Atatürk ve Kuruluş Tarihi

Be5tE

Dekan
Katılım
22 Nisan 2008
Mesajlar
7,341
Reaksiyon puanı
5
Puanları
0
Beliren Millî Mücadele, dış istilâya karşı vatanın kurtuluşunu biricik hedef saydığı halde bu Milli Mücadele’nin muvaffakiyete ulaştıkça, safha safha bugünkü devre kadar millî irade idaresinin bütün esaslarını ve şekillerini gerçekleştirmesi tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî seyir idi. Bu önüne geçilmez tarihî seyri, geleneksel alışkanlığıyla derhal hisseden padişah hanedanı, ilk andan itibaren Millî Mücadele’nin amansız düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz tarihî seyri ilk anda ben de gördüm ve hissettim. Fakat, nihayete kadar devam eden bu hislerimizi ilk anda tam olarak göstermedik ve ifade etmedik. Gelecek ihtimaller üzerine fazla demeç, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye, hayal niteliğini verebilirdi; dış tehlikenin yakın tesirleri karşısında, etkilenenler arasında, geleneklerine ve fikrî kabiliyetlerine ve ruhî durumlarına uymayan muhtemel değişikliklerden ürkeceklerin, ilk anda mukavemetlerini tahrik edebilirdi. Muvaffakiyet için pratik ve sağlam yol, her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişme ve yükselmesi için selâmet yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin muvaffakiyet yolu, yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kimselerden bazılarıyla aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde önemli veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, gücenmelerin ve hattâ ayrılmaların da sebebi ve izahı olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyet ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi fikrî ve ruhî yeteneklerinin kavrayış hududu bittikçe, bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir. Bu son sözlerimi özetlemek lâzım gelirse, diyebilirim ki, ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme istidadını, bir millî sır gibi vicdanında taşıyarak yavaş yavaş, bütün toplumumuza uygulatmak mecburiyetinde idim.
1927 (Nutuk I, s. 15-16)

Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz milletin alışık olmadığı meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umumca söz konusu olmasında büyük mahzurlar tasavvur olunan hususların konuşulmasında kesin zaruret bulunuyordu.
Osmanlı hükûmetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu.
Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhlı olarak mukabele ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu mühim kararın bütün gerek ve zaruretlerini ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalar ve hâdiselerden istifade ederek milletin hislerini ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz sene içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumî istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür.
1927 (Nutuk I, s. 14-15)

Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından girişmemek, başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürk’le Beraber, Cilt: I, s. 85)

Biri işi zamansız yapmak, o işi başarısızlığa uğratmak olur. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır.
1919 ( Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürk’le Beraber, Cilt: I, S. 235)

İstediklerimizin hepsi olacaktır. Ancak zamanını seçmek lâzım. Her şeyi birden yapamayız; sıra beklemek, reaksiyona meydan bırakmamak mecburiyetindeyiz. Dediğim gibi, bazen hedefe dolambaçlı yollardan gitmek, cephe hücumundan daha emin ve daha sağlamdır.
1922 (Süreyya Sami Berkem, Unutulmuş Günler, s. 101)

Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi, bir geçiş devresi yaşadık. Bu devirde, iki fikir ve görüş, birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir, saltanat idaresine son vererek cumhuriyet idaresi kurmaktı. Bu bizim fikrimizdi. Biz, fikrimizi açık söylemekte mahzur görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulanma kabiliyetini saklı tutup münasip zamanında tatbik edebilmek için, saltanat taraftarlarının fikirlerini tatbik sahasından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, bilhassa Anayasa yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya lüzum olmadığını bildirerek o ciheti söylemeden geçmekte fayda görüyorduk.
Devlet idaresini, cumhuriyetten bahsetmeksizin, millî egemenlik esasları dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen biçimde şekillendirmeye çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük makam olmadığını aşılamada ısrar ederek, saltanat ve hilâfet makamları olmaksızın, devleti idare etmek mümkün olduğunu ispat etmek lüzumlu idi. Devlet Başkanlığı’ndan bahsetmeksizin, onun vazifesini fiilen Meclis Başkanı’na gördürüyorduk. Fiiliyatta, Meclis’in Başkanı, İkinci Başkan idi. Hükûmet vardı; fakat “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşırdı.Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemencecik saltanatçılar, padişahın yetkisini kullanma lüzumunu ortaya atacaklardı.
İşte, geçiş devresinin bu mücadele safhalarında, bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz aracı şekli, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, meşrutiyet şeklinin açıkca ifadesini temine çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ediyorlar, diyorlardı ki, “Bu yapmak istediğiniz hükûmet şekli neye, hangi idareye benzer?” Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu nevi suallere, biz de, zamanın gereğine göre cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zaruretinde idik.
1927 (Nutuk II, s. 838-839)

Hilâfet ve din meseleleriyle meşgul olunduğu sıralarda, kamuoyu ve bilhassa aydın kamuoyu için Anayasa’da bir noktanın düğüm teşkil ettiğini öğrendik. Cumhuriyet ilânından sonra da, kanunda, aynı düğüm muhafaza edildikten başka, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.
Bu noktaları izah edeyim; 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Anayasa’nın 26. maddesi, Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinden bahseder. Madde’nin başında, Meclis’in ilk vazifesi olmak üzere “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” vardır. İşte, bunun nasıl bir vazife ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta tereddüde düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet Meclisi’nin, adı geçen maddede, “kanunların yapılması, değiştirilmesi, yorumu ve kaldırılması ve diğer” sayılan ve belirtilen vazifeleri o kadar geniş ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve bağımsız olarak bir klişenin mevcudiyeti gereksiz görülmektedir. Çünkü şer’ demek kanun demektir. Şeriat hükümleri demek, kanun hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk telâkkileriyle uyuşamaz. Bu böyle olunca, “şerit hükümleri” tabiriyle kastolunan mâna ve anlamın büsbütün başka bir şey olması icap eder.
Efendiler, ilk Anayasa’yı hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şeriat hükümleri” tabirinin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat, bu tabirden, kendi zanlarınca, bambaşka mâna tasavvur edenleri ikna mümkün olmadı.
İkinci nokta Efendiler, yeni Anayasa’nın ikinci maddesinin başında.. “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu cümle, daha Anayasa’ya geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla uzun bir görüşme ve konuşmamız esnasında, muhataplarımdan bir zatın, şu suali ile karşılaştım: “Yeni hükûmetin dini olacak mı?” İtiraf edeyim ki, bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması lâzım gelen cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü, tebaası içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adilâne ve tarafsız muamelede bulunmak ve mahkemelerinde tebaası ve ecnebiler hakkında eşit adalet uygulamakla görevli olan bir hükûmet, fikir ve vicdan hürriyetine riayete mecburdur. Hükûmetin bu tabiî sıfatının, şüpheli mâna verilmesine sebep olacak sıfatlarla kayda bağlanması elbette doğru değildir.
“Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir” dediğimiz zaman, bunu herkes anlar. Hükûmetle resmî muamelelerde, Türk dilinin geçerli olması lüzumunu herkes tabiî bulur. Fakat, “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesi aynı suretle mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bu şüphesiz açıklama ve yoruma muhtaçtır. Efendiler, gazeteci muhatabımın sualine, hükûmetin dini olamaz! diyemedim; aksini söyledim. “Vardır Efendim; İslâm dinidir” dedim. Fakat hemen arkasından “İslâm dini fikir hürriyetine sahiptir” cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama lüzumunu hissettim. Demek istedim ki, hükûmet, fikir ve vicdana riayetle kayıtlı ve görevli olur. Muhatabım, verdiğim cevabı, şüphesiz, mâkul bulmadı ve sualini şu tarzda tekrar etti: “Yani hükûmet bir dine bağlı olacak mı?” “Olacak mı, olmayacak mı bilmem!” dedim. Meseleyi kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı. O halde, denildi; herhangi bir mesele hakkında itikadım ve düşüncelerim dairesinde bir fikir ortaya atmaktan hükûmet beni menedecek veya cezalandıracaktır. Halbuki herkes, kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi? O zaman, iki şey düşündüm. Biri: Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır? Diğeri: Hoca Şükrü Efendi’nin : “Bazı din âlimi arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında mevcut belli ve değişmez İslâmî hükümleri yayımlayarak... yanıltıldığı maalesef görülen efkâr-ı İslâmiyeyi aydınlatmayı gerekli bir vazife saydık” girişini takiben ifade edilen “İslâm Hilâfeti, din emrini koruyup yaymakta Peygamberliğin yerini almaktır; şeriat hükümleri koymak hususunda Resulü Ekrem Efendimiz’in vekilidir.”
Oysa ki, Hoca’nın sözlerini tatbike kalkışmak, millî egemenliği, vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka Hoca’nın malûmat hazinesi, Yezitler zamanında yazdırılmış ve istibdat idaresine mahsus formülleri kapsamıyor muydu? O halde kavramı ve anlamı, artık herkesçe tamamen anlaşılmış olan devlet ve hükûmet tabirlerini ve millet meclisleri vazifelerini, din ve şeriat kisvelerine bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır? Hakikat bundan ibaret olmakla beraber, o gün İzmit’te, basın mensuplarıyla bu konu üzerinde, daha fazla karşılıklı konuşma gerekli görülmedi.
Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa yapılırken, lâik hükûmet tabirinden dinsizlik mânası çıkarmaya eğilimli ve vesileci olanlara fırsat vermemek maksadıyla, kanunun ikinci maddesini mânasız kılan bir tabirin girişine müsamaha olunmuştur. Kanunun, gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet idaremizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan tabirler, inkılâp ve cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği tavizlerdir. Millet, Anayasamızdan, bu fazlalıkları ilk münasip zamanda kaldırmalıdır.*
1927 (Nutuk II, s. 714-717)

Biz de, uygulanamayacak fikirleri, nazarî birtakım teferruatı yaldızlayarak, bir kitap yazabilirdik; öyle yapmadık. Milletin maddî ve manevî yenileşme ve gelişmesi yolunda yaptığımız işlerle, söz ve nazariyattan önce davranmayı tercih ettik. Bununla beraber, “Egemenlik milletindir”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin haricinde hiçbir makam, millî mukadderata hâkim olamaz”, “Bütün kanunların düzenlenmesinde, her nevi teşkilâtta, idarenin bütün teferruatında, genel eğitimde, iktisadî işlerde, millî egemenlik esasları dahilinde hareket olunacaktır”, “Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar değişmez kuraldır” gibi bilinmesi lâzım gelen mühim noktalar ve mahkemelerin düzeltileceği ve bütün kanunlarımızın hukuk biliminin ilerlemelerine göre yeni baştan düzenlenip tamamlanacağı, âşar usulünün değiştirileceği, millî bankaların sermayesinin artırılacağı, muhtaç olduğumuz demiryollarının yapımına, öğretim birliğine derhal girişileceği ve fiilî askerlik hizmet süresinin indirileceği, memleketin bayındır hale getirileceğine çalışılacağı vb. gibi önemli ve acele ihtiyaçlar prensiplerden hariç kalmamıştı.
1927 (Nutuk II, s. 719)

1 Kasım 1922 günü, Osmanlı Saltanatı’nın kaldırılmasına dair önergeleri görüşmek üzere toplanan Anayasa, Şeriye ve Adalet Komisyonlarının ortak toplantısında söylemiştir:
Egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? meselesi değildir. Mesele, zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.
1922 (Nutuk II, s. 691)

Bu iki inkılâp arasındaki fark, tarif olunamayacak derecede büyüktür, zannederim. Birincisi, milletin tabiaten aradığı hürriyet havasını teneffüs ettiğini zannettiren bir harekettir. Fakat ikincisi, milletin hürriyet ve egemenliğini fiilen ve maddeten tespit ve ilân eden bir mutlu inkılâptır ve şüphe yok, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada önem verilmeye lâyık bir yeniliktir. 24 Temmuz inkılâbı, bir müstebit hükümdarla millet arasında en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan bir zihniyeti elde etmeye yönelik idi; halbuki son inkılâp, meşrutiyet usulünü de milletin hürriyet ve bağımsızlığı için kâfi göremez ve kayıtsız şartsız egemenliği, milletin sorumluluğunda tutan esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkeyi belirleyen şekil, hiçbir zaman da eski şekillerle karşılaştırma kabul edemez.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 53)

O saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler, asırlarca bu milleti dalgın bıraktılar; onu nura koşmaktan menettiler. Onlar, bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman! Bir yandan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fütuhata kalkarlardı. Halbuki milletin o zaferlerde hiçbir millî emeli, vicdanî arzusu ve menfaati yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin evlâtları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra onların, saraylardaki debdebeyi temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakirliğe, haraplığa, nihayet ölümün kıyısına götürdü. İşte bu idare tarzına padişahlık idaresi denir. Bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 121)
 

Be5tE

Dekan
Katılım
22 Nisan 2008
Mesajlar
7,341
Reaksiyon puanı
5
Puanları
0
Sarayların içinde Türk’ten gayri unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, S. 179-180)

Bugün maziden kuvvetliyiz. Bugün maziye nispetle daha büyük bir kabiliyet ve yaşama kudretine malikiz. Bu üstünlüğü yapan nedir? Bunun gerçek sebepleri iki kuralın anlamında saklıdır. Bu kurallardan birisi Misak-ı Millî, ikincisi egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan Anayasamızdır. Zorlayıcı hâdiselerin sevk ve tesiri altında toplanan yüksek Meclisiniz, bu devlet ve milletin şekil ve niteliğini en kesin bir tarzda tespit etmiş ve Anayasa ile onun kesin hükümlerini gerçekleştirip pekiştiren 1 Kasım 1922* kararını oybirliğiyle kabul ederek yeni Türkiye Devletinin esaslarını ortaya koymuştur. Misak-ı Millî ismi altında tanıyarak gerçekleşmesi uğrunda bütün milletin ömrünü tüketmeyi göze aldığı kurtuluş beratımızın kudret, kuvvet ve niteliği ne ise, 1 Kasım kararının da kıymet ve ehemmiyeti odur. Misak-ı Millî vatanın dış düşman karşısındaki vaziyet ve yerini tespit eden bir kural olduğu gibi, 1 Kasım 1922 kararı da, asırlardan beri cahillik ve şaşkınlığın koruyucusu, düşkünlük ve uğursuzluğun babası bulunan ve milletimiz için dahilî ve daimî bir düşman olan ferdî saltanata ve onun temsil ettiği uğursuz bir idare şekline yönelmiş bir mukaddes silâhtır. Asırlarca ve asırlarca müddet mert ve kahraman bir azme belirti sahası olmuş bir vatanı düşmana teslim etmek cüretini gösterenler, o cüreti ancak o idarenin ruhunda, şeklinde ve mahiyetinde bulmuşlardı.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s.296-297)

Herhalde hilâfetin kaldırılması memleket ve millet için çok hayırlıdır ve pek az bir zamanda bütün bu iyilikler görünecektir. Mazideki hareket tarzlarına ait pişmanlıklar bu suretle tekrar olunamayacaktır.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 99)

Milletimizin kurduğu yeni devletin alınyazısına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi müdahale ettiremeyiz! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını muhafaza ediyor ve sonuna kadar muhafaza edecektir! Bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak vazifesiyle yükümlü tahayyül edilen bir halifenin vazifesini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi tutulamaz. Millet, buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar büyük bir mesuliyeti, bu kadar mantıksız bir vazifeyi yüklenemez.
Milletimiz, asırlarca bu saçma görüş açısından hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutulabilmek için ne kadar insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu, görüyor musunuz?
Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu umum İslâm işlerinde etki sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifeyi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on misli nüfustan meydana gelen büyük İslâm kütlerinden istemelidir! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi hayat ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına verebilecek bir zerresi kalmamıştır!
Bir an için farz edelim ki, Türkiye, söz konusu vazifeyi kabul etsin.. Bütün İslâm âlemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare etmek gayesine yürüsün ve muvaffak dahi olsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki, bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz bağımsız kalmak istiyoruz. Bağımsızlık ve egemenliğimize kimsenin müdahalesini uygun görmeyiz! Biz kendi kendimizi sevk ve idareye muktediriz! O halde, Türkiye halkının bütün çalışma ve fedakârlığı, sadece bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır? Görülüyor ki, bir boş heves için, bir kuruntu ve hayal için, Türkiye halkını mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye vazife ve salâhiyet vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti.
Halka sordum: Bir İslâm devleti olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? Tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz; çünkü devletinin bağımsızlığını, milletinin egemenliğini zedeler. Millete, şunu da ihtar ettim ki, kendimizi cihanın hâkimi zannetmek dalgınlığı, artık devam etmemelidir. Hakikî mevkiimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki dalgınlıkla, ihtiyatsızlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!
1923 (Nutuk II, s. 712)

İstanbul’da saltanatlarının, zevk ve eğlenceye düşkünlüklerinin, menfaatlerinin devam ettirilmesini düşmanların anavatanımızı istilâ etmek emellerine uydurmakta, onlarla işbirliği yapmakta, düşman devletlerin her isteğine boyun eğmekte asla tereddüt göstermeyen, vicdanları sızlamayan, milletimizin hür ve bağımsız yaşama azmini kırma için haince teşebbüslerden çekinmeyen sultan ve halifenin, artık bu vatanda asla yeri yoktur ve olamaz.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 39)

Türk milletinin başında belâ olduğu asırlardan beri sabit olan hilâfetin kaldırılmasıyla Türk Cumhuriyeti, tarihin akışında lâyık olduğu temiz ve kuvvetli itibar mevkiini hakkıyla elde etti. Cumhuriyet Halk Partisi, Türk bağımsızlığı gibi Türk Cumhuriyeti’ni de hilâfetten ve her türlü iştirak ve müdahalelerden uzak olan güvenli şeklinde ilelebet muhafazaya vücudunu vakfetmeyi, vatanın birinci derecede mevcudiyet sebebi saymaktadır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.530)

Unvanı halife olsun, ne olursa olsun hiç kimse, bu milletin mukadderatında ortaklık sahibi olamaz. Millet, buna kat’iyen müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz.
1922 (Nutuk II, s. 700)

Millî egemenlik kuralı, hilâfetsiz Türk Cumhuriyeti ile en mükemmel şekline ulaştırıldı.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 531)

Açık ve kesin söylemeliyim ki, İslâm topluluğunu bir halife heyulâsıyla hâlâ uğraştırmak ve aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak İslâm topluluğunun ve bilhassa Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna hayalini bağlamak da, ancak ve ancak cahillik ve dalgınlık eseri olabilir.
1927 (Nutuk II, s. 851)

Dinle hilâfeti birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Hilâfeti kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel misal değil midir?
1932 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 117)

Hilâfet, mazinin bir rüyası olup zamanımızda gereği yoktu.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 107)

Büyük Millet Meclisi, hilâfeti kaldırdığı zaman, Antalya Mebusu, din âlimlerinden Rasih Efendi, Hilâliahmer namına, Hindistan’da bulunan bir heyetin riyasetinde idi. Rasih Efendi, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya döndü. Benden mülâkat isteyerek şu beyanatta bulundu : “Seyahat ettiği memleketlerde, Müslümanlar, benim halife olmamı istiyormuş. Salâhiyet sahibi İslâm heyetleri, Rasih Efendi’yi, bana hu hususu bildirmek için vekil etmiş...” Rasih Efendi’ye verdiğim cevapta, İslâmların bana olan yakınlık ve sevgilerine teşekkür ettikten sonra, dedim ki: “Zat-ı âliniz din âlimlerindensiniz! Halifenin devlet reisi demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında, kralları, imparatorları bulunan tebaanın, bana ulaştırdığınız arzu ve tekliflerini, ben nasıl kabul edebilirim. Kabul ettim desem, buna o tebaanın, fertleri razı olur mu? Halifenin emir ve yasağı yapılır. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedir midirler? Bu sebeple mevzuu, anlamı olmayan, kuruntuya dayanan bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”
1924 (Nutuk II, s. 850-851)

Tarihimizin en mesut devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itiyadını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseridir. Peygamberimiz, tilmizlerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti; bu milletlerin hükûmeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek istiyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki, bu şartlar içinde beni halife tâyin etseler, derhal istifamı verirdim. Fakat tarihe gelelim, gerçekleri tetkik edelim, Araplar Bağdat’ta bir hilâfet tesis ettiler; fakat, Kurtuba’da bir hilâfet daha vücuda getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde ulvî ruhanîlik vazifesini yapan yegâne halife fikri, hakikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma’daki Papa’nın Katolikler üzerindeki kuvvet ve gücünü gösterememiştir.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 69)

İslâm âleminde Türkler, halifenin maddî ihtiyaçlarını fiilen temin eden yegâne millettir. Dünyayı içine alan bir hilâfeti destekleyenler şimdiye kadar her türlü iştirakten kaçınmışlardır. O halde, ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu müessesenin yüküne tahammül etsinler ve yine yalnız onlar halifenin hâkim nüfuzuna riayet... Bu iddia çok aşırıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 70)

Her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar adî bir mahlûkun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir! Teşekküre değerdir ki bu alçak, kendine miras kalmış saltanat makamından, millet tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu önce davranışı, elbette takdire lâyıktır.
Âciz, adî, his ve anlayıştan mahrum bir mahlûk, kabul eden herhangi bir yabancının himayesine girebilir; fakat, böyle bir mahlûkun, bütün İslâmların halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette uygun değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, herşeyden önce bütün İslâm kütlelerinin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, cihanda hakikat böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihî hayatımızca hürriyet ve bağımsızlığa örnek olmuş bir milletiz! Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilce sürdürebilmek için, her türlü aşağılığı uygun gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Bu suretle devletlerin, milletlerin birbirleriyle münasebetlerinde, şahısların, özellikle mensup olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, şahsî vaziyet ve hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin ehemmiyeti olamayacağı bilinen gerçeğini doğruladık.
Milletlerarası münasebetlerde, mankenlerden istifade sistemine rağbet devrine son vermek, medenî âlemin samimî temennisini teşkil etmelidir.
1927 (Nutuk II, s. 694)
 

Be5tE

Dekan
Katılım
22 Nisan 2008
Mesajlar
7,341
Reaksiyon puanı
5
Puanları
0
Birinci İnönü Meydan Muharebesi, inkılâp tarihimizin çok mühim, çok verimli bir sayfasıdır. Gelecek nesiller ve bütün dünya bu sayfayı araştırıp inceledikçe, Türk inkılâbını yapan bugünkü Türk ordusunu ve bu orduyu bağrından çıkaran bugünkü Türk topluluğunu, elbette saygı ile anacak ve takdir edecektir.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 205)

Yaşama ve bağımsızlık gayemiz, istilâ ve tecavüz hırsıyla çarpışıyordu. Nihayet Ocak ayının onbirinci günü sabahı muharebe meydanı, meşru gayenin zafer fecrine bir belirti alanı oldu. Yeni Türkiye Devleti’nin küçük, fakat millî ülkülü genç ordusu, en dar bir hesapla üç misli düşmanı İnönü Meydan Muharebesi’nde mağlup etti. Strateji sanatının en nazik gereklerini isabetle uyguladı. Yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlık tutkusu, mütevazı bir varlık içinde söndürülmesi imkânsız bir ateşin imha edici alevleriyle kendini ve yeni devletin yapısındaki manevî sağlamlığı Birinci İnönü Meydan Muharebesi’nde dünyaya ispat etti.
1924 (Atatürk’ün S.D.III, s. 73)

Birinci İnönü muharebe meydanının ufuklarında yükselen zafer güneşi, Türk milletinin yüksek fazilet ve mâneviyatının belirtisidir. Bu doğuş karşısında, büyük bozgunlar oldu! Birinci İnönü Zaferi, İkinci İnönü Zaferinin, Sakarya büyük kanlı savaşının ve en nihayet Türk vatanının, Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu sebeple Birinci İnönü Meydan Muharebesi’ni kazanan Türk ordusunun bütün mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkıbe sahibi olarak edebiyen yaşayacaklardır.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 206)

İkinci İnönü Muharebesi, milletimizin davasındaki isabet ve kutsallığı bütün dünyaya duyurdu. Yunan iddialarındaki sahtelik de bütün dünyaca anlaşıldı. ..Yunanlılar, meselenin tahmin ettikleri kadar basit olmadığını İkinci İnönü Muharebesi’nde anladılar. Bunun üzerine genel seferberlik şeklinde esaslı bir surette tedbirlere başvurdular. Bütün ordularıyla ciddî bir sefere karar verdiler.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 234)

İkinci İnönü Zaferi üzerine, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği telgraf:
Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Muharebelerinde yüklendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife yüklenmiş komutanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlığı ve hayatı, dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören komuta ve silâh arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters giden talihini de yendiniz. İstilâ altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istilâ hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu.
Adınızı, tarihin iftihar kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükselme pırıltısı ile dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını ve hâkim olduğunu söylemek isterim.
1921 (Nutuk II, s. 580-581)

Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan muharebesi, pek büyük bir meydan muharebesidir. Harb tarihinde benzeri belki olmayan bir meydan muharebesidir. Büyük meydan muharebelerinden biri olan Mukden Meydan Muharebesi dahi yirmibir gün devam etmemiştir.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 177)

Afyon*, kat’i neticeyi teminde çok hesaplı ve belki bu itibarla daha büyük harekâta sahne olmuş ise de Sakarya’nın kıymet ve azameti hiçbir zaman eksilmez. Gerçi, Sakarya da hesapsız bir meydan muharebesi değildi. Fakat bunun hesabı yalnız çok büyük milletimizin yurtseverlik ve yüceliğine dayandırılmıştı. Millet, kendisinde mevcudiyetine emin bulunduğumuz bu yurtseverlik ve yüceliği fazlasıyla gösterdi. Büyük Millet Meclisi’nin verdiği salâhiyetlerle donanmış Başkomutan, bir iki beyanname ile millete vaziyeti ve vazifeleri ihtar etti. Bu hitap, bütün bir milleti, bütün bir hükûmet teşkilâtını şahlandırmaya kifayet etti. O zaman her taraftan koşuldu ve ancak böylelikledir ki Sakarya’da Türk tarihinin harikası gerçekleşti.
1924 (Atatürk’ün S.D.V,s. 104)

Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam, yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki, bu muharebe subay muharebesi olmuştur. Bu sebeple subay arkadaşlarımın en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar kıymet ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Fertlerimizi övüşten, övmeden çok yüksek görürüm. Zaten bu milletin evlâdı başka türlü tasavvur edilemez. Bu milletin evlâtlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. Askerlerimiz hakkında yeni bir şey ilâve etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu muharebelerinin mânasını anlamış, yeni bir ülkü ile muharebe etmiştir. Böyle evlâtlara ve böyle evlâtlardan mürekkep ordulara malik bir millet, elbette hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla muhafaza etmeğe muvaffak olacaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum etmeye kalkışmak hayal ile vakit geçirmektir.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 178)

Arkadaşlar! Topçularımız bu mevzilere gece geldiler ve karanlık içinde mevzi aldılar ve fecirle beraber bütün dünyanın gözleri açıldığı zaman, ateşe başladılar. Tam bir takdir ve hürmetle bunu anmak isterim ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu ustalık ve anlayış, bütün dünya topçuları için örnek olacak nitelikte idi. Askerî hayatımda bu kadar mükemmel bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm. Topçularımız, saat 4.30’da endahta başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta evvelâ ateş tanzim etmek için, endaht yapılır. Yarım saat zarfında bütün bu cephe üstünde endaht tanzim edilmiş ve saat beşte, yani yarım saat sonra, bu saydığım hedefler üzerine şiddetle tesir endahtına başlanmıştır. Bu mevziler, çok ve çok sağlamdı. Bu mevzilerin savunma ile ilgili kıymetini en son tetkik eden bir İngiliz Kurmayı’nın verdiği raporda, “Eğer Türkler, bu mevzileri dört, beş ayda işgal ederlerse, bir günde düşürdüklerini iddia edebilirler.” deniliyordu. Fakat Türklere, bu mevzileri ele geçirmek, için üç dört ay değil, bir gün de değil, yalnız bir saat kâfi gelmişti.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 244-245)

Bütün bu muharebeler* olurken, süvarilerimiz tamamen düşman birliklerinin gerilerinde olmak üzere hareket ediyordu. Meselâ, Olucak’ta ve Başkilise’de bazen piyade gibi, ateş muharebesi yaptı ve fakat ekseriya, kılıcını çekti ve dört nala düşman safları içerisine girdi. Süvarilerimizin burada gösterdiği yiğitlik, tasavvurun üstündedir ve tasviri mümkün değildir. Henüz muharebeye girmemiş taze düşman tümenlerini görür görmez, süverilerimiz tahammül edemiyorlardı, bunları durdurmaya imkân yoktu ve derhal kılıcını çekiyor ve düşman içerisine dalıyorlardı. Gerçekten, bu kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen düşman birlikleri durmaya ve vaziyet almaya mecbur edildi ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız yetişti ve düşmanı tekrar muharebeye mecbur ettik.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 249-250)

Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son devresi olan 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin neticeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni yön vermekte kesin tesirli böyle bir meydan muharebesi hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır. Burada temelini attığımız “Şehit Asker” abidesi, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
1924 ( Atatürk’ün S.D. II, s. 178-179)

Öğleden sonra düşman, ateşten bir daire içine alınmıştı ve gözlerimle görüyordum ki düşman, şaşkınlık işaretleri gösteriyordu. Kuzeye, doğuya, batıya, güneye başvuruyorlardı. Her taraf ateş ile kapanmış idi, aynı zamanda piyadelerimiz ateşten vazgeçerek, süngülerini taktı ve bir an evvel düşman mevzilerine girmek için saldırdılar.
Bu son vaziyetten iki buçuk saat sonra, süngülerimiz düşman göğsüne girmiş ve mesele halledilmiş bulunuyordu. Aynı zamanda gece yaklaşıyordu ve sanki, gecenin karanlığı pek feci olan bu manzarayı, cihanın gözlerinden saklamak için acele ediyordu. Gerçekten arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi günü gezdiğim zaman, üzüntü duymaktan nefsimi menedemedim. Bir asker için ve herhangi bir asker için, bu vaziyet üzüntüyü gerektirir. Fakat, Allah’ın bunlara bunu mukadder etmiş olmasına göre, burada bu vaziyete girenler asker değildir; bunlar herhalde caniler ve katillerdir.
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 251)
 

Be5tE

Dekan
Katılım
22 Nisan 2008
Mesajlar
7,341
Reaksiyon puanı
5
Puanları
0
Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin, ne kadar güçlü ve ne kadar zinde bir kuvvet olduğunun en güzel bir misali olarak kalacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 260)

Biz, bu harekâtı, neticesini tamamen bilerek yaptık. Bütün bunlar, belki bütün dünyaya hayret verecek niteliktedir. Onun için, ordumuzun kudretini anlamayan ve anlamaktan âciz olanlar, bu muazzam eseri beklenmedik bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar; fakat, hiçbir vakit öyle değildir. Harekât bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit olunmuş, hazırlanmış, idare edilmiş ve neticelendirilmiştir.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 256)

Milletin mukadderatını doğrudan doğruya üzerine alarak karamsarlık yerine ümit, perişanlık yerine düzen, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin yiğit ve kahraman ordularının başında, bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu sevinçle dolu olarak, pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve bağımsızlık fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 240)

Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu tamamen imha veya esir eden ve kılıçtan kurtulanları Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı izah ve niteleme için söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve kumanda heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez abidesidir. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan, daima mesut ve bahtiyarım.
1927 (Nutuk II, s. 677)

Bizim bu büyük zaferimizin doğuracağı büyük neticeler, yalnız Türkiye’nin mukadderatı üzerine etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün zulüm görmüş milletleri, kendi hayat ve bağımsızlıklarını tehdit ve tazyik eden zalimler aleyhine hareket için gayrete getirecektir.
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 479)

30 Ağustos Bayramı’nda tebrikleri kabul ederken söylemiştir:
Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat, hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri! Tebriklerinizi onların namına kabul ediyorum!...
1928 (İbrahim Necmi Dilmen, Atatürk
Anekdotlar, Der: Kemal Arıburnu, s. 120)

Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin zihnî güçlerini ve kahramanlık ve vatanseverlik kaynaklarını yarışırcasına göstermeye devam etmesini isterim.
Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 449-450)

Ordularımız, asıl kuvvetleri ve bütün harp gereçleri ile dörtyüz kilometreyi on gün içinde aşıp geçtiler. Diyebilirim ki, süvari tümenlerimizle piyade birliklerimiz düşmanı ezip İzmir’e yürümekte birbirleriyle yarış etmişlerdir. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları denizde resim gibi şekillenirken, piyadelerimiz Kadifekale’de Türk bayrağını semaya yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının, harp tarihine verdiği son harekât örneğinin kıymeti, bu harekât bütün safhalarıyla tetkik edildikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20-25 kilometredir. Bundan dolayı, askerlerimize İzmir’e kavuşmak için her gün bu mesafeyi aşıp geçirten kuvvet kaynağının, ne yüce bir vatan aşkı olduğunu anlamak güç değildir.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s.39)

18. 9. 1922 günü İzmir’de Yakup Kadri’ye söyledikleri:
- Millî Mücadelemizin bu safhası kapanmıştır; şimdi ikinci safhasını açmamız lâzım geliyor.
1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, s. 176)
Türk kumandanları kumanda etmesini, Türk askeri ölmesini bildi. Harbi kazanışımızın sırrı bundan ibarettir.
1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 90)

Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa olarak ülküleri uğrunda asil bir maksatla harp etmiş bulunuyorlar. Askerlerimiz, ayakları altında bir metre yüksekliğinde çukur, çamur bulunmasına rağmen düşmanlarına karşı koşa koşa, sevine sevine gidip harp etmişlerdir.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 35)

Vatanın kurtuluşu, milletin görüş ve idaresi kendi alınyazısı üzerinde kayıtsız şartsız hâkim olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla olumlu ve kesin neticelere kavuşmuştur.
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.459)

Memleketimizi hiçbir hak ve adalete dayanmayarak çiğnemek ve çiğnetmek teşebbüsü, muzaffer ordumuzun fedakârane ve cansiperane gayretiyle lâyık olduğu başarısızlığa uğratılmış ve milletimiz, tarihin nadir kaydettiği bir zafer kazanarak sevgili yurdumuzu kurtarmıştır.
1923 (Atatürk’ün S.D. I, s.290)

Şunu bir gerçek olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muvaffakiyetler belli ise, inkılâplar dikkati çekici ise her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü, böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi, böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.123)

Bütün bu muvaffakiyet, yalnız benim eserim değildir ve olamaz. Bütün muvaffakiyet, bütün milletin azim ve imanıyla çalışmasını birleştirmesi neticesidir. Kahraman milletimizin ve seçkin ordumuzun kazandığı başarı ve zaferlerdir.
1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 76-77)

Bu zafer, bize bir imkân veriyor. Biz, bu imkânı memleketimizin, milletimizin aydın, mutlu ve rahata erişmiş geleceği için kullanacağız!
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 260)

Şükrü Kaya’nın, bir 30 Ağustos Zafer Bayramı gecesi sofrada “Paşam, İstiklâl Savaşı’nda Başkumandan sıfatıyla muharebelerde verdiğiniz emirler bir yerde toplanmış mıdır?” sorusuna verdiği cevap:
- Bir gün Kurtuluş Savaşı’nın, Millî Mücadele’nin askerî tarihini yazacaklar, belki de benim Başkomutan sıfatıyla verdiğim bir yazılı ve imzalı emrime tesadüf etmeyeceklerdir. Savaş arkadaşlarım buradadır, hep bilirler: Ben muharebede daima o cepheden bu cepheye gider, yapılması gereken hareketleri komutanlara dikte eder, onlara not ettirir ve kendilerini de ikna ettikten sonra, “Şimdi ordu birliklerimize derhal bu hareketlerin yapılmasını kendi imzanızla tebliğ ediniz!” derdim.
(Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası, Cumhuriyet gazetesi, 4. XI. 1970)

Kahraman Türk ordularının kazandıkları büyük zaferlerde şahsıma düşmüş olan vazifeleri yapabilmişsem çok bahtiyarım. Yalnız bu noktada bir gerçeği açıklamak için söyliyeyim ki, benim ordularımızı yönelttiğim hedefler, esasen ordularımın her erinin, bütün subaylarının ve komutanlarının görüşlerinin, vicdanlarının, azimlerinin, ülkülerinin yönelmiş olduğu hedefler idi.
1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 228)

Her safhası vatan için, evlâtlarımızın torunları için şerefli hâdiselerle dolu büyük bir kahramanlık menkıbesi teşkil eden Anadolu muharebelerinin heyecen veren tafsilâtını tarihin diline terk ediyorum. Millet, milletin ruh sanatı, musikisi, ebediyatı ve bütün estetiği, bu kutsal mücadelenin ilâhî nağmelerini sonsuz bir vatan aşkının coşkun heyecanlarıyla daima şakımalıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 104)

Büyük Zafer’den sonra, İngiliz kadın gazeteci Grace Ellison’un “Başarı kazanacağınızdan şüphe ettiğiniz oldu mu?” sorusuna verdiği cevap:
- Hiçbir zaman... Henüz elimizde harp gereçleri bulunmadığı zamanlarda bile, işin bugünkü neticeleri alacağını hesap etmiştim. Taarruzumuzu tehir etmemize sebep, kan dökmemekti. Bu maksatla taarruzdan evvel Fethi Bey’i Londra’ya gönderdik. Barışı kanla değil, mürekkeple imza etmek istiyorduk.
1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 97-98)

Geçirdiğimiz buhranlı günlerin şerefli kahramanlarını hep beraber kutlayalım. Onlar arasında muharebe meydanlarında düşman silâhiyle göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi yangınlarda, ateşlerde yakılmış bedbaht çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır. Onlar arasında namuslarını tecavüz edilmiş, ebediyen ağlamaya mahkûm genç kızlar da vardır. Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlâtlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında muharebedeki namus vazifesini şerefle yaparak bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan şehitlik şarabını içmiş olanların ruhlarına fatihalar sunalım.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 308-309)

Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz, bütün cihana karşı en yüksek hürmet mevkiini ve değer mevkiini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeksizin iftihar edebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla haklıdır ve ben, böyle bir milletin nâçiz bir ferdi olmakla en büyük mutluluğu hissediyorum. Bu muharebe meydanlarında, emsalsiz kahramanlıklar ve yiğitlik göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin ve komutanlarımızın her biri, ayrı ayrı bir menkıbe, bir destan oluşturan harekâtını hürmetle ve takdirle anıyorum.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 260)

Dört seneli mesaiden sonra son kat’i muzafferiyetimiz üzerine Mudanya Askerî Antlaşması yapıldı ve barış görüşmeleri devresine geçildi. Bu görüşmelerin seyrinde de tesadüf ettiğimiz müşkülât pek çoktur. Fakat, ben bunu pek tabiî buluyorum. Çünkü bu barış görüşmelerinde neticeye bağlanan hesaplar dört senelik değil, dörtyüz senelik bir devrin kötü mirası idi. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu en haşmetli, azametli ve kuvvetli devirlerinden itibaren milletin bağımsızlığı zararına, hayatî menfaatları zararına o kadar çok şey feda eylemiş idi ki, netice yalnız kendisinin çöküp batmasından ibaret kalmadı; belki kendinden sonra da memleketin hakikî sahibi olan milleti, hak ve mevcudiyetinin ispatı için büyük müşkülâtla karşı karşıya bıraktı.
1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 306)

Ölmüş zannolunan millet, mahvolmuş zannolunan bu memleket, yeniden bütün yaşama yeteneğini gösterebilecek bir vaziyet alıyor. Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle, ihtiyarlarıyla el ele vererek kendisinin cihanda mevcut olduğunu, bir kere daha ispat edecek harikalar gösteriyor. İşte o harikaların tabiî neticesi olarak Lozon Konferansı’na davet olunuyoruz. Fakat Efendiler, esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur.Maziye ait hataların hakikî sorumlusu biz değiliz; Türk milleti değildir. Bu böyle olmakla beraber dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşüyor. Millet ve memleketi gerçek bağımsızlık ve egemenliğine sahip etmek için çalışmak mecburiyeti bizim üzerimizde kalıyor. Lozan’da henüz hiçbir olumlu netice yoktur. Fakat, bu olumlu netice mutlaka olacaktır. Millet, mevcudiyeti için, hâkimiyeti için mutlaka elde etmeye mecbur olduğu esasları Misak-ı Millî halinde bariz surette bütün cihana ilân etti. Misak-ı Millî’nin anlamını bütün cihan tasdik etmeye mecburdur ki, Türkiye kuvvetiyle, süngüsüyle ve bütün mecburiyetiyle bunu elde etmiştir. Arta kalan şey, maddeten elde edilmiş olan bu şeyin konferansta, salonda, masada, nerede olursa olsun usulen ve resmen ifadesinden ve onaylanmasından başka bir şey değildir. Bu netice er geç, mutlaka elde edilecektir! Bütün isteklerimiz haktan ibarettir. Bu hak, en tabiî ve en açık haklardandır. Hukukumuz bu kadar açık olduktan başka, bu hukuku mutlaka muhafaza için kudretimiz de vardır, kuvvetimiz de kâfidir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 26.12.1929)

Lozan Konferansı, basit bir meseleyi çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üçbuçuk senelik meselelerini çözümle yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangısı çok eski olan bir mücadelenin derin safhalarını tahlil ederek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Şüphe yok ki, karışık bir muvazeneyi bariz bir neticeye ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adlî, insanî bir zihniyete sahip olsalardı, mesele iki günde biterdi. Fakat, öyle işe başladılar ki, asırların birikmiş meselelerini bizden soruyorlar. İtilâf Devletleri olumlu bir neticeye varmak istiyorlarsa, mutlaka eski zihniyetlerini terk etmek mecburiyetindedirler. Benim gördüğüme nazaran varılan zemin, neticede barışla sonuçlanacaktır. Bütün milletçe arzuya değer ki barış olsun. Cihanda barışın kurulması hem cihanın menfaati, hem bizim menfaatimiz icabıdır. Herhalde biz, hem kendi menfaatimize aykırı olan, hem de cihanın menfaatine uymayan harbin devamına asla taraftar değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye kadar çok defalar ilân ettik, ispat ettik. Eğer medeniyet dünyası, bizim bu işte ne kadar samimî olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir mâni kalmayacaktır. Fakat, eğer barış isteyenlerin fikri, harp taraftarlarına galip gelmezse bütün iyi niyet ve samimiyetimize rağmen biz de bu neticeyi mukadder ve zarurî sayacağız, mukadderata tabi olacağız ve hiç şüphe etmiyorum, bugünkünden daha verimli neticeler alacağız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 5-6.12.1929)

Lozan Konferansı düne ve bugüne ait, üç beş seneye ait hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta değildir. Belki, üç, dört yüz senelik birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Onun için bu kadar derin, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak kolay değildir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 24.12.1929)

Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya lüzum olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseridir.
1927 (Nutuk II, s. 767)

Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasî bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten iftihar edebilir ve Türk milletinin yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini takdir etmesi lâzım gelen gençliğin, bunu mazide yapılmış antlaşmalarla mukayese etmesi gerekir. Bu münasebetle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasî mücadelelere göğüs gererek neticeyi elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri’ni saygı ile hatırlamak vazifemdir.
1927 (Atatürk’ün S.D.V, s. 47)

Montreux Sözleşmesi’nin imzalandığı günün gecesi (18 / 19 Temmuz 1936) Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz, ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır. Lozan tamdır ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat, onu mustarip eden ufak bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek hassasiyeti bununla alâkadarsa mutlak sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10. XI. 1941)

Milletin yüksek seciyesine, ordusunun bükülemez pazısına ve medenî beşeriyetin aldatılamaz sağduyusuna dayanarak ve güvenerek kullanılan zekâ, mantık ve enerjinin, bütün beşeriyetin muhtaç olduğu barış ve huzur bahşeden neticeler doğurabileceğinin bir delili olan Montrö Konferansı eseri, cidden sevinmeye ve sevindirmeye değer bir tarihî hadisedir.
1936 (Cumhuriyet gazetesi, 21.7.1936)

Kaynak
 

WaterBoy

Profesör
Katılım
24 Eylül 2007
Mesajlar
2,751
Reaksiyon puanı
5
Puanları
0
Eline sağlık beste , güzel paylaşımların için eline sağlık :)
 
Üst