Kur'an Dersleri....

  • Konuyu başlatan Konuyu başlatan ersen64
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Herşey Hal Diliyle Bismillah Der;
Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm (alemeti)nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle(hal diliyle, okuduğu sözdür) vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:


Başta demiştik: "Bütün mevcudât lisân-ı hal(hal diliyle) ile, "Bismillâh" der." Öyle mi?

Evet. Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren(zorla) bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.

Öyle de, her şey Cenâb-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç "Bismillâh" der; hazîne-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.

Her bir bostan, "Bismillâh" der, matbaha-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir gıdâyı takdim ediyorlar.

Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. "Allah nâmına, Rahmân nâmına" der; her şey ona musahhar olur.

Evet, havada dalların intişârı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i sühûletle(kolaylıkla yayılması) intişâr etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor. Ve diyor ki: "En güvendiğin salâbet(sağlamlık) ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-i Mûsâ (a.s.) gibi, -1- emrine imtisâl ederek taşları şakk eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrâhim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı, -2- âyetini okuyorlar."

Mâdem herşey mânen, "Bismillâh" der, Allah nâmına Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi, "Bismillâh" demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gàfil insanlardan almamalıyız.

Suâl: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba, asıl mal sahibi olan Allah ne fiat istiyor?

Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise, üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.

Başta "Bismillâh" zikirdir. Ahirde "Elhamdülillâh" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet(akılsızlık) ise, öyle de, zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip Mün'im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle, vesselâm.

kaynak
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Tevhid formülü bu satırlar arasında...Lütfen bildiğiniz kelimelere dikkat ederek okuyunuz....


Kâh oluyor ki âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin(sonuçların) gâyelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü, gayet hakîmâne gâyeleri ve mühim semereleri irâde etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır; sebebi ise, şuursuz, câmiddir. Hem, semere ve gâyetini zikretmekle, âyet gösteriyor ki, sebepler çendan(gerçekten görünüşte) nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde(aralarında) uzak bir mesafe var. Sebepten, sonuçların müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ(basit bir sonucu)müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve (sonuçlar) müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir(görünüşte) nazarda dağların daire-i ufkunda(zirvesinden), semânın etekleri muttasıl ve mukârin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u (dağın)cibâlîden semânın eteğine kadar umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbâb ile müsebbebât(sonuçlar arasında) mâbeyninde, öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imânın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür.



Evet, -2- tâbiriyle bütün esbâbı icad kabiliyetinden azl eder. Mânen der: "Size ve hayvanâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvanâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hubûbâtı yetiştirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara(canlılara) uzatıyor..

Değerli Arkadaşlarım,
bütün yeryüzüne dikkatle bakalım.Sebep dediğimiz şeyler, akılsız şuursuz, sonuçlar ise mükemmeldir, Mucizedir....Akl-ı beşerin taklidini yapması mümkün değildir.Çünkü Mucizedir...
Selam ve Saygılarımla...

kaynak
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Değerli Arkadaşlarım,
Kur'anın en büyük hakikatı olan tevhide, devam ediyoruz..Lütfen anladığınız kelimeleri tekrar, ederek okuyunuz...Teşekkürler..
Nasıl ki bir kitap, eğer yazma ve mektup olsa, onun yazmasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbû olsa, o kitâbın hurufâtı(harfleri) adedince kalemler, yani demir harfler lâzımdır; tâ o kitap tâb edilip vücud bulsun. Eğer o kitâbın bâzı harflerinde, gayet ince bir hat ile, o kitâbın ekseri yazılmış ise, Sûre-i Yâsin lâfz-ı Yâsinde yazıldığı gibi, o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri o tek harfe lâzım-tâ tâb edilsin.

Aynen öyle de, şu(kainat kaitabını) kitâb-ı kâinatı kalem-i kudret-i Samedâniyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyetin mektubu desen, vücûb derecesinde bir suhûlet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbâba isnad etsen, imtinâ(imkansızlık) derecesinde suûbetli ve muhâl derecesinde müşkülâtlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurâfâtlı şöyle bir yola gidersin ki, tabiat için herbir cüz toprakta, herbir katre suda, herbir parça havada, milyarlarca mâdenî matbaalar ve hadsiz mânevî fabrikalar bulunması lâzım; tâ ki hesapsız çiçekli, meyveli masnuâtın teşekkülâtına mazhar olabilsin. Yahut her şeye muhît bir ilim, her şeye muktedir bir kuvvet onlarda kabul etmek lâzım gelir-tâ şu masnuâta hakiki masdar olabilsin.

Çünkü, toprağın ve suyun ve havanın herbir cüz'ü ekser nebâtâta menşe' olabilir. Halbuki, herbir nebat-meyveli olsa, çiçekli olsa-teşekkülâtı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki, herbirisine yalnız ona mahsus birer ayrı mânevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır.

Demek tabiat, mistarlıktan masdarlığa(sanat olmaktan çıkıp sanatkar olsa) çıksa, herbir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmaya mecburdur. İşte bu tabiatperestlik fikrinin esâsı öyle bir hurâfâttır ki, hurâfeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalâletin, nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al.

Elhâsıl: Nasıl, bir kitâbın herbir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir sûretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile tarif eder ve çok cihetlerle gösterir-meselâ, "Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var. Kalemi kırmızıdır, şöyledir, böyledir" der; aynen öyle de, şu kitâb-ı kebîr-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi sûreti kadar gösterir. Fakat, Nakkaş-ı Ezelînin esmâsını bir kasîde kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmâyı gösterir, Müsemmâsına şehâdet eder. Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi ahmak, yine Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir.

Nasıl ki, meselâ, Ayasofya kubbesindeki taşlar eğer mîmarının emrine ve sanatına tâbi olmazlarsa, her bir taşı, Mîmar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sâir taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani "Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz" diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır; öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuâttaki zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, her birine Sâni-i Kâinatın evsâfı kadar evsâf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir.

Evet, nasıl ki bir acemi, ham, âmî, âdi, hem kör bir adam Avrupa'ya gitse, bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadâne kemâl-i intizam ile her bir sanatta, her bir binâda işler, öyle eserler yapar ki, nihayet derecede hikmetli, sanatlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki, o adam, kendi başı ile işlemiyor, belki bir üstad-ı küll ona ders verir, işlettirir.

--------------------------------

Bir Vecize
Dünü getiren yarını getirdiği gibi, maziyi icad eden o Zât-ı Kadîr, istikbali dahi icad eder.
Dünyayı yapan o Sâni-i Hakîm, âhireti de yapar.

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=934&a=d%FCnyay%FD%20yapan
 

amesfa

Dekan
Emektar
Katılım
10 Eylül 2007
Mesajlar
9,865
Reaksiyon puanı
153
Puanları
243
Paylaşım için teşekkürler, forum kurallarına dikkat edelim kural 10
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Değerli Arkadaşlarım,
İnsanlık nerden gelip nereye gidiyor.Buradaki görevleri nedir hakkında sağlam bilgler...

Kur'an'daki anasır-ı esasiye ve Kur'an'ın takip ettiği maksatlar tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür. Bu dört unsuru beyan edeceğiz.

Sual: Kur'an'ın, şu dört hedefe doğru yürüdüğü neden malumdur?

Cevap: Evet, beni adem, büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kainatın nazar-ı dikkatini celb etti. "Şu garip ve acip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?" diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükumeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

Hikmet: "Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?
Bu suale, beni adem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam, nev-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:

"Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re'sü'l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur'an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!"

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=2521
 

orcagada

Doçent
Katılım
8 Temmuz 2007
Mesajlar
521
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Nurculara eyvallah,ateistlere kilit,YAŞASIN ADALET
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Değerli Arkadaşlar,
herkes layıkıyla karşılaşacaktır....
Biz neyi hak ediyoruz onu düşünelim ve kendimizi muhasaebe edelim yeter.Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.....
Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyâfetteki keyfe kanaat etmeyip, kendini pis müskirlerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.

Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise, güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, Hakikat Sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, "Fenâlığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" olan hükm-ü Kur'ânînin sırrı zâhir oluyor.

Daha bunlar gibi sâir farkları muvâzene etsen, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi ona bir mânevî Cehennem ihzâr etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazîlete ve feyze mazhar etmiş. DEVAMI AŞAĞIDA...

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=31&a=nas%FDl%20ki
 

serkanaltay

Asistan
Katılım
15 Şubat 2008
Mesajlar
190
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
kardeş emeğine sağlık.böyle konuların paylaşılması gerekir aslında ;)
 

Mars

Öğrenci
Katılım
5 Nisan 2008
Mesajlar
50
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Muhammed Suresi
(15) Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?

Cennette şarap varmış.doğru mu?
düşünsene bi kere.bi tarafta şarap kadehi,ırmağa çalıp çalıp içiyon,sağ kolunda huri uzanmış.Valla manzara süper görünüyo.Ama giriş biletini nası alacaz.
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Değerli Arkadaşım,
Yazdığın gibi Muhammed(ASM) Suresi 15. ayette, su,süt, şarap, bal ve her çeşit meyve ve el değmemiş kadınlar(başka bir ayette), mümin kullar için cennet hazır edilmişlerdir.....
Oraya girmenin yolu İman Diplomasını almaktır....

Evet,Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk(materyalistlik hastalığıyla) tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
..
Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî(gerçek-hakiki) imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir, imânı kurtarmaktır. Herşeyden ziyâde imânın esâsâtıyla meşgul olmak, katî bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet hâline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binânın odalarını tâmir ve tezyine çalışmak, o binânın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir(ağaçtır). Kökü esâsât-ı imâniyedir.
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=695&a=taklidi%20iman%FD%20tahki

Benzer bir konu daha...
Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye(yüksek ruhlar) ile ervâh-ı sâfile(alçak ruhlar), müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Çünkü, "Akla kapı açmak, ihtiyârı(iradeyi) elinden almamak" sırr-ı teklif iktizâ ediyor.

Selam ve Saygılarımla Devam edecek....
 

ŞELALE

Öğrenci
Katılım
16 Mart 2008
Mesajlar
2
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Sayın Arkadaşlar,
Kader ile Tevhidin buluşma noktası aşağıdaki temsildedir...İnanmayan arkadaşlar anlamıyacaklardır; Çünkü kader, tevhidten çok sonra gelir...
Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat-GELİŞME- ve cevelâna-HAREKETE AŞIK- müştak olan kalp ve ruh için, kadere İmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"

Elcevap: Kat'â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ruh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere İmân etmezse, küçük bir dairede cüzî bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü, insan bütün kâinatla alâkadardır, nihayetsiz makâsıd ve metâlibi var; kudreti, irâdesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere imân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüzî hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar.

Kadere İmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız, şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam bir padişahın-HUZURUNA- pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gâsıbâne, sârıkâne tavattun etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te'dib sûretiyle hapse atılır.

İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla, kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinâden her şeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. KADERE İMAN EDEN GAM VE KEDERDEN, EMİN OLUR. İşte sırrını anla.

Saygıdeğer Arkadaşlar,
bu temsil anlaşıldıktan sonra kaderin ne kadar rahmet olduğu ortaya çıkacaktır..Temsil anlaşılmassa mesele de anlaşılmayacaktır... Onun için temsil çok önemlidir...
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=424
 

orcagada

Doçent
Katılım
8 Temmuz 2007
Mesajlar
521
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
ŞELALE dedi ki:
Sayın Arkadaşlar,
Kader ile Tevhidin buluşma noktası aşağıdaki temsildedir...İnanmayan arkadaşlar anlamıyacaklardır; Çünkü kader, tevhidten çok sonra gelir...

Bu yazıyı inanan arkadaşlar anlıyorlar yani ha.Valla brawo onlara... Şu saidin zımbırtılarını biri bildiğimiz Türkçeye çevirmiyecek mi? 1 saat sözlük karıştırıp anlamaya çalıştım.Sonuç hep bildiğimiz aynı geveleme...

İnanan arkadaşların da sanmıyorum anladıklarını.Ama işte biri bir sürü bişey yazmış çok da kallavi,heralde derin bir manası vardır diyerek bozuntuya vermiyorlar olsa gerek.
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Değerli Arkadaşlar,
hiç mümküm müdür ki 1429 senedir, milyonlarca insan yıldız böceğini yıldız sansın ve yanılsın...İnsanlığın beşte birinin inandığı ve ispat ettiği bir hakikat, ehil olmayan birkaç filozofun vesvesiyle bozulsun........Yıldız böceği nerede, yıldızlar nerede, bunları birbirinden fark edemeyenlerin aklı ne işe yarar merak ediyorum......Yalancının mumu yatsıya kadar yandığı halde, 1429 senedir sönmeyen güneşi, kabul etmek istemeyen ancak kendini kandırır...GÖZÜNÜ KAPAYAN KENDİNE GÜNDÜZÜ GECE YAPAR....YOKSA GÜNDÜZÜ DEĞİŞTİREMEZ....
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Değerli Arkadaşlar aşağıdaki yazıyı değereldireceğiniz umuyorum...Saygılar.
Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır;
ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i(görünen) şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur'da katî ispat edilmiştir. Dördüncü şua 71
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Hizmetin çok güzel kardeşim ALLAH (c.c) razı olsun.Devamını bekliyoruz inşallah.
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
"Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne (tarafsız)muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?" dedi.
Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in(camiinin) elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan(yardım istedim) istimdâd ettim. Birden, bir nur kalbime geldi; müdâfaaya kati bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münâzara başladı.

Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne(tarafsız) muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz . Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir.
Şeytan dedi ki: "Öyle ise, ne Allah'ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme; ortada farz et, bak."
Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzâü'n-fîh(TARTIŞMALI) bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve (aynı) kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir sûrette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî(iddiacı) birbirine gayet uzak, biri maşrıkta biri mağribde ise, o vakit, kaideten, "sahibü'l-yed" kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü, ortada bırakmak kâbil değildir.
Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud(varlık) ve adem(yokluk) gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer, öteki taraf Onun kelâmullah olduğuna dâir bütün (delilleri)bürhanları birer birer çürütse, elini Ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.
Heyhât! Binler berâhin-i kat'iyenin mıhlarıyla Arş-ı âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip (onu) düşürebilir?.
Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metânetinde birtek bürhan lâzım ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı mânevîye çaksın. Tâ küfrün zulümâtından kurtulup, imânın envârına erişsin. Halbuki, buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desîsen ile şu zamanda bîtarafâne muhâkeme sûreti altında çokları imânını kaybediyorlar.
Sonuç:Kur'anın ve kainatın sahibi Allah'tır...Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metânetinde birtek bürhan lâzım ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı mânevîye çaksın. Tâ küfrün zulümâtından kurtulup, imânın envârına erişsin. Halbuki, buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desîsen ile şu zamanda bîtarafâne muhâkeme sûreti altında çokları imânını kaybediyorlar.
Sonuç:Kur'anın ve Kainatın sahibi Allahtır ve Herşey Allahın varlığına delildir.Varlık varken yokluk sözkonusu olamaz...İnsanların inkarları ise maraz-ı akıl ve kalptir....Vesselam...
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Allahı tanımak ama nasıl?
Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve “Lâ ilahe illallah” kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.

Fakat ona iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir.
 

ersen64

Asistan
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
161
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
HİDAYET VE DALALET
Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem(YOKLUK KARANLIKLARINDAN) zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri(İHTİYAÇLARI) bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, (ALLAH)Sâni’ ile haşri(AHİRETİ) itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?
Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra’şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me’yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hacetlerine bakar, def’edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür.
Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir halete inkılab eder. Şöyle ki:
O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk’a istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle (KARDEŞLİK HİSSEDER)ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: “Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlık’ın memurlarıyız” diye, me’nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.

(SÖZÜN öZÜ)Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister.
İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır. İ.İCAZ 30
ŞİMDİ: Değerli Arkadaşlar yukarıdaki anlatılanları insan kendi duygu ve hislerine baktığı zaman anlayabilir.İntihar eden insanların hangi psikloji de olduğu da anlaşılmaktadır dikkat edilirse...selam ve saygılar...
 
Üst