Murataltug
Dekan
Bediüzzaman sözler
Evet, insan aldanır
ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim!
Bil: O bîçare asker ise sensin ve insandır. o arslan ise, eceldir. o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır
o darağacı ise, ölüm ve zeval
gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder kaybolur
Ve o iki yara ise, birisi müz’ic ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri elîm, nihayetsiz fakr-ı insanîdir.
Ve o yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabavetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırat’tan geçer
Ve o yolculuk ise, âlem-i ervahtan Sırat’tan geçer
bir uzun sefer-i imtihandır.
Ve o tılsım ise, Cenab-ı Hakk’a iman ve âhirete imandır.
Cenab-ı Hakk’a iman Evet şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mü’mini, zindan dünyadan bostan-ı cihana, huzur-u Rahman’a götüren bir burak suretini alır.
Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler ölüm gelmeden ölmek istemişler
Evet Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin sinema perdesinin değişip tazelenmesi hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.
Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır.
Öyle mi? Evet emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira musibet karşısında اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ deyip itminan-ı kalb ile Rabb-ı Rahîm’ine itimad eder
Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve sual edilse: “En leziz ve en tatlı haletin nedir?” Belki diyecek Aczim anlayıp vâlidemin tatlı tokatından korkup yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.
bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir.
Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar.
ilâç şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzak-ı Rahîm’in rahmetine itimaddır. Öyle mi?
Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerim
Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyeti değildir.
Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal ve içtinab ile elde edilebilir.
fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır
İşte ey tenbel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim
Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus.
Kur’an kâinatı okuyor!
O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.
Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur
o bedbaht kendine zulmetmiş. güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile bir evham kendine zulümatlı bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden hakkı vardır.
Meselâ bir adam güzel hoş bir bahçede kanaat etmeyip kendini pis sarhoş edip kışda canavarlar içinde aç ağlamaya başlasa, şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor.
bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. hakikat sahibine hürmet eder.
kanaat etmeyip kendini pis kirlerle sarhoş eden kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak edip bağırmaya başlasa, Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. İşte bu bedbaht öyledir
hakikat sahibinin kemaline hürmet ed
Rahmete müstehak ol
Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil”
hükm-ü Kur’anînin sırrı zahir oluyor.anlayacaksın ki: nefs-i emmare Ve hüsn-ü niyet ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete mazhar etmiş.
Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’an’ı dinle ve hükmüne muti’ ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et
O iki kardeş biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâlihtir. Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i Kur’an ve iman’dır. Sol ise, tarîk-ı isyan ve küfrandır.
o yoldaki bahçe ise, cem’iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye hayat-ı içtimaiyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur
Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider.
o sahra ise, şu arz ve dünyadır o arslan ise, ölüm ve eceldir o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır o altmış arşın derinlik ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işaret
o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür o ejderha ise, ağzı kabir olan tarîk-ı berzahiye ve revak-ı uhrevîdir.
o ejderha ise, ağzı kabir olan revak-ı uhrevîdir o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır
o haşerat-ı muzırra ise, musibat-ı dünyeviyedir.
mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak tatlı ikazat-ı İlahiye ve iltifatat-ı Rahmaniye hükmündedir
o ağaçtaki yemişler dünyevî nimetlerdir ki; Cenab-ı Kerim-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, Cennet meyvelerine davet eden nümuneler suretinde yapmış
o ağacın meyveler vermesi ise, kudret-i Samedaniyenin sikkesine ve rububiyet-i İlahiyenin hâtemine ve saltanatı uluhiyetin turrasına işarettir
Bir tek şeyden her şeyi yapmak” yani bir topraktan nebatat
ve meyveleri yapmak bir sudan bütün hayvanatı halketmek Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hâtem-i mahsusu taklidsiz turrasıdır
basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek“Her şeyi bir tek şey yapmak gibi san’atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ın
sikke-i hâssasıdır,
Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kādir-i Küll-i Şey’e mahsus bir icad bir nişan
bir âyettir.
o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise, يَا اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ dur. ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an
ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya
vesiledir.
ehl-i Kur’an için, öteki âleme gidiş hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinana bir davettir.
öteki âleme gidiş ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için, Rahman-ı Rahîm’in fazlından bir nöbettir. vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.
Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir
her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i mazhardır. Dünyası fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyayı Cennet salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder…
Asr vaktinde ki o vakit, hem güz mevsim-i ve ihtiyarlık halet-i ve âhir zaman mevsim-i ni andırır ve hatırlattırır.
insan bir misafir memur ve her şey geçici, bî karar
Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ruh-u insan için
namaz kılmak, ne ulvî bir vazife,
kalkıp abdest alıp asr vaktinde ikindi namazı kılmak Kadîm-i Bâki ve dergâh-ı Samedaniyeye
arz-ı münacat edmek ne zevalsiz ve nihayetsiz rahmet
hesabsız nimetlere karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i ne secde edmek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh demek
asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasib bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat e
Mağrib vakti ki o zaman, hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlukatının veda-i hazînanesi içinde gurub etmesinin zamanı
Mağrib vakti ki insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır.
Mağrib vakti ki dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatı
bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır
arş-ı azamete yüzünü çevir bu fânilerin üstünde “Allahü Ekber” deyip onlardan ellerini çek hizmet-i Mevlâ için el bağla
Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillah” de kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena ed
kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek mağrib namazını kılmak ne kadar latif, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet,
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek ne hoş bir hakikat fâni misafirhanede bâkiyane bir sohbet ve saadet anlamayan adam, nasıl adam olabilir
İşâ’ vaktinde ki o vakit, gündüzün ufukta kalan bakiyye-i âsârı dahi kaybolup, gece âlemi kâinatı kaplar.
İşâ’ vakti Arz ve Semavat’ın tasarrufat-ı celaliyesini ve tecelliyat-ı cemaliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır.
şu kâinatın Mâlik ve Hakikîsi, Mabud ve Mahbub-u o zât ki; gece gündüzü, kış ve yazı bir
kitabın sahifeleri gibi çevirir, yazar bozar, değiştirir.
şu kâinatın Mâlik ve Hakikîsi, gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitab sahifeleri gibi yazar bozar, değiştirir. Bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak
nihayetsiz âciz, zaîf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz istikbal zulümatına dalmakta, ruh-u beşer,
hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta ruh-u beşer,
yatsı namazını kılmakla işâ’da İbrahim vari dergâhına namaz ile iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömür karanlık dünyada Bâki-i Sermedî e münacat edip bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek,
yatsı namazını kılmakla işâ’da İbrahim vari istikbali ışıklandırıp mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek
Rahman-ı Rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek…
Fatiha ile başlamak, Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm-i Kerim olan Rabb-ül Âlemîn’i medh ü sena etmek…
Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek
nebatat, hayvanat gibi Güneşler, yıldızlar, birer nefer misillü emrine müsahhar ve bu misafirhane-i âlemde bir hizmetkâr
Zât-ı Zülcelal’in kibriyasını düşünüp “Allahü Ekber” deyip rükûa varmak…Allahü Ekber” deyip sücuda gitmek, yani bir nevi mi’raca çıkmak demek
işâ’ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasib bir vazife, bir hakikat
Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı
borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor ne kadar âlî bir hikmet, intizamla işler dönüyor. ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muamele görülüyor
Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin
sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek mahkeme-i kübraya bırakılıyor
hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde olan mücevherat, şu sofralar gösteriyorlar ki: Bu yerlerin padişahının hadsiz bir hesabsız dolu hazineleri vardır.
zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak şu ilânlara dikkat et! Ve kulak ver ki, mu’ciznüma bir padişahın san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar
Kemalâtını gösteriyorlar. manevîsini beyan ediyorlar. onun pek mühim, hayret verici kemalât ve manevîsi vardır.
insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor bu işler içinde o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır.
o zâtın büyük bir şefkati vardır.
her musibetzedenin imdadına
koşturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor.
Hattâ bak, bir hacet görse, şefkat ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor.
O şefkatli padişahın saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme.
Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval etme
Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor.
bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün mü ki; en edna bir adamın meramını yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
o sevgilinin maksudu olanlar
Demek bu meydan-ı imtihanda başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar…
gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, techizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır,
saltanat kendisine lâyık bir raiyet ister.
görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır.
bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyor
Meydan her saat tebdil ediliyor Giden gelmez, gelen gider.
şu hal, şu vaziyet gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan
arkasında daimî saraylar, meskenler hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır Bak, bir mu’cize var.
bir mu’cize var.O harab binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu çöl, bir medenî şehir oldu.
sinema perdeleri giher saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
dikkat et ki; karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerinde
Hayalî sinema perdeleri dahi, bu kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi, bu san’atları yapamazlar.
bize görünmeyen o padişahın çok büyük mu’cizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun Nasıl bu koca memleket tahrib edilip kurulacak görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabul etmediği çok inkılablar, tebdiller oluyor.
Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahribler içinde başka bir maksad var.
Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor.
Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar. Demek bu bir saadet-i uzma, mahkeme-i kübra, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir…Gel, ey arkadaş!
ey arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba yani mazi ve müstakbele giden şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim
İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaibler her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, birbirinden ayrıdırlar.
iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o meydanlarda, ne kadar bahir bir hikmetin ne derece zahir bir inayetin işaratı, ne mertebe âlî bir adaletin emaratı, ne derece merhameti semeratı görünüyor.
Basiretsiz olmayan herkes anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet daha ecmel bir inayet ve daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz
gördüğümüz hakîmane ve kerimane ve rahîmanenin sahibini hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek hakikatlerin zıdlarına inkılabıdır
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme i kübra, bir ma’dele-i ulya, bir mekreme-i uzma vardır
şu merhamet ve hikmet ve inayet İşte kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen şehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir
bak o yüksekte ferman-ı a’zam ahaliye bildiriyor ve diyor ki: “Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz.
Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.
daimî bir memlekete gideceksiniz. Padişahımızın
saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız.
Eğer güzelce fermanı dinleyip itaat etseniz daimî memlekete gideceksiniz isyan edip dinlemezseniz, müdhiş zindanlara atılacaksınız
o ferman-ı a’zamda öyle bir turra var ki, hiçbir vechile kabil-i taklid değil sersemlerden başka herkes; o ferman, padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir.
o parlak yaver-i ekremde öyle nişanlar var ki körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercüman-ı evamiri olduğunu yakînen anlar.
ve inandım ki: Bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz…
Fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.
Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini açar.
akıl Mâlik-i Hakikî’sine satılsa
hikmet definelerini açar. Ve sahibi saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.
Göz bir hâssedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.
Eğer göz Cenab-ı Hakk’a satmayıp nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız güzellikleri, seyr ile şehvet ve
nefsaniyeye bir kavvad derekesinde hizmetkâr olur.
Eğer gözü, Sâni’-i Basîr’ine satsan ve çalıştırsan; o zaman göz, şu kâinatın şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve Arz bahçesinde rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner
Dildeki kuvve-i Rezzak-ı Kerim’e satsan; o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin nâzırı nerede?
Ve ey dil, iyi tad! tavla kapıcısı ve fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
Hakikaten mü’min Cennet’e lâyık ve kâfir Cehennem’e muvafık bir mahiyet kesbeder
onların herbirinin kıymet alma sebebi: Mü’min, imanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir.
Ve kâfir, hıyanet edip nefs-i hesabına çalıştırmasıdır ki
kâfir Cehennem’e muvafık bir mahiyet kesbeder
İnsan zaîftir, belaları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır.
İnsan Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır.
Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezsen Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler boğar sarhoş ve canavar eder.
O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi’ olup kaybolacak,
sevdiğin mal ve evlâd meftun olduğun gençlik ve hayat senin elinden çıkacaklar. Fakat günah ve elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
Emanette hıyanet cezasını çekeceksin. Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.
Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zeval ve firak sillesi altında daim vaveylâ edeceksin
Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Feraiz-i İlahiye ise hafiftir, azdır.
Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir tarif edilmez.
Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli başlamalı
Ve Allah hesabıyla verip almalı
Ve Allah izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.
Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı…
namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.
Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni
namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir Bu surette bütün ömrünü, âhirete mal edebilir.
Acaba yirmi üç saatini kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder
ehl-i takva bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da, elli
bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’eder.
Kur’an-ı Azîmüşşan, şu hakikate âyetiyle işaret eder.haşre ebede gidecek beşer yolculuğuna O namaz bilettir Bir tek saat, beş vakit namaz abdest kâfi gelir
haşre gidecek beşer yolculuğu Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu kat’ederler.
O yirmi dört altun yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise, Cennet’tir. O istasyon ise, kabirdir. O seyahat ise haşre gidecek beşer yolculuğu
ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim! gafil, namazsız insanlar
O hâkim Rabbimiz, Hâlıkımızdır.
O iki hizmetkâr yolcu biri
namazı şevk ile kılar. Diğeri gafil, namazsız insanlardır
bizim efendimiz kerimdir; belki merhamet eder kusuru afveder
O hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar altununu sarfeder. Kumara zayi eder, bir tek altunu kalır.
o bahtiyar hizmetkâr masraf eder. Fakat o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki; sermayesi birden bine çıkar.
namazsız adam ne kadar divane ve zararlı iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î
Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır
Namaz kılmak ve büyük günah
işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye
Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. anlamış ki; onu beslemek ve hasta olsa tedavi etmek, hattâ lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir.
Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır
acemî nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi
Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir.
İşte ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır.
O taburlara taksim edilen ordu ise, cem’iyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın cemaat-ı İslâmiyesidir.
O nefer ise, diniyesini bilen ve işleyen ve günah işlememek için nefs ve şeytanla mücahede eden müttaki müslümandır
o vazife ise; birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri; hayatı verene ve besleyene edip yalvarmak ona tevekkül edip emniyet etmektir
Evet en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur.
Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîfen aptal hayvan
en iyi beslenir Meyve kurtları ve balıklar gibi En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer Çocuk
ve yavrular gibi
Evet vasıta-ı rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını acz u za’f ile olduğunu anlamak için balık ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaç ile hayvanları müvazene etmek kâfidir.
derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder.
Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için
çarşıda bizzay gitmek; güzel dir, mertliktir, o bir ibadettir.
insan ın ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor.
insan hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez.
hayat-ı maneviye ilim ve ibadet hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.
Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.
Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı olursun.
Eğer hayat-ı uhreviyeyi ilim ve ibadet i gaye-i maksad yapsan
şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
İşte sana yol, Hidayet ve tevfiki Erhamürrâhimîn’den iste
İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; bak, dinle
Ve ortalıkta dahi, müdhiş cenazeleri ve me’yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır.
Hüdabîn, Hüdaperest ve Hakendiş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında güzel bir memlekete düştü. memlekette şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş’e
Hüdaperest güzel ahlâklı idi ki:
herkes ona dost ve akraba görünür
Aklını başına al, kalbini temizle. Tâ, şu musibetli perde senin nazarından kalksın hakikatı görebilesin.
Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi,
Ey nefsim! Bil ki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir dünya onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir.
Diğer adam ise; mü’mindir. Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan bir meydan-ı imtihan-ı cândır
Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, manen mesrur
dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer açılsın
Bütün tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır.
Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neşesinden neş’et eden nağamattır.
Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerim’inin ve Mâlik-i Rahîm’inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır.
pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder, tezahür eder.
Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyet ve imandadır. Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ demeliyiz
ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum
Bismillah” her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.
Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır.
Bismillah” ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anla
mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu. ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın.
Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın
hacatın nihayetsizdir.
şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın
bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar
bu kelime ile hareket eden, Devlet namına hareket eder. Hiç kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her şeye karşı dayanır.
Bütün mevcudat Bismillah der
Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?
her şey, Cenab-ı Hakk namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar başlarında koca ağaç taşıyor, dağ gibi yük kaldırıyor
Demek her ağaç, “Bismillah der
Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur.
Bizlere, Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat bir gıdayı takdim ediyorlar. Her nebat ağaçların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der
Bismillah” der Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur.
o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (A.S.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisal ederek taşları şakk eder
Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer a’zâ-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyetini okuyorlar.
Madem her şey manen Bismillah” der. Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar Biz dahi Bismillah” demeliyiz.
Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız
Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor o kıymetli
nimetlere istediği fiat üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri Fikir
o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymetdar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Başta “Bismillah
zikirdir. Âhirde “Elhamdülillah” şükürdür.
bu kıymetdar hârika-i san’at olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir.
Ey nefis ebleh olmamak istersen; Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla Allah namına işle. Vesselâm
ders akıldan ziyade kalbe bakar,
Bismillahirrahmanirrahîm yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa yol olur
Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir
Ve bu hadsiz fezayı ve boş hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir.
Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.
Ey insan rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir.
Bismillahirrahmanirrahîm” de, o hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan vehadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul
Sultan-ı Ezel ve Ebed’in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatıyla ve şefaatıyla ve şuaatıyla o Sultan’a muhatab ve halil ve dost ol
Demek kâinatın enva’ı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan! Aklını başına al.
Hiç mümkün mü ki: Bütün mahlukatı sana el uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin?
Madem Zât-ı Zülcelal seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir
ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaîf âciz, fakir fâni, küçük bir mahluka fâni koca kâinatı imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ilim ve kudreti hakikat-ı rahmettir
Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister
o hâlis şükrün ve safî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmete vesile ve Rahmanın dergâhında şefaatçı yap.
İsm-i İlahî’nin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında sikke-i Rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkat dokuyor ve hâtem-i inayeti nescediyor
Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçiyi bul
küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz’eden rahmettir ve o rahmetin vücudu, arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat’î o mevcudat adedince delil var
Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana sîma veren, o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât, seni başı boş bıraksın
Ey insan, hiç mümkün müdür
hâtem-i ehadiyet sikke-i rahmet sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın
hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan o rahmet ve ziya gibi görünen hikmet
Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac var o Bismillahirrahmanirrahîm
Ve mi’rac ın ne ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüz on dört surelerinin başlarına ve bütün mübarek kitab mübarek işlerin mebde’lerine bak.
Ve Besmele’nin azamet-i kadrine en kat’î hüccet şu ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi büyük müçtehidler demişler Besmele tek âyet olduğu halde, Kur’anda yüzondört defa nâzil olmuştur
Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülahaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeğe küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor.
herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes’e hitab ederek müteveccih olsun.
fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh mabudunu doğrudan doğruya bulsun
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
deki hakikî hitaba mazhar eder
Bismillahirrahmanirrahîm” Fatiha’nın fihristesi ve Kur’anın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş.
bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren Zât-ı Akdes-i İlahî’nin لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla sureti misli misali dahi olamaz
Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçare insan
Rahmet ne kadar kıymetdar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu anla
O rahmet, Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir
o Sultan-ı Ezel ve Ebed zâtîsi mutlak içindedir. Hiçbir kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alel ıtlak’tır.
Ve bütün kâinat yıldızlarla beraber intizam ve itaatle O Zât-ı Zülcelal kemal-in ordusunda hizmet ediyorlar
O Zât-ı Zülcelal kemal-in taht-ı emir i ne kadar makbul bir şefaatçi O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir
İşte rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Sultan-ı Sermedî’nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir.
Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor
İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor.
hazineyi bulmanın çaresi: Rahmetin en parlak misali ve mümessili ve o rahmetin en belig bir lisanı Rahmeten lil
Âlemîn ünvanıyla Kur’anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem
As ın sünnetidir
Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır.
Evet salavatın manası, rahmettir
Ve o rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten
-lil Âlemîn’in vusulüne vesiledir
Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.
ümmetin Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir rahmet manasıyla salavat getirmeleri ne kıymetdar bir hediye-i İlahiye ve ne kadar geniş bir daire
Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı Bismillahirrahmanirrahîm
Hazine-i rahmetin en kıymetdar
pırlantası Bismillahirrahmanirrahîm”dir. en kolay en birinci anahtarı da salavattır.
78
intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hıffet, yalancı bir rahatlık görür.
İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlub edecek mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur
şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, bin batman korkudan kurtulur.
bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında
bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. hadsiz korkular altında
ezilir.mahall-i maksuda yetişir. âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden
o şehre yetişir vazifesini güzelce yapan namuslu askere münasib bir mükâfat görür.
ey nefs-i serkeş! Bil ki O yol hayat yoludur O iki yolcu; biri muti’-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır.
O yol hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider.
O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvadır.
öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünki âbid, namazında der: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur”
O Hâlık ve Rezzak Hakîm Hem Rahîm diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar her şeyi Rabbisinin emrine görür, Rabbisine iltica eder
Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet verir
her hakikî hasenat gibi cesaret menbaı iman ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı dalalettir
Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki korkutmaz hârika bir kudreti Samedaniyeyi
lezzetli hayret ile seyredecek.
Fakat meşhur bir münevver akıl
denilen kalbsiz bir fâsık ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer
meşhur kalbsiz bir fâsık bir yıldızı görse titrer Bir vakit böyle bir yıldızda Amerika titredi hanelerini terkettiler
Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde…
Evet insan nihayetsiz musibete maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde
insan Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emel arzu elemleri ve belaları ise; hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr saadet,
bir nimet olduğunu, bütün kör olmayan görür, derk eder
mes’elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır
Fısk ve sefahet yolu ise fâsıkın itirafıyla dahi menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın şehadetiyle sabittir.
VElhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.
Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz. Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.
Evet, insan aldanır
ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim!
Bil: O bîçare asker ise sensin ve insandır. o arslan ise, eceldir. o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır
o darağacı ise, ölüm ve zeval
gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder kaybolur
Ve o iki yara ise, birisi müz’ic ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri elîm, nihayetsiz fakr-ı insanîdir.
Ve o yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabavetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırat’tan geçer
Ve o yolculuk ise, âlem-i ervahtan Sırat’tan geçer
bir uzun sefer-i imtihandır.
Ve o tılsım ise, Cenab-ı Hakk’a iman ve âhirete imandır.
Cenab-ı Hakk’a iman Evet şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mü’mini, zindan dünyadan bostan-ı cihana, huzur-u Rahman’a götüren bir burak suretini alır.
Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler ölüm gelmeden ölmek istemişler
Evet Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin sinema perdesinin değişip tazelenmesi hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.
Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır.
Öyle mi? Evet emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira musibet karşısında اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ deyip itminan-ı kalb ile Rabb-ı Rahîm’ine itimad eder
Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve sual edilse: “En leziz ve en tatlı haletin nedir?” Belki diyecek Aczim anlayıp vâlidemin tatlı tokatından korkup yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.
bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir.
Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar.
ilâç şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzak-ı Rahîm’in rahmetine itimaddır. Öyle mi?
Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerim
Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyeti değildir.
Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal ve içtinab ile elde edilebilir.
fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır
İşte ey tenbel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim
Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus.
Kur’an kâinatı okuyor!
O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.
Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur
o bedbaht kendine zulmetmiş. güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile bir evham kendine zulümatlı bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden hakkı vardır.
Meselâ bir adam güzel hoş bir bahçede kanaat etmeyip kendini pis sarhoş edip kışda canavarlar içinde aç ağlamaya başlasa, şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor.
bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. hakikat sahibine hürmet eder.
kanaat etmeyip kendini pis kirlerle sarhoş eden kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak edip bağırmaya başlasa, Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. İşte bu bedbaht öyledir
hakikat sahibinin kemaline hürmet ed
Rahmete müstehak ol
Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil”
hükm-ü Kur’anînin sırrı zahir oluyor.anlayacaksın ki: nefs-i emmare Ve hüsn-ü niyet ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete mazhar etmiş.
Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’an’ı dinle ve hükmüne muti’ ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et
O iki kardeş biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâlihtir. Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i Kur’an ve iman’dır. Sol ise, tarîk-ı isyan ve küfrandır.
o yoldaki bahçe ise, cem’iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye hayat-ı içtimaiyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur
Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider.
o sahra ise, şu arz ve dünyadır o arslan ise, ölüm ve eceldir o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır o altmış arşın derinlik ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işaret
o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır. o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür o ejderha ise, ağzı kabir olan tarîk-ı berzahiye ve revak-ı uhrevîdir.
o ejderha ise, ağzı kabir olan revak-ı uhrevîdir o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır
o haşerat-ı muzırra ise, musibat-ı dünyeviyedir.
mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak tatlı ikazat-ı İlahiye ve iltifatat-ı Rahmaniye hükmündedir
o ağaçtaki yemişler dünyevî nimetlerdir ki; Cenab-ı Kerim-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, Cennet meyvelerine davet eden nümuneler suretinde yapmış
o ağacın meyveler vermesi ise, kudret-i Samedaniyenin sikkesine ve rububiyet-i İlahiyenin hâtemine ve saltanatı uluhiyetin turrasına işarettir
Bir tek şeyden her şeyi yapmak” yani bir topraktan nebatat
ve meyveleri yapmak bir sudan bütün hayvanatı halketmek Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hâtem-i mahsusu taklidsiz turrasıdır
basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek“Her şeyi bir tek şey yapmak gibi san’atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ın
sikke-i hâssasıdır,
Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kādir-i Küll-i Şey’e mahsus bir icad bir nişan
bir âyettir.
o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise, يَا اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ dur. ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an
ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya
vesiledir.
ehl-i Kur’an için, öteki âleme gidiş hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinana bir davettir.
öteki âleme gidiş ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için, Rahman-ı Rahîm’in fazlından bir nöbettir. vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.
Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir
her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i mazhardır. Dünyası fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyayı Cennet salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder…
Asr vaktinde ki o vakit, hem güz mevsim-i ve ihtiyarlık halet-i ve âhir zaman mevsim-i ni andırır ve hatırlattırır.
insan bir misafir memur ve her şey geçici, bî karar
Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ruh-u insan için
namaz kılmak, ne ulvî bir vazife,
kalkıp abdest alıp asr vaktinde ikindi namazı kılmak Kadîm-i Bâki ve dergâh-ı Samedaniyeye
arz-ı münacat edmek ne zevalsiz ve nihayetsiz rahmet
hesabsız nimetlere karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i ne secde edmek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh demek
asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasib bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat e
Mağrib vakti ki o zaman, hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlukatının veda-i hazînanesi içinde gurub etmesinin zamanı
Mağrib vakti ki insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır.
Mağrib vakti ki dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatı
bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır
arş-ı azamete yüzünü çevir bu fânilerin üstünde “Allahü Ekber” deyip onlardan ellerini çek hizmet-i Mevlâ için el bağla
Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillah” de kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena ed
kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek mağrib namazını kılmak ne kadar latif, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet,
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek ne hoş bir hakikat fâni misafirhanede bâkiyane bir sohbet ve saadet anlamayan adam, nasıl adam olabilir
İşâ’ vaktinde ki o vakit, gündüzün ufukta kalan bakiyye-i âsârı dahi kaybolup, gece âlemi kâinatı kaplar.
İşâ’ vakti Arz ve Semavat’ın tasarrufat-ı celaliyesini ve tecelliyat-ı cemaliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır.
şu kâinatın Mâlik ve Hakikîsi, Mabud ve Mahbub-u o zât ki; gece gündüzü, kış ve yazı bir
kitabın sahifeleri gibi çevirir, yazar bozar, değiştirir.
şu kâinatın Mâlik ve Hakikîsi, gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitab sahifeleri gibi yazar bozar, değiştirir. Bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak
nihayetsiz âciz, zaîf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz istikbal zulümatına dalmakta, ruh-u beşer,
hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta ruh-u beşer,
yatsı namazını kılmakla işâ’da İbrahim vari dergâhına namaz ile iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömür karanlık dünyada Bâki-i Sermedî e münacat edip bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek,
yatsı namazını kılmakla işâ’da İbrahim vari istikbali ışıklandırıp mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek
Rahman-ı Rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek…
Fatiha ile başlamak, Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm-i Kerim olan Rabb-ül Âlemîn’i medh ü sena etmek…
Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demekle, istikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek
nebatat, hayvanat gibi Güneşler, yıldızlar, birer nefer misillü emrine müsahhar ve bu misafirhane-i âlemde bir hizmetkâr
Zât-ı Zülcelal’in kibriyasını düşünüp “Allahü Ekber” deyip rükûa varmak…Allahü Ekber” deyip sücuda gitmek, yani bir nevi mi’raca çıkmak demek
işâ’ namazını kılmak, ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasib bir vazife, bir hakikat
Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı
borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor ne kadar âlî bir hikmet, intizamla işler dönüyor. ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muamele görülüyor
Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin
sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek mahkeme-i kübraya bırakılıyor
hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde olan mücevherat, şu sofralar gösteriyorlar ki: Bu yerlerin padişahının hadsiz bir hesabsız dolu hazineleri vardır.
zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak şu ilânlara dikkat et! Ve kulak ver ki, mu’ciznüma bir padişahın san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar
Kemalâtını gösteriyorlar. manevîsini beyan ediyorlar. onun pek mühim, hayret verici kemalât ve manevîsi vardır.
insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor bu işler içinde o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır.
o zâtın büyük bir şefkati vardır.
her musibetzedenin imdadına
koşturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor.
Hattâ bak, bir hacet görse, şefkat ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor.
O şefkatli padişahın saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme.
Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval etme
Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor.
bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün mü ki; en edna bir adamın meramını yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
o sevgilinin maksudu olanlar
Demek bu meydan-ı imtihanda başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar…
gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, techizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır,
saltanat kendisine lâyık bir raiyet ister.
görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır.
bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyor
Meydan her saat tebdil ediliyor Giden gelmez, gelen gider.
şu hal, şu vaziyet gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan
arkasında daimî saraylar, meskenler hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır Bak, bir mu’cize var.
bir mu’cize var.O harab binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu çöl, bir medenî şehir oldu.
sinema perdeleri giher saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
dikkat et ki; karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerinde
Hayalî sinema perdeleri dahi, bu kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi, bu san’atları yapamazlar.
bize görünmeyen o padişahın çok büyük mu’cizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun Nasıl bu koca memleket tahrib edilip kurulacak görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabul etmediği çok inkılablar, tebdiller oluyor.
Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahribler içinde başka bir maksad var.
Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor.
Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar. Demek bu bir saadet-i uzma, mahkeme-i kübra, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir…Gel, ey arkadaş!
ey arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba yani mazi ve müstakbele giden şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim
İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaibler her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, birbirinden ayrıdırlar.
iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o meydanlarda, ne kadar bahir bir hikmetin ne derece zahir bir inayetin işaratı, ne mertebe âlî bir adaletin emaratı, ne derece merhameti semeratı görünüyor.
Basiretsiz olmayan herkes anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet daha ecmel bir inayet ve daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz
gördüğümüz hakîmane ve kerimane ve rahîmanenin sahibini hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek hakikatlerin zıdlarına inkılabıdır
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme i kübra, bir ma’dele-i ulya, bir mekreme-i uzma vardır
şu merhamet ve hikmet ve inayet İşte kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen şehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir
bak o yüksekte ferman-ı a’zam ahaliye bildiriyor ve diyor ki: “Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz.
Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.
daimî bir memlekete gideceksiniz. Padişahımızın
saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız.
Eğer güzelce fermanı dinleyip itaat etseniz daimî memlekete gideceksiniz isyan edip dinlemezseniz, müdhiş zindanlara atılacaksınız
o ferman-ı a’zamda öyle bir turra var ki, hiçbir vechile kabil-i taklid değil sersemlerden başka herkes; o ferman, padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir.
o parlak yaver-i ekremde öyle nişanlar var ki körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercüman-ı evamiri olduğunu yakînen anlar.
ve inandım ki: Bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz…
Fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.
Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini açar.
akıl Mâlik-i Hakikî’sine satılsa
hikmet definelerini açar. Ve sahibi saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.
Göz bir hâssedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.
Eğer göz Cenab-ı Hakk’a satmayıp nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız güzellikleri, seyr ile şehvet ve
nefsaniyeye bir kavvad derekesinde hizmetkâr olur.
Eğer gözü, Sâni’-i Basîr’ine satsan ve çalıştırsan; o zaman göz, şu kâinatın şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve Arz bahçesinde rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner
Dildeki kuvve-i Rezzak-ı Kerim’e satsan; o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin nâzırı nerede?
Ve ey dil, iyi tad! tavla kapıcısı ve fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
Hakikaten mü’min Cennet’e lâyık ve kâfir Cehennem’e muvafık bir mahiyet kesbeder
onların herbirinin kıymet alma sebebi: Mü’min, imanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir.
Ve kâfir, hıyanet edip nefs-i hesabına çalıştırmasıdır ki
kâfir Cehennem’e muvafık bir mahiyet kesbeder
İnsan zaîftir, belaları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir, hayat yükü pek ağır.
İnsan Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır.
Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezsen Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler boğar sarhoş ve canavar eder.
O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi’ olup kaybolacak,
sevdiğin mal ve evlâd meftun olduğun gençlik ve hayat senin elinden çıkacaklar. Fakat günah ve elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
Emanette hıyanet cezasını çekeceksin. Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.
Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zeval ve firak sillesi altında daim vaveylâ edeceksin
Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Feraiz-i İlahiye ise hafiftir, azdır.
Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir tarif edilmez.
Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli başlamalı
Ve Allah hesabıyla verip almalı
Ve Allah izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.
Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı…
namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.
Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni
namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir Bu surette bütün ömrünü, âhirete mal edebilir.
Acaba yirmi üç saatini kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder
ehl-i takva bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da, elli
bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’eder.
Kur’an-ı Azîmüşşan, şu hakikate âyetiyle işaret eder.haşre ebede gidecek beşer yolculuğuna O namaz bilettir Bir tek saat, beş vakit namaz abdest kâfi gelir
haşre gidecek beşer yolculuğu Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu kat’ederler.
O yirmi dört altun yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise, Cennet’tir. O istasyon ise, kabirdir. O seyahat ise haşre gidecek beşer yolculuğu
ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim! gafil, namazsız insanlar
O hâkim Rabbimiz, Hâlıkımızdır.
O iki hizmetkâr yolcu biri
namazı şevk ile kılar. Diğeri gafil, namazsız insanlardır
bizim efendimiz kerimdir; belki merhamet eder kusuru afveder
O hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar altununu sarfeder. Kumara zayi eder, bir tek altunu kalır.
o bahtiyar hizmetkâr masraf eder. Fakat o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki; sermayesi birden bine çıkar.
namazsız adam ne kadar divane ve zararlı iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î
Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır
Namaz kılmak ve büyük günah
işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye
Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. anlamış ki; onu beslemek ve hasta olsa tedavi etmek, hattâ lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir.
Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır
acemî nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi
Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir.
İşte ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır.
O taburlara taksim edilen ordu ise, cem’iyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın cemaat-ı İslâmiyesidir.
O nefer ise, diniyesini bilen ve işleyen ve günah işlememek için nefs ve şeytanla mücahede eden müttaki müslümandır
o vazife ise; birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri; hayatı verene ve besleyene edip yalvarmak ona tevekkül edip emniyet etmektir
Evet en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur.
Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîfen aptal hayvan
en iyi beslenir Meyve kurtları ve balıklar gibi En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer Çocuk
ve yavrular gibi
Evet vasıta-ı rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını acz u za’f ile olduğunu anlamak için balık ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaç ile hayvanları müvazene etmek kâfidir.
derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder.
Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için
çarşıda bizzay gitmek; güzel dir, mertliktir, o bir ibadettir.
insan ın ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor.
insan hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez.
hayat-ı maneviye ilim ve ibadet hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.
Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun.
Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı olursun.
Eğer hayat-ı uhreviyeyi ilim ve ibadet i gaye-i maksad yapsan
şu dünyada Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.
İşte sana yol, Hidayet ve tevfiki Erhamürrâhimîn’den iste
İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; bak, dinle
Ve ortalıkta dahi, müdhiş cenazeleri ve me’yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır.
Hüdabîn, Hüdaperest ve Hakendiş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında güzel bir memlekete düştü. memlekette şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş’e
Hüdaperest güzel ahlâklı idi ki:
herkes ona dost ve akraba görünür
Aklını başına al, kalbini temizle. Tâ, şu musibetli perde senin nazarından kalksın hakikatı görebilesin.
Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi,
Ey nefsim! Bil ki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir dünya onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir.
Diğer adam ise; mü’mindir. Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan bir meydan-ı imtihan-ı cândır
Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, manen mesrur
dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer açılsın
Bütün tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır.
Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neşesinden neş’et eden nağamattır.
Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerim’inin ve Mâlik-i Rahîm’inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır.
pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder, tezahür eder.
Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyet ve imandadır. Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ demeliyiz
ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum
Bismillah” her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.
Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır.
Bismillah” ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anla
mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu. ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın.
Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın
hacatın nihayetsizdir.
şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın
bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar
bu kelime ile hareket eden, Devlet namına hareket eder. Hiç kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her şeye karşı dayanır.
Bütün mevcudat Bismillah der
Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?
her şey, Cenab-ı Hakk namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar başlarında koca ağaç taşıyor, dağ gibi yük kaldırıyor
Demek her ağaç, “Bismillah der
Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur.
Bizlere, Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat bir gıdayı takdim ediyorlar. Her nebat ağaçların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der
Bismillah” der Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur.
o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (A.S.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisal ederek taşları şakk eder
Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer a’zâ-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyetini okuyorlar.
Madem her şey manen Bismillah” der. Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar Biz dahi Bismillah” demeliyiz.
Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız
Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor o kıymetli
nimetlere istediği fiat üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri Fikir
o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymetdar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Başta “Bismillah
zikirdir. Âhirde “Elhamdülillah” şükürdür.
bu kıymetdar hârika-i san’at olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir.
Ey nefis ebleh olmamak istersen; Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla Allah namına işle. Vesselâm
ders akıldan ziyade kalbe bakar,
Bismillahirrahmanirrahîm yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa yol olur
Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir
Ve bu hadsiz fezayı ve boş hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir.
Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.
Ey insan rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-ı mahbubedir.
Bismillahirrahmanirrahîm” de, o hakikata yapış ve vahşet-i mutlakadan vehadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul
Sultan-ı Ezel ve Ebed’in tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatıyla ve şefaatıyla ve şuaatıyla o Sultan’a muhatab ve halil ve dost ol
Demek kâinatın enva’ı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan! Aklını başına al.
Hiç mümkün mü ki: Bütün mahlukatı sana el uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin?
Madem Zât-ı Zülcelal seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir
ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaîf âciz, fakir fâni, küçük bir mahluka fâni koca kâinatı imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ilim ve kudreti hakikat-ı rahmettir
Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve safî bir hürmet ister
o hâlis şükrün ve safî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmete vesile ve Rahmanın dergâhında şefaatçı yap.
İsm-i İlahî’nin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında sikke-i Rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkat dokuyor ve hâtem-i inayeti nescediyor
Ey insan, eğer insan isen “Bismillahirrahmanirrahîm” de. O şefaatçiyi bul
küre-i arzın sîmasında hâtem-i ehadiyeti vaz’eden rahmettir ve o rahmetin vücudu, arzın sîmasındaki mevcudatın vücudları kadar kat’î o mevcudat adedince delil var
Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana sîma veren, o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât, seni başı boş bıraksın
Ey insan, hiç mümkün müdür
hâtem-i ehadiyet sikke-i rahmet sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin bütün kâinatı abes yapsın; hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın
hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan o rahmet ve ziya gibi görünen hikmet
Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac var o Bismillahirrahmanirrahîm
Ve mi’rac ın ne ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüz on dört surelerinin başlarına ve bütün mübarek kitab mübarek işlerin mebde’lerine bak.
Ve Besmele’nin azamet-i kadrine en kat’î hüccet şu ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi büyük müçtehidler demişler Besmele tek âyet olduğu halde, Kur’anda yüzondört defa nâzil olmuştur
Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülahaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeğe küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor.
herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes’e hitab ederek müteveccih olsun.
fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh mabudunu doğrudan doğruya bulsun
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
deki hakikî hitaba mazhar eder
Bismillahirrahmanirrahîm” Fatiha’nın fihristesi ve Kur’anın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş.
bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren Zât-ı Akdes-i İlahî’nin لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla sureti misli misali dahi olamaz
Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçare insan
Rahmet ne kadar kıymetdar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu anla
O rahmet, Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir
o Sultan-ı Ezel ve Ebed zâtîsi mutlak içindedir. Hiçbir kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alel ıtlak’tır.
Ve bütün kâinat yıldızlarla beraber intizam ve itaatle O Zât-ı Zülcelal kemal-in ordusunda hizmet ediyorlar
O Zât-ı Zülcelal kemal-in taht-ı emir i ne kadar makbul bir şefaatçi O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelal’e vesiledir
İşte rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Sultan-ı Sermedî’nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir.
Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor
İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor.
hazineyi bulmanın çaresi: Rahmetin en parlak misali ve mümessili ve o rahmetin en belig bir lisanı Rahmeten lil
Âlemîn ünvanıyla Kur’anda tesmiye edilen Resul-i Ekrem
As ın sünnetidir
Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır.
Evet salavatın manası, rahmettir
Ve o rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten
-lil Âlemîn’in vusulüne vesiledir
Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten-lil-Âlemîn’e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et.
ümmetin Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir rahmet manasıyla salavat getirmeleri ne kıymetdar bir hediye-i İlahiye ve ne kadar geniş bir daire
Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı Bismillahirrahmanirrahîm
Hazine-i rahmetin en kıymetdar
pırlantası Bismillahirrahmanirrahîm”dir. en kolay en birinci anahtarı da salavattır.
78
intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hıffet, yalancı bir rahatlık görür.
İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddi hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlub edecek mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur
şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, bin batman korkudan kurtulur.
bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında
bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. hadsiz korkular altında
ezilir.mahall-i maksuda yetişir. âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden
o şehre yetişir vazifesini güzelce yapan namuslu askere münasib bir mükâfat görür.
ey nefs-i serkeş! Bil ki O yol hayat yoludur O iki yolcu; biri muti’-i kanun-u İlahî, birisi de âsi ve hevaya tâbi insanlardır.
O yol hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider.
O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvadır.
öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünki âbid, namazında der: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ
Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur”
O Hâlık ve Rezzak Hakîm Hem Rahîm diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar her şeyi Rabbisinin emrine görür, Rabbisine iltica eder
Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet verir
her hakikî hasenat gibi cesaret menbaı iman ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı dalalettir
Evet tam münevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki korkutmaz hârika bir kudreti Samedaniyeyi
lezzetli hayret ile seyredecek.
Fakat meşhur bir münevver akıl
denilen kalbsiz bir fâsık ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer
meşhur kalbsiz bir fâsık bir yıldızı görse titrer Bir vakit böyle bir yıldızda Amerika titredi hanelerini terkettiler
Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde…
Evet insan nihayetsiz musibete maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde
insan Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emel arzu elemleri ve belaları ise; hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.
Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr saadet,
bir nimet olduğunu, bütün kör olmayan görür, derk eder
mes’elemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber ondan dokuz ihtimal ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır
Fısk ve sefahet yolu ise fâsıkın itirafıyla dahi menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile helâketi bulunduğu; icma ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın şehadetiyle sabittir.
VElhasıl: Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.
Öyle ise, biz daima اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى الطَّاعَةِ وَالتَّوْفِيقِ demeliyiz. Ve müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.