Rahmet Peygamberinin Affediciliği

Bu konuyu okuyanlar

habibineccar

Asistan
Katılım
15 Mart 2009
Mesajlar
273
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Rahmet Peygamberi’nin Affediciliği

Cenâb-ı Hak affetmeyi sever. Kul, hatâlarına karşı yürekten ıztırap duyarak tevbe ederse, Allah Teâlâ, onun tevbesini kabûl edeceğini taahhüd etmiştir. Rabbimiz çok affedici olduğu için kullarının da affedici olmasını ister. Kullar için affedici olmak, ilâhî affa nâil olmanın en güzel yoludur.

Affın en güzel misâlleri de, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtındadır.
Hudeybiye’de, baskın yaparak Allah Rasûlü’nü öldürmek isteyen bir birlik yakalanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları bağışladı. (Müslim, Cihâd, 132, 133)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine sihir yaparak hastalanmasına ve ıztırap çekmesine sebep olan münâfık Lebîd’i ve onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lâkin Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı. Hayâtına kastetmiş bulunan Lebîd’i ve onun mensûb olduğu Benî Zurayk Kabîlesi’nden hiç kimseyi de cezâlandırmadı.[45]

Hazret-i Âişe vâlidemiz:
“–Yâ Rasûlallâh! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen olmaz mı?” dedi.
Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Allah Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve onlara kötülük etmek istemem.”
(Buhârî, Edeb, 56)

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-, cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde kendisine büyük bir kötülükte bulunan kimseyi affetmiş, hattâ herhangi bir söz veya îmâ ile dahî olsa suçunu başına kakmamıştır. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslüman veya kâfir hiç kimsenin kötülüğünü istemez, herkese büyük bir edep ve nezâket ile muâmele ederdi.
Hayber’in fethinden sonra bir kadın Allah Rasûlü’nün yemeğine zehir koymuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eti ağzına aldığında zehirli olduğunu fark etti. Yahudî kadın yemeğe zehir koyduğunu îtirâf ettiği hâlde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kadını affetti. (Buhârî, Tıbb, 55; Müslim, Selâm, 43)

Yemâme’nin lideri Sümâme bin Üsâl müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticârî ilişkisini kesmişti. Hâlbuki Kureyş her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemâme’den alırdı. Açlık ve kıtlığa mâruz kalan Mekkeliler şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ettiler. Allah Rasûlü Sümâme’ye mektup yazarak ticâretine devâm etmesini söyledi. (İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, I, 214-215; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 295)

Hâlbuki o müşrikler, üç yıl boyunca müslümanları açlık içinde kıvrandırmak sûretiyle işkence etmişlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları bile affetti.
Daha da ötesi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin yedinci senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına altın, arpa ve muhtelif yiyecekler göndermek sûretiyle yardımda bulundu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı ve:
“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etti. (Ya’kûbî, II, 56)
Böylesine büyük fazîletler karşısında gönülleri yumuşayan Mekke halkı bir müddet sonra tamamen müslüman oldu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind’i bile, îmânı mukâbilinde Mekke Fethi’nde affetmiştir.
Hind, bey’at etmek isteyen diğer kadınlarla birlikte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi. Tanınmamak için yüzünü peçelemiş, kılık-kıyâfetini değiştirmişti. Öldürülmekten korkuyor, Peygamber Efendimiz’den uzak duruyordu. Diğer kadınlar konuşmayınca Hind:
“–Yâ Rasûlallâh! Allâh’a hamd olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı.

Muhakkak ki, Sen’in rahmetin bana da dokunacaktır! Ey Muhammed! Ben şimdi Allâh’a inanmış ve O’nu tasdik etmiş bir kadınım!” dedi. Sonra yüzünden peçeyi açıp:
“–Ben Hind bint-i Utbe’yim! Allah geçmiş günahları affeder. Sen beni bağışla ki, Allah da Sen’i bağışlasın!” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm etti, Hind’i yanına çağırdı ve:
“–Demek sen Hind bint-i Utbe’sin?!” buyurdu. Hind:
“–Evet!” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Merhabâ, hoş geldin!” buyurdu. Hind:
“–Vallâhi yâ Rasûlallâh! Dün, yeryüzünde Sen’in hâne halkın ve taraftarların kadar zillete ve hakârete uğramasını istediğim başka bir kimse yoktu! Bugün sabaha çıktığımda ise, Sen’in hâne halkın ve taraftarların kadar izzet ve şerefe nâil olmasını istediğim başka biri yok!” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Senin bu hâlin daha da artacaktır!” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 850; Taberî, XXVIII, 99; Zemahşerî, VI, 107; Diyarbekrî, II, 89)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kelime-i tevhîdin şânı hürmetine Hind’i ve daha nicelerini bağışlamışlardır.
Diğer taraftan merhamet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra ne yapacağını merakla bekleyen Mekke halkına:
“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler:
“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!» diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

Bir diğer hitâbında da:
“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendirip üstün kılacağı bir gündür.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143)
Mekkeliler Peygamber Efendimiz’e İslâm üzerine bey’at ettiler. Güçleri yettiğince Allâh’ın ve Rasûlü’nün emirlerini dinleyip itaat edeceklerine dâir söz verdiler. Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- amcası Hazret-i Abbâs’a:
“–Kardeşin Ebû Leheb’in iki oğlu Utbe ve Muattib nerede kaldılar? Onları göremedim?!” buyurdu.
Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-:
“–Herhalde Kureyş müşriklerinden uzaklara çekip gidenlerle birlikte onlar da gitmişlerdir.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onları bulup bana getir!” buyurdu.
Abbas -radıyallâhu anh-, hayvanına binip onları aramaya gitti. Bulduğunda:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sizi çağırıyor!” dedi. Onlar da derhâl hayvanlarına binip Hazret-i Abbas’la birlikte Allah Rasûlü’nün huzûruna geldiler.
Peygamber Efendimiz onları İslâm’a dâvet edince, hemen müslüman oldular. Fahr-i Kâinât Efendimiz onların İslâm’a girmesine çok sevindi. Ellerinden tutup Mültezem’e[46] götürdü ve onlar için bir müddet Allâh’a duâ etti. Sonra döndü. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüzünde büyük bir sürur müşâhede ediliyordu.

Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Allah Sen’i mesrur kılsın! Mübârek yüzünde büyük bir sevinç görüyorum.” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet! Rabbimden amcamın oğullarını benim için bağışlamasını niyâz ettim. O da bağışladı!” buyur*du. (İbn-i Sa’d, IV, 60, Süyûtî, Hasâisü’l-Kübrâ, II, 82; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 48)

Ebû Leheb, oğullarıyla birlikte Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en azılı düşmanı idi. Yapmadığı işkence ve kötülük kalmamıştı. Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kelime-i tevhîd hatırına onları da affetti. Ebû Leheb hayatta olup îmân etseydi, hiç şüphesiz Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affeder ve müslüman olduğu için büyük bir sürur duyardı. Lâkin kader-i ilâhî, bizim idrak sınırlarımızın üzerinde meçhul bir sırlar âlemidir.

Ebû Cehil’in oğlu İkrime de, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına getirdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İkrime’yi memnûniyetle karşılayarak:

“–Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdular ve onun müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affettiler. (Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)
Hebbâr bin Esved de İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden biriydi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ- Mekke’den Medîne’ye deve üzerinde hicret ederken, ona kasden mızrağıyla vurarak onu deveden düşürmüştü. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu.
Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Ashâbına, ona hakâret etmeyi ve târizde bulunmayı dahî yasakladı. (Vâkıdî, II, 857-858)
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:

“(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla; uygun olanı emret; câhillere aldırış etme!” (el-A’râf, 199) buyruluyordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetini mağfiret eylemesi için Allâh’a çokça duâ ederdi. (İbn-i Mâce, Menâsik, 56; Ahmed, IV, 14)
*
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân ahlâkının canlı bir misâli idi. Kendine karşı işlenen bütün suçları hiç tereddüt etmeden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırıncaya ve hak sahibinin hakkını alıncaya kadar, O’nu kimse sâkinleştiremezdi.

Sahâbeden çok sevdiği Üsâme -radıyallâhu anh-, şöhretli bir âilenin hırsızlık yapan kızı için aracılık ederek af dilemişti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzüntüsünden dolayı rengi sapsarı oldu ve sert bir şekilde:
“Bu hırsızlığı kızım Fâtıma dahî yapsaydı, onun da elini keserdim!..” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 12)
*
Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi, bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır silâhını kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde istikâmetlenen ashâbın nefsine âit meselelerde kâ’bına varılmaz fedâkârlık ve affediciliği, her türlü takdîrin üzerindedir. Bunlardan tipik bir misâl Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın başından geçen şu hâdisedir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Allah yolunda bir gazâ esnâsında karşısına çıkan amansız, güçlü bir düşmanı alt ederek yere düşürmüştü. Tam son darbeyi indirecekken, ölümle burun buruna kalmış olan rakibi, o an can havliyle Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü. Bu iğrenç davranış karşısında Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- o düşmanını serbest bıraktı.
Ölümün pençesinden kurtulan düşman, rakibinin gösterdiği bu merhamet ve af karşısında dehşete kapıldı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a kendince bir mânâ veremediği bu davranışın sebebini sordu.
Aralarında geçen konuşmayı Mevlânâ Hazretleri gönül diliyle şöyle anlatır:
“O kişi dedi ki:

«–Yâ Ali! Üzerime keskin kılıcını çekmiştin! Tam öldürecektin ki, bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Ne gördün ki, o beni yere seren kudretli öfken sükûnet buldu?
Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip hâlinden bir parça anlat! Bu nice ahvâldir?
Yâ Ali! Şimdi anladım ki bu Hakk’ın sırlarındandır. Zîrâ kılıçsız adam öldürmek, ancak Rabbin kârıdır. Bu sırrı bana da anlat!»
Rakibinin bu sözleri üzerine Hazret-i Ali şöyle buyurdu:
«–Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı Hakk’ın rızâsı için kullanmaktayım. Çünkü ben, Hakk’ın kuluyum, nefsimin, hevâ ve hevesimin değil…
Ben nefsimi tanıdım. Senin tükürüğüne mağlûb olmak bana giran geldi. Nefsimin şerrinden korktuğum için kılıcımı kınına soktum. Bunun için Allâh’ın rızâsından gayrı her şeyden yüz çevirdim.

Ben, mücevherlerle süslenmiş bir kılıç gibi tevhîd incileriyle doluyum. Bu sebeple muhârebede insanları öldürmekten ziyâde onların dirilmeleri için gayret sarf ederim.
Bunun içindir ki, şu gazâda seninle dövüşürken tükürmen dolayısıyla nefsânî bir hâl zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münâsip gördüm. Tâ ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım.

Nefs ve şehvetinin esiri olana gelince, o, köleden ve esirden daha beter bir durumdadır. Çünkü köle, efendisinin bir sözüyle âzâd olur ve hürriyetine kavuşur, ancak nefs ve şehvetin kulu olan, yaşadığı geçici lezzetlerle sarhoş olarak acı bir felâketin ebedî hüsrânında uyanır.

İşte bunun için ben nefsime tâbî olmayıp seni öldürmekten vazgeçtim.
Ey kişi! Bende Hakk’ın sıfatlarından gayrı sıfat yoktur. Eğer sen de bu hidâyet devletine erişmek istiyorsan beri gel ve bana yaklaş!
Beri gel; Allah, fazl u rahmeti ile seni de âzâd eylesin! Zîrâ O’nun rahmeti, gazabını geçmiştir.»”
Bu sözlerden sonra hidâyet nûruyla müşerref olan bahtiyar adama Hazret-i Ali, şöyle hitâb eyledi:

“İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Nefsini tanıdın. Şimdi hidâyet nûru sâyesinde ender bir mücevher hâline geldin.
Ey ilâhî nurla şereflenen kişi! Artık sen bensin, ben de senim. Yâni artık sen de bir Ali’sin. Hâl böyleyken ben Ali’yi nasıl bağrıma basmam?”

Rahmet Peygamberi’nin Affediciliği - Ebediyyen.Biz | Dostluklarımızın ebediyyen kaldığı yer
Rahmet Peygamberi’nin Affediciliği - itibarHaber Forum
 

Mss

Asistan
Katılım
27 Şubat 2009
Mesajlar
140
Reaksiyon puanı
0
Puanları
16
Allah razı olsun Allah günahlarımızı affetsin..
 
Üst