|Ⓢєччαh|
Guru
- Katılım
- 12 Mart 2011
- Mesajlar
- 35,206
- Reaksiyon puanı
- 10,327
- Puanları
- 293
Kur'an Müslümanlığı İddiası
Kur'ân-ı Hakîm, İslâm ümmeti içinde ortaya çıkacak birtakım yanlışlıklara işaret ederek bu hususta Müslümanları uyarmıştır. Bunlardan biri de Kur'ân'ı açıklamada Peygamber Efendimiz'in (aleyhisselâm) hadîslerini devre dışı bırakma sapıklığıdır. Allah Teâlâ Kur'ân'ı gökten kâğıtlar hâlinde indirmeyip Peygamber olarak seçtiği zâtın kalbine vahyetti. O da kitabı insanlara tebliğ etti, açıkladı ve nasıl tatbik edeceklerini gösterdi.
Allah Teâlâ, Resûlüne uymanın farz olduğunu açıkça bildirmektedir. Meselâ bir âyette şöyle buyurur: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın."1 Bu mânâda başka âyetler de vardır. Buna rağmen Hicrî birinci asrın son çeyreğinde "Kur'ân Müslümanlığı" iddiasının ortaya çıktığını görüyoruz. Çok şükür ki, o dönemde henüz hayatta olan birkaç sahabî vardı. Bu iddiaya karşı Müslümanları uyardılar.
Suriye, Irak, İran, Mısır gibi yerlerin fethi ile hayli genişlemiş İslâm devletinin bazı şehirlerinde Kur'ân'ı sathî anlayan birtakım şahıslar şöyle demeye başladılar: "Kur'ân'da lüzumlu her şeyin bildirildiğine2, âyetlerinin iyice açıklandığına3, rehber olarak yeterli olduğuna4 dâir âyetler var. Bunlar, Kur'ân dışında bir kaynağa ihtiyaç olmadığını bildiriyor. Öte yandan şu mesele var: "Kur'ân'ın metni kesindir. Hâlbuki hadîslerin nakli kesin değildir. Mütevatir (kesin) hadîslerin sayısı yirmiyi bile bulmaz. Kesin olmayan hadîslerle Kur'ân'ı açıklamak doğru olmaz."
Bu iddia tamamen temelsizdir. Allah şu âyetinde Allah (celle celâluhu) ile Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) arasını ayırmak isteyenlerin ortaya çıkacağını haber vermiştir: "O kimseler ki Allah'ı da, resullerini de tanımaz ve Allah ile resullerinin arasını açmak isterler (…) İşte bunlar kâfirlerin ta kendileridir."5 Hadîsleri kabul etmemek, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletini iptal etmek, onun Allah ile münasebetini kesmek mânâsına gelir.6
Hz. Peygamber de (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle diyerek bu tehlikeyi haber vermiştir: "Şunu kesin olarak biliniz ki bana Kur'ân ve onun bir misli daha verildi. Karnı tok bir hâlde rahat koltuğunda kurularak: ‘Şu Kur'ân'a sarılınız; onda helâl olarak ne görmüşseniz onu helâl kabul ediniz, neyi de haram görmüşseniz onu haram biliniz.' diyecek bazı kimseler çok geçmeden gelecektir."7
Hadîsleri kabul etmeme, tek cümle ile şu demektir: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) yirmi üç sene boyunca susmuş, nakledilecek hiçbir söz söylememiş, hiçbir iş yapmamıştır." Böyle bir şey asla kabul edilemez. Kaba bir hesapla bir günde, söz ve davranış olarak O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) –en az– on cümlelik bir şey söylemesi pek normaldir. Yirmi senede altmış bin hadîs yapar. Unutmamak gerekir ki bu hadîsler yüzlerce sahabîden gelmektedir. Aynı söz ve davranış farklı hadîsler hâlinde nakledilmiştir. Tekrarları ve diğer bazı unsurları da düşelim. Yine de on bin civarında hadîs kalır. Bu kadar hadîsin olması da düşünülebilecek en az miktardır.
Hadîsleri red iddiası 2. ve 3. Hicrî asırlarda büyük âlimler tarafından ilmî delillerle çürütüldü. Meselâ İmam Şafii bu iddia sahiplerinin düşüncelerini ve onlara verdiği cevapları ayrıntılı olarak nakletmiştir.8 Üçüncü Hicrî asırdan sonra Sünnet'in dindeki yerini reddeden Müslüman bilmiyoruz. Bu durum Avrupa devletlerinin İslâm ülkelerini istilâ edip sömürgeleştirmelerinden sonra 19. asra kadar devam etti.
Sömürgeciler, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) aleyhindeki önyargıları ve duydukları nefret, keza İslâm medeniyetini çekememe sebebiyle Müslümanları zayıflatma ve bölme çareleri aradılar. Müslümanları ihtilâflı konularla meşgul ederken, hâkimiyetlerini kolayca sürdürme ve onların servetlerini yağmalama gayesiyle ihtilâflı meseleleri kurcalamaya giriştiler. Zaten kendi ülkelerinde yetiştirdikleri oryantalistler bu hususlarda kendilerine malzemeler de sunuyorlardı. Meselâ Aloys Sprenger (1813-1893) 1843'te hekim olarak Kalküta'ya gitmiş, İngiliz sömürge idaresinin asimilasyon atmosferinde idare ve eğitim alanında önemli roller üstlenmiş, devlet görevlilerini İslâm hukuku alanında yetiştiren bir yüksek okulun müdürlüğünü yapmıştı.
Oryantalistler kadar bazı Müslüman düşünürleri de etkileyen bu kişinin en bariz yönlerinden biri hadîsleri reddetmesidir.9 Abraham Geiger, İ. Goldziher, L. Caetani, H.Lammens, D. Margoliouth, R. Nicholson, J. Schacht, Ph. Hitti gibi oryantalistler de bu iddiada bulunan kimseler arasında yer alırlar.10 Hindistan, Mısır, Suriye, Türkiye gibi İslâm ülkelerinde 19. yüzyıldan beri dinin tek kaynağının Kur'ân olduğunu ileri sürüp Sünnet'i saf dışı bırakmak isteyen iddialar çıkmaya başladı.11
Pakistan'da bakan yardımcılığı yapmış ve Karaçi'de Tuluu İslâm Araştırma Merkezi'nde çalışan Ğulam Ahmed Perviz Kur'ân tefsirinde hadîslerin değer taşımadığını iddia etmesiyle kötü bir şöhret sahibi olmuştur. Makam-ı Hadîs adlı iki ciltlik eseri (1953) ile bu iddiasını revaçlandırmaya çalışmıştır.12 Mısır'da Muhammed Ebu Zeyd, Kur'ân-ı Kerîm'i Kur'ân âyetleriyle tefsir etme iddiasıyla ortaya çıkmış, el-Hidaye ve'l-irfan fi tefsiri'l-Kur'âni bi'l-Kur'ân (1931) kitabını yayımlamış, aşırı görüşleri sebebiyle Ezher uleması tarafından din dışına çıkmakla itham edilmiştir.13
Bu iddiada bulunanlar sayı olarak son derece azdır. Fakat aykırı olma sebebiyle uyandırdıkları merakla seslerini duyurabildiler. Âlimlerin güçlü delilleri karşısında bunlar fazla tesirli olamayıp ortadan kayboldular. Fakat o zamandan beri günümüze kadar bu konunun arada bir yeni isimler tarafından tekrar ısıtılıp gündeme getirildiğini görüyoruz. Bu da dış tesir ihtimalini artırıyor. Yabancılar da bu iddianın Müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini biliyorlar. Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp Müslümanları hayatî meseleleri ile meşgul olmaktan bir süre için de olsa engellemeleri ve onları ihtilafa düşürmeleri onlara kâfi gelmektedir. Maalesef her dönemde kulaklarına üflenecek beş-on gafil bulmak kendileri için zor olmamaktadır.
Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı Kerîm hakkında üç görevi vardı: 1-Tebliğ 2-Tebyin 3-Tatbik. Tebliğ: Ulaştırma, nakletme mânâsına gelir ve Kur'ân bu görevi, bu kelimeyi kullanarak bildirir. Meselâ: "Ey Resûl! Rabb'in tarafından sana indirileni tebliğ et (belliğ)"14. Tebyin ise "Açıklama" demektir. Allah Teâlâ (celle celâluhu) şöyle buyurarak, gönderdiği Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisini, öncelikle Peygamberine verdiğini bildirmiştir: "Biz sana Zikr'i (Kur'ân'ı) indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve ta ki insanlar fikirlerini iyice kullansınlar."15
Kur'ân Müslümanlığı iddiasında bulunanlar buna da "tebliğ" mânâsı vermek isterler; ama kendilerinden başkasını kandıramazlar. Çünkü durum çok açıktır. Bir yerde de Allah, Kur'ân'ı Resûlü'nün kalbine, hafızasına yerleştirme ve onu okumasını sağlama işinin Kendisine ait olduğunu belirtmesini müteakip "Ayrıca onu açıklamak da Bize ait bir iştir."16 buyurmuştur. Birçok müfessire göre buradaki açıklamaktan maksat, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebyin ve tefsir etmesidir.17
Tatbik ise, "Peygamber size ne verirse onu alın!"18 âyetinde belirtilir. Keza "Gerçekten, Allah'ın Resûlü'nde sizler için (…) en mükemmel bir numune vardır"19 âyeti, müminlerin onun tatbikatını örnek almalarını ister. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur'ân'daki birçok mücmel âyeti, keza uygulamaya dâir hükümleri açıklamıştır. Meselâ, Kur'ân'ın emrettiği en temel ibadet "salât" yani namazdır. Ama hadîsler olmaksızın "Bu farzın nasıl uygulanacağı; namazın kıyam, kıraat, rükû, sücud gibi rükünleri nelerdir? Rek'at ne demektir? Bu rükünleri ne miktar yapmak gerekir?" gibi soruların cevabını bilmek mümkün değildir.
Çünkü bir kişi bu rükünleri bir kere yapmakla salât emrini yaptığını söyleyebilir. Sabah namazının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olduğunu Kur'ân'da bulamayız. Keza âyette Allah Teâlâ "Namaza kalktığınızda yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı (…) yıkayın"20 buyurarak abdest almayı emreder. Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlü açıklaması ve uygulaması ile öğreniyoruz ki, abdest bozulmadığı müddetçe birden fazla namaz kılınabilir. Yoksa her namaz için ayrı abdest almanın farz olduğu anlaşılırdı.
Yahut zekât emrine bakalım. Kur'ân sadece "Zekât verin!" buyurur. Ama nisab, yani alt sınırı bildirmez. Hadîs olmasa, elde olan her şeyin zekâtını vermek gerekirdi. Mülkiyetin üzerinden bir sene geçtikten sonra zekât gerektiğini de hadîs bildirir. Aksi hâlde süreye bakmaksızın hemen vermek gerekirdi. Zekâta tâbi olan mallar ve tâbi olmayan mallar hangileridir, tâbi olanlardan hangi miktar verilir (altın, gümüş ve nakitten kırkta bir, madenden beşte bir, ekinden onda bir, emekle sulanan ekinden yirmide bir olduğunu, keza koyun, inek, deve gibi hayvanların farklı zekât miktarlarının neler olduğunu) bunları hadîsler bildirir. Hâsılı, en temel ve kesin olan namaz ve zekât farzlarında bile en az elli mesele vardır ki hadîslerin açıklaması olmaksızın bunları anlamak ve uygulamak mümkün değildir.
Fakat kendilerine Ehl-i Kur'ân veya Kur'âniyyun adını veren bazı kimseler ilgili âyetleri kendi heveslerine göre tevil ederler. Nitekim Sünnet'in dinin kaynağı olduğunun delillerinden olarak az önce zikrettiğimiz; "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın!"21 emrinin, ganimetin nasıl pay edileceği hâdisesi ile sınırlı olduğunu, başka konulara teşmil edilemeyeceğini ileri sürerler.
Oysa Kur'ân tefsirinde başta gelen birkaç sahabîden Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahu anh), nüzul sebebini çok iyi bilmesine rağmen, bu emrin umum ifade ettiğini bildirmişti. Beni Esed kabilesinden bir kadın ona gelip şöyle dedi: "Ey Ebû Abdurrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana, yani seyreltene lânet ettiğini duydum." İbn Mes'ud (r.a) ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) lânet ettiğine ve Kur'ân'da belirtilene lânet etmeyeyim?" Kadın cevaben: "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım." deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layığı veçhiyle okusaydın bulurdun. Zîrâ Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın!"22
Şu hâlde ashabın en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, Sünnet'in öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'ân'ın istediklerini yerine getirmektir. Mezkûr âyet, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet'ine bu işlevi vermiştir. Allah'ın yarattığını değiştirmeyi men eden Nisâ, 119. âyetinin maksat ve kapsamını ancak Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Hadîsleri inkâr etmenin imkânsız olduğunu az önce söyledik. Hadîslerin korunması konusuna gelince, bu konuda; Kur'ân'ın prensipleri, Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) uyarmaları, sahabenin uygulamaları ile mükemmel metotlar devreye girmiştir. Sonra gelen âlimlerin de bunlardan hareketle geliştirdikleri hadîs ilimleri vasıtasıyla, çağdaş tarih kritik ve eleştirilerini imrendirecek tedbirler sayesinde, pek zengin hadîs mirasına sahip bulunmaktayız. Ancak aklını yitirmiş, çılgın bir mirasyedi olmak lâzım ki, bunlardan vazgeçilsin.
Dipnotlar
1. Haşr 59/7.
2. Nahl 16/89.
3. Hud 11/1.
4. Ankebut 29/51.
5. Nisa 4/150.
7. Ebu Davud, Sünen, Sünne, 5.bab, hadîs no:4604.
8. Şafii, el-Ümm, Beyrut, 2005, IX, s-5-19.
9. İlhan Erdem, DİA (İslâm Ansiklopedisi), Sprenger md., XXXVII, 421.
10. M.Yaşar Kandemir, a.g.e., Hadîs md. XV,42-44; Tahsin Görgün, a.g.e.,Goldziher md. , XIV, s.109
11. "İslâm dünyasında XX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde Avrupalı araştırmacıların tarihi tenkit metodu yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen Müslüman araştırmacılar, İslâm'ın dini metinleri olan Kur'ân ve hadîslere uygulamak istemişlerdir (…) Modern zihniyetli araştırmacılar, müsteşrikler gibi, hadîslerin büyük bir kısmının Hz. Peygamber'le ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddislerinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir" (M. Yaşar Kandemir, a.g.e., Hadîs md. XV, 47).
12. J. Baljon, Kur'ân Yorumunda Çağdaş Yönelimler, s.32 vd. trc. Şaban Ali Düzgün, Ankara, Fecr Yay. 1994. Baljon onun bu kitabı hakkında Pakistani views of Hadith (1958) başlıklı bir inceleme yayınladığını bildirmektedir.
13. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara, 1985, s.302; J. Baljon, a.g.e, s.33.
14. Maide 5/67.
15. Nahl 16/44.
16. Kıyame 75/19.
17. Mukaddemetan, s. 195; Alusi, 29/142.
18. Haşr 59/7.
19. Ahzab 33/21.
20. Maide 5/6.
21. Haşr 59/7.
22. İbn Abdi'l-Berr, Cami'u beyani'l-ilm, II/188; Şatıbi, Muvafakat, IV/24.
Bu yazı Kur'an.org sitesinden alıntılanmıştır.
Kur'ân-ı Hakîm, İslâm ümmeti içinde ortaya çıkacak birtakım yanlışlıklara işaret ederek bu hususta Müslümanları uyarmıştır. Bunlardan biri de Kur'ân'ı açıklamada Peygamber Efendimiz'in (aleyhisselâm) hadîslerini devre dışı bırakma sapıklığıdır. Allah Teâlâ Kur'ân'ı gökten kâğıtlar hâlinde indirmeyip Peygamber olarak seçtiği zâtın kalbine vahyetti. O da kitabı insanlara tebliğ etti, açıkladı ve nasıl tatbik edeceklerini gösterdi.
Allah Teâlâ, Resûlüne uymanın farz olduğunu açıkça bildirmektedir. Meselâ bir âyette şöyle buyurur: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın."1 Bu mânâda başka âyetler de vardır. Buna rağmen Hicrî birinci asrın son çeyreğinde "Kur'ân Müslümanlığı" iddiasının ortaya çıktığını görüyoruz. Çok şükür ki, o dönemde henüz hayatta olan birkaç sahabî vardı. Bu iddiaya karşı Müslümanları uyardılar.
Suriye, Irak, İran, Mısır gibi yerlerin fethi ile hayli genişlemiş İslâm devletinin bazı şehirlerinde Kur'ân'ı sathî anlayan birtakım şahıslar şöyle demeye başladılar: "Kur'ân'da lüzumlu her şeyin bildirildiğine2, âyetlerinin iyice açıklandığına3, rehber olarak yeterli olduğuna4 dâir âyetler var. Bunlar, Kur'ân dışında bir kaynağa ihtiyaç olmadığını bildiriyor. Öte yandan şu mesele var: "Kur'ân'ın metni kesindir. Hâlbuki hadîslerin nakli kesin değildir. Mütevatir (kesin) hadîslerin sayısı yirmiyi bile bulmaz. Kesin olmayan hadîslerle Kur'ân'ı açıklamak doğru olmaz."
Bu iddia tamamen temelsizdir. Allah şu âyetinde Allah (celle celâluhu) ile Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) arasını ayırmak isteyenlerin ortaya çıkacağını haber vermiştir: "O kimseler ki Allah'ı da, resullerini de tanımaz ve Allah ile resullerinin arasını açmak isterler (…) İşte bunlar kâfirlerin ta kendileridir."5 Hadîsleri kabul etmemek, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletini iptal etmek, onun Allah ile münasebetini kesmek mânâsına gelir.6
Hz. Peygamber de (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle diyerek bu tehlikeyi haber vermiştir: "Şunu kesin olarak biliniz ki bana Kur'ân ve onun bir misli daha verildi. Karnı tok bir hâlde rahat koltuğunda kurularak: ‘Şu Kur'ân'a sarılınız; onda helâl olarak ne görmüşseniz onu helâl kabul ediniz, neyi de haram görmüşseniz onu haram biliniz.' diyecek bazı kimseler çok geçmeden gelecektir."7
Hadîsleri kabul etmeme, tek cümle ile şu demektir: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) yirmi üç sene boyunca susmuş, nakledilecek hiçbir söz söylememiş, hiçbir iş yapmamıştır." Böyle bir şey asla kabul edilemez. Kaba bir hesapla bir günde, söz ve davranış olarak O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) –en az– on cümlelik bir şey söylemesi pek normaldir. Yirmi senede altmış bin hadîs yapar. Unutmamak gerekir ki bu hadîsler yüzlerce sahabîden gelmektedir. Aynı söz ve davranış farklı hadîsler hâlinde nakledilmiştir. Tekrarları ve diğer bazı unsurları da düşelim. Yine de on bin civarında hadîs kalır. Bu kadar hadîsin olması da düşünülebilecek en az miktardır.
Hadîsleri red iddiası 2. ve 3. Hicrî asırlarda büyük âlimler tarafından ilmî delillerle çürütüldü. Meselâ İmam Şafii bu iddia sahiplerinin düşüncelerini ve onlara verdiği cevapları ayrıntılı olarak nakletmiştir.8 Üçüncü Hicrî asırdan sonra Sünnet'in dindeki yerini reddeden Müslüman bilmiyoruz. Bu durum Avrupa devletlerinin İslâm ülkelerini istilâ edip sömürgeleştirmelerinden sonra 19. asra kadar devam etti.
Sömürgeciler, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) aleyhindeki önyargıları ve duydukları nefret, keza İslâm medeniyetini çekememe sebebiyle Müslümanları zayıflatma ve bölme çareleri aradılar. Müslümanları ihtilâflı konularla meşgul ederken, hâkimiyetlerini kolayca sürdürme ve onların servetlerini yağmalama gayesiyle ihtilâflı meseleleri kurcalamaya giriştiler. Zaten kendi ülkelerinde yetiştirdikleri oryantalistler bu hususlarda kendilerine malzemeler de sunuyorlardı. Meselâ Aloys Sprenger (1813-1893) 1843'te hekim olarak Kalküta'ya gitmiş, İngiliz sömürge idaresinin asimilasyon atmosferinde idare ve eğitim alanında önemli roller üstlenmiş, devlet görevlilerini İslâm hukuku alanında yetiştiren bir yüksek okulun müdürlüğünü yapmıştı.
Oryantalistler kadar bazı Müslüman düşünürleri de etkileyen bu kişinin en bariz yönlerinden biri hadîsleri reddetmesidir.9 Abraham Geiger, İ. Goldziher, L. Caetani, H.Lammens, D. Margoliouth, R. Nicholson, J. Schacht, Ph. Hitti gibi oryantalistler de bu iddiada bulunan kimseler arasında yer alırlar.10 Hindistan, Mısır, Suriye, Türkiye gibi İslâm ülkelerinde 19. yüzyıldan beri dinin tek kaynağının Kur'ân olduğunu ileri sürüp Sünnet'i saf dışı bırakmak isteyen iddialar çıkmaya başladı.11
Pakistan'da bakan yardımcılığı yapmış ve Karaçi'de Tuluu İslâm Araştırma Merkezi'nde çalışan Ğulam Ahmed Perviz Kur'ân tefsirinde hadîslerin değer taşımadığını iddia etmesiyle kötü bir şöhret sahibi olmuştur. Makam-ı Hadîs adlı iki ciltlik eseri (1953) ile bu iddiasını revaçlandırmaya çalışmıştır.12 Mısır'da Muhammed Ebu Zeyd, Kur'ân-ı Kerîm'i Kur'ân âyetleriyle tefsir etme iddiasıyla ortaya çıkmış, el-Hidaye ve'l-irfan fi tefsiri'l-Kur'âni bi'l-Kur'ân (1931) kitabını yayımlamış, aşırı görüşleri sebebiyle Ezher uleması tarafından din dışına çıkmakla itham edilmiştir.13
Bu iddiada bulunanlar sayı olarak son derece azdır. Fakat aykırı olma sebebiyle uyandırdıkları merakla seslerini duyurabildiler. Âlimlerin güçlü delilleri karşısında bunlar fazla tesirli olamayıp ortadan kayboldular. Fakat o zamandan beri günümüze kadar bu konunun arada bir yeni isimler tarafından tekrar ısıtılıp gündeme getirildiğini görüyoruz. Bu da dış tesir ihtimalini artırıyor. Yabancılar da bu iddianın Müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini biliyorlar. Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp Müslümanları hayatî meseleleri ile meşgul olmaktan bir süre için de olsa engellemeleri ve onları ihtilafa düşürmeleri onlara kâfi gelmektedir. Maalesef her dönemde kulaklarına üflenecek beş-on gafil bulmak kendileri için zor olmamaktadır.
Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı Kerîm hakkında üç görevi vardı: 1-Tebliğ 2-Tebyin 3-Tatbik. Tebliğ: Ulaştırma, nakletme mânâsına gelir ve Kur'ân bu görevi, bu kelimeyi kullanarak bildirir. Meselâ: "Ey Resûl! Rabb'in tarafından sana indirileni tebliğ et (belliğ)"14. Tebyin ise "Açıklama" demektir. Allah Teâlâ (celle celâluhu) şöyle buyurarak, gönderdiği Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisini, öncelikle Peygamberine verdiğini bildirmiştir: "Biz sana Zikr'i (Kur'ân'ı) indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve ta ki insanlar fikirlerini iyice kullansınlar."15
Kur'ân Müslümanlığı iddiasında bulunanlar buna da "tebliğ" mânâsı vermek isterler; ama kendilerinden başkasını kandıramazlar. Çünkü durum çok açıktır. Bir yerde de Allah, Kur'ân'ı Resûlü'nün kalbine, hafızasına yerleştirme ve onu okumasını sağlama işinin Kendisine ait olduğunu belirtmesini müteakip "Ayrıca onu açıklamak da Bize ait bir iştir."16 buyurmuştur. Birçok müfessire göre buradaki açıklamaktan maksat, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebyin ve tefsir etmesidir.17
Tatbik ise, "Peygamber size ne verirse onu alın!"18 âyetinde belirtilir. Keza "Gerçekten, Allah'ın Resûlü'nde sizler için (…) en mükemmel bir numune vardır"19 âyeti, müminlerin onun tatbikatını örnek almalarını ister. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur'ân'daki birçok mücmel âyeti, keza uygulamaya dâir hükümleri açıklamıştır. Meselâ, Kur'ân'ın emrettiği en temel ibadet "salât" yani namazdır. Ama hadîsler olmaksızın "Bu farzın nasıl uygulanacağı; namazın kıyam, kıraat, rükû, sücud gibi rükünleri nelerdir? Rek'at ne demektir? Bu rükünleri ne miktar yapmak gerekir?" gibi soruların cevabını bilmek mümkün değildir.
Çünkü bir kişi bu rükünleri bir kere yapmakla salât emrini yaptığını söyleyebilir. Sabah namazının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olduğunu Kur'ân'da bulamayız. Keza âyette Allah Teâlâ "Namaza kalktığınızda yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı (…) yıkayın"20 buyurarak abdest almayı emreder. Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlü açıklaması ve uygulaması ile öğreniyoruz ki, abdest bozulmadığı müddetçe birden fazla namaz kılınabilir. Yoksa her namaz için ayrı abdest almanın farz olduğu anlaşılırdı.
Yahut zekât emrine bakalım. Kur'ân sadece "Zekât verin!" buyurur. Ama nisab, yani alt sınırı bildirmez. Hadîs olmasa, elde olan her şeyin zekâtını vermek gerekirdi. Mülkiyetin üzerinden bir sene geçtikten sonra zekât gerektiğini de hadîs bildirir. Aksi hâlde süreye bakmaksızın hemen vermek gerekirdi. Zekâta tâbi olan mallar ve tâbi olmayan mallar hangileridir, tâbi olanlardan hangi miktar verilir (altın, gümüş ve nakitten kırkta bir, madenden beşte bir, ekinden onda bir, emekle sulanan ekinden yirmide bir olduğunu, keza koyun, inek, deve gibi hayvanların farklı zekât miktarlarının neler olduğunu) bunları hadîsler bildirir. Hâsılı, en temel ve kesin olan namaz ve zekât farzlarında bile en az elli mesele vardır ki hadîslerin açıklaması olmaksızın bunları anlamak ve uygulamak mümkün değildir.
Fakat kendilerine Ehl-i Kur'ân veya Kur'âniyyun adını veren bazı kimseler ilgili âyetleri kendi heveslerine göre tevil ederler. Nitekim Sünnet'in dinin kaynağı olduğunun delillerinden olarak az önce zikrettiğimiz; "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın!"21 emrinin, ganimetin nasıl pay edileceği hâdisesi ile sınırlı olduğunu, başka konulara teşmil edilemeyeceğini ileri sürerler.
Oysa Kur'ân tefsirinde başta gelen birkaç sahabîden Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahu anh), nüzul sebebini çok iyi bilmesine rağmen, bu emrin umum ifade ettiğini bildirmişti. Beni Esed kabilesinden bir kadın ona gelip şöyle dedi: "Ey Ebû Abdurrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana, yani seyreltene lânet ettiğini duydum." İbn Mes'ud (r.a) ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) lânet ettiğine ve Kur'ân'da belirtilene lânet etmeyeyim?" Kadın cevaben: "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım." deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layığı veçhiyle okusaydın bulurdun. Zîrâ Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın!"22
Şu hâlde ashabın en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, Sünnet'in öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'ân'ın istediklerini yerine getirmektir. Mezkûr âyet, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet'ine bu işlevi vermiştir. Allah'ın yarattığını değiştirmeyi men eden Nisâ, 119. âyetinin maksat ve kapsamını ancak Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Hadîsleri inkâr etmenin imkânsız olduğunu az önce söyledik. Hadîslerin korunması konusuna gelince, bu konuda; Kur'ân'ın prensipleri, Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) uyarmaları, sahabenin uygulamaları ile mükemmel metotlar devreye girmiştir. Sonra gelen âlimlerin de bunlardan hareketle geliştirdikleri hadîs ilimleri vasıtasıyla, çağdaş tarih kritik ve eleştirilerini imrendirecek tedbirler sayesinde, pek zengin hadîs mirasına sahip bulunmaktayız. Ancak aklını yitirmiş, çılgın bir mirasyedi olmak lâzım ki, bunlardan vazgeçilsin.
Dipnotlar
1. Haşr 59/7.
2. Nahl 16/89.
3. Hud 11/1.
4. Ankebut 29/51.
5. Nisa 4/150.
7. Ebu Davud, Sünen, Sünne, 5.bab, hadîs no:4604.
8. Şafii, el-Ümm, Beyrut, 2005, IX, s-5-19.
9. İlhan Erdem, DİA (İslâm Ansiklopedisi), Sprenger md., XXXVII, 421.
10. M.Yaşar Kandemir, a.g.e., Hadîs md. XV,42-44; Tahsin Görgün, a.g.e.,Goldziher md. , XIV, s.109
11. "İslâm dünyasında XX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde Avrupalı araştırmacıların tarihi tenkit metodu yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen Müslüman araştırmacılar, İslâm'ın dini metinleri olan Kur'ân ve hadîslere uygulamak istemişlerdir (…) Modern zihniyetli araştırmacılar, müsteşrikler gibi, hadîslerin büyük bir kısmının Hz. Peygamber'le ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddislerinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir" (M. Yaşar Kandemir, a.g.e., Hadîs md. XV, 47).
12. J. Baljon, Kur'ân Yorumunda Çağdaş Yönelimler, s.32 vd. trc. Şaban Ali Düzgün, Ankara, Fecr Yay. 1994. Baljon onun bu kitabı hakkında Pakistani views of Hadith (1958) başlıklı bir inceleme yayınladığını bildirmektedir.
13. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara, 1985, s.302; J. Baljon, a.g.e, s.33.
14. Maide 5/67.
15. Nahl 16/44.
16. Kıyame 75/19.
17. Mukaddemetan, s. 195; Alusi, 29/142.
18. Haşr 59/7.
19. Ahzab 33/21.
20. Maide 5/6.
21. Haşr 59/7.
22. İbn Abdi'l-Berr, Cami'u beyani'l-ilm, II/188; Şatıbi, Muvafakat, IV/24.
Bu yazı Kur'an.org sitesinden alıntılanmıştır.