Zulmetten nura koşanlar: Yanan Dede

Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
Yanan dede

8579.jpg


Yanan Dede'nin bize bıraktığı en iyi miraslarından birisi de "Dahilek Ya ResûlALLAH" isimli na'tı oldu. Bu na'tında da "Yanmak" bir teslimiyet işareti olarak ön plana çıkar. Mevlâna "Hamdım¸ piştim¸ yandım" der. Yanan Dede de¸ dünyaya Hıristiyan bir aileden ham olarak geldi¸ sonra hayatın farkına vardı. Kırk iki yıl boyunca pişti. Daha sonra da¸ Müslüman oldu bir gönül alevi içinde yaşayıp sonsuza yürüdü."

"İnanmanın tadını gel de onu fark edende gör. O zaman anlarsın¸ aşk nedir¸ teslimiyet nedir¸ yanmak nedir? O zaman kucaklar kâinat birden seni. Dünyaya sahip olmak istersen o seni peşinden koşturur durur. Bir dolap beygiri gibi neye koştuğunu¸ nereye koştuğunu bilmeden döner durursun. Ama ona arkanı dön de gör bir kere yaşamanın tadını…"

Bir ruhban okulunda ders veren¸ Türkçe dersi veren Diyamandi böyle diyordu öğrencilerine. Öğrenci ne bilsin¸ nereden bilsin karşılarındaki şahsın iki ayı kimlikle evinde¸ sokakta ve okulda dolaşıp durduğunu… Adı Diyamandi idi. Herkes¸ hatta eşi ve kızı da onu Kayserili İplik Tüccarı Yuvan ustanın oğlu diye biliyordu. Rum'du¸ Hıristiyan'dı. Kanun gereği ruhban okulunda Türkçe dersini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı verecekti. Aranan şart¸ Türk Vatandaşı olmaktı. Rum olmuş¸ Hıristiyan olmuş o kimseyi ilgilendirmiyordu. Ruhban okulu kendini şanslı görüyordu bu yüzden. Çünkü ders veren kendilerinden biriydi. Dönemin iktidarı da kendini talihli sayıyordu. Rum görünen bu adam¸ ayağından başına kadar¸ Türk kimliğine sahip olduğuna inanan birisiydi. Kendi soyunu sopunu araştırmak için yollara düşmüş ve bunu da başarmıştı. Niğde'nin Bor ilçesindeki Halil Nuri Kütüphanesinde Şer'iyye sicillerini inceleyerek atalarının şeceresine ulaşmış ve Türk olduğunun belgesini bulmuştu: Selçuklulardan önce Anadolu'ya gelen Karaman Türklerindendi. Ataları Kayseri'ye yerleşmiş¸ burada Hıristiyanlaşarak öylece kalmışlardı. Bunu öğrenmişti¸ içi rahattı¸ ama onu da gizli tutuyordu.

Daha İdadi (Lise) öğrencisi iken Mevlâna'yı tanımış¸ ona âşık olmuş¸ ona bağlanıp o yolla İslâm'a ulaşmıştı. İnanmış iyi bir Müslüman'dı ama onu da gizli tutuyordu.

Hukuk mektebini okumuştu. Önce Osmanlı döneminde Gassam (Miras) dairesinde avukatlık görevi almış¸ sonra bunu bırakarak öğretmenliğe geçmişti.

Aslında onun bütün sırları¸ bu geçiş koridorunda saklıdır. Niye avukatlık gibi dönemin en cazip mesleğinde para kazanmaz da gider azınlık okullarında¸ yabancıların okullarında "Türkçe Öğretmenliği" yapar?.. Bunu kimseye açıklamamıştır. Ülkesine¸ insanına karşı duyarlılığın bir bedeli gerekiyorsa¸ onu vermenin erdemine sahip birisiydi. Kimseyle de bölüşmedi bu fedakârlığını. Sadece bir öğrencisine yazdığı bir mektubunda buna işaret eder ve "Benim orada öğretmenlik yapmamın asıl sebebi ülkemin geleceği içindir!" der. Daha açık söylemiyor ama anlaşılan Rum kimliği ile Türk milletine hizmet etmenin ağır yükünü omuzlamıştır. Böylece milletine ve devletine kırk yıla yakın hizmet eder. Sonra vaktin geldiğini düşünür ve bu iki şahsiyetli olmaktan sıyrılmaya karar verir. Aslında o başından beri tek kimlikliydi ama öbür sun'î kimlik de yakasından düşmeliydi artık.

Diyamandi¸ 1942 yılında Müslümanlığını açıklayıp "Mehmet Abdülkadir" adını alarak yeni bir hayata yönelince¸ önce bir kaos çemberinden geçer: Müslümanlığını açıkladığı günü¸ Fener Rum Patrikhanesi¸ evine adamlarını gönderir. Bir papaz kızı olan eşine¸ Mehmet Abdülkadir'i eve almamaları talimatını verir. 15 Şubat akşamı eve gelip kapılar yüzüne kapatılınca¸ kendi ifadesiyle "Evinden çıkar Selamsız yokuşunda birkaç paket kitabıyla o soğuk kış gecesinde İstanbul'un yarı karanlık sokaklarında yalnız başına kalıverir ortada…"

Kolay mıydı? 13 yaşında İslâm'ı tanıyacak¸ ama onu tam 42 yıl içinde saklamak zorunda kalacaktı. İçiyle Türk dışıyla Rum¸ içiyle Müslüman dışıyla Hıristiyan. İçiyle Mevlevi dışıyla öğretmen. Ezan okunur¸ eşi ve kızı görmesin diye kapısını sıkı sıkıya kilitleyip namazını kılar. Ramazan gelir¸ sahursuz oruç tutar¸ akşam yemeklerini hep dışarıda yer. Kahvaltısı getirilince pencereyi açar sütü ya da çayı dışarı döker¸ ekmekleri doğrayıp kuşlara serper…

Kendisine hem özel de¸ hem de genele farklı roller verilmiş bir adamdır Mehmet Abdülkadir. Ama rolünü kusursuz oynar. Hiç ipleri birbirine dolaştırmaz. Günü gelir bunun mükâfatını görür. Çileli bir başlangıç da yapsa¸ Müslüman olduktan sonraki hayatı düzene girer. Daha sakin¸ teslimiyet içinde¸ huşu halinde bir ömür sürer.

Artık Mevlâna'nın peşindedir¸ Konya yollarındadır. Mevlâna ile ALLAH'a ve Rasulüne ulaştığı için ona şükran borcunu ödemek için hep dergâhının etrafında dolanır. Bir ayağı İstanbul'da öbürü Konya'dadır.

Diyamandi'den kaynaklanan bir ad verilmiştir ona: Öğrencilik döneminde öğretmenleri ona "Yamandi Molla" demektedirler. Hayata atılır¸ "Yamandi Efendi" olur. Yaşı ilerler "Yamandi'nin ‘di'sini atarlar. Geride "Yaman" kalır. Mevlevî olduğu için de "Dede'yi eklerler böylece "Yaman Dede" çıkar ortaya. Ama o bunu bir türlü kabullenemez: "Bana¸ ‘Yanan Dede' veya ‘Yanar Dede' deyiniz lütfen. Ben Yaman adam değilim. Yanan adamım ben…" Oturur yanmayı istediği Münacaatı'nı yazar:

Yak sinemi ateşlere¸ efgânıma bakma;
Ruhumda Yanan âteşe¸ nîrânıma bakma;
Hiç sönmeyecek aşkıma¸ îmânıma bakma;
Ağlatma da yak¸ hâl-i perişânıma bakma.

Ağlatma ki âlâmımı tahfîfe de başlar;
Ağlatma¸ serinletmededir bağrımı yaşlar;
Rahmetme sakın¸ gerçi dayanmaz buna yaşlar;
Ağlatma da yak¸ hâl-ı perişanıma bakma.

Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
Âteşle yaşar¸ yaşla değil¸ yâresi aşkın;
Yanmaktır¸ efendim¸ biricik çâresi aşkın;
Ağlatma da yak¸ hâl-i perişanıma bakma...



İşte bu alevdir ki¸ onun yüreğinde ölesiye kadar bir iman meşalesi gibi yanıp durmuştur.

Kur'an okunurken¸ ALLAH ve Rasulü anılırken ağlayan¸ Mehmet Abdülkadir¸ soyadı Kanunundan sonra Keçeoğlu'nu benimsedi. Müslüman kimliği ve adıyla yirmi yıl boyunca¸ hizmetine ara vermeden devam etti. Çok sayıda talebe yetiştirdi. Talebelerine bilgiden önce imanı ve aşkı öğretti. Sevmenin bedeline hazırlıklı olma fedakârlığını öğretti… Onun imanı tahkiki idi¸ taklidi değildi. Tutuşması da¸ yanması da bu yüzdendi… Onun sohbetleri bir aşk bahçesidir. Onun talebelerine mektupları¸ ömür boyu saklanacak birer gönül çiçeğidir. Mektuplarında uyarır¸ ısrar eder hatta yalvarır… Zor kazanılan ama hemen kaybedilmesi mümkün olan imanı muhafaza için birer öğüt buketidir…

Yanan Dede¸ sağlam bir iman¸ derin bir vecd¸ kararlı bir irade ile 1887'de Kayseri'nin Talas ilçesinde doğarak başladığı hayat yolculuğunu 3 Mayıs 1962'de İstanbul'da tamamladı… O bağlandığı¸ sevdiği¸ uğruna her türlü çileyi göğüslediği Rabbine ulaşırken¸ azığında geçmişin o mücadeleli ama onurlu hayatının dökümü ile dostları götürüp ebedî istirahatgahına koydular. Bize bıraktığı en iyi miraslarından birisi de "Dahilek Ya ResûlALLAH" isimli na'tı oldu. Bu na'tında da "Yanmak" bir teslimiyet işareti olarak ön plana çıkar. Mevlâna "Hamdım¸ piştim¸ yandım" der. Yanan Dede de¸ dünyaya Hıristiyan bir aileden ham olarak geldi¸ sonra hayatın farkına vardı. Kırk iki yıl boyunca pişti. Daha sonra da¸ Müslüman oldu bir gönül alevi içinde yaşayıp sonsuza yürüdü. Ruhu şâd olsun. Sözü yine biz yine ona bırakalım:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ ResûlALLAH!
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ ResûlALLAH!
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ ResûlALLAH!
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ ResûlALLAH.

Yanar kalbe devâsın sen¸ bulunmaz bir şifâsın sen¸
Muazzam bir sehâsın sen¸ dilersen rûnümâ'sın sen¸
Habîb-i Kibriyâsın sen¸ Muhammed Mustafâ'sın sen
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ ResûlALLAH.

Gül açmaz¸ çağlayan akmaz¸ ilâhi nûrun olmazsa¸
Söner âlem¸ nefes kalmaz felek manzûrun olmazsa¸
Firâk ağlar¸ visâl ağlar ezel mesrûrun olmazsa¸
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ ResûlALLAH.


116-25yanan_dede-2.jpg



Muhsin İlyas SUBAŞI
 

berinark

Asistan
Katılım
31 Aralık 2011
Mesajlar
452
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Yak sinemi ateşlere¸ efgânıma bakma;
Ruhumda Yanan âteşe¸ nîrânıma bakma;
Hiç sönmeyecek aşkıma¸ îmânıma bakma;
Ağlatma da yak¸ hâl-i perişânıma bakma.

Ağlatma ki âlâmımı tahfîfe de başlar;
Ağlatma¸ serinletmededir bağrımı yaşlar;
Rahmetme sakın¸ gerçi dayanmaz buna yaşlar;
Ağlatma da yak¸ hâl-ı perişanıma bakma.

Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
Âteşle yaşar¸ yaşla değil¸ yâresi aşkın;
Yanmaktır¸ efendim¸ biricik çâresi aşkın;
Ağlatma da yak¸ hâl-i perişanıma bakma...

Allah rahmet eylesin. Bizleride böyle insanların yoluna sevk etsin.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
Bizleride böyle insanların yoluna sevk etsin.

Aminler olsun, teşekkür ediyorum [MENTION=219152]berinark[/MENTION] kardeşim.


not: zulmetten(küfürden) nura(islâm'a) kavuşan ışık süvarilerini yazmağa devam edeceğiz inşaallah.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
engin noyan ve yusuf islamı unutma...

eyvallah değerli [MENTION=137797]micoli27[/MENTION] kardeş, Rabbimin izniyle hepsini bu konu içinde yazmağa gayret edeceğiz.
gösterdiğiniz ilgi, alaka için teşekkür ediyorum.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293


Modern zamanların dervişi:Martin Lings

Martin_Lings3.jpg


12 Mayıs 2005’te kaybettik onu. Bir perşembe gecesiydi. Sufilerin zikir gecesiydi perşembe. O gecede Rabb’ine uyku halinde kavuştu. Martin Lings olarak gelmişti dünyaya, ama Ebubekir Siraceddin olarak terk etmişti. 96 yaşındaydı. Yüzyılın sufisiydi. Ölümünü duyan tüm dünya Müslümanları “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!” (ALLAH’tan geldik, ALLAH’a döneceğiz!) mesajlarıyla teessürlerini bildirmişlerdi birbirlerine.

Bir İngiliz’di o. Batılı olarak dünyaya gelmişti, ama Doğulu olmuştu. Köyde doğmuş köyde ölmüştü, bir Doğulu gibi. Ömrünün belki son 20 yılını köyde geçirmiş, münzevi bir hayatı tercih etmişti. Ama iki köy arasında birçok durakta oyalanmıştı. Hem Doğu’ya hem Batı’ya uğrayan duraklardı bunlar. Hem yıldızları hem de şehrin gece ışıklarını seyretmişti bu duraklarda. 1909’da İngiltere’nin Burnage köyünde (Lancashire) Protestan olarak başlayan hayat, 2005 yılında Londra yakınlarında yine bir köyde Müslüman olarak son bulmuştu. Hem de herkesin kendisinden razı olduğu bir sufi olarak.

Saflığını kalbinin yüzüne yansımasından okumak mümkündü onun. Adını değil, kalbini ve yüzünü sufi yapmayı tercih etmişti. Tıpkı ikinci isim olarak aldığı “nur saçan” anlamına gelen Siraceddin gibi.

Melek yüzlü Batılı Müslüman bilge...

Türkler de çok sevdi onu. Hikmet arayışının modern insana bakan yüzünde köşe taşı olan kitapları Türk okurlarının başucu kitapları oldu. hz. Muhammed (sav)’in Hayatı isimli eseri bunlardan sadece biriydi. Yirmiye yakın eser bıraktı geriye. Bilgeliğin mührünü taşıyordu hepsi de.

Eserlerinin en fazla çevrildiği dil Türkçeydi. Türkiye ziyaretlerinin en sonuncusunda, 1986 yılında, İstanbul Belediyesi’nin düzenlediği Doğu’dan Batı’dan konferanslarını ihya etmişti. Cemal Reşit Rey tarihî günlerinden birini yaşamıştı o gün. “Onbirinci Saatte Müslümanların Görevleri” başlıklı bir konuşma yapıyordu. “Melek yüzlü” bu bilge ihtiyarın sanki ötelerden gelmiş bir edayla yaptığı bu konuşmaya meftun olmuştu yüzlerce insan. Lisanını bilmeseler de lisan-ı halini çok iyi anlıyorlardı. 12 Mayıs 2005 günü, onun Şeb-i Arus gününde, Türk meftunları da “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!” demişti onun için gönülden.

Protestanlıktan sonraki durağı ateizmdi Martin Lings’in. Üniversiteyi Oxford’da İngiliz Edebiyatı bölümünde okumuştu. 1932 yılında mezun oldu. 1935’te Litvanya’ya gitti; Kaunas Üniversitesi’nde Anglo-Sakson ve Ortaçağ İngilizcesi dersi vermeye başladı. Ateistti, ama dünya dinlerine meraklıydı. Bu merakı onu 1938’de 29 yaşında Müslümanlığa taşıdı. Kuzey Afrikalı Müslümanlar vasıtasıyla dört yıl önce ölen Şeyh Ahmet el-Alevi eş-Şazelî’nin (ö. 1934) manevi öğretisiyle tanıştı. Onu kendisine rehber edindi. Ebubekir Siraceddin’di artık.

Ahmet el-Alevi, onun hayatını değiştiren adamdı. Yıllar sonra o da hayatını değiştiren adamı Yirminci Yüzyılda Bir Veli (1961) başlıklı bir kitapla ölümsüzleştirdi. Hemen akabinde, 1939’da, 14 yıl ikamet edeceği Mısır’a gitti. Kahire Üniversitesi’nde, Shakespeare üzerine dersler verdi. Shakespeare uzmanlığını daha sonra Shakespeare’in Kutsal Sanatı (1966) başlıklı bir kitapla eserleştirdi. Kasım 2004’te Londra’da verdiği “Sufi or not Sufi” başlıklı konferansta da Shakespeare’in yazılarında tasavvuftan izler taşıyan mistik unsurlar bulunduğunu savundu.

1948’de hanımıyla birlikte hacca gitti. 1952’de İngiltere’ye döndü. Yüksek eğitimini Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu’nda Arap Dili ve Edebiyatı okuyarak devam ettirdi. Daha sonra British Museum’da çalışmaya başladı ve müzede bulunan çoğunlukla da Arapça olan Doğu elyazmalarının kataloğunu hazırladı. Emekli oluncaya kadar da British Museum’da çalıştı. Kur’an yazmalarının bulunduğu bölümlerin anahtarları onun elindeydi. British Museum’daki görevi esnasında Londra Merkez Camii’nde sohbet halkaları düzenledi. Birçok İngiliz’in Müslüman olmasına neden oldu. Eserleri Türkçeye de çevrilen ve daha çok İslam ve İnsanlığın Kaderi kitabıyla tanınan meşhur İngiliz mühtedi Gai Eaton bunlardan birisiydi. Bu sohbet halkaları aynı zamanda Londra’da yaşayan Müslümanların ufuklarını açıcı dersler de içermekteydi.

Batılılara İslam’ın güleryüzünü anlatıyordu

Gerçek İslam’ı tanımak isteyen Batılıların ilk adreslerinden birisiydi Martin Lings. Frithjof Schuon ve Rene Guenon gibi haleflerinin başlattığı “tasavvufu Batılı entelektüellerle buluşturma eylemi”nin belki de günümüzdeki son temsilcisiydi. Ona göre İslam’ın güler yüzüydü tasavvuf. 'What is Sufism?'(Tasavvuf Nedir?) başlıklı eseri bir elkitabı oldu ve birçok Batılının kütüphanesini süsledi yıllardır. Doğu’yu ve Batı’yı bilen irfanî bir bakışla modern dünya insanının muhtaç olduğu şeyin ne olduğunu göstermeye çalıştı kendi kültürünün insanlarına. Varlığı anlamak ve anlamlandırmak için yapılmış bir çağrıydı onunkisi: “Ey insanlar! Modern dünya size insanlığınızı, erdemlerinizi kaybettirmesin!” diye başlayan. “Semavî Alemler sizin içinizdedir, araştırın bulacaksınız, kapıyı vurun, o size açılacaktır” dedi ırkdaşlarına. Tabii kapının nasıl vurulacağını da gösterdi. Modern dönemde insanın ALLAH’la yakınlığını, dolayısıyla da varlığın sırrını kaybettiğini, ama bu sırra vâkıf olma kabiliyetini tekrar kazanabileceğini düşündü. Çünkü “her ne kadar biz ALLAH’tan çok uzak idiysek de, O bize çok yakındı.”

Onbirinci Saat başlığını taşıyan eseri “modern dünyanın bunalımI”nı anlatıyordu. On ikiye ancak bir saat kalmıştı; zaman tükeniyordu. Bir âhir zaman tasviriydi Onbirinci Saat. “Hiç vakit kaybetmeden on birinci saatin sorumluluklarını yerine getirmek zorundaydık. Zamanın sonunda yapılması gereken şey, ölümden sonraki hayatı düşünmek ve ona hazırlık yapmak olmalıydı.” Ama hiçbir zaman felaket tellallığına soyunmadı. Modern çağın olumsuzluklarını bilgece eleştirilerle dile getirdi. Modern çağın manevi bir hayat imkanı taşıdığını da ikrar etti. Âhir zamanda, yani saat on birden on ikiye doğru yapılacak manevi cehdin fazlasıyla mükafatlandırılacağını düşündü. Hikmeti her yerde aradı. “Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa alır!” prensibini düşüncesine, eserlerine taşıdı. Zaten “Onbirinci Saat” temsilini de İncil’deki bir darb-ı meselden almıştı.

Gelenekçi ekolün en önemli temsilcilerinden birisiydi. Ama ataların kendi birikimlerini bize aktarmaları değildi gelenekçilik ona göre. Sadece vahyin muhafaza edilerek gelecek nesillere aktarılmasıydı. Bu nedenle de gelenek, din demekti onun lügatinde. Onun için “Hakikati geleneksel ekolün öncülleriyle değil, dinin öncülleriyle açıklamak”tan hiçbir zaman çekinmedi. Gelenekçi ekolün bazı mensupları veya Batı’daki bazı sufiler gibi sufizmi başka dinlerin terminolojileriyle sunmaya çalışmadı.

Tasavvufun Kur’an’a ve peygambere dayandığından son derece emindi. Hucvîrî’den naklettiği şu sözlere kalpten inanmıştı: “Peygamber döneminde tasavvufun adı yoktu, ama kendisi vardı. Şimdi ise adı var, kendi yok.”

Ruhun şâd olsun Martin Lings... Şimdi Hakikat’le buluştun... Hakikat yolunda bizlere çok şey öğrettin... Öğrettiklerin için çok teşekkür ederiz.



Ali KÖSE
 

mustang

Dekan
Katılım
30 Ekim 2008
Mesajlar
8,662
Reaksiyon puanı
34
Puanları
228
Allah Razı olsun Seyyah Kardeşim.Buradan kendimce şu sonuca vardım.Bizler Müslüman olarak dünyaya geldiğimiz için RABBİMİZE ne kadar şükretsek azdır.RABBİM ÜMMET-İ MUHAMMEDÍ ve bizleri bu nimetin farkında olanlardan,şükredenlerden eylesin.
 

akemmim

SDN Okuru
Katılım
9 Ocak 2012
Mesajlar
18
Reaksiyon puanı
0
Puanları
1
evet önce bizleri bu ortamda buluşturan form sahiplerine teşekkür ediyorum . shiftdelete.net sakinlerini geçte olsa anladığım tanıdığım için kendimi takdir ediyorum birde bu formdaki tüm sakinlerede bu tür yazı yoluyla insanları birbiriyle kaynaştırarak formdakilere yanlızlığı gurbeti kimsesizliği unutturan tüm katılımcılarada esenlikler diliyorum.bilgilerimizi paylaşarak haddimizi daha iyi biliyoruz. uzmanlık en iyi insanlık demektir hayatta başka insanları tanımal onların hayat hikayelerini okumak dinlemek ne kaar ibret verici güzel bir duygu diye düşünü yorum.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
Allah Razı olsun Seyyah Kardeşim.Buradan kendimce şu sonuca vardım.Bizler Müslüman olarak dünyaya geldiğimiz için RABBİMİZE ne kadar şükretsek azdır.RABBİM ÜMMET-İ MUHAMMEDÍ ve bizleri bu nimetin farkında olanlardan,şükredenlerden eylesin.

teşekkür ederim sevgili mustang, Rabbim sizden de razı olsun. evet, güzel tespit etmişsiniz. bizler Türkiye gibi bir cennet vatanda, müslüman bir aile içinde dünyaya gelmeseydik eğer, -Allah korusun- martin lings kadar şanslı olmayabilirdik belki. bizim konumumuz Rabbimizin bize en büyük lütfudur. hamd-ü senalar olsun.

evet önce bizleri bu ortamda buluşturan form sahiplerine teşekkür ediyorum . shiftdelete.net sakinlerini geçte olsa anladığım tanıdığım için kendimi takdir ediyorum birde bu formdaki tüm sakinlerede bu tür yazı yoluyla insanları birbiriyle kaynaştırarak formdakilere yanlızlığı gurbeti kimsesizliği unutturan tüm katılımcılarada esenlikler diliyorum.bilgilerimizi paylaşarak haddimizi daha iyi biliyoruz. uzmanlık en iyi insanlık demektir hayatta başka insanları tanımal onların hayat hikayelerini okumak dinlemek ne kaar ibret verici güzel bir duygu diye düşünü yorum.

çok teşekkür ederim sevgili kardeşim. tespitleriniz çok güzel.
 

mustang

Dekan
Katılım
30 Ekim 2008
Mesajlar
8,662
Reaksiyon puanı
34
Puanları
228
SEYYAH kardeşim.
Foruma katıldığınızdan beri,açtığınız konular ile çok faydalı bilgiler veriyorsunuz.
RABBİM Sizin gibi Dostlarımızı eksik etmesin.
Yazdıklarınızı ilgi ile takip etmeye çalışıyorum.
Allah Razı Olsun.
 

akemmim

SDN Okuru
Katılım
9 Ocak 2012
Mesajlar
18
Reaksiyon puanı
0
Puanları
1
selat ve selam mustang kardeşim yazı ile halleşmek elden geldiğince açık sözlü olmak muhabbeti devam ettirmek bilgi vermek bilgi almak haberleşmek yanlızlığı paylaşmak maksadıyla bu formda kalmak ruhuma gayet lezzet veriyor sizlerinde aynı görüşte olduğunuzu umut ediyorum rabbimizin bu lutfuna karşı kalbimizdeki en derin şükranlarımızı sunar bu konuyu açan kardeşime de teşekkürü borç biliyorum.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
İspanyol Yusuf'un 'Dönüş' hikayesi

Karşıma dikilen bu kısa boylu adamdan hayatımın en etkileyici hikayelerinden
birini dinleyeceğimi bilseydim, herhalde o ilk anda takındığım ‘lakayt tavrımın’
ne kadar utanılası bir tavır olduğunun farkına varırdım.

Oysa O, mütevazi bir eda ile karşıma geçmiş ve “Are you Turkish-Türk müsünüz?”
diye sormuştu.

Elimdeki mikrofondan gazeteci olduğum belli oluyordu.

Türkiye’den geldiğimi de yanımdakilere sorarken öğrenmişti.

Dünyanın öbür ucunda Amerika’nın Los Angeles kentindeydik.

Amerikalı değişik Müslüman gruplar, Suudi Arabistan Yönetimi’nin
yaptırdığı bir caminin açılış töreninde bir aradaydı.

O’da oradaydı.

“Yes” diye cevap verdim kısa boylu adama.

“Evet türküm.”

“Size anlatacak bir hikayem var” dedi.

Herkesin kendine göre anlatacak bir hikayesi vardı ama ben herkesin
hikayesini dinlemek zorunda mıydım…!

Yüzüne karşı söylemesem de aklımdan bu cümleyi geçirdiğimi fark etmiş
olmalıydı ki ısrar etti.

“Benim hikayemde Türkiye çok önemli bir yer tutuyor” dedi.

“Eh anlat o zaman” dedim yarı gönüllü yarı gönülsüz.

“Ben bir dinsizdim. İnançlarım yoktu. Ama bir taraftan da bu hayatta ne işimiz var
diye kendi kendime sorup duruyordum. Bir arkadaşım Uzakdoğu dinlerinden söz etti.
Ben de gidip bu dinleri yerinde araştırayım diye buradan (Los Angeles’tan) yola çıktım.

Elimde Budizm’i, Hinduizm’i anlatan kitaplar vardı. Avrupa üzerinden İstanbul’a geldim.
Akşama doğru Sultanahmet Meydanı’nda aylak aylak dolaşırken karşıdaki minarelerden
birden o ana kadar hiç duymadığım bir ses yükseldi.”

“Ezan” diye araya girdim.

Artık dinlemekte olduğum hikayenin gerçekten etkileyici bir seyir
izlemeye başladığını anlamıştım.

Ve artık konuyla ‘ilgiliydim.’

Devam etti kısa boylu adam.

“Sonradan öğrendim ki o gün Ramazan ayının ilk günüymüş. Etrafımda insanlar
bir taraftan oruçlarını açıyor, öbür taraftan telaşlı adımlarla camilere akın ediyordu.
Zaten dinlediğim ezan çok hoşuma gitmişti.”

Elini kalbinin üzerine doğru tutup “burada bir hareketlilik olduğunu fark ettim.”

Sonra ne oldu? diye devam etmeye zorladım.

“Kararımdan henüz vaz geçmemiştim. Hindistan’a kadar yolum vardı. Ama ezan
sesini duyduktan sonra içimde bir heyecanlanma oldu ve İslam Dini ile ilgili bir
şeyler öğrenmem gerektiğini düşündüm. Aldığım kitapları yolda okuyordum.
Ve okuduğum her şey beni müslümanlığa yaklaştırıyordu.”

Sonra?

“Böylece Afganistan’a kadar ulaştım. Amerika’nın batı yakasından başlayan
yolculuğun sonlarına doğru gelmiştim. İşte buradan sonra Hindistan’a ‘son durağa’
varacaktım. Ancak İstanbul’dan sonra yaşadıklarım, görüp okuduklarım, yola çıkarken
koyduğum hedefleri ‘işlevsiz’ hale getirmişti.”

“Afganistan’da bu yolculuğu daha fazla devam ettirmenin bir anlamı kalmadığına
karar verdim. Orada Müslüman oldum. Sonra gerisin geriye buraya ‘Amerika’ya’
döndüm. Sultanahmet’te bir iftar vakti okunan ezan, bütün hayatımı değiştirmişti.”

“İsminiz ne?” diye sordum kısa boylu adama.

“Ben bir İspanyolum. Müslüman olduktan sonra Yusuf ismini aldım” diye karşılık verdi.

“Bu hikaye ne zamana ait” diye devam ettim.

“Yıllar öncesine ait” diye karşılık verdi.

“Yeni hayatınızda ne değişti” diye son bir soru sordum.

Tek cümlelik müthiş bir final cümlesi kurdu.

“I found my compass which I lost” dedi.

“Kaybettiğim pusulamı buldum.”
 

mustang

Dekan
Katılım
30 Ekim 2008
Mesajlar
8,662
Reaksiyon puanı
34
Puanları
228
İspanyol Yusuf'un 'Dönüş' hikayesi

Karşıma dikilen bu kısa boylu adamdan hayatımın en etkileyici hikayelerinden
birini dinleyeceğimi bilseydim, herhalde o ilk anda takındığım ‘lakayt tavrımın’
ne kadar utanılası bir tavır olduğunun farkına varırdım.

Oysa O, mütevazi bir eda ile karşıma geçmiş ve “Are you Turkish-Türk müsünüz?”
diye sormuştu.

Elimdeki mikrofondan gazeteci olduğum belli oluyordu.

Türkiye’den geldiğimi de yanımdakilere sorarken öğrenmişti.

Dünyanın öbür ucunda Amerika’nın Los Angeles kentindeydik.

Amerikalı değişik Müslüman gruplar, Suudi Arabistan Yönetimi’nin
yaptırdığı bir caminin açılış töreninde bir aradaydı.

O’da oradaydı.

“Yes” diye cevap verdim kısa boylu adama.

“Evet türküm.”

“Size anlatacak bir hikayem var” dedi.

Herkesin kendine göre anlatacak bir hikayesi vardı ama ben herkesin
hikayesini dinlemek zorunda mıydım…!

Yüzüne karşı söylemesem de aklımdan bu cümleyi geçirdiğimi fark etmiş
olmalıydı ki ısrar etti.

“Benim hikayemde Türkiye çok önemli bir yer tutuyor” dedi.

“Eh anlat o zaman” dedim yarı gönüllü yarı gönülsüz.

“Ben bir dinsizdim. İnançlarım yoktu. Ama bir taraftan da bu hayatta ne işimiz var
diye kendi kendime sorup duruyordum. Bir arkadaşım Uzakdoğu dinlerinden söz etti.
Ben de gidip bu dinleri yerinde araştırayım diye buradan (Los Angeles’tan) yola çıktım.

Elimde Budizm’i, Hinduizm’i anlatan kitaplar vardı. Avrupa üzerinden İstanbul’a geldim.
Akşama doğru Sultanahmet Meydanı’nda aylak aylak dolaşırken karşıdaki minarelerden
birden o ana kadar hiç duymadığım bir ses yükseldi.”

“Ezan” diye araya girdim.

Artık dinlemekte olduğum hikayenin gerçekten etkileyici bir seyir
izlemeye başladığını anlamıştım.

Ve artık konuyla ‘ilgiliydim.’

Devam etti kısa boylu adam.

“Sonradan öğrendim ki o gün Ramazan ayının ilk günüymüş. Etrafımda insanlar
bir taraftan oruçlarını açıyor, öbür taraftan telaşlı adımlarla camilere akın ediyordu.
Zaten dinlediğim ezan çok hoşuma gitmişti.”

Elini kalbinin üzerine doğru tutup “burada bir hareketlilik olduğunu fark ettim.”

Sonra ne oldu? diye devam etmeye zorladım.

“Kararımdan henüz vaz geçmemiştim. Hindistan’a kadar yolum vardı. Ama ezan
sesini duyduktan sonra içimde bir heyecanlanma oldu ve İslam Dini ile ilgili bir
şeyler öğrenmem gerektiğini düşündüm. Aldığım kitapları yolda okuyordum.
Ve okuduğum her şey beni müslümanlığa yaklaştırıyordu.”

Sonra?

“Böylece Afganistan’a kadar ulaştım. Amerika’nın batı yakasından başlayan
yolculuğun sonlarına doğru gelmiştim. İşte buradan sonra Hindistan’a ‘son durağa’
varacaktım. Ancak İstanbul’dan sonra yaşadıklarım, görüp okuduklarım, yola çıkarken
koyduğum hedefleri ‘işlevsiz’ hale getirmişti.”

“Afganistan’da bu yolculuğu daha fazla devam ettirmenin bir anlamı kalmadığına
karar verdim. Orada Müslüman oldum. Sonra gerisin geriye buraya ‘Amerika’ya’
döndüm. Sultanahmet’te bir iftar vakti okunan ezan, bütün hayatımı değiştirmişti.”

“İsminiz ne?” diye sordum kısa boylu adama.

“Ben bir İspanyolum. Müslüman olduktan sonra Yusuf ismini aldım” diye karşılık verdi.

“Bu hikaye ne zamana ait” diye devam ettim.

“Yıllar öncesine ait” diye karşılık verdi.

“Yeni hayatınızda ne değişti” diye son bir soru sordum.

Tek cümlelik müthiş bir final cümlesi kurdu.

“I found my compass which I lost” dedi.

“Kaybettiğim pusulamı buldum.”
Rabbim Ümmet-i Muhammedi Şaşırtmasın.
Yolumuzda daim Eylesin.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
YUSUF İSLAM (CAT STEVENS)
Now_Then.jpg

Londra’da doğdu.gençliğinde müziği seçti. cat stevens ismi ile kısa sürede ünü dünyayı tutan pop şarkıcısı oldu. 1977 senesinde müslüman oldu.

Annem İsveçli bir budist, babam ise Kıbrıslı bir rum ortodokstu. Evimizde az-çok hristiyanlık havası vardı. Londra’nın merkezinde katolik okuluna gönderildim. Orada ALLAH’a inanmamızı öğrettiler. ALLAH’a giden tek yolun İsa aracılığıyla olduğunu söylediler. 11 yaşındayken karışık dinlerden öğrencilerin olduğu bir okula gittiğimde hemen hemen kiliseden ayrılmıştım. Ama İsa’nın üzerimdeki etkisi, teslis ne manaya geldiğini düşünmeden devam ediyordu. Müziğe başladığımda dini daha ciddi almam gerektiğine dair duyguya sahip olmama rağmen sözde hristiyan haline geldim. Pazar günleri günah işleyenlerin affedilmeleri bana ikiyüzlülük gibi geldi. Bu düşünce kiliseden uzaklaşmama yol açtı.

Bir ara Doğu’nun dini felsefeleriyle ilgilenmeye başladım. Hippilik döneminde tutku haline geldi. Budizm hakkında kitaplar okumaya başladım. Budizmi kilise öğretilerinden daha doyurucu buldum. Bu Hristiyan din anlayışına karşı ilginç alternatifti, ancak pratiği güçtü. Ailemin rum kökenine doğru gittim. Pisogorosu ve herşeyi matematik formülle sonuçlanabileceğini öğrendim. Ancak bunun da pratiği mümkün değildi.

1975'te abim Kudüs’e gitmişti. ziyaretinde MESCİD-İ AKSA’da bulunuyordu. Camiye girer girmez içimde barışçı, doyurucu hisler belirince bana İslamdan bahseden bir kart attı. Londra’ya döndüğünde bana KUR'AN’IN aslıyla, ingilizce tercümesini hediye etti. KURAN’ın ve Müslümanların inancı hakkında fikrim yoktu. bazen Müslümanlara MUHAMMEDİ'ler diyorlardı.

Bu tıpkı Hristiyanlarda olduğu gibi müslümanların da Hz.Muhammed’e taptıkları intibaını veriyordu. Kuran’ı okumadan önce böyle düşünüyordum ve İslam'ın Avrupadaki görüntüsü hastalık ve felakete benziyordu. Daha sonra onu okumadan hakkında hüküm vermemeye karar verdim. Kur'an’la karşılaşıncaya kadar hayatın amacı bir sırdı benim için. Hayatı, herşeyi düzenleyen bir hakimin varlığına inanıyordum, kimdi bu görünmeyen sanatkar?

Pek çok manevi-ruhi yollardan geçmiştim, fakat hiçbiri beni doyurmamıştı. Kur'an’ı okumaya başladığımda hayretim arttı. Gittikçe huzura dalıyordum. Çünkü o alemlere hakim olan tek bir ALLAH’ın adıyla başlıyordu. okudukça KUR'AN’ın herhangi başka kitaplardan farklı olduğunu anlamaya başladım. Her kitabın bir yazarı olur, bu kitabı kimin yazdığını merak ettim. Tabii ki Kuran beşeri bir yazarın yazabileceğinden yüksek seviyedeydi. 1,5 seneden fazla durmadan okudum ve bu süre içinde hiçbir müslümanla karşılaşmadım.

KUR'AN’ın mesajı içinde boğulup kalmıştım ve şu karara vardım:”önümde 2 tercih vardı: ya kendimi tamamen teslim edecektim veya kendi müzikli yolumda yürüyecektim.
Benim için birtek seçim yolunun müslüman olmak olduğunu anladım” iş bu kadar kolay değildi. Çünkü yükümlü olduğum esaslar ve hükümler hakkında daha fazla bilgiye muhtaçtım. Geçiş dönemi diye adlandırdığım 1,5 yıllık bir süre aktı. Bu dönemde İslam hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya gayret ettim.

O sıralarda Londra Reqent’s parkta bir caminin varlığını duydum. İmamı ile tanışarak kelime-i şahadet getirdim, namaz, oruç ve zekat vecibelerimi yerine getirmeye başladım. Londra’daki müslüman kardeşlerimin arasına katıldım. Her türlü müzik aletinin haram olduğunu öğrenince, müziği bıraktım. Şimdi İSLAM’ı yaşıyorum ve huzur içindeyim
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
Çinli Muhammed


Bugünkü yazımız tam bir ibret vesikası.. Hani hep söylenir; insan Müslüman doğar, imansız gider, ya da inkârcı olarak yaşar, ALLAH öyle bir hidayet verir ki, doğruyu bulur ve iyi bir mü'min olarak ölür.. O bakımdan, kimin mertebesinin ne olacağını ancak Alemlerin Rabbi olan Halik-i Zülcelal bilir..



Gelelim yazımıza.. Çin'in değişik bölgelerinden on kişilik bir grup İstanbul'a gelir.. Umre için İstanbul üzerinden kutsal topraklara gideceklerdir.. Hepsi de yeni Müslüman olmuşlar.. İslâmi bilgileri yok denecek kadar az.. Umrede ne yapacaklar, onu bile bilmiyorlar.. Yanlarına, kendilerine yardımcı olacak, hem Çince'yi ve Arapça'yı iyi bilen, hem de İslâmi bilgisi olan birini rehber olarak alırlar.. Takdire bakın ki, Türkistan'daki Çin zulmünden kaçıp İstanbul'a yerleşmiş bir Uygur, bu Çinlilere rehber olur.. Ve birlikte yola çıkarlar.. Kısa zamanda aralarında iyi de bir dostluk kurulur.. Seyahat esnasında yeni mü'min olmuş bu insanlar, büyük heyecan yaşarlar.. Fakat namazda okuyacakları Fatiha sûresi dahil hiçbir şey bilmiyorlardır.. Rehber bunlara bazı duaları öğretmeye çalışır, ancak Çince telâffuz zor olduğu için okuyamazlar.. Rehbere, "Namazlarda ne okuyacağız" diye her sorduklarında, "Elhamdülillah, La ilâhe illallah, Allahu Ekber"i öğretmeye çalışır Uygur asıllı rehber!. Onlar da namazlarda bunları söylerler..



Önce Mekke'ye giderler.. Kâbe'yi görür görmez adeta kendilerinden geçerler.. Yeni doğmuş çocuklar misali heyecan ve neşe içinde, kâh ağlarlar, kâh gülerler!. İsimlerini değiştirirler.. Çan Çing, Muhammed olur, Çun Fang da Hasan!. Ötekiler de diğer ALLAH dostlarının isimlerini alırlar.. Fakat en farklıları ismini Muhammed olarak değiştiren Çan Çing'dir.. Kıldığı her namazı gözleri yaşlı olarak bitirir Muhammed.. Ve sürekli de rehbere sorular sorup İslâmiyet hakkında daha da bilgi öğrenmek ister.. Rehber de bildiklerini aktarır Muhammed'e!. Muhammed ayni zamanda zengin bir işadamıdır.. Çin'de fabrikaları ve işyerleri vardır..


Bir gün Muhammed sorar; içki nedir, içkiye dinimiz nasıl bakar?. Cevap verir rehber: "Rabbimiz içkiyi kesin olarak yasaklamıştır, içilmesi, yapılması ve satılması yasaktır!." Bunun üzerine otele gelirler; Muhammed telefonla Çin'deki kardeşini arar ve şöyle der: "İçki fabrikamızı kapat!.. ALLAHımız öyle emretmiş, bize de bu emre uymak düşer!." Kardeşi bunu yapamayacağını, eğer kapatırlarsa, yüz binlerce dolar zarar edeceklerini söylerse de Muhammed kapatılması için kararlıdır.. "Fabrikayı hemen kapat, ben gelince borçları hallederim" der ve fabrikayı kapattırır..

Yine bir gün başka bir soru gelir rehbere Muhammed'den; "Kadın modası, kadınları yarı çıplak resmetmek gibi faaliyetler de dinimizde yasak mıdır?." El cevap; "Evet yasaktır!." Yine hemen otele gider Muhammed ve Çin'i arar.. Bu sefer de kardeşine moda evinin kapatılması emrini verir.. Kardeşinden yine itiraz gelir, ama dinleyen kim?. Muhammed artık iman lezzetini tatmıştır.. Ne itiraz dinler, ne de kararından vazgeçer ve her seferinde de aynı kelimeler çıkar ağzından; "Rabbimiz emretti ise, bize uymak düşer!."


Grubun, Mekke'deki ziyaretleri biter ve Medine'ye geçilir.. Muhammed ve diğer arkadaşları bir sabah Medine'de, Efendimiz (sav)'in "cennet bahçesi" diye işaret ettiği yerde sabah namazının farzına dururlar.. Muhammed rehberin yanında, diğerleri de onun yanında.. İlk secdeye varılır , secdeden kalkılır ve ikinci secdeye varılır, ardından kıyama kalkılır!. Fakat o da ne?.. Muhammed hâlâ secdededir.. Arkadaşları selâm verir, ama Muhammed hâlâ secde vaziyetindedir.. Rehber o an; herhalde yorgunluktan olsa gerek, Muhammed secdede uyudu, diye düşünür.. Elini uzatır, omzundan hafifçe çeker ki, sağ tarafının üzerine yuvarlanır Muhammed!. Evet, Muhammed secdede terk-i hayat etmiştir!.

Muhammed'i, ambulansa koyarak hastanenin morguna kaldırırlar.. Rehber ve Çinli Müslümanlar hastanenin önünde üzüntü içinde dönüp dururlar.. O sırada lüks bir araba durur önlerinde, arabanın içinden kılığı kıyafeti düzgün bir kişi çıkar.. Herkes onu hürmetle karşılar, bu zat Medine'nin ileri gelen yöneticilerinden biridir.. Hastane yetkililerine sorar: "Bugün burada ölen bir Çinli var mı?." Evet, cevabını alınca şu açıklamada bulunur: "Dün gece Efendimiz (sav) rüyamda bana göründü ve buyurdular ki;yarın burada bir Çinli kardeşim vefat edecek, onun cenazesi ile ilgilenin!." Bir anda her şey değişir.. Muhammed'i morgdan alırlar ve Cennetü'l Bakî'ye defnederler.


Evet değerli Arkadaşlar, gördünüz mü teslimiyeti?. Ne diyordu Çinli Muhammed?."Rabbim emrettiyse, bize uygulamak düşer!." Zararın, ziyanın, hiç önemi yok!. İmana bakın!. Muhammed'in inancı tam bir sahabe inancı.. mevlam bizlerede aynı imanı nasip eylesin.

Ne mutlu ona ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (sav)'in ilgisine mazhar oldu.. Ruhu için El Fatiha!..


 
Üst