbahar." diye cevapladı Marius."Evet." dedi kadın sonra Dikkatini Ulu Kral'ın evinin girişine yöneltti. "Net bir şekilde görebiliyorum." O eve hayran bir şekilde bakarken, Marius'ta onu inceledi. Onda onu rahatlatan, neredeyse ona tanıdık gelen bir şeyler vardı. "Blue Place'e hoş geldiniz." Kadın önlerindeki harika tarihi eseri jestleriyle göstererek Marius'u daldığı düşüncelerden uyandırdı.

"Bunun için uzun süre bekledim." Marius manzaraya öylece bakakaldı. "Eşlik ettiğin için teşekkürler." "İstediğin zaman." "Burada olmamın bir sebebi daha var bu arada." Marius döndü, ona veda etmek için hazırdı. "Nedir o?" "Böyle bir deneyim yaşamak." "Öyleyse, iyi ki sana rastlamışım." Birbirlerine baktılar ve sonunda gözlerini ilk kırpan kadın oldu, yüzünde nefes kesici ve tamamen yasaklanması gereken bir gülümseme belirdi. "Bak, birkaç haftalığına şehirde olacağım. Olur, da istersen, beni daha önceden bahsettiğim akrabamın evinde bulabilirsin, sana başka yerleri de gösteririm belki."

"Kesinlikle." "Büyük hamle için düşün. Bırak onu." Marius parmaklarını saçlarına götürdü ve başını sokağa çevirdi. "Karar verirsen bana da haber ver." "İnan bana, ilk senin haberin olacak." "Adını hala bilmiyorum." "Marius. Marius Mothril." "Bende Alessia. Alessia Aurunceia. Seni düşürmek güzeldi." "Evet, çok sağ ol." Marius gülerek başını salladı. Alessia geriye yürüyerek yavaşça gözden kaybolurken, "Sadece seni tanımak istemiştim!" diye bağırdı.

Marius, Alessia'nın arkasından el sallarken, gönlünü fetheden bu şehirdeki en gizemli anını yaşadığı şarap tezgâhına dönüşünü izledi. Alessia daha evvel yanından geçtikleri yaşlı adam için cebinden altın çıkarıp verdiğini ve onunla tokalaştığını gördü. Marius onlara bakakalmıştı, kendi kendine gülümsedi ve görevine koyuldu. Kıymetli kürkünü boynuna daha sıkı sardı ve eldivenlerini düzeltti. Belki de Alessia haklıydı. Tam o an, Marius farklı bir benliğinin Alessia'nın bahsettiği yeni hayatı yaşadığını görür gibi oldu ve bu ona kendini çok iyi hissettirdi. Alessia'nın bedeni Solitude deryasında kaybolup gitti, Marius'ta belirsiz ancak cazip bir gelecekle öylece kalakaldı. Anlaşılan o ki Skyrim karşı konulamaz bir güç ve aynı zamanda yetenekli ve kusursuz bir hırsızdı. Çünkü Marius'un ruhu artık onundu...

Marius işe koyulmak için kömür siyahı atına binmek üzere dışarı attığı adımda o sıcacık esinti onu baştan aşağı arındırdı. Sıcak havayı derin derin içine çekerek karşıladı. Kavurucu bir ateş gibi geldi önce ve sonrasında da vücuduna tıkılıp kalmış, onca zamandır öylece hareketsiz duran hayatını canlandırdı. Marius mevsimin Mid Year olmasıyla hissettiği heyecan bambaşkaydı, onun o boğucu sıcağını ve rutubetli ihtişamını özlemişti. Kolsuz giysisi çoktan terden sırılsıklam olmuş, o da deri eyere adeta yapışmıştı, ıslak saçları rüzgârda dans ediyordu. Açık saçık. Gerçek. Canlı.

Marius Kuzey Leyawiin'e gitmek için hızla yola çıktı, sekiz buçuk yıldır her gün gidip gelmekten bıkmış olmasına karşın güneşin altında at sürmekten büyük haz duyuyordu. Batı Leyawiin'de yaşıyordu ancak Kuzey Leyawiin'de yer alan küçük bir kitapçıda çalışıyordu. Marius'un evinin etrafında geniş ve bomboş arazilerden, tek tük bir iki komşudan ve ailelerin işlettiği dükkân ve tavernalardan başka pek bir şey yoktu. Marius'un mahremiyete ve zengin imparatorluk kültür ve tarihine ihtiyacı vardı. Şehir içinde kısa bir seyahat yeni hayatı için adil bir alış veriş olacaktı. Kaldı ki bu yaz yapacak başka ilgi çekici bir şey de yoktu.

Kütüphanenin ağırına vardığında atını bağladı, bir yandan da acaba eski kız arkadaşının atı da burada mı diye ortalığa bir göz attı. Marius onu bir haftadan fazladır görmemişti ve artık bu sefer onu ciddiye almasını umuyordu. Beyaz atı ortalıkta yoktu. Kötülüklerin üzerini örttüğü için daima minnettar olduğu büyük beden iş kıyafetini omzuna attı ve içeri girmeden önce etrafa son bir defa göz attı. Marius işe giriş saatini deftere yazdığı sırada arkasından sinir bozucu derecede şirin bir sesin, "Yeni çıkanlar köşesi pek boş görünüyor Marius, şekerim," dediğini duydu. Ses, en gereksiz işler dalında uzman olan Khajiit Rohava'ya aitti.

Marius işe başladığından beri istisnasız bir şekilde her gün kapıdan içeri girmesini ve söylediği işleri yapmasını izliyordu. Rohava, Marius'un güvenilir olduğunu ve işini çok sevdiğini bilirdi ancak yine de bir gün olsun ona güzel bir söz söylememişti. Marius bir yığın kitabı kucaklayıp yeni çıkanlar bölümüne giderken aynı şirinlikte, "Hemen ilgileniyorum," diye cevap verdi. "Fazla oyalanma. Bu sabah için sana başka işler de vereceğim," dedi Rohava ve sonra şatafatlı üniformasını düzeltip, gözü sürekli civcivlerinin üzerinde olan tavuk bakışını attı. Marius başını yana çevirir çevirmez gözlerini devirdi ve Rohava'nın tatmin olması için işinin başına döndü.

Rohava gözden kaybolur kaybolmaz Marius haftalık ayininin en önemli kısmı için ortalıktan sıvıştı. Uzaklaştırma büyülerinin olduğu kitaplara hızlıca göz gezdirip koruma büyüsü aradı, sonra da kopyalarını çıkarmak için sessizce arka odaya gitti. Henüz hiçbiri Marius'un işine yaramamıştı ancak tüm bu büyücülük olaylarında daha yeni olduğu için iyimserdi. Yeni büyülerini yazdığı parşömenleri cebine tıkıştırıp sihir marketine gitmek için en uygun anın ne zaman olduğunu düşünerek, yeni çıkanlar köşesine gitti. "Pekâlâ, bu hafta sonu için planımız nedir?" Bu soru Marius'un hemen arkasından geldi. Vücudu irkildi ve omuzları birden gerildi.

Çenesini kenetleyip aniden geriye döndü, karşısında tipik kibirli, kendini beğenmiş, öz güveni çok yüksek uzun boylu ve altın tenli tanıdık Kıdemli bir Elf kadını vardı. Zehirli ve katlanılamaz olmasına rağmen inkâr edilemeyecek kadar masum görünümlü bir yüz ifadesi takınıyordu. "Bunu yapmandan nefret ettiğimi biliyorsun," dedi Marius. " Ve burası da hiç yeri değil." diye ekledi. Marius böyle zamanlarda oldukça ciddi göründüğü için memnundu. Sinirli görünmesi gerektiği zamanlarda çok yardımı dokunmuştu. Gelgelelim Marius bakışlarını daha fazla sürdüremedi. Yutkundu ve aşağı baktı, sonra tekrar başını kaldırıp yukarı baktı.

"Eğer bunca zaman benden saklanmasaydın, iş yerine kadar gelmeme gerek kalmayacaktı," dedi. Her zaman ki gibi kendinden emin bir şekilde sırıtarak Marius'un üzerine bir adım daha yaklaştı. "Neden savaşıyorsun bilmiyorum aşkım, sadece laftan ibaret olduğunu biliyorsun." Kötücül gülümsemesi daha da büyürken, "İkimiz de asla yeterince güçlü olamayacağını biliyoruz," diye fısıldadı. Elleriyle yüzünü okşadığında Marius'un tüyleri ürperdi, midesini bulandırıyordu. Tüm vücudu tiksinti duygusuyla titredi. Marius onun esiri gibiydi, üstünde inen felç duygusuyla savaştı ve gözlerini kırptı, parmaklarını dışa doğru esneterek, onlara işlevlerini hatırlattı. Her yerde bunu görebilecek insanlar vardı. Sakin olmalıydı. O kadar aptal değildi. En azından burada değil.

Marius'un vücudunda büyük bir endişe yumağı oluştu. Dişlerini sıkarak, "Bu hafta hiçbir şey olmayacak, Elsynia. Ve ikimiz de iyi biliyoruz ki biz diye bir şey yok! Artık benden uzak duracaksın." Marius dişlerini sıktı ve bir olay çıkmadığından emin olmak için sağa sola bakındı. "Ben yeterince güçlüyüm. Artık değiştim ve buna inanıp inanmaman umurumda bile değil!" Elsynia, Marius'un kolunu birden sıkıca kavradı, bir kadına göre fazla sertti. Eğilerek doğrudan kulağına fısıldadı. Puslu koyu yeşil gözlerini Marius'un gözlerine dikti, ona değer veriyormuş gibi bir sesle konuştu. "Ah, tabii ki değiştiğine inanıyorum sevgilim. Her zamankinden daha çok korkmuş olmalısın ve bu korku seni güçlü olmaktan alıkoyuyor tatlım. Buna ister inan ister inanma."

Elsynia, Marius'un kolunu bıraktı ve dönüp gitmeden önce onu dudağından öptü. Dudakları dudaklarına değdiği an irkildi. "Sundas günü saat altı da evine geleceğim." Hiç dönüp bakma zahmetinde bile bulanmadı. "Ah! Bu hafta olmaz doğru ya. Önümüzdeki hafta. Bu hafta bazı işlerim nedeniyle şehir dışında olacağım." Sadece başını çevirip göz kırptı. "Yokluğumda kendine iyi bak yakışıklım." Elsynia ön kapıdan dışarı çıkarken Marius'u adeta yaralanmış bir av gibi aç ve saldırıya hazır avcıların arasına bırakıp gitti. İş arkadaşlarının görmemiş olmasını umut ederek, titrer halde hızla içeri girdi. Dışarı çıkıp nefes almak zorundaydı.

Zihnindeki davetsiz, zorba avcılarla savaşa tutuşmadan, kendini daha da kaybetmeden önce biraz yalnız kalmalıydı. Envanter odasındaki arka kapıdan çıktı ve güneşin ısıttığı beton duvara sırtını dayayıp gözlerini kapattı, yavaşça kayarak dizlerinin üstüne çöktü. Marius kendi için hazırladığı bu şahsi Oblivion düzlüğünden kaçmasına asla izin vermeyecekti. Marius onu hayatına soktuğu için duyduğu ve onu günden güne tüketen utanç ve suçluluk duygusundan kurtulmasına asla izin vermeyecekti. Leyawiin'e taşındığında onunla arkadaşlık eden ilk kişi Elsynia idi, yanında kendini çok rahat hissettiği biriydi. Beyni anlamsız ve tutarsız düşüncelerle çalkalanırken, derin bir nefes aldı. Nasıl bu kadar kötü bir karar alabilmişti? Paramparça olmuş duygularına cevap açıktı.

Bu soruyu kendine her gün sordu ve yaptığı garip hareketten sonra da, artık kendine karşı dürüst olmalıydı. Daha önce bir boşluğu doldurmasına yardımcı olmuştu ama artık bu zayıflığı onu her yerde, hatta kendine yeni bir başlangıç hazırlamak için geldiği yerde bile bir şekilde bulup ele geçiriyordu. Marius betona oturmuş kafasında giderek hiddetlenen savaşla mücadele ederken, her an Rohava'nın gelip onu işten kovabileceğinin bilincindeydi ancak ne onu ne de işini düşünecek durumda değildi. Aklında sadece Skyrim gezisi vardı, orada nasıl kendini bulduğu, nasıl özgür hissettiği. Tamriel'in uzak bir köşesindeki farklı bir ülkede, farklı bir kültürde onu, ardında bıraktığı evdeki geçmişe bağlayan her şeyden nasıl uzaklaştığı.

Hiç kimse tanımıyordu onu ve geçmişi hatırlatacak tanıdık hiç bir şey de yoktu. Yeniden doğmanın yaşatacağı hissi hayal etmeyi, karşılaştığı yerlere ve kişilere yeni anılar yükleyebilmeyi anımsadı. Marius Leyawiin'e güzel bir gelecek kurmak için gelmişti. Onunla tanıştı. Hata yapmış olsa bile ondan kurtulmaya çalışmalıydı. Eğer böyle giderse... Onu kendinden uzak tutup yardım alması gerektiğini biliyordu. Cebinden büyülerin yazılı olduğu kâğıtları çıkarıp baktı. Bir an önce Büyücüler Loncasına gidip gerekli malzemeleri Harkalt gelmeden almalıydı. Harkalt. Tüm bu olup biteni Marius ondan nasıl gizleyecekti? Bunu bir şekilde yapacaktı. Birden ayağa fırladı, kalbi yerinden çıkacak gibiydi, yüzüne düşen saçlarını topladı ve hışımla üstünü düzeltti.

Bir kez, ardından bir kez daha derin bir nefes aldı, çıldırmış gibi göründüğünden emindi. Umursamadı. Bu görünüşten kurtulmalıydı. Leyawiin Marius'un Solitude idi. Bu yüzden buraya taşınmıştı. Bir an boş bulunarak bir canavarın hayatına girip cesaretini ve itibarını son damlasına kadar kurutmasına izin verdi diye neden yeni bir hayata başlama şansını çöpe atsın ki? Nasıl ki bir önceki tacizciyi geride bırakabilecek kadar güçlü olup kendini bulunduğu yerden söküp başka bir şehre taşınmışsa, Elsynia denen bu iğrenç hastalıktan da kurtulabilecek kadar güçlü olabilirdi.

Sert bir rüzgâr esti ve Marius kara bulutlara doğru baktı. Çakan şimşekle sersemlediği anda arka kapı kendiliğinden açılıp beton duvara güm diye çarptı. Rohava kafasını çıkarıp Marius'a baktı. "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun? İş saatlerinde buralarda dolanıp dükkânı böyle bırakamazsın! Kusura bakma ama bu on beş dakikalık oturma molaların biraz fazla oluyor." Marius ona baktığı an laf kalabalığı kesildi. Yüzündeki alt üst olmuş ifadeyi fark etmiş olmalıydı. Duyduğu utanç, yüzündeki sert ifadeyi sildi ve gözleri birden ayaklarına çevrildi. "Oturmuyordum, Rohava. Buna inanırsan tabii."

"Bak Marius," dedi tereddüt ederek. "Yine şu kız değil mi? Biliyorum, beni alakadar etmez ama ikinizi az önce gördüm. Ve" gergin bir şekilde parmaklarını o sarı, bandana bağlı saçlarına götürdü, "Hiç tekin gelmedi bana. Hem de hiç. Tüylerimi diken etti. Yani sana olan bakışları ve senin vücut dilin falan..." Rohava söylediklerinin Marius tarafından dikkate alındığını görünce dudaklarını birbirine kenetledi ve sonra, "Bence o hiç de iyi biri değil. Hem seni de böyle çileden çıkarması..." Çileden çıkmak. Çokbilmiş Rohava. Bu işgüzar çıkarımlarıyla hedefi tam da on ikiden vuruyordu.

"Şey... Sağ ol Rohava. Gösterdiğin ilgi için minnettarım ama sorun yok. Sadece yeni ayrıldık ve biraz zor zamanlar geçiyoruz. " Marius'un en iyi yapabildiği şey gerçeğin yarısını ifade etmekti. "Anladım. Bu konuyu burada kapatıyorum. Ama olur da konuşacak biri ararsan her zaman yanındayım." "Teşekkürler." Rohava başıyla onaylayarak hemen kapıya doğru yöneldi. "İçeri dönsem iyi olur. Birkaç dakika mola verip toparlan, sonra içeri gel. Bu sabah yapacak çok işimiz var." Marius kapıyı kapatışını izledi ve derin bir nefes alıp bir kez daha gökyüzüne baktı. İş başında sorunlarını bölümlere ayırırken aklı, Rohava'nın aslında bugüne kadar tanıdığından çok daha anlayışlı biri olduğunu tescil etti.

Artık daha dikkatli olması gerekecekti. Bunları aklından çıkardı ve onun yerine nihayet Elsynia'dan kurtulmak ve rahimde bekleyen yeni hayatını doğurtmak için aldığı kararları düşündü. Gökyüzü siyahtı artık ve şimşekler daha da belirginleşiyordu. Yoğun, soğuk yağmur damlaları vücuduna çarptıkça irkiliyordu. Saçları yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştu. Yağmur alnını arındırırken onu bozguna uğratmaya gelen düşmanların mağlubiyet içinde kaçtıklarını hissedebiliyordu. İçinde nedensiz bir azim yükselmeye başladı ve yüzünde umut dolu bir tebessüm oluşturdu. Kapıya ulaştı, ikinci kere esen rüzgâra tutunup hızla içeri girdi...

Marius gece nasıl uyuyabildiğini bilmiyordu ama yine de yataktan çok dinç kalktı. Belki de kardeşi Harkalt'ı göreceği içindi. Marius Skingrad'dan taşındığından beri Harkalt'ın onu ilk kez ziyarete gelişiydi. Yazın işi olmadığı için tatil iznindeydi, bir süre Marius'u görmeye gelebilecekti ve onun da fena halde ağabeyinin manevi desteğine ihtiyacı vardı. Marius deniz limanına Harkalt'ı karşılamak için giderken Büyücüler Loncasına da uğradı çünkü bir an önce yeni uzaklaştırma büyülerini denemek istiyordu. Eski demircinin arkasında, kitap satıcısının sağ köşesinde kalan mavi pencereli malikâne. Marius içeriye adım atar atmaz tezgâhın arkasında, kitaplarla uğraşan tanıdık elemanı fark etti.

"Yine yardımına ihtiyacım var, Mahei. Şunları denemek istiyorum." Marius Argonyalıya elindeki listeyi uzattı. Mahei, Marius'a dikkatle baktı ve başını onaylamayan bir tavırla salladı. "Bak, sana bunu nasıl izah edeyim bilmiyorum ama... Yok, bu işler böyle yürümez." Marius sesini alçalttı ve etrafa baktı. "Kardeşimle güvende olacağımızdan emin olmalıyım. Hala bazı sorularım var." Mahei etraflarında sert boynuzların demetlendiği anlayışlı gözlerini Marius'a dikti. "Yok, anladım ama çok farklı sonuçlar elde edebilirsin. Bu büyülere karşılık gelmeyen şeyler gibi, anladın mı? Böyle şeylere bulaşmayı pek sevmiyorum."

"Lütfen, Mahei. Her türlü yardıma ihtiyacım var." Mahei kâğıtlara bakmadan önce koca bir dakika geçti, sonrasında dudaklarını birbirine kenetleyerek başıyla onayladı ve Marius'u raflara doğru götürdü. "Unutma sakın, bu ekstra bir koruma. Öyle eski moda hapishane hücrelerine benzemez bu, anladın mı?" Yabani otları ve kökleri Marius'un eline tutuşturdu. Marius başıyla teşekkür ederek cebindeki son septimi Mahei'ye verdi. "Yolunda gitmeyen bazı şeyler var," diye mırıldandı Mahei ama Marius hızla kapıya yönelmişti bile.

Marius deniz limanına vardığında ilk olarak Harkalt'ı fark ettiği için, onca insan içinde onu fark ettiğinde nasıl bir tepki vereceğini de görebilecekti. Yüzü, tıpkı çocukluk günlerinde saklambaç oynayacaklarını duyduğu zamanlardaki gibi uçarı bir ifadeyle parıldıyordu. Marius o etrafındayken olayları bir çocuğun bakış açısından görebilmenin, nefes almak kadar kolay olacağını biliyordu. Marius sarılmak için aceleyle ona doğru ilerledi, neredeyse çarpıp yere düşürecekti. Harkalt güldü ve kendini Marius'un kollarından çekerek ona baktı. "Daha şimdi geldim ve neredeyse beni öldürüyordun be adam!"

"Ben mi suçlu oldum şimdi?" diye karşılık verdi Marius, Harkalt'a." Asıl sen beni öldürecektin, sekiz buçuk yıldır seni görmeyi bekliyorum! Panik ataklar geçiriyordum burada, haberin var mı?" Harkalt'ın, o saf masumiyetinin ardında, Marius ile aralarındaki bağı daha da güçlendiren takdire şayan bir alaycılığı vardı. "Pekâlâ, sen de Skingrad'a beni görmeye gelebilirdin," dedi Harkalt. "Skingrad'ı hemen silmişsin hayatından!" Harkalt, Marius'un yüz ifadesini görünce bir an durdu. "Mar, canını sıktığımın farkındayım. Skingrad'ın gelmek istediğin son yer olduğunu biliyorum. Seni anlıyorum kardeşim."

Marius'un koluna girip çantasını bıraktığı yerden aldı. "Artık buradan gidebilir miyiz? Burası midemi tutuyor!" "Kesinlikle," dedi Marius. "Güzel. Açlıktan ölüyorum, sana anlatacak çok şeyim var! Ama önce bir şeyler yemeliyim hemen. Biraz acele edebilir miyiz, Lütfen?" Bunun üzerine Marius gülmeden edemedi. "Tabii. Yol üstünde bir yerde duracağız. Yani eğer iştahını yirmi dakika tutabilirsen." Kocaman, ela gözlerini bıkkınlıkla devirdi. "Sakın bana bulaşma. Bütün sabah gemide olan aç ve huysuz bir adamla uğraşmak hiç akıllıca bir fikir değil. Tavır yapmaya başlamadan önce bir şeyler yememe izin ver ki en azından savaşmak için enerjim olsun!" Yola çıkmaya hazırlanırken Harkalt, Marius'u dirseğiyle dürttü.

Marius'ta onu dürttü. "Seni gördüğüme ben de çok sevindim ağabey." Farkına bile varmadan, hava kararmaya başladı. Kahvaltıdan sonra alışveriş yaptılar ve akşam evde takılmaya karar verdiler. Akşam yemeğini bitirir bitirmez, tıpkı eskiden Skingrad'da yaptıkları gibi mahallede dolanıp eski günlerden bahsederek lafladılar. Marius'un dünyada ondan başka güvendiği kimse olmamasına rağmen yine de ona gerçeği anlatmak istemedi. "Biliyorsun, bunu sormak zorundayım," dedi Harkalt, bakımsız yoldan aşağı yürüyüp tarlayı geçerken. "Gerçi sen de bir an önce anlatıp beni bu merak nöbetinden kurtarabilirsin."

Marius denedi. "Anlatacak bir şey yok Harkalt." Daha sonra, Marius çoktan yenilmiş olduğunu fark ederek iç geçirdi. "Biraz da senden bahsetsek olmaz mı? Bana Hlidara'la neler yaptığını ya da işlerin nasıl gittiğini hiç anlatmadın." Koyu kahverengi saçlarını elleriyle toplayıp atkuyruğu yaptı. Bir yanda da, "Hlidara'dan sonunda kurtuldum. İşler de iyi. Hep aynı şeyler işte. Şimdi. Kimmiş bu kadın bakalım? Ve neden onun hakkında konuşmuyorsun? Bunca zaman mektuplaştık şimdiyse sürekli konuyu değiştirip duruyorsun," dedi Harkalt.

Harkalt, Marius'un cevabını bekleyerek kaşlarını kaldırdı. Marius'ta paytak adımlarla dolaşan bir ördek ailesini izledi, önlerindeki sokakta karşıdan karşıya geçiyorlardı. "Biliyor musun, gerçekten yaşadıkları hayata çok imreniyorum," dedi Marius. "Ye, uyu, tekrar et." diye ekledi. Marius başını kaldırıp gökyüzündeki yumuşacık renklerden oluşan palete baktı. "Evet, ördekler. Basit. Anladık. Dökül bakalım şimdi." Marius iç çekti. "Sana onun hakkında pek bir şey anlatmadım çünkü anlatacak bir şey yok. Ayrıca mektuptan nasıl yazdığımı hemen hemen biliyorsun. Kişisel bir şey yok. Uzun uzadıya anlatmak istemedim," diyerek omuz silkti.

"Peki, artık buradayım. Mektup yok. Hadi anlat bakalım." Elbette. Sadede gel, Marius. Öyle sabırsız, öyle açık sözlü ve öyle... Harkalt'tı ki. Marius aceleyle konuyu, hem onu telaşlandırmadan hem de doğru şekilde nasıl anlatır diye düşündü. Marius, Harkalt'ın koşup Elsynia'nın karşısına çıkmasına izin veremezdi, önce koruma büyüsünü denemeliydi. Öğrendikten sonra Harkalt'ın ne kadar öfkeli olacağını bildiği için, hikâyenin devamını dinleyeceğinden kuşkuluydu. "Önemli bir mesele değil. Hoş birine benziyordu. İyi geçinebileceğim biriydi. Son sekiz yıl boyunca çıktık ve... Sonunda sürtüğün biri çıktı. Şimdi de ayrıldık ve bu gerçekten zor."

Harkalt kafasını salladı. "Bir şeyler olduğunu biliyordum. 8 yıl boyunca çıktın ve bana hiçbir şey anlatmadın öyle mi?" Harkalt'ın kızgınlığı sesine yansımıştı. "Neyse. Peki, onu hala seviyor musun?" Marius ilk önce hangisine cevap vermeliydi? Hangisi daha güvenliydi? "Hareketleri, sözleri... Rahatsız etmeye başladı. Ona gerçek anlamda âşık değildim. Bizimkisi daha ziyade zararlı bir birliktelikti. Sadece bir bağımlılık gibiydi diyebilirim." Gerçek buydu, ancak Marius daha sonra ne yapacaktı? Harkalt en son Skingrad'da ki kızla Marius'un yaşadıklarını biliyordu, fakat bu sefer tam sekiz yıl sürmesine izin vermişti.

"Seni anlayabiliyorum, Mar. Demek istediğim, çok şey yaşadın. Anne ve babanla ve onunla yaşadığın onca şeyden sonra tek başına buraya taşınman... Bir arkadaşa ihtiyacın vardı, beraber takılabileceğin birine. Bir boşluğu doldurmaya çalışıyordun." "Evet, ama her şeyi berbat ettim. Kendimi yeterli hissedebilmek için kimseye ihtiyaç duymamalıydım. Bu şekilde değil. Onunla tanışana kadar değil. Sanırım düzgün bir şekilde düşünemiyordum. O yüzden karşıma çıktığında eğer onunla olmasaydım büyük bir boşluk hissedecektim. Ama büyük bir hata yaptım. Bu sefer kendimi affetmem biraz zaman alacak."

Harkalt, Marius'un yanına yaklaştı ve omuzlarını sıktı. "Bazen bir ilişkiye başlarsın ve karşındaki insanın iyi biri olmadığını fark edersin. Böyle şeyler olur. Sanki bir suç işlemişsin gibi bahsediyorsun. Skingrad'da bıraktığından daha kötü bir şey hayal edemem." Marius'un tüm zihnini bir yılgınlık duygusu sardı. "Senin danışman olman lazım, aşçı değil." dedi. Marius'un bu alaycı tavırları işe yaramıyordu. "Sadece kendime kızgınım. En iyi böyle açıklayabilirim. Buraya taşındığımda gerçekten işlerin yoluna gireceğine inandım. Burada yeni bir hayat kurabileceğime..."

Harkalt usulca, "Marius," diye başladı söze. "Biriyle çıktın. Onun iyi biri olduğunu düşündün ama sonradan rengini belli etti. Sadece bu sefer öğrenmen biraz vakit aldı. Bu her zaman olur. Hala yeni baştan başlayabilirsin. " Harkalt sessizleşti, gözleri uzaktaki bir şeye bakıyordu. Birkaç saniyeliğine hayranlıkla güneşin batışını seyrediyor gibiydi. Sonra gözündeki kuşku ifadesini Marius yakaladı. "Artık geri dönmeliyiz," dedi Marius. "Neredeyse hava karardı. Ayrıca, seni bilmem ama ben yorgunum. Yarın sabah çalışacağım." Durup geriye dönerek Marius eve doğru yürümeye başladı.

Bu gece yıldızlar, kesinlikle Marius'un kalbinin şükran duygusuyla ışık saçtığını hissedebiliyorlardı. Ancak şunu da biliyordu ki, içindeki bu inanç tek başına onları korumak için yeterli olmayabilirdi. Evin kapısından içeri girdiklerinde Marius, Harkalt'tan iznini isteyip odasına girdi, zira vampir uzaklaştıran büyü malzemeleri zulalarında onu bekliyordu...

İlk bölüm sonu. Devamı daha yazılmamıştır.


1. Bölüm - En Koyu Karanlık

Tarih: 7 Kasım 4. Çağ 212

Heart, nüfus: 2157

Benim adım Lake. Kurucular Locası'nın bir üyesiyim. O akşam Heart'ta ki Mutlu Karınca hanında her zamanki gibi ağıma düşürebileceğim potansiyel avlarımı gözetlemek ve içki içmekle meşguldüm. Derken kalabalıkta bir kadın dikkatimi çekmeyi başardı. Onunla hemen tanışmak için masasına yaklaştım.

Adının Serana olduğunu söyledi. Oldukça çekici olmasının dışında sıradan bir insandan farklı görünmüyordu. Onunla kiraladığım oda da yatmayı düşünüyordum ancak ben daha konuya girme fırsatı bulup pazarlığı yapmadan önce oturduğumuz yerde kısa bir süre sonra büyük bir yangın çıktı. Aniden etrafımızı sarmaya başladı. Çevremizdeki insanlar canlarını kurtarmak için kaçışıyor bazıları camdan atlıyor, bazıları kapıdan fırlıyordu.

Kapıya doğru hamle yaptım ama tam o sırada çıkış yolumuz çatıdan düşen tahta parçaları yüzünden kapandı. Durum çok kötüydü. Sersemlemiştim. Dumanlardan neredeyse boğulmak üzereyken daha ne olduğunu anlayamadan Serana beni kucağına alarak yanan handan dışarıya çıkardı ve ölmekten kurtardı. Ardından yaralarımı tedavi etmeye başladı. Fakat o anda öncesinde sezmiş olduğum tuhaflığı doğrulayan bir şey fark ettim.

Bir kadının 1.91 cm boyunda ve 105 kg ağırlığında bir adamı tek seferde yerden kavrayıp kucağına almasının bende yaratmış olduğu şaşkınlığın dışında, alevlerin içinden ardından duvardan bile geçmemize rağmen Serana'nın hiçbir zarar görmemesi beni şok etmişti. Oysaki benim kıyafetlerim hemen tutuşmuştu. Hatta beraberinde vücudumun pek çok noktasında yanıklar oluştu.

O fırın gibi yerden nasıl hiç yara almadan mucizevi bir şekilde kurtulduğunu ve nasıl bu kadar güçlü olduğunu sorsam da cevap hemen alamadım kendisinden ama nihayetinde o bile cazibeme (ısrarlarına) dayanamayarak kimliğini bana açıklama gereği duydu.

Onun vampir olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti! Bir yanım bu yaratıklardan ölesiye korkuyor ve nefret ediyordu. Yeni taşındığım evimi ve arkadaşlarımı kaybetmeme onun türü sebep olmuştu. Yıllardır yerin altında yaşamamıza ve çektiğimiz acılarda onların ellerinden gelmişti.

Ama diğer taraftan bakacak olursak ondan çok etkilenmiştim. Hayatımı kurtarmıştı ve beni iyileştirmişti. Resmen ikiye bölünmüş gibi hissediyordum. Onunla ilgili neler düşünmem gerektiğine karar verememiş ve kafam karışmıştı. Vampirlerden kurtulduğumuzu ve saklandığımız yerde güvende olduğumuzu sanıyorduk.

Burayı nasıl bulabilmiş ve girmeyi başarabilmişti? Talos aşkına! Bizler bile giriş yolunu güç bela hatırlıyorduk geçen onca yıl sonra. Ortamın sessizliğini Serana birden bozdu. Kendini açıklamaya devam etti ve beraberinde bu çok sayıda ilginç gerçeği getirdi. Serana'ya veyahut adı her neyse o şeye göre her vampir aynı değildi. Kendisi soylu bir aileden gelen safkan bir vampir soyundanmış ve yaşamak için kanımıza ihtiyaç duymadığını söyledi.

İnsanlara bir düşmanlığı yokmuş aksine bizi kurtarmanın bir yolu olduğunu ve bu nedenle Heart'a geldiğini söyledi. Serana'nın söylediklerine inanamıyordum. Bir vampirin sözüne güvenmek mantıklı olur muydu? Bu yaptığım ve yapacağım ilk akılsızca iş olmazdı sanırım.

Bana konuşurken oldukça samimi ve tatlı geldi ama açıkçası birinin niyetini ve doğru mu ya da yalan mı söyleyip söylemediğini anlama konularında pek iyi olduğum söylenemezdi. Özellikle karşımda güzel bir kadın olduğunda beynimle düşünemediğimden dolayı yapacağım seçimden emin olamazdım. Sonuçları ağır olabilirdi.

Kalbim bana başka bir şey yapmamı söylüyor olsa da öncelikle burada kurmuş olduğumuz toplumu düşünmek terazimde daha ağır basmıştı. Sorumluluklarımı son anda arzularıma teslim olmadan hatırlamayı başarmıştım. Fakat onu yargılamak gibi bir niyetim yoktu. Sadece ilişkimize daha temkinli yaklaşacaktım. Onu kışkırtmak yapacağım son hata olurdu.

Bu yüzden cevabımı daha sonra vereceğimi ve beklemesi gerektiğini belirttim. Bir vampire göre anlayışlı, uzlaşmacı ve makuldü. O da benden nazikçe burada yaşadıklarımızı sadece zamanı gelene kadar bilmesi gerekmeyen kişilere anlatmama mı rica etti. Bu bir sır olarak kalmalıydı. İnsanlarımızın bunu duymaya hazır olduklarını da pek sanmıyordum zaten.

Aramızda anlaşma sağlandığında bu olanları diğer kuruculara bir şekilde açıklamanın bir yolunu bulmam gerekecekti. Daha sonra tüm Heart halkına. Ahalinin alacakları bu haberden sonra onların üstünde oluşacak etkiyi hayal bile etmek gelmiyordu içimden. Bende bunu kabul etmek zorundaydım çünkü beni tek vuruşuyla öldürebilecek seksi bir mahlûkattı karşımdaki.

Şayet ona ihanet etmeye karar versem bile beni nereye gidersem gideyim bulacağını yine de öldürebileceğini ve her halükarda kaçıp gidebileceği ile ilgili bir şeylerden bahsetmeyi de unutmadı ayrılırken. Muhtemelen haklıydı.

Zaten yerin altında olduğumuzdan kaçabileceğim yerlerin listesi sınırlıydı. Ayrıca bu yolla onun doğruyu söyleyip söylemediğini asla öğrenemez ve bu genç yaşımda mezara girerdim. (Lake yeni otuz ikiye bastı)

Birde onunla düşman olmak içimden gelmiyordu. Lanet olsun galiba ona yani bir vampire âşık olmuştum. İtiraf etmek bile yeterince zor. Bunu kabullenmek için kendimi şimdiden alıştırsam iyi olacaktı.

Birkaç gün sonra...

Tam uykuya dalacağım sırada kapı çalmaya başladı. Yüksek sesle küfür ederek yarı çıplak bir şekilde yataktan kalkmaya çalıştım. Panikledim çünkü gecenin bu saatinde rahatsız edilmenin ne sebebi olabilirdi? Kötü bir fikir olduğunu biliyordum fakat yine de kapıyı açtım.

"Lake? Beni güzellik uykumdan uyandıracak kadar önemli olan şeyin ne olduğunu hemen söyler misin?"

"Dokuz İlah aşkına! En son hatırladığım dan bile daha iyi görünüyorsun Ayle. Durum bu kadar acil olmasa seninle şuracıkta eski anılarımızı tazeleyebilirdik."

"Saçmalamayı kes! Ve derhal bana bir açıklama yap! Yoksa kapıyı suratına çarpmak üzereyim."

Lake ile Heart'ın kurulduğu ilk zamanlarda tanışmıştık, yaklaşık on yıl kadar önce. O zamandan beri de en iyi arkadaşım olmuştu. Bir dönem bundan daha fazlasıymışız gibi davrandığımızda oldu. Yalan yok oldukça tuhaf bir ikiliydik.

Hiçbir ortak noktamız yoktu ve ayrıca ben bir ulu elf tim o da bir kuzeyliydi ama bunları umursamadık. Ancak dostluk konusundaki şaşılacak başarımızı aynı şekilde sevgililikte pek sağlayabildiğimiz söylenemezdi. Bu yüzden ilişkimiz zarar görmesin diye ayrılmaya karar verdik.

Ortamı sessizlik alınca, dayanıp parmaklarımla kapının kirişini sıkarak kendimi en kötüsünü duymak için hazırlamaya başladım.

"Ona öldü." diyebildi Lake en sonunda.

"Hayır..." diye fısıldadım.

Yatağıma yaklaşıp ucuna oturdum.

"Maalesef evet."

"Urag nerde?" diye sordum.

Tanıdığım en adi, en pislik ork olan Urag, yüzünde her seferinde daha çok yara bere içinde gördüğüm Ona'nın kocasıydı. Demircilik işlerinde oldukça iyiydi ve Heart'ın merkezindeki dükkânlardan birine sahipti.

Her ne kadar kimse karısına karşı olan davranışlarını onaylamasa da çok sayıda müşterisi ve kasabadaki en ihtişamlı evlerden birine sahip olacak kadar da malı vardı.

Dev gibi elleri ve çabuk öfkelenen karakterini göz önüne aldığımda, henüz daha çok genç olan Ona'nın ölümünden sorumlu kişinin Urag olduğuna dair aklımda şüpheler oluşmuyor değildi.

"Ayle olay mahalline gitmeliyiz. Kocası ise cinayet suçuyla gözaltına alınıp sorgulanacak. Ona'nın pek hoş durumda olmadığına dair haberler aldım. Agnar işe giderken cesedi sabaha karşı evinin yakınlarındaki sokakta bulmuş."

İlahlara bana güç vermesi için dua ettim.

"Kurucular Loncası bu vakanın çözülmesi için ikimizi görevlendirdi. Bu uzun zamandır aradığımız bir fırsattı. Nihayet sonunda kendimizi kanıtlaya bileceğiz. Bu yükselebilmek için bir şans. Bu arada iyi misin Ayle? Suratın bembeyaz oldu da."

"Üstesinden gelebilirim Lake. Zaten başka seçeneğimiz yok."

Üzerimdeki gecelikten kurtulup kıyafetimi giydim. Ona'ya hayattayken yardım edememiştik, hiç değilse ölüsüne yardımımız dokunabilir.


2. Bölüm - Kayıp Son Ejderdoğan Kimdi?

Tornas, 4. Çağ 175 tarihinde Skyrim'in Whiterun şehrinde Kuzeyli bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Evin geçimini babası avcılıkla sağlıyordu. Tornas büyüdüğünde babası gibi başarılı bir avcı olmayı hayal ediyordu.

Tornas'ın 11. yaş gününde, babasının bir av sırasında ayı tarafından sakatlanmasından sonra mecburen avcılığı bırakmak zorunda kaldı. Ailesi, babasının kararıyla Whiterun'nun güney batısında yer alan Riverwood adlı kasabanın hemen dışındaki küçük bir çiftliğe taşındılar.

Bu taşınma işi, genç Tornas'ın ruh halini bunalımlı bir yöne soktu. Eski arkadaşlarından uzakta huzursuz bir dönem geçiren Tornas, gençliğinden gelen sınırsız enerjiyi yöneltebileceği bir alan bulmak için çok çabaladı.

Delikanlılık çağına girmesiyle beraber, giderek daha fazla zamanını çiftlikten uzakta, aynı babasının bir zamanlar olduğu gibi avcılığın heyecanın albenisinin çiftçiliğin sağduyululuğuna göre daha ağır bastığı ormanlarda geçirmeye başladı.

18. yaşına geldiğinde, ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmek yerine avın ganimetleriyle dolu bir hayatı çiftçiliğe uzanan rutin bir hayata tercih ettiğini açıkça göstermişti. 4. Çağın 193 yılının başlarında babasını ardından kısa bir süre sonra annesini kaybetti.

Birkaç yıl içinde ailesinin çiftliğini sattı ve tek başına yaşamaya başladı. Yetişkinliğe yeni adım attığı dönemde ise sadık köpeği Tull ile birlikte Riverwood'un yakınlarındaki ormanlarda, küçük bir kulübeye yerleşmiş, düzenini kurmuş ve hayatını avcılık, odunculuk ve ok ile yay yaparak sürdüren onurlu bir adam haline gelmişti.

Bir köyden ya da şehirden diğerine yolculuklarında, yanında seyyar bir tezgâh taşır ve av takımlarının yanı sıra, tavşan, geyik, keçi gibi av hayvanlarının etlerini, kürklerini de satardı. Avcılık onun kanında vardı, babasıda bir avcıydı ve onun babası da...

Bir gün ormanda her zaman yaptığı gibi avlanmaya çıkmıştı. Büyük erkek bir geyiği izliyordu, tüm orman boyunca peşinden sadık dostu Tull ile koşturdu ve bir grup haydut ile karşılaştı. Tornas Kuzeyli olmasına rağmen gereksiz şiddeti sevmezdi, başlangıçta onlarla konuşup anlaşmayı denedi.

Ama eşkıyaların laftan anladığı yoktu, savaşmak zorundaydı, lakin sayı üstünlüğü onlardaydı. Esir alındı ve soyuldu, ardından köpeği ile bir kampa getirilip eli ve bacakları bağlandı. İşte her şey o günün gecesinde başladı...


3. Bölüm - Son Ejderdoğan Anıları: Likantropi

Tarih: 11 Aralık 4. Çağ 200. Yılı

Köpeğim delice havlıyordu, bize bir şeyler anlatmaya çalışan bir hali, sanki yaklaşmakta olan felaketimizin haberini vermek için çırpınıyordu. Ardından gelen korkunç ulama sesleri ormanda ve gökyüzünde yankı yapmış, her yanı kaplamıştı.

Tull çıldırmış gibi görünüyordu, boynunda ki tasmanın ipini koparıp ormanın derinliklerine doğru koşturdu. Ellerim, ayaklarım bağlı olmasaydı ve tepemde de haydutlar olmasaydı ona engel olmayı deneyebilirdim. Endişeli şekilde, gözlerim çevrede Tull'u arıyordu, dalıp gitmiştim. Kısa bir süre sonra sadık dostumun inleme sesleriyle irkildim.

Anladığım kadarıyla bir şeye saldırıyor, onunla boğuşuyor gibiydi. Bağrışma sesleri kesildikten sonra emindim, Köpeğim Tull öldürülmüştü. Tam o anlarda karşımda enteresan bir şekilde yürüyen oldukça uzun boylu, kaslı, yapılı bir insan silueti gördüğümü sandım.

Meraklı bir haydut meşalesini karanlığa tuttu, ortam aydınlandıktan sonra gördüğüm şey karşısında vücudum adeta buz kesti. İnsan bedeni ile kurt bedeninin birleşmesiyle oluşan bir vücuda sahip, iki ayaküstünde duran bir mağara ayısını andıran korkunç bir mahlûkat.

Kuyruğu ve siyah tüyleriyle bu yaratık sadece bir hayvandan ya da insandan daha fazlası gibi görünüyordu. Ormandan sürüyle çıkageldiler, etrafımızı çevreleyip sardılar. Kudurmuş gibi hırlayıp, kükrüyorlardı. "Sessiz... Ani Hareketler yapmayın, bir arada durursak, korkup kaçacaklar. Onlar sadece hayvan." dedi haydutlardan biri cesaretten mi yoksa çaresizlikten mi bilinmez.

Canavarlar kısa bir süre duraksadılar ve sonra çekildiler. "Belki de adam haklıydı," diye geçirdim içimden. Ama birazdan o şeyler bize haklarında ne kadar yanıldığımızı kanıtlayacaklardı. Haydutlar kutlama yapıp, içip sarhoş olurken canavarların saldırıları ansızın ve hızlı oldu.

Kamp alanı haydutların çığlıklarıyla dolup taştı. Birer birer parçalanıp, sağa sola iç organları saçıldı. Sonra yenmeye başlandılar. Onlar adına üzüldüğümü söyleyemezdim, başlarına gelenleri fazlasıyla hak etmişlerdi.

Saldırı sırasında yere uzandım ve o yaratıkların ölü olduğumu sanacak kadar aptal olmaları için tüm ilahlara dua ettim. Hareketsizce bekledim ve hatta nefesimi bile tuttum. İşe yarıyordu, Haydutların cesetleriyle meşgul olan canavarlar varlığımı fark etmediler. Beslendikten sonra ayrıldılar. Uzun süre nefesimi tuttuğum için baygınlık geçirmiştim.

Kendime geldikten sonra, ellerimi ve bacaklarımı çözdüm. Onları kandırıp, kurtulduğumu düşündüğüm sırada, gizlendiği gölgelerden çıkıp karşımda belirdiğinde ne olduğunu anlamam uzun sürmüştü. Kan kırmızısı gözleri, Skyrim'in gecesi kadar siyah bir kürkü, sivri dişi kıskandıracak kadar keskin dişleri ve et kancası gibi pençeleri ile karşımdaydı.

Bir el hamlesiyle bedenimi savurup yakındaki bir ağacın gövdesine yapıştırdı. Göğsümde pençesiyle açtığı yaradan kanım ve onunla birlikte sefil hayatım bir volkan gibi fışkırıyor, bir şelale gibi akıyor, ruhum bedenimden ayrılıp, Sovngarde'ın uzak diyarlarına göçmek için yalvarıyordu.

Ölümüm yakındı. Yanıma yaklaştı ve gözlerimin içine doğru baktı ve sonra devasa ağzını açıp beni ısırdı. İlginç... Uyuyakalmışım ve hiç kâbus gördüğümü hatırlamıyorum. Kafamda net olarak hatırladığım tek şey canavarların kampa saldırdıklarını, dişlerini ve pençelerini haydutlara geçirdiklerini, arkalarında kan gölü bırakarak gittiklerini ve ardından onlardan biri tarafından öldürüldüğümü hatırlıyorum.

Kendi ölümümü o canavarın üzerime çöküşünü, zar zor nefes alırken hala yanağımdaki toprağı hissedişimi ve gözlerimin son kez canavarınkiyle buluştuğunu ve ardından güçlü çenesiyle beni parçalayışını hatırlıyorum.

Öldüm mü? Fakat öldüysem nasıl vücudumdaki kaslarımı hissedip, yakınımdaki onlarca haydudun leşlerinden gelen kokuyu alıp, nasıl kuşların sesini duyuyorum? Nasıl yumruğumu sıkabilir ve gözlerimi açıp gökyüzünü ayırt edebiliyorum. Ve eğer hayattaysam nasıl kurtuldum ve neden.


4. Bölüm - Son Ejderdoğan Anıları: Kanlı Ay

Dokuz gün geçti,

O kanlı gecenin şafağında uyandığım günden bu yana,

Dokuz gün geçti,

O lanetli gecedeki yaratıkların beni kâbuslarımda kovaladığından bu yana,

Dokuz gün geçti,

Sabahın ortasında dalıp arkama bile bakmadan kaçtığım günden bu yana.

Hala o gecenin şokunu üzerimde taşıyorum ve nasıl hayatta kaldığıma bir açıklama getiremiyorum. O geceden sonra bana bir şeyler oldu. Yani artık çok farklı hissediyordum. Sanki hiç karın açlığı duymuyordum, sanki uyku ihtiyacı hissetmiyordum. Sanki... Sanki artık bir insan gibi hissetmiyordum. Beni, ben yapan insani duygularım körelmiş gibiydi.

Göğsümde o hayvanın açtığı pençe yarası bile iyileşmişti. Ancak bu nasıl mümkün olabilirdi. Öldüğümden emindim, bana saldırdı, karşı koyma fırsatım bile olmadı, sonra beni parçaladı. Ama şu anda nefes alıp, yaşıyordum ve üstelik eskisinden bile daha sağlıklı hissediyordum.

Bedensel değişikliklerim bununla da sınırlı değildi. Yorulmadan aralıksız koşup, hasar almadan, yüksek yerlerden atlayıp, zıplayabiliyordum. Ormanlardaki vahşi kurtlarla birlikte seyahat ediyordum. Sanki onlarla aramda artık bir bağ vardı.

Yürüdüm, durmadan, yılmadan yürüdüm. Ayaklarım beni evim olan yere yuvama Riverwood'a sürükledi. Burada beni eski hatıralarımın acılarından başka kucaklayan olmadı. Kaybettiklerimin arasında canımı en çok acıtan, sadık köpeğim, yoldaşım Tull'un ölümüydü. Tatlı şey, onu asla unutmayacağım.

Tavernada oturmuş bir şeyler içiyordum. Çevredeki insanlar gözüme farklı geliyordu. Sanki onların damarlarında akan kanlarının kokusunu ve tatlarını alabiliyordum. Avlanma ihtiyacı duyuyordum. Bu benim için yeni bir şey değildi ancak bu seferkiler geyik ya da tavşan değildi. Bu tanımlayamadığım yeni duygu beni öfkelendiriyor, içimi yiyip bitiriyordu.

Çok narin görünüyorlardı... Aciz birer kurban gibiydiler. Tam bu anlarda midemde yanma hissettim. Ardından şiddetli bir bulantı ve sonrasında da kustum. Etrafımdaki insanların dikkati bana çevrilmişti. Hancı yanıma gelip ne olduğunu sorduğunda, biranın dokunduğunu söyleyip geçiştirmiştim.

Ancak handa garip kılıçlar taşıyan, ağır zırhlı paralı askere benzeyen birkaç tane adam vardı. Dışarıya kendimi zar zor atmıştım. Ama o adamlar beni takip etmeye başlamıştı. Ormanın derinliklerine kaçıp onlardan kurtulmaya çalıştım. Dokuz gündür hissetmediğim açlığı ilk defa o an hissettim. Bu açlık ekmeye ve ya çorbaya değildi.

Askerler peşimdeydi, onları gördüğümde ben sadece... İçimde bir yerlerde bir şeyin yaklaştığını hissedebiliyordum. Sanki içimde hapis kalmış çok güçlü yabani bir hayvan vardı ve dışarıya çıkmaya çalışıyordu. Askerler etrafımda daire çizip beni çevrelediler ve üzerime gelmeye başladılar.

Onlara anlatmaya çalıştım, benden uzak durmalarını söyledim. Ama beni ciddiye almadılar. Ve kontrolümü kaybettim. Hepsini öldürdüm hem de çıplak ellerimle. Askerlerle işim bittikten sonra onların kanını içtim. Bunların hiçbirini yapmak istememiştim ama o vakitten sonra her şey çok bulanıktı, zihnimin ve bedenimin kontrolü ele geçirilmişti gibiydi.

Kendimi tazelenmiş gibi hissediyordum, yenilenmiş. Az önce öldürdüğüm askerlerin cesetlerine baktığımda normalde pişmanlık duymam gerekirken işin garibi hiçbir şey hissetmiyordum. Sanki onları öldürürken bundan zevk almış gibiydim. Aynı eskiden köpeğim Tull ile geyik avına çıktığımız zamanlarda gibiydi.

Ama bu seferki avlarım insanlardı. O an tek bir şeyden emindim o gece kampta bana her ne olduysa eski Tornas artık ölmüştü. Hayatımı artık sıradan insanlar içinde sürdüremezdim. Eski hayatımın kalıntılarını eski ben ile beraber gömüp Riverwood'dan sonsuza kadar ayrılmak muhtemelen herkes için en iyisi olacaktı.

Gecenin geç saatleriydi, dolunay doğmak üzereydi. O anda göğsümde çok şiddetli bir ağrı hissettim. Sonra sanki vücudumdaki bütün kemiklerin kırılıyormuş gibi tarifi az bir acıyla yere attım kendimi. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda bir kasabanın ortasındaydım ve etrafımda muhafızlar ve sivil halkın bedenlerinden oluşan yığının içinde çıplak şekilde yatarken buldum kendimi.

Gözlerime inanamıyordum. Tüm bu kargaşa ve ölüm benim elimden mi gelmişti. O gördüklerim bir rüya değil miydi? Bu yer Falkreaht, hatırlamıştım. Eskiden buraya birkaç kez av malzemesi satmak için uğramıştım. Üstüme giyecek bir şeyler aradığım sırada, bir kadın gördüm. Üzerime doğru geliyordu.

"Sakin ol, sana zarar vermeyeceğim ve biliyorum çok şaşkın bir vaziyettesin. İlk sefer herkese olur." dedi kadın. "Ne demek istiyorsun? Ve sen kimsin." dedim. "Kim olduğum önemli değil. Ne demek istediğime gelirsek; Sen bir ölümlüden daha fazlasısın, sen bir Ay Doğan'sın tıpkı bizim gibi bir kurtsun." dedi. "Bu ne anlama geliyor." dedim. "Eminim Ay'ın etkisiyle hayvana dönüşen insanlar hakkında bir şeyler duymuşsundur.

Biz onlardanız. Bir kurt adam." dedi. "O zaman bu gece yaşadıklarım bu muydu." dedim. "Aynen bir kurtta dönüştün. O adamlara ve daha sonra bu kasabaya olanlara bakıyorum da çok güçlü bir soydan geldiğin belli." dedi. "Ormandayken bana saldıran o adamlarda kimdi? Onları kızdıracak bir şey yapmamıştım ki." dedim. "Sana saldırmaları için nedene ihtiyaçları yok, kurt adam olman yeterli.

Kendilerine gümüşel diyen bir grup kurt adam fanatiğidir. Sana bir tavsiye şayet onlarla bir daha karşılaşacak olursan konuşarak vakit kaybetme derim. Çünkü onlardan merhamet görmeyeceksin.

Bu gece fırsatını bulsalardı seni parçalara ayırırlardı. Yaşamak istiyorsan, öldürmeyi öğrenmelisin. " dedi. "Peki, sen neden beni takip ettin? Benden ne istiyorsun." dedim. "Sana bir teklifle geldim. Ben Ay Doğan kabilesine mensup bir kurt adamım. Eğer sende istersen bize katılabilirsin. Biz ölümlülere bu likantropi hediyesi Avcıların Efendisi Daedra Hircine tarafından bahşedildi.

Bunu bir lanet olarak görüp kurtulmaya çalışırsın ya da bizim gibi bu kuvveti kabullenip doğru kullanmaya çabalarsın, seçim senin ve istersen sana yeteneğini kontrol etmeyi bile öğretebiliriz." dedi. "Size neden katılayım ki." dedim. "Cevap için çevrendeki ölülere bakman yeterli. Bu şekilde yaşamaya devam edersen içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan haline gelmen uzun sürmez." dedi ve ekledi.

"Ayriyeten biz Ay Doğan Kabilesi olarak insanlara da zarar vermeyiz. Aksine onları koruyup kollarız." "Kimden." dedim. "Vampirler ile akılsız kurt adamlardan. Ve seni temin ederim ki her önüne geleni aramıza almayız. Yani potansiyelinin olduğunu düşünmeseydim şu anda çoktan ölmüştün." dedi. "Teklifini kabul etmezsem bana ne yapacaksın." dedim. "Şayet öyle olursa, seni tedavi ettiririz. Eğer kabul etmezsen seni öldürmek zorunda kalırız çünkü bu kontrolsüz gücün ile Skyrim'de terör estirmene izin veremeyiz." dedi.

"Pekâlâ, zaten fazla seçme şansım yok." dedim. "Merak etme pişman olmayacaksın." dedi ve ekledi. "Sanırım sana artık adımı söylememin bir sakıncası yok. Ben Yag." "Bende Tornas." dedim. "Hadi gel grubumuzun diğer üyeleriyle seni tanıştırmalıyım." dedi.


5. Bölüm - Son Ejderdoğan Anıları: Ay Doğan Sürüsü

Ay Doğan sürüsündeki ilk birkaç haftam oldukça zorlu geçmişti. Beni hemen tahmin ettiğim gibi aralarına almadılar, aksine çeşitli bazı yorucu testlerden geçirip sınadılar. Kabileye layık olduğumu göstermem ve üyelerin, liderlerinin güvenini kazanmam zaman almıştı. Ama çektiğim sıkıntılara değmişti. Nihayet sonunda kendimi kabul ettirmiştim. Kabile geleneklerine göre yeni katılan her acemiye kabile reisi tarafından belirlenmiş bir görev verilirdi.

Şayet bu görevden zaferle dönerse, kabileye değerini kanıtlar ve saygılarını kazanırdı. Böylece kabul töreni tamamlanırdı. Son sınavım gelmişti. Görevim Karanlık Kovuk Mahzen mezarını araştırmaktı. Bu mağarada antik bir vampir eserinin olduğundan şüpheleniyorlardı ve görünen o ki oranın kasabalarda gerçekleşen son vampir saldırılarıyla da bir bağlantısı olması muhtemeldi.

Reis yoldaş olarak kabileden bir kişi seçmemi ve oraya gidip vampirlerin neyin peşinde olduklarını öğrenmemi emretti. Yanıma eşlik etmesi için beni kabileyle başta tanıştıran Yag'ı almaya karar verdim. Onunla iyi bir ikili olmuştuk ve şu an için canımı emanet edebileceğim tek kişi oydu.

Yag ile birlikte mağaraya olan yolculuğumuza başlamıştık. Yag önüme geçip:

"Reis bunu iyiliğin için yapmadı." dedi.

"Neyi?" diye sordum.

"Beni yanına verdi ya onu diyorum, kabul törenimizin bir parçası. " dedi.

"Tabi ki yapmadı." dedim sonra ekledim. "Benden nefret ediyor değil mi."

"Evet." dedi.

"İyi de neden? Neredeyse bir ay geçti ve benden istediği her şeyi eksiksiz yapıyorum." dedim.

"Reis her zaman böyleydi. Güvenini kazanmak yetmez, saygısını kazanmanda gerekiyor. Zaten bu tavrı her acemiye takınmıştır. Kişisel algılama." dedi.

"Bunu bilmek onun üzerimde kurduğu baskının etkisini pek azaltmıyor." dedim yüzümü asarak.

"Merak etme zamanla alışırsın." dedi gülümseyerek sonra devam etti. "Bu arada hayatta kalmanı sağlayacağım ve yanlış bir şey yapmadığından emin olacağım. Ama hepsi bu değil. Reis görev sonrası benden tüm görev boyunca yaptıklarının bir raporunu isteyecek. Yani seni gözlemleyeceğim. Bu yüzden hareketlerin çok önemli olacak."

"Bütün bunların anlamı nedir? Zaten üç haftadır bir sürü saçma sapan teste girdim, yetmez mi." diye sordum.

"Aramıza katılmış olabilirsin ama hala tam olarak bizden biri değilsin. Sen bir çaylaksın. Bu görevdeki başarın aramızda bir geleceğinin olup olmadığını görmemizi sağlayacak. Neyse bu kadar sohbet yeter. Hadi yola devam edelim." dedi.

2 gün sonra Dawnstar limanının yakınlarına ulaştık. Yolculuk neredeyse bitmişti. Mağaraya girmeden önce Yag kamp kurmamızın gerektiğini söyledi.

"Kamp kurmamızın amacı ne? Kamp ateşinin sıcaklığına, dinlenmeye ya da yemeye ihtiyacımız yok." dedim.

"Evet, canavar kanımız bizi soğuktan ve yorgunluktan korur ama bizim bile yemeye ihtiyacımız var." dedi.

"Ne yiyeceğiz." diye sordum.

"Yemekten çok içeceğiz." dedi kıkırdayarak."

" Yok artık! Bu kan mı." diye sordum yüzümü ekşiterek."

"Tabi ki kan ne sanıyordun? Sıradan insanlar gibi yemek yiyerek beslenemezsin. Hepimiz mecburuz alışsan iyi olur. Ayriyeten biz vampirler gibi insan kanı içmeyiz. Bu geyik gibi av hayvanlarının olur genelde." dedi.

"Tamam, ama aç hissetmiyorum sonra yapalım şu işi." dedim.

"Hayır, şimdi yapacağız vampirlerle dövüşmeden önce buna ihtiyacımız var. Kan gücümüzün ve zaferimizin kaynağıdır." dedi.

"Bunları yaşayacağımı bilseydim tedavi olmayı düşünebilirdim." dedim.

"O zaman neden olmadın. ?" diye sordu.

"Çünkü geri dönecek bir hayatım kalmadı. Bu şey her şeyimi elimden aldı." dedim.

Yag elini omzuma hafifçe koyarak:

"Bak sana hak veriyorum ve seni anlıyorum. Hepimiz bir zamanlar senin geçtiğin yollardan yürüdük. Kim bilir belki de binlerce kez bende tedavi olup bu hastalıktan kurtulmayı düşünüp farklı bir hayatın hayalini kurdum. Ama sana daha öncede söylediğim gibi bu gücü iyi bir amaç uğruna kullanabiliriz. "

Elimi omzumun üstündeki elinin üstüne koydum. Yag ile göz göze geldik. Elini hızlıca çekti ve gözlerini benden kaçırmaya başladı. Elimle güzel yüzünü kapatan saçlarını kulağının arkasına topladım. Yüzünü yüzüme çevirip masmavi gözlerinin içine baktım. Parmaklarımı yüzünün üstünde gezdirmeye başladım. Sonra öpüşmeye başladık. Yag durmamızın gerektiğini söyledi ama sanki kendime engel olamıyordum.

Yag bana doğru dönerek:

"Bu yaptığımızı kimsenin bilmemesi gerekiyor." dedi.

"Neden. ?" diye sordum.

"Çünkü kabiledeki dişilerle birlikte olma hakkı sadece liderimize ait. Bundan haberi olacak olursa seni parçalar." dedi.

"O hayvanın size bunu yapmasına neden izin veriyorsunuz ki? Siz kurt adam olsanız da hala insansınız." dedim.

"Kabilenin alfa erkeği ve ne derse o olur. Yapacak bir şey yok." dedi sonra ekledi. "Ve merak etme biz kurt adamlar kısır oluruz yani hamile falanda kalmayacağım. Sen sadece çeneni kapalı tut."

"Yag bak bunları söylememin bir anlamı olacak mı artık bilemeyeceğim ama özür dilerim, eğer başını belaya falan soktuysam. Sadece kendimi tutamadım." dedim.

"Önemli değil. Zaten ben izin verdim yoksa ancak rüyanda görürdün kendini böyle." dedi.

"Oh... Demek öyle? Neden izin verdin o zaman." diye sordum.

"Eh... Çok eğlenceliydi ama artık kalkalım ve şu görevi tamamlayalım değil mi? Yoksa vampirler tepemize çökecekler. " dedi konuyu değiştirerek.

Mağaraya adım attığımız anda ölü tazılarıyla birlikte vampirlerle karşılaşmamız uzun sürmemişti. Neyse ki Yag ile birlikte kolayca onları halletmiştik. Burada gerçekten bir şeyler dönüyordu ama ne olduğunu anlamamız için daha derinlere inmemiz gerekiyordu. Büyük metal bir kapı yolumuzu kapatıyordu.

Çevrede kısa bir araştırmadan sonra onu açacak zinciri bulduk. Mahzen mezarın alt katlarına indik. Yerden İskeletler ayaklandı ve vampirlerin saldırıları devam etti. Tekrar bir kapıyla karşılaştık ama onu açacak mekanizmaya bağlı kolu bulmak daha kolay oldu. Ardından Metfunla çarpışan bir vampir gördük. Anlaşılan buradaki davetsiz misafirler sadece biz değildik. Vampirlerin varlığında ölülerde rahatsız etmişti.

Üç tane kapının olduğu bir bölüme geldik. Muhtemelen sadece biri bizi mağaranın bir alttaki katına taşıyacaktı. Ancak diğer ikisinde tuzak olmalıydı. Birisinde metfunların saldırılarına uğradık, diğerinde ise neredeyse yanıyorduk. Zar zor asıl kapıyı bulup devam ettik. Vampirler ve onların yardakçılarının saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu. Yag ile birlikte onları parça parça geri püskürttük. En sonunda mağaranın zemin katına inmeyi başardık. Balkon gibi bir yere geldik. Aşağıda konuşan iki vampire kulak misafiri olduk. Söyledikleri şeyler anlaşılır değildi.

Harkon ve ödül ile ilgili bir şeyden bahsediyorlardı. Aşağı indik ve onları da kestik. Üzerinde buton olan bir yapı vardı. Elimi üzerine götürüp basınca altından sivri bir metal fırladı ve elime girdi. Kanım aşağıya süzülürken birden etrafımızda bir güç alanı belirdi. Sanırım bu bir bilmeceydi.

Çemberin etrafında duran mangallar vardı ve doğru yerlere ittiğimde güç alanı çevreye ve sonra merkeze yayılıyordu. Bilmeceyi çözdükten sonra yerin altından dikili taşı andıran bir kabir çıktı. Kapağı açıldı ve içinden gizemli bir kadın yere düştü. Kendine geldiğinde benimle konuşmaya başladı.

"Uh... Ne... Neresi... Seni buraya kim gönderdi." dedi gizemli kadın.

"Ay Doğan kabilesinin Reisi ." dedim. "Onun... Kim olduğunu bilmiyorum." dedi sonra ekledi. "Bir... Bir dakika sizler kurt adamsınız."

"Nasıl anladın." dedi Yag.

"Kulaklarınızdan çıkan tüylerden ve ıslak köpek gibi kokmanızdan." dedi alaycı bir tavırla.

"Buraya vampirleri öldürmek için gönderildik." dedim.

"Dediğim gibi daha önce kabilenizi hiç duymamıştım. Ama vampirlere pek düşkün olmadığınızı kurt adam oluşunuzdan anlaşılıyor. Bu tamamen doğanıza ters düşerdi değil mi." dedi ve sonra ekledi. "Peki, bak. Gördüğüm kadarıyla buradaki tüm vampirleri öldürmüşsünüz. İsterseniz beni de öldürün. Ama farkında olmasanız da daha ciddi meseleler dönüyor. Bu konu sıradan bir kurt adam ile vampir atışmasından daha büyük. Ne olduğunu bulmanızda size yardımcı olabilirim."

"Nasıl." diye sordum.

"Ailem Solitude şehrinin batısında kalan bir adada yaşıyordu. Hala öyledir diye tahmin ediyorum. Beni oraya götürmelisin. Bu arada... Adım Serana. Tanıştığımıza memnun oldum." dedi.

"Hey... Gerçekten bu kan emici sürtüğe yardım etmeyeceksin değil mi Tornas. ?" dedi Yag.

"Düşün biraz. Ya doğruyu söylüyorsa? Buradaki işin iç yüzünü öğrenebiliriz. " dedim.

"Ya yalan söylüyorsa? Vampirler ile kaynayan bir adada mahsur kalacaksın." dedi.

"Babam kızını teslim eden birini öldürmez aksine ödüllendirir." dedi.

"Kapa çeneni seninle konuşmuyorum." dedi Yag.

"Yag lütfen bunu yapmama izin ver. Korkma seni temin ediyorum bana bir şey olmayacak." dedim.

"Seni kim düşünüyor? Kabileye ve Skyrim'e zarar vermenizden endişeleniyorum." dedi ve ekledi. "Neyse ben gidiyorum kampta görüşürüz şu kızdan kurtulduktan sonra ve emin ol burada olanlardan reise bahsedeceğim."

"Y.Ya. Yag bekle." diye bağırdım

. "Bırak gitsin ona ihtiyacımız yoktu zaten." dedi Serana ve ekledi." "Sert görünmeye çalışsa da özünde tatlı bir kız. Sendende deli gibi hoşlanıyor."

"Ne? Nerden çıktı bu." dedim utanarak.

"Bunu anlamak için özel bir yetenek gerekmez. Hal ve hareketlerine seni benden kıskanmasına bakman yeterli." dedi.

"Neyse şu konuyu kapatalım. Bu sırtında taşıdığın şey nedir." diye sordum.

"Bir Kadim Tomar." dedi. "

"Neden bir Kadim Tomar var elinde." diye sordum.

"Bu biraz... Karmaşık. Gerçekten bunun hakkında konuşamam. Kusura bakma." dedi.

"Peki, kırılgan bir şey mi? Dikkatli olmamız gerekiyor mu." diye sordum.

"Ha... Kadim Parşömenlere hiçbir şey zarar veremez. Kendini koruma konusunda daha çok endişelenmelisin ve bırak eşyalarımla ben ilgileneyim." dedi.

"Ne için burada kilitliydin." diye sordum.

"Aslında... Bu konuya seni dâhil etmemem daha iyi olur. Tabi, senin için sakıncası yoksa. Üzgünüm, ama sadece şu anda kime güvenebileceğimi bilmiyorum. Evime gittiğimizde mevcut durumumuz hakkında daha sağlam bilgi edinebilirim. " dedi.

"O şeyin içinde ne kadar zamandır kalıyorsun." diye sordum.

"Güzel soru, söylemesi zor. Ben gerçekten emin değilim. Uzun zaman önceymiş gibi hissediyorum. Hangi yıldayız." dedi.

"4. Çağ 201" dedim. "

"Sanırım düşündüğümden de uzun kilitli kalmışım. Planlanandan uzun."

"Ne kadar uzun." diye sordum. "

Ne fark eder? Yüzlerce belki de binlerce yıldır. Lütfen acele edelim. Bir an evvel evime gitmeliyiz ki neler olduğunu çözebilelim." dedi.

"Sadece seni tanımaya çalışıyorum. Evinden biraz bahseder misin." dedim.

"Tamam, tamam... Söylediğim gibi Solitude yakınlarındaki bir adada. Sanırım bizi oraya götürebilecek bir tekne bulmalıyız. Orası evim. Sıcak bir yer değil ve sıkıcı ama yine de güvende olacağım." dedi.

"Oraya gittiğin için pek de mutlu görünmüyorsun." dedim.

"Annem ve babam kavgalı ve babamla ben iyi geçinemeyiz." dedi ve ekledi. " Umarım bu son sorudur. Yoksa biraz daha burada dikilirsek Gargoyleler gibi taş kesileceğiz. Merakın giderildiyse şuradan çıkalım artık."

Karmaşık yollar, çeşitli tuzaklar ve Metfunların saldırıları yüzünden mağaradan çıkmakta en az girmek kadar zor oldu. Serana'ya yardım etmem Yag'ı kızdırmıştı. Ama bu işi sonuna kadar götürmeye kararlıydım ve sanki yeni tanıştığım bu vampir kızda beni çeken bir şeyler vardı.


6. Bölüm - Son Ejderdoğan Anıları: Vampir Avı

Ay Doğan diye bilinen kurt adamlardan oluşan bir vampir avcıları grubunun lideri bana Karanlık Kovuk Mahzen mezarı adlı yerdeki vampirlerin ne aradığını bulma görevini vermişti. Yag ile birlikte Mahzen mezarında ki keşfim sırasında derinliklerinde bulunan antik bir lahitten Serana adındaki bir vampir kadını kurtardım. Benden onu Skyrim'in kuzey kıyılarındaki evine gidene kadar eşlik etmemi istedi.

Ona yardım etmem Yag'ı kızdırdı ve sürüye bensiz gitmesine neden olmuştu. Serena ile Akdiyar'dan Haafingar'a yaptığımız yolculuk 2 gün sürdü. Kuzey gözü Kalesi'nin yakınlarındaki sahilden bir kayığa binerek karşıya geçtik. Bir adaya yanaştık ve devasa bir şatoyla karşılaştık.

"Hey, şey, oraya girmeden önce sana söylemem gereken bir şey var." dedi Serana.

"Sen iyi misin." diye sordum. "Sanırım. Sorduğun için teşekkürler." dedi sonra ekledi. " Sadece beni buralara kadar getirdiğin için teşekkür etmek istedim. Yalnız bu noktadan sonra, içeri girdiğimizde, sessiz kal. Bırak konuşma işini ben yapayım."

"Leydi Serana geri döndü! Kapıyı derhal açın." dedi kapıdaki bekçi.

"Burası senin evin mi." diye sordum.

"Evet. Evim... Güzel kalem." dedi.

"Çok etkileyici. Bu kadar büyük olduğunu neden bana söylemedin." diye sordum.

"Öyledir. Ben sadece beni tüm gününü kalede oturan hanım kızlardan biri olarak hayal etmeni istememiştim. Bilmiyorum. Böyle bir yere gelmek şey... Bu pek bana göre değil. Umarım bunu anlayabilirsin." dedi.

"Serana hanım! Sizi gördüğüme çok sevindim. Babanız sizi çok merak etti. Uzun süredir kayıpmışsınız duyduğum kadarıyla." dedi bekçi.

"Teşekkürler." dedi Serana.

"Köpek! Buraya girmeye nasıl cüret edersin. Bekçi senin nasıl girmene izin verir." dedi vampir sonra devam etti. "Dur... Serana? Bu gerçekten sen misin? Gözlerime inanamıyorum."

"Evet, Vingalmo benim... Arkadaş benimle birlikte o yüzden çekil önümüzden babamla konuşmalıyız." dedi Serana.

"Tabi ki... Leydim, buyurun lütfen." dedi sonra ekledi. "Lordum! Millet! Leydi Serana döndü."

"Sanırım beni bekliyorlardı." dedi Serana.

"Uzun zamandır kayıp olan kızım geri dönmüş. Sanırım Kadim Tomarım sende." dedi.

"Yüzlerce yıldan sonra, bana sorduğun ilk şey bu mu? Evet, Tomar benimle." dedi Serana.

"Elbette senide gördüğüme sevindim, kızım. İlla her şeyi sesli mi düşünmem gerekiyor." dedi sonra ekledi. "Ah, eğer o hain annen burada olsaydı. Kafasını kazığa geçirmeden önce bu yeniden birleşmemizi görmesine izin verirdim. Söyle bana, salonuma getirdiğin bu yabancı da kim."

"Bu beni kurtaran kişi." dedi Serana.

"Kızımın sağ salim geri dönüşü için sana minnettarım. Söyle bana, adın ne." dedi.

"Ben Tornas. Sen kimsin." dedim.

"Ben Harkon, Volhikar Sarayı'nın lordu. Şimdiye dek, kızım bizim ne olduğumuzu sana söylemiştir." dedi.

"Sizler vampirsiniz." dedim.

" Sadece vampirler değil. Skyrim'deki en yaşlı ve en güçlü soydan gelen vampirlere de sahibiz. Asırlardır burada yaşıyoruz, dünyanın dikkatinden uzakta. Lakin tüm bunlar karımın bana ihanet etmesi ve en değer verdiğim şeyi çalmasıyla sona erdi." dedi Harkon.

"Kızınızı bulmamın bana ne gibi bir ödülü olacak." diye sordum.

"Tamda bu konuya gelecektim. Evet, kesinlikle bir ödülü hak ettin. Sadece bir ödülüm var ve bu da Kadim Parşömenin ve kızımın kıymetine eşdeğerde. Sana kanımı teklif ediyorum. İç onu ve bu koyunlar arasında bir kurt gibi yaşa. Senin olduğun yerde insanlar korkacak ve ölümden asla korkmayacaksın." dedi Harkon.

"Ben bir kurt adamım. Eğer hediyeni kabul edersem ne olacak." diye sordum.

"Evet, kokusunu alabiliyorum." dedi Harkon ve ekledi. "Kanımın gücü içindeki bu pisliği temizleyecek ve seni bizden biri yapacak. "

"Peki ya kurt adam olarak kalmak istersem." dedim.

"Seni bu kaleden sürerim. Hayatını kızımın hatırına bu seferlik bağışlarım, ancak sonrasında av olacaksın. Belki ikna olmaya ihtiyacın vardır. Şu kudrete bak. Sana sunduğum kudret bu. Şimdi, seçimini yap." dedi Harkon.

" Kusura bakma. Vampir olmak istemiyorum. Hediyeni reddediyorum." dedim.

"Öyle olsun. Sen bir avsın, tıpkı diğer faniler gibi. Seni kovuyorum." dedi Harkon.

Serana'yı evine getirdim. Babası, güçlü bir vampir lorduydu, bana armağan olarak kanını vermeyi teklif etti. Ancak teklifini reddettikten sonra sürgün edildim. Şimdi Ay Doğan sürüsüne dönmeli ve neler olduğunu anlatmalıydım.
 

egle

Doçent
Cezalı
Katılım
12 Aralık 2020
Mesajlar
986
Reaksiyon puanı
917
Puanları
93
Hangi tür meyve istersiniz o na göre ağaç olacam da


Yine döktürmüşsün
 

The Medic

Profesör
Katılım
5 Mayıs 2020
Mesajlar
1,022
Reaksiyon puanı
1,285
Puanları
113
evet,güya bunlar çok kısa,kitap olmaz dimi?Bildiğin destan bu!
 
Üst