İslam ilmihali

Bu konuyu okuyanlar

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
ÖNSÖZ
Müslümanların her konuda bilgi sahibi olmaları bir görevdir. Din konusunda bilgi ise, İlmihal (herkesin durumuna göre gerekli olan bilgiler) adını alarak en önemli yeri tutar. Her müslümanın bağlı bulunduğu İslam dini konusunda yeterli bilgi sahibi olması bir borçtur. Edindiği bilgilerle de üzerine düşen dinî görevleri yerine getirmiş olacaktır.

Aslında bütün insanlığın manevî ruhu yerinde olan dinden, din bilgisinden hiç kimse uzak kalamaz. Öteden beri ister ilkel olsun, ister medenî toplumlar, hiç biri bir dine bağlı kalmaktan dışarı çıkamamıştır.
İnsanların gerçek mutlulukları ve saadetleri ilahî bir din yolu ile ortaya çıkar. Sağduyulu kimselerin ruhları ve vicdanları, böyle bir din ile huzursuzluktan kurtulur, yatışır. İnsanlığın yaratılışındaki yüksek amaç, ancak böyle ilahî bir dine sarılmakla gerçekleşir.

Öyle ise, uyanık bir ruha, temiz bir vicdana sahib olan insan böyle gerçek bir dinden nasıl uzak kalabilir: Kendi benliğini, geleceğini ve mutluluğunu korumak isteyen bir insan, böyle yüce bir dinin inançlara, temizliğe, ibadete, helal ve harama, ahlaka dair kutsal hükümlerinden muhtaç bulunduklarını öğrenip uygulamak duygusundan nasıl habersiz kalabilir?

O mübarek dinin yaşamasına, yükselmesine, yayılmasına, medeniyet saçan şanlı tarihine ait bazı bilgileri öğrenmek isteğinden, insan nasıl gafil bulunabilir?
Hiç şüphe yok ki, benliklerini kaybetmeyen uyanık kişi ve cemiyetler bu ihtiyacı ruhlarında duymuşlardır. Dinî eserleri aramayı, onları bulup okumayı gerekli görmüşlerdir.

İnsanların, yaratılışlanndaki meyilleri ve ruhî ihtiyaçları sebebiyle her asırda din bilginleri tarafından sayısız dinî eserler yazılmıştır. Ancak her devrin ve muhitin durumuna ve kabiliyetine göre bu gibi eserlerde bir yenilik göstermek, mana ve ruhları değişmeyecek şekilde dini meseleleri imkan dahilinde herkesin anlayabileceği bir ifadeyle yazmak, bunların birtakım hikmet ve faydalarını sade bir dille ortaya koymak da çok gereklidir.

İslam dininin kapsadığı hükümler esas bakımından dört kısma ayrılır:
1- İtikada air hükümler,
2- İbadetlere ve amellere ait hükümler,
3- Helal-haram olan şeylere, mubah ve mekruhlara ait hükümler,
4- Ahlaka ait hükümler.

Bu dört kısım hükümler üzerinde çok geniş ve değerli kitablar yazıldığı gibi, özet halinde kolay anlaşılır kitablar da fazlasıyla yazılmıştır. Gerçek şu ki, bu dört kısmın her biri üzerinde ayrı ayrı birer kitab yazılmış; fakat bu dört kısmı bir araya toplayan kitaplar azınlıkta kalmıştır.

Biz aslında ayrıntılı eserlerden uzak kalamayız. Ancak böyle geniş kapsamlı eserleri okuyup onlardan gerekli meseleleri seçip ayırmaya herkesin güce yetmez. Görevleri ve zamanları buna elverişli olmaz. Çok kısa eserler de ihtiyacı karşılamaya yeterli olmaz, maksadı karşılayamaz. Üstelik bu eserlerin ifadesi ağır olursa, istenilen bilgileri elde etmek çok güçleşir.

Çeşitli görev ve hizmetlere ayrılmış olan din kardeşlerimizin dini ihtiyaçlarını yeterince karşılayabilecek bir "İlmihal" kitabı yazılmasını çok kimseler benden isteyerek bana başvurmuşlardı. Bunun üzerme kutsal dinimizin İtikat'a, temizliğe, ibadete, kerahiyet (hoş olmayan) ve istihsana (güzel olan şeylere), ahlaka dair hükümleri üzerinde ve bir kısım büyük peygamberlerin hayatları ile İslam dininin tarihçesine ait on kitabdan ibaret oldukça büyük bir "İlmihal" kitabı yazmayı bir görev saydım. Yüce Allah'dan yardımlar dileyerek bu görevi yerine getirmeye başladım. En güvenilir, en kıymetli din kitablarımıza başvurdum. İbadetler kısmını daha uzunca hazırlamaya çalıştım. İkram ve feyzi bol olan Yüce Allah'ın yardım ve ihsanı ile meydana gelen bu esere "Büyük İslam İlmihali" adını verdim.
Eğer bu eserim, din kardeşlerimin faydalanmalarına hizmet ederek hayırlı dualarını kazanmaya vesile olursa, kendimi bahtiyar sayarım. Bütün yazı ve çalışmaları ile yalnız Hak Teala Hazretleri'nin nzasını kazanmak isteyen aciz bir yazar için bundan büyük bir mükafat olmaz. Başarı Yüce Allah'dandır...
Fatih Dersiamlarından
Erzurumlu Ömer Nasuhî Bilmen


TAKDİM
Merhum hocamız Ömer Nasuhî Bilmen Hazretlerinin, Diyanet İşleri Başkanlığı görevinden emekli olmadan önce, İstanbul Müftülüğü zamanında altı yıl kadar maiyetlerinde çalıştım. İlim ve faziletini, ahlak üstünlüğünü yakından tanımak şerefine kavuştuğumdan dolayı Yüce Allah'a hamd ederim.

Yazmış olduğu eserler, yıllardır okuyucuların ellerinden düşmediği gibi ilim ve faziletinin yüksekliğinden dolayı müslümanlar arasında onu tanımayan yok gibidir. Bıraktığı her eser, sünnet ehli inancına dayalı, güvenilir, çok değerli bir kitaptır. Yıllardır basılmakta ve basılmaları devam etmektedir. Bir hadis-i şerifde buyurulduğuna göre "Öldükten sonra câri (sevabı sürekli akıp gelen) sadakadan biri de, kendisinden faydalanılan bir ilimdir." Bu bakımdan merhum hocamız geride bıraktığı birçok eseriyle bu büyük manevî mükafata kavuşmuş bulunmaktadır. Yüce Allah bizlere de, rızasına uygun bu gibi hizmetler nasib buyursun.

Muhterem Hocamızın yetiştiği devirdeki dil, daha çok Osmanlıca deyimlerin çokluğu bakımından değer kazanıyordu. Bunun tesiri altında kalınarak eserlerindeki ifade, bu günkü neslin anlayabileceği şekilde kolaylık arzetmediğinden "Büyük İslam İlmihali" adlı eserinin elden geldiği kadar, aslında hiçbir değişiklik yapmaksızın, sadeleştirilmesi, Bilmen Basım ve Yayınevi yetkilileri tarafından benden istendi.

Böyle bir çalışmayı kabul etmek, benim için bir şeref olduğu kadar okuyuculara da bir kolaylık sağlaması bakımından yerine getirilmesi gereken bir görevdi.

Elimden geldiği kadar metne ve manaya sadık kalarak sadeleştirip bugünkü nesiller tarafından kolayca anlaşılabilecek bir dile çevirmeye çalıştım.
GERÇEK DİNİN ESASLARI VE BAŞLICA DİNLER
1- Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam hükümlerin kutsal bir mecmuasıdır. Allah bunu, peygamberleri aracılığı ile insanlara ikram ve ihsan, buyurmuştur. Bu kanun, insanları hayırlı olan şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel irade ve arzuları ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş olurlar. Hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ve selamete kavuşurlar.

2- Dinler başlıca üç kısma ayrılır.

Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukardaki tarife uygun olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlahî ve Semavî" dinler de denir.

Semavî dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız bazı ibadetler ve hukuk kuralları bakımından aralarında ayrılık olmuştur.
Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek peygamberlerin insanlara bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir olup yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı iken, bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük Peygamberi olan Hazret-i Muhammed'i Sallallahu aleyhi ve Sellem'i bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun aracılığı ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli, olan İslam dinini kullarına Allahü Teala ihsan etmiştir. İşte bugün yeryüzünde hak din olarak kıyamete kadar yaşayacak olan yalnız bu İslam dinidir.

İkincisi: Asılları değişmiş ve bozulmuş olan dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği gibi asılları bakımından birer gerçek din iken sonradan bozulmuş, İlahî niteliklerini kaybetmiş olan dinlerdir.

Üçüncüsü: Batıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunlar birtakım milletler tarafından ortaya konmuş olan uydurma inançlardır. Bunlarda akla ve mantığa uygun olan bazı hükümler bulunsa bile konuluşları itibariyle İlahî olmak şerefinden yoksun olup hiç bir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe, yıldızlara ve putlara tapan milletlerin dini bu türdendir.

İSLAM DİNİNİN GENELLİĞİ VE MUTLU SONUÇLARI
5- İslâm dini, hak dinlerin en sonu ve en olgunudur. Bu kutsal din, yalnız bir millete ve bir zamana özgü değildir. Bütün insanlara kıyamete kadar gerekli olan Allah'ın tabii dinidir. İnsanların yaratılışlarına ve yaşayışlarına tamamiyle uygundur. Bu yüce din, bir kurtuluş ve selamete eriş yoludur, bu mutluluk kaynağıdır. Allahû Teala'nın razı olduğu dindir. Cenab-ı Hak buyurmuştur:
"Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran: 19)

6- İslâmiyetin ortaya çıkışından önce, bütün yeryüzü din bakımından cehalet karanlığı içinde kalmıştır. Hak dinler, sönmüş, İlahî ilim ve irfan güneşi batmış, ufukları karanlıklar kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları uğrunda çalışıyor, çırpınıyor ve çarpışıyordu. Birbirlerini esir ediyorlardı. Arab yarımadasının halkı ise, büsbütün cehalet içinde kalmıştı. İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bu davranışları onları utandırmıyordu. Kız çocuklarını canlı olarak toprağa gömüyorlardı. Bundan da hiç bir üzüntü duymuyorlardı. Bayağılık içinde başka milletlerin hakimiyeti altında yaşıyorlardı ve bundan da bir tasaları yoktu. Netice olarak güzel inançtan, iyi ahlakdan, yararlı işlerden ve yüce duygulardan hiçbir eser kalmamıştı.

Fakat İslâm güneşi doğmaya başlayınca, yeryüzünün birçok yerleri hemen aydınlanmaya başladı. İnsanlık alemi hakdan, adaletten, eşitlikten ve kardeşlikten haberdar oldu. Putlara tapan, insanların ayaklarına kapanan başlar, yalnız noksanlıklardan beri olan bir Allah'a secde etmeye başladı. Ruhlar yükseldi, diller Yüce Allah'ı anmakla bezendi. Gözler, büyük yaratıcımızın güzel eserlerini seyretmekten meydana gelen uyanıklık nurları içinde kaldı.

kaynak:http://www.ashabilyemin.com/
 

dergah yolu

Asistan
Katılım
10 Şubat 2009
Mesajlar
216
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Ravi: Sehl İbnu Sa'd
Tanım: Resulullah (sav) buyurdular ki: "Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdir"
Kaynak: Ebu Davud, İlm 10, (3661); Buhari, Ashabu'n-Nebi 9; Müslim, Fedailu'l-Ashab 34, (2046)
Ravi: Enes
Tanım: Resulullah (sav) buyurdular ki: "İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır"
Kaynak: Tirmizi, İlm 2, (2649); İbnu Mace, Mukaddime 17, (227)

ihvanımız hayırlı bir yazı dizisine başlamış Allah[cc]muaffak etsin
ona güzel konuları açmayı bizede o konuları anlayıp amel etmemizi nasib etsin
genç kardeşlerimizin bu konulara karşı gösterdiği hassasiyet ve titizlik takdire şayandır
konuları takib edelim sahih hadisişeriflerle konuyu destekliyelim
İLİM MECLİSİNE HOŞ GELDİNİZ
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
bu bölümde dinimizin temel kurallarını öğrenmek ve öğretmek için bu bölüm açılmıştır inşallah bizler bu bölümden faydalanır temel eksiklerimizi tamamlar güzel dinimizi daha iyi anlayarak öğreneceğiz inşallah katkıda bulunan dergah yolu kardeşimizde ALLAH(C.C) razı olsun inşallah.
 

dergah yolu

Asistan
Katılım
10 Şubat 2009
Mesajlar
216
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Ravi: Ebu Vakid el'Leysi
Tanım: Resulullah (sav) mescidde otururken üç kişi çıktı geldi, ikisi Resulullah (sav)'a, yönelerek önünde durdular Bunlardan biri, bir aralık bularak hemen oraya oturdu Diğeri de onun gerisine oturdu Üçüncü kimse ise, geri dönüp gitti Resulullah (sav) (dersinden) boşalınca buyurdular: "Size üç kişiden haber vereyim mi? Bunlardan biri Allah'a iltica etti Allah da onu himayesine aldı Diğeri istihyada bulundu, Allah da onun istihyasını kabul etti Üçüncüsü ise geri döndü, Allah da ondan yüz çevirdi"

Kaynak: Buhari, İlm 8, Salat 84; Müslim, Selam 26, (2176); Muvatta, Selam 4, (2, 960, 961); Tirmizi, İsti'za
http://irsadforum.net/forum/hadis-i-serifler/ilim-hakkinda-hadisler/
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
İslâm Dîni Nedir? İslam’ın diğer dinlerden farklı yönleri nelerdir?

İslâm dîni, Allah'ın, son peygamberi Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla bütün insanlara gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. İslâm'ın gelmesiyle, diğer dinlerin hükmü sona ermiştir. İslâm dînini kabul eden kimseye Müslüman denir. İslâm'ın en son ve Allah katında yegâne mûteber din olduğu, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilir:

"Bugün sizin dîninizi sizin için kemâle erdirdim. Sizin üzerinizdeki nîmetimi (lütuflarımı) tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim (yalnız İslâm'dan razı ve ondan hoşnûd oldum)".

(el-Mâide, 3)

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan [seçtiği dîni] kabûl edilmiyecektir ve o, âhirette hüsrâna [büyük zarara] uğrayanlardan [olacak]tır."

"Allah katında yegâne [hak] din İslâmdır."

(Âl-i İmrân, 19)
İslâm'ın Dışındaki Dinlerin Geçerliliği Neden Kalkmıştır?

Tarihin çeşitli devirlerinde insanlara ayrı ayrı peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara İslâmı ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermiştir. İslâm'ın gelmesiyle Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi eski dinlerin hükmü sona ermiştir.

Bu, tıpkı, yeni bir kanun çıkınca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkması gibidir. Allah'ın son dîni ve İlâhî Kanunu İslâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî kanunların geçerliliği son bulmuştur.

İslâm dışında kalan dinlerin yürürlükten kalkmasını gerektiren başlıca sebebler şunlardır:

1- Her şeyden evvel, eski dinler, yalnızca belli bir zamana ve belli bir muhîtin insanlarına hitab ediyorlardı. İslâm ise, topyekûn bütün insanlığa seslenmektedir. Dâveti umumî ve mesajı cihanşümuldür.

2- Eski dinler, sadece kendi zamanlarının insanlarını muhâtab almışlardı. O zamanın insanlarının seciyeleri kaba ve mizaçları vahşete yakındı. İlimde, medeniyette, fikir ve anlayışta geri idiler. Ulaşım ve haberleşme imkânları, ibtidai bir haldeydi. Her bölgenin kültürü, inancı, örf ve âdetleri farklı farklıydı. Karşılıklı fikir ve kültür alışverişi de oldukça zayıftı.

Bu yüzden, her muhîte ayrı ayrı peygamberler gelmesi, başka başka dinler gönderilmesi zarureti vardı. Zaman geçip insanlık ilim, fikir, kültür ve medeniyet yönünden büyük gelişmeler kaydedince, eski mahallî dinler artık insanların ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da insanlara en son din olan İslâmiyeti gönderdi.

İslâm dîni, 1400 yıl evvelki dünyanın insanından, bugünün ve yarının modern insanına kadar gelip geçen bütün insanlığa hitab edebilme özelliğinde olan bir dindir. Bu bakımdan, kıyamete kadar hükmü bâki ve geçerlidir.

3- Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurâfeler, bâtıl inançlar karışmıştır. Allah'ın birliğine îman esası, yani tevhid inancı kaybolmuştur. İslâm ise, hâlâ ilk günkü tazelik ve saflığı ile, bozulmadan durmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki:

İslâm'ın dışında kalan dinler, geceleyin bir sokağı aydınlatan bir fener ve sokak lâmbası gibidir. İslâm ise, bütün dünyayı aydınlatan güneş hükmündedir.

Güneş doğduktan sonra, artık sokak fenerine hiç ihtiyaç kalır mı?

Güneşin yanında sokak lâmbasının aydınlığının sözü olur mu?
İslâm Dininin Özellikleri Nelerdir?

İslâm dinini, sâir dinlerden ayıran belli başlı özellikleri şunlardır:

1- İslâmiyet, her asra ve her insana hitab eder, getirdiği esaslar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevab verir.

İslâm'ın bu cihanşümûl özelliğine Kur'an'da şu şekilde işaret olunur:

"Ey Muhammed! Biz seni BÜTÜN İNSANLARA yalnızca müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe', 28).

"Ey Muhammed! De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın HEPİNİZ İÇİN GÖNDERDİĞİ Peygamberiyim'." (el-A'raf, 158).

2- İslâmiyet kolaylıklar dînidir.

İslâm'da insanlara yapamayacakları veya yaparken zorluk çekecekleri işler yüklenmemiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm'ın kolaylık prensipleri şu şekilde ifade edilir:

"Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar..."

(el-Bakara, 285).

"Rabbimiz, bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma..."

(el-Bakara, 285).

"Allah, sizin için kolaylık göstermek diler, zorluk çıkarmak istemez..."

(el-Bakara, 185).

Kur'an'da İslâm'ın kolaylıklar dîni olduğu bu şekilde açıklanırken Peygamberimiz de, bu hususta hadîs-i şeriflerinde şu prensipleri vaz'etmişlerdir:

"Ben ancak âlemlere rahmet olarak gönderildim. Azâb için, zorluk vermek için gönderilmedim..."

"Allah Teâlâ, beni sıkıntı ve zahmet verici ve bunu arzu edici olarak göndermedi. Fakat Allah beni, muallim (öğretici, bildirici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi..."

"Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır. Muhakkak ki din bir kolaylıktır..."

"Ben size neyi yasak ettiysem, ondan çekinin; size neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiği kadarını yapın. Sizden evvelki ümmetleri ancak mes'elelerinin ve Peygamberlerine karşı ihtilâflarının çokluğu helâk etmiştir."

"Amelden gücünüzün yettiği kadarını yapın. Siz ibâdetten bezmedikçe, Allah da sevab vermekten bıkmaz."

"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz."

Hz. Âişe Validemiz, Resûlüllah Efendimizin bu hususla ilgili tatibkatını şu şekilde beyan etmişlerdir:

"Resûlüllah (asm) iki şey arasında dilediğini tercihte serbest bırakıldı mı, günah olmadığı müddetçe muhakkak onlardan en kolayını alırdı. Eğer iş günahsa ondan halkın en uzak bulunanı Resûlüllah olurdu."

Bütün bu hadîs-i şerifler, İslâm dîninin ne derece uygulanması kolay hükümler ihtiva ettiğini göstermektedir. Cihanşümûl ve kıyâmete kadar pâyidar oluşunda, bu kolaylık anlayışının büyük yeri vardır.

Dinimizin kolaylık dîni olduğuna dair tatbikattan bâzı misaller:

Dînimizde namaz kılmak için su ile abdest almak mecburiyeti vardır. Ancak su bulunamadığı veya su çok soğuk olup hastalanma ihtimali olduğu hallerde, toprakla teyemmüm yapılır. Toprak su yerine geçer.

- Dînimiz yolculara; yorgunluk, zaman darlığı gibi hikmetlere binaen 4 rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmak kolaylığını getirmiştir.

- Namazda ayakta durmak (kıyam) farzdır. Ancak ayakta duracak gücü olmayanlar, oturarak namaz kılarlar.

- Hastalara ve yolculara Ramazanda oruç tutmak zor gelebilir. Bu sebeble dinimiz onları Ramazan'da, oruç tutup tutmamakta serbest bırakmıştır. Tutmazlarsa hiçbir mahzuru olmaz. İyileşince veya seyahatten dönünce, oruçlarını kazâ ederler.

- Hac yolunda hastalık, harb, v.s. gibi bir sebeble emniyetsizlik varsa, hacca gitmesi mecburî olan

Müslümanlar, yoldaki tehlike kalkana kadar haclarını te'hir ederler.

3 - İslâmiyetin bütün hükümleri mâkuldür. Akla zıt düşen, mantığa ters gelen hiçbir mes'elesi yoktur.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği aklıdır. İnsan onun vasıtasıyla gördükleri üzerinde düşünür, iyiyi kötüden ayırır, doğru ile yanlış arasında bir seçim yapar.

Bu sebeble Kur'ân-ı Kerîm'de 70 kadar âyette akıldan ve akıl sâhiplerinden bahsedilir. Allah'ın emirleri doğrudan doğruya akla yöneltilir. Sık sık "Hiç duymuyorlar mı?", "Akıl etmiyorlar mı?" denilir.

Dînimizde mükellefiyet için akıl esas olduğundan, aklı olmayanlar yaptıklarından sorumlu tutulmamışlardır.

Hz. Peygambere inanmıyan insanlar, "Bize mûcizeler göster de Allah'ına inanalım, peygamber olduğunu kabul edelim" dediklerinde, Allah Teâlâ onların bu tekliflerini beğenmemiş; varlığına inanmak için onları mûcize istemeye değil, yerlere ve göklere ibretle bakıp düşünmeye çağırmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta:

"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen akıl sâhipleri için deliller vardır" (el-Bakara, 164) buyurulmuştur.

Sahâbenin ileri gelenlerinden Hz. Enes, Resûlüllah Efendimizin yanında bir kimseden bahsederken onu medhetmişti. Resûlüllah (asm) sordu:

- Onun aklı nasıldır?

Hz. Enes:

- Ya Resûlâllah, onun ibâdeti, ahlâkı, fazîleti, edebi iyidir, deyince Allah Resûlü yine:

- Onun aklı nasıldır? diye sorusunu tekrarladı. Hz. Enes de:

- Ey Allah'ın Resûlü, biz bu adamın ibâdetlerinden, fazîletlerinden, çeşitli hayırlarından bahsediyoruz; siz ise, aklından soruyorsunuz, dedi. Resûlüllah Efendimiz bunun üzerine şu sözleri söylediler:

- Ahmak olan âbid, cehli sebebiyle şeytana aldanarak fâsık bir kimsenin günâhından daha büyük günahlara mâruz kalabilir. İnsanların Allah'a yakınlıkları, ancak akılları kadardır."

Mâverdî'nin Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn adlı eserinde zikredilen bu hadîs, İslâm'da akla verilen önemi göstermesi bakımından son derece ibretli ve düşündürücüdür.

Akılla ilgili diğer bazı hadîsler de şöyledir:

"Aklı olmayanın dîni yoktur."

"Allah akılsız [aklını kullanmayan] mü'mini sevmez.

"Kişinin aklı doğru olmadıkça, dîni doğru olmaz..."

"Cennet 100 derecedir. 99 derecesi akıl sâhipleri için, bir derece de diğer insanlar için..."

"Ya Ali! İnsanlar çeşitli iyiliklerle Allah'a yaklaşırken, sen de aklınla yaklaş."

"Allah Teâlâ akıldan daha kıymetli ve şerefli bir varlık yaratmamıştır."

4 - İslâmiyet, insanlar arasında her devirde görülen sınıf farklarını, eşitsizlikleri, imtiyazları kaldırmış, asıl ve kök bakımından aralarında hiçbir ayrıcalık olmadığı esasını getirmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık." (el-Hucurât, 13).

Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:

"İnsanlar Âdem'in oğullarıdır. Âdem'i de Allah topraktan yaratmıştır."

İslâmiyet, bununla, bütün insanların aynı ana-babadan geldiklerini; hiç kimsenin doğuştan üstünlük iddiasında bulunamayacağını ortaya koymuştur.

İslâmiyet, insanları bir tarağın dişleri gibi hukuk önünde birbirine eşit kabûl etmiştir. Soy, renk ve dil farkına hiç önem vermemiş; insana kıymet kazandıran, sair insanlardan üstün kılan hususun yalnızca kalbindeki Allah korkusu ve îman derecesi olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimiz bu hususu, şu şekilde ifade buyurmuşlardır:

"Ey insanlar! Unutmayınız ki Rabbiniz bir'dir, babanız bir'dir. Arab'ın Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu ölçüsünden başka hiçbir üstünlüğü yoktur."

Böylece dînimiz, herkesi hukukta eşit saymış, insanlar arasındaki dünyevî üstünlüklere, gelip geçici etiketlere önem vermemiş, dış görünüşten ziyade insanın iç görünüşüne bakmıştır.

Yahudîlik beden zevklerini ve maddî faydaları ön plânda tutar. Mensuplarını hırsla dünyaya bağlanmağa sevkeder. Hıristiyanlık ve Hind dinleri ise, sadece ruhu geliştirmeye, vücuda eziyetler çektirerek nefsin arzûlarını zayıflatmaya, dünya hayatını boşlamaya önem verirler. Buna karşılık İslâmiyet, ruh ile beden, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuş; ne bedene, ne de ruha ızdırap çektirmeyi esas almıştır. İkisine de aynı ölçüde değer vermiş; herbirinin ihtiyaçlarını ayrı ayrı karşılamayı kabul etmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allahım, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver" âyeti, İslâm'daki dünya ve âhiret dengesini en iyi şekilde belirtmektedir.

İslâm, ne dünyaya fazla değer vererek âhiretin, ne de âhirete ağırlık vererek dünyanın terkedilmesine izin verir...

Âhiretin dünyada kazanılacağını söyleyerek, "hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için" çalışılmasını ister...

6- İslâm'da ruhban sınıfı yoktur. Herkes dinini gücü nisbetinde kendi öğrenmek zorundadır. İbâdetleri ifa için, kul ile Yaratıcı arasında aracılık yapacak, günahları affettirecek imtiyazlı bir seçkin sınıfa yer yoktur.

7- İslâm, bütün mânasıyle ahlâk ve fazîlet dîni olduğu gibi, en yüksek mertebede ilim ve hakikatın koruyucusudur.


http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=article&aid=9938


İman ve İslamın niteliği

7- İman, lügat manası bakımından, bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. "Bu iş böyledir, şöyledir" diye hüküm vermektir.

Din teriminde ise, Yüce Allah'ın dinini kalb ile kabul edip Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in bildirdiği şeyleri kesin olarak kalb ile doğrulamaktır.

İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı takdirde kalb ile kabul edilip inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şahadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalb ile benimseyip kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun iman durumu insanlar tarafından bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez.

Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana gelen imanla beraber namaz kılmak ve oruç tutmak gibi ameller de gereklidir. Çünkü biz, bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu çoğaltır. İnsanı azabdan kurtarır. Yüce Allah'ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur.

8- "İslâm" sözüne gelince; Lügat manası bakımından İslâm, teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmek, Peygamber Efendimiz'in din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil ile söylemek ve onları güzel görmektir. İslâm aynı zamanda din manasına gelir.

9- Gerçek din ile İslâm arasında esasta bir fark yoktur. Her gerçek din İslâmdır. Her İslâm da gerçek bir dindir; Buna müslümanlık da denir.

Allah Teala'nın dinine sadece "din" denildiği gibi, millet şeriat, İslâm ve İslâm dini de denir. Bununla beraber "İslâm" sözü, bazen güzel ameller manasında, bazen da İman manasında kullanılır. Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hükümlerin tümünde kullanılır.


İman ile islamın şartları



10- İslâm dininde Yüce Allah'a, meleklere, Allah'ın kitablarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır. Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlardan herhangi birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır.

Biz bu imanımızı; "Amentü billahi..." sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor:

"Ben Yüce Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitablarına, O'nun peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı) Allah'dan olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesab yerinde) toplanmak hakdır ve gerçektir. Şahidlik ederim ki, Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şahidlik ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve peygamberidir."

11- İslâmın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz'in bir hadislerinin manası şudur: "İslâm dini beş şey üzerine kurulmuştur: Şahadet sözünü getirmek (Eşhedü en lâ İlahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah, demek), namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayı oruç tutmak ve hac etmek."

İşte bu beş şey İslâm'ın şartıdır. Bu şartları gözetip onları yerine getiren insan, İslâm şerefine ermiş, Müslüman rütbesini kazanmış olur.

"Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve Resûlühu = Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Yine Muhammed'in (a.s.) Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahidlik ederim." sözlerine "Kelime-i Şehadet" denir. "La İlâhe İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah" sözüne de "Kelime-i Tevhid" denir. Biz bu mübarek kelimeleri daima okuruz.

http://www.tahavi.com
 

ebay

Öğrenci
Katılım
13 Aralık 2008
Mesajlar
78
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Allah'a İman Ne Demektir? Allah’ın Zâtını görmemiz ve mâhiyetini kavramamız mümkün müdür?

Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine inanmak ve O'nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır. Allah'a îman, bütün dinlerin temelidir. Allah'a inanma, O'na dayanma ve ibâdette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde de olagelmiştir.
Allah'ın varlığının delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat yalan söylemez. İnsan fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya inanıp dayanma, O'na ibâdet etme, yalvarıp dileklerine karşılık bulma ihtiyacı vardır; öyleyse o yüce Yaradanın vâr olmaması mümkün değildir. Bu, fıtratın inkârı demek olur. Başka hiçbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah'ın varlığını anlamamız için kâfi bir ışıktır.
Aslında, Allah'ı inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği zaman yine Allah'a yönelmek, O'ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine dönerler.
Bunun misallerini pek çok görmüş ve duymuşuzdur. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm şu şekilde işâret buyurmaktadır:
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman, yan üstü yatarak, yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır. Fakat ondan (ilticâsına sebeb olan o) zararı kaldırdığımız zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş gibi hareket eder. (Eski sapıklığına devam eder.)" (Yûnus, 12).
"Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Allah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar." (el-Ankebût, 65).
Allah'ın Zâtını Görmemiz ve Mahiyetini İdrâk Etmemiz Mümkün müdür?
İnsanın Allah Teâlâ'nın zâtını bu dünyada görebilmesi mümkün olmadığı gibi, gerçek mâhiyetini kavrayabilmesi de imkânsızdır.
Çünkü, insan aklı ve duyguları mahduttur. Allah'ın mâhiyetini kavramaya müsâid değildir. Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlığını ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini ve diğer sıfat ve isimlerini bilmeye güç yetirebilir.
Bunun içindir ki Allah Teâlâ, bizi zâtını ve mâhiyetini düşünmekten men'etmiş, yalnızca kendisinin varlığını ve birliğini bilmemizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı emretmiştir.
Bir hadîs-i şerîfte meâlen şöyle buyurulur:
"Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını düşünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerdir.
Fakat Allah'ın zâtını, mâhiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?' diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne kadar çalışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz. Şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez."
Aslında biraz düşünecek olursak, Allah'ın zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını aklen bile anlayabiliriz. Yumurta içindeki bir civcivden yumurtanın dışındaki âlemi idrâk etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu muhteşem kâinatı ve kâinat içindeki Allah'ın yarattığı âlemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta içindeki civcivden farksızdır. Bu bakımdan, aklın son derece sınırlı idrâk kapasitesiyle kâinat Hâlikının zâtını ve mâhiyetini kavrayabilmesi muhâl içinde muhâldir.
Mehmed Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir:
"Bir insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş doğmadan dünya yüzüne çıkarıldığını farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten geldiği söylense o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya çalışacaktır.
Şimdi bu adamın, hayâlinde nasıl canlandırırsa canlandırsın, güneşi kat'iyyen anlıyamıyacağı ve her defasında güneş yerine başka şeyler tahayyül edeceği âşikârdır. Çünkü, güneşi etrafında gördüğü şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmiyecektir.
Güneşe inanmak o adam için îmanın bir rüknü olsa, o, güneşi her nasıl tasavvur ederse etsin her hâlükârda şirke düşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir güneşten geldiğini ve fakat o güneşin mahiyetini bilemeyeceğini idrâk etmektir. Zaten ondan istenen îman da bundan ibarettir.
Temsildeki adamın güneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hâlinde bu binanın yıkılacağını ve o sultanın göz penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler âlemini temaşa ettiğini, dil terazisiyle de bütün tadları tarttığını... bildiğimiz hâlde, ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. Onun mâhiyeti hakkında her ne söylesek, hilâf-ı hakikat olacağı gibi, ruhun zâtını her ne tarzda tahayyül veya tasavvur etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş olacağız.
İşte, görmediği bir güneşin zâtını anlamaktan âciz ve kendi ruhunun mâhiyetini bilmekten eli kısa olan insanın, zaman ve mekândan münezzeh, umum âlemlerin Hâlik-ı Zülcelâlini ve Mâlik-i Zülkemâlini (hâşâ) zâtiyle anlamaya çalışması, ne derece büyük bir dalâlet dîvâneliğidir ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir düşünce sapıklığıdır, kıyâs ediniz." (Hikmet Pırıltıları)



http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=article&aid=9949#_Toc201998235
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Meleklere iman

Melekler Nasıl Varlıklardır ve Neden Göremiyoruz?
Melekler Allah'ın nurdan yarattığı, gözümüzle göremediğimiz ruhanî varlıklardır.

Melekler, sırf hayır işlemek ve Allah'a ibâdette bulunmak için yaratılmışlardır. Kötülük yapmaya kabiliyetleri yoktur. Çünkü Allah onlara, şehvet ve gazap gibi kötülüğe itici duygular vermemiştir.

Meleklerin bizim gibi yemeleri içmeleri, yatıp uyumaları, evlenip çoğalmaları da yoktur. Onlar için erkeklik - dişilik söz konusu değildir. Gökte, yerde, her tarafta bulunurlar; kısa zamanda en uzak mesafeleri aşıp gitmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye güçleri yeter. Allah, onlara bu kuvveti vermiştir.

Melekler, gece gündüz Allah'a ibâdetle, zikir, tesbih ve takdîs ile meşgul olurlar. Bu, onların gıdası hükmündedir. Allah'a asla isyan etmez, onun emirlerinden zerre kadar dışarı çıkmazlar. Mâsum ve itâatlidirler.
Melekleri Neden Göremiyoruz?

Melekler nurdan yaratılmış lâtif cevherler, ruhanî varlıklar olduklarıiçin, aslî hüviyetleri ve gerçek mâhiyetleri ile insan gözüne gözükmezler. Görme kabiliyetimiz, melekleri görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak Peygamberlerine, melekleri görme kabiliyetini verdiğinden, onlar melekleri hakikî şekilleri ile görebilmişlerdir.

Melekleri hakikî mâhiyetleri ile göremememiz ve 5 duyumuzla hissedemeyişimiz, onların yok oldukları iddiasını gerektirmez. Duyu organlarımızın maddî âlemde kendi dahi hissedemedikleri pek çok şey vardır. Kulağımız çok tiz ve çok pes sesleri işitmez. Bugün varlığı âletlerle tesbit edilen ışık dalgalarının hepsini, hele röntgen ve ültraviyole ışınlarını gözle görebilseydik, dünyayı şimdikinden çok başka şekilde tanıyacaktık. Biz daha kendi âlemimizdeki tezahürlerin hakikatına vâkıf değilken, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı nâmütenâhî âlemlerdeki nâmütenâhî hâdiselerin varlığını nasıl inkâr edebiliriz?

Demek ki bir şey'i gözle görememek, o şey'in yok olduğuna delil olmaz. Gözle göremediğimiz pek çok şey var ki, o şey'in vücudunu aklımızla, ilim ve tecrübe ile, deneylerle kabûl ediyoruz. İşte, melekler de gözle göremediğimiz halde, varlığını kabûl ettiğimiz nesnelerdendir.
Meleklerin Var Olduğuna Neye İstinaden İnanıyoruz?

Meleklerin varlığını, başta İslâm, bütün semavî dinler haber vermiş, Peygamberler onları hakikî hüviyetleriyle görüp kendilerinden vahiy almışlardır. Kur'an ve diğer mukaddes kitablar da meleklerin varlığından bahsetmişlerdir. Bütün bunlar, meleklerin varlığına, gözle görmek gibi kesin bir delil teşkil ederler.

Bütün Hak dinlerin ve Peygamberlerin varlığında ittifak ettiği; Peygamberimizin ve Kur'an'ın varlığını haber verdiği meleklere "gözümle göremiyorum" diye inanmamak, büyük bir cehalet ve inkârdır. Allah'a inanan bir kimse için, Meleklere inanmamak söz konusu olamaz.
Meleklere İmanın, İman Esasları İçindeki Yeri Nedir?

Meleklere îman, îman esasları içinde mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler, Allah'tan aldıkları İlâhî vahyi peygamberlere ulaştıran birer elçi durumundadırlar. Bu bakımdan vahye ve peygamberlere inanmak, önce onlara vahyi ve peygamberliği getiren meleklerin varlığına inanmayı gerektirmektedir. Meleklere inanmamak, peygamberlere de inanmamayı netice verecektir. Meleklere îmanın Allah'a îmandan hemen sonra zikredilmesinin sebebi de budur.
Melekler Kaç Gruba Ayrılır, Vazifeleri Nelerdir?

Melekler başlıca 3 grupta toplanabilir:

1. İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri,

2. Müdebbirât melekleri,

3. İnsanla alâkalı melekler...
İlliyyûn - Mukarrebûn Melekleri

Bunlar her an Cenâb-ı Hakk'ı zikirle, O'nu noksan sıfatlardan tenzihle ve her türlü kemâl vasıflarıyla takdîsle meşguldürler. Allah'ın mârifeti ve muhabbeti içinde kendilerinden geçmiş haldedirler.
Müdebbirât Melekleri

Bunlar kâinatı idare eden, düzenini, nizam ve intizamını te'min eden İlâhî Kanunları tatbik ile vazifeli meleklerdir. âlemde, Allah'ın irâde ve kudretinin tecellilerine nezaretçi ve seyirci durumundadırlar.
İnsanla İlgili Melekler

Bu meleklerin başında Cebrâil (as) gelir. Vazifesi, İlâhî vahyi peygamberlere ulaştırmaktır. Bu sebeble, ona Vahiy meleği de denir.

İnsanla alâkalı meleklerin diğer bir görevi de, Allah'ın Peygamberlerine ve salih kullarına kuvvet vermek, sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarında onları teselli etmek, mâneviyatlarını yükseltmek, gerekirse fiilen yardım yapmaktır. Asr-ı Saâdette cereyan eden Bedir, Uhud ve Huneyn harblerinde meleklerin mü'minlere fiilen yardım ettiklerini Kur'an bize haber vermektedir.

İnsanla alâkalı meleklerin bir başka görevi de, insanlara iyi ve hayırlı şeyleri telkin etmek, böylece onların doğru yola girmelerini, ruhen yükselmelerini sağlamaktır.

Bu kısma giren meleklerden bâzılarının özel vazifeleri vardır:

* Hafaza Melekleri:

Her insanda hafaza adlı iki melek vardır. Bunlar insanların iyi-kötü her türlü hareketlerini, söz ve davranışlarını yazarlar. Kur'an'da bu meleklere Kirâmen Kâtibîn ismi verilir.
Münker - Nekir Melekleri

Öldükten sonra insanı kabirde sorguya çeken, "Rabbin kim, dînin ne, peygamberin kim?" gibi sualleri soran meleklerdir.

* Azrâil (as):

İnsanların ruhlarını kabzetmek, bedenlerden çekip almak ile vazifelidir. Melekü'l-Mevt, yani, ölüm meleği adı da verilir.

* Mîkâil (as):

Rızıkları sahiplerine ulaştırmak ve yağmur, rüzgâr gibi tabiat hâdiselerini Allah'ın irâdesine göre düzenlemekle meşgul melektir.

* İsrâfil (as):

Sûr adı verilen boruyu öttürüp kıyâmetin kopuş zamanını ilân ile vazifeli melektir. İsrâfil (as) kıyâmetin kopup kâinatın yıkılmasından ve bütün canlıların ölümünden sonra, Sûr'a ikinci bir defa daha üfleyecek, bu üfleyişle insanlar dirilerek kabirlerinden kalkacak, Mahşer meydanında toplanacaklardır.
En Büyük Melekler Hangileridir?

En büyük melekler 4 tanedir. Bunlar da Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil Aleyhimüsselâm'dır. Bunların vazifelerinin ne olduğunu yukarıda zikrettik.
Meleklere İmanın İnsan Hayatına Verdiği Faydalar Nelerdir?

Meleklere îmanın insan psikolojisi üzerinde müsbet te'sirleri vardır.

Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Her insan, kıymetli bir sözünün veya işinin veya bir kabiliyetinin unutulup gitmesini önlemek, takdir edilmesini sağlamak için, şiir yazarak, kitab hazırlayarak, yahut başka san'at dallarına kendini vererek o söz, fiil ve kabiliyetini ebedîleştirmeye çalışır. Bu duygu, insanda fıtrî olarak vardır.

Bu fıtratta bulunan bir insanın, yaptığı bütün iş ve fiillerini, bütün söz ve meyillerini "Kirâmen Kâtibîn" adlı meleklerin yazdığını, ebedî âlemde kendine ve başkalarına göstermek üzere kaydettiğini îmanla bilmesi; ona ne derece sevinç ve huzur vereceği, ruhunu genişletip kalbini ferahlatacağı açık bir hakikattır.

2. İnsanın en kıymetli varlığı ruhudur. Ölüm esnasında bu kıymetli varlığın mahvolup yok olması, hiçliğe gitmesi, hiç şüphesiz insan için azabların en büyüğü, acıların en dehşetlisidir.

İşte insan, bu büyük acıdan ve dehşetli endişeden meleklere îman şuûru ile kurtulabilir. Çünkü îman, ona, vefatı esnasında en kıymetli varlığı olan ruhunun Azrâil (as) gibi vazifeli bir memurun eline emanet edildiğini, asla kaybolup yok olmadığını bildirir.

3. Herkesin istisnasız gireceği kabir ve mezardaki yalnızlık, karanlık, darlık, soğukluk, hapislik vahşetinden ve ümidsizliğinden insanı Münker - Nekir meleklerinin arkadaşlığı kurtarır. Onlarla sohbet eder. Kalb ve kabir, bu sayede genişler, ısınır, nurlanır, ruhlar âlemine pencereler açılır.

4. İnsan, zaman zaman gurbetlere düşer, sevdiklerinden, tanıdıklarından ayrı, kimsesiz, yapayalnız kalır. Bu gurbet, maddî olabileceği gibi mânevî de olabilir. Kişinin inanç ve fikirlerini kendinden başka paylaşacağı hiç kimse bulamaması, herkesin kendisine zıd ve düşman olduğu bir muhitte yaşaması mânevî bir gurbet hâlidir. Bu sıkıntı ve yalnızlıklar içinde dünya o kişinin başına yıkılacak gibi olur.

Bu durumda da yine meleklere îman şuûru imdada yetişir. Kâinatı ve o şahsın karanlık dünyasını aydınlatır, şenlendirir, melekler ve ruhanîlerle doldurur. âlemini sevinçlerle güldürür. Onu yalnızlık ve vahşetten, kimsesizlik ve dehşetten, cemiyette kimse tarafından dinlenilmemek ıstırabından kurtarır.

"Cemiyette kimse senin müsbet fikir ve inançlarını dinlemez ve kabul etmezse sen sakın üzülme! Melekler dinler, ruhanîler kulak verir. Sana yine sevab meyvelerini kazandırır" der, teselli eder.
Cin ve Şeytanlar

Cin ve şeytanlar, saf ateşten, yani, dumansız ateş alevinden yaratılmış ruhanî varlıklardır.

Cinler de melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup çeşitli suret ve şekle girmeye ve zor işler başarmaya muktedir, fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden ayrı yaratıklardır.

Cinler arasında da insanlar gibi evlenme vardır. Onlar da Allah'a îman ve ibâdetle mükelleftirler. Bâzıları isyankâr olup kâfir, bâzıları da itâatli mü'mindirler. Ancak şeytanların hepsi isyankâr ve kâfirdirler. Sırf şer işleyen, insanları yoldan çıkarmakla meşgul olan varlıklardır. Şeytanların mü'mini ve itâatlisi yoktur.

Cinler, Allah'ın izni ve hükmü olmadan hiç kimseye ne iyilik, ne de kötülük yapabilirler. Cinler gaybı bilmez, Allah'ın Peygamberlerine bildirdiği İlâhî vahye muttali olamazlar.

Cinler insandan evvel yeryüzünün idare ve tedbirini görmekle vazifelendirilmişlerdir, ancak yeryüzünde çok kötülük yaptıkları, fesad çıkardıkları için, sonunda bu görevden azledilmişlerdir. Yerlerine, insanoğlu tayin edilmiş, yeryüzünün sâhipliği makamına getirilmiştir.

Peygamberimiz, insanlara olduğu gibi cinlere de elçi olarak gönderilmiş, tebliğ vazifesini cinler arasında da yerine getirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Cin sûresinde bu husus, açık bir şekilde beyan buyurulmuştur.

Meleklerin ve Şeytanların İnsan Davranışlarına Te'sirleri Var Mıdır?

İnsan, yaratılış bakımından, madde ve ruhtan teşekkül eder. Maddî cephesini, fizikî görünüşü olan bedeni ve onun tabiî ihtiyaçları; mânevî cephesini de, mâhiyeti bilinmeyen ruhu ve aklı teşkil eder. Bu yaratılışının neticesi olarak, yüce Allah, insana iki türlü duygu vermiştir.

Birincisi, insanın ruh ve mânâ cephesi ile ilgili olan yüce duygulardır ki, bunlar insanı ruhanî ve ulvî hayata sevkeder.

İkincisi ise, insanın maddî ve fizikî yönü ile alâkalı olan bir takım süflî duygulardır. İnsan bu duygularına kayıtsız şartsız tâbi olursa, ruh cebhesi zayıflar, âdeta maddeleşerek âdileşir.

İnsandaki bu iki çeşit duyguya mukabil, kâinatta da iki çeşit varlık yaratılmıştır: Melekler ve şeytanlar. Melekler insandaki ulvî duyguları harekete geçirir, ona iyiliği telkin ederler. Şeytanlar ise, insandaki süflî duyguları körükleyerek onu dâima kötülük işlemeye sevk ederler.

Hadîs-i şerîfte bu husus şu şekilde belirtilir:

"İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki, hayrı söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki, bu, Allah'tandır. Ve Allah Teâlâ'ya hamdetsin.

Diğer telkin ise, Şeytandan gelir; şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı hayırdan men'eder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal Şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın."

Şu halde, mânen yükselmek, ruhen inkişaf etmek isteyen herkes, Şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak ve onunla mücadele etmek zorundadır.
Melekler kişinin iyilik ve kötülüğünü nasıl yazarlar?

Hz. Süfyan bin Uyeyne'ye: "Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa, o kimse o ameli işlemediği halde, Kirâmen Kâtibîn melekleri nasıl yazarlar?" diye sordular. Cevaben buyurdu ki:

"İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan melekler gaybı bilmezler. Lâkin güzel ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince, kişiden misk gibi güzel kokular yayılır. Melekler bu kokuyu aldıkları zaman o kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Kötülük yapmağa niyet ettiğinde de, kişiden rahatsız edici bir koku yayılır. Bu kötü kokudan melekler o kimsenin kötülük yapmaya niyet ettiğini anlarlar. Güzel amel işlemeğe niyet edince, kul yapmasa da melekler o niyeti yazarlar. Kötülüğe niyet edince ise, o kötülüğü yapmadıkça yazmazlar.

Bu, Allah Teâlâ'nın kuluna fazl ve ihsanındandır."

Mehmet Dikmen

 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Kitablara İman Deyince Neyi Anlıyoruz?

Allah Teâlâ insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitab indirmiştir. Bu kitablarda Allah, insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; onlara iyiyi, güzeli öğretmiş, doğru yolu göstermiştir.

İşte bu kitablara, Allah'ın kitabları mânasına İlâhî Kitablar denir. Ayrıca semâvî kitablar, mukaddes kitablar adı da verilir.

İslâm dîni Allah'ın indirdiği bütün İlâhî Kitablara inanmayı emreder. Bu îmanın özü şudur:

Her Peygambere vahiy gelmiştir. Bâzı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek müstakil birer kitab halini almıştır. Kendilerine kitab verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini, gönderildikleri insanlara anlatmışlardır.

Kur'an, en son İlâhî Kitabdır. Son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir. Kur'an'da çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu peygamberlerden bâzılarına kitablar verildiği anlatılmaktadır. Her Müslüman, Kur'an'a inandığı gibi, Kur'an'ın haber verdiği bu İlâhî kitablara da inanmalıdır. Bu îman, İslâm'ın inanç esasları arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş İlâhî kitablar gibi bir İlâhî kitabdır. Geçmişteki İlâhî kitablara inanmak Kur'an'a inanmayı gerektirdiği gibi, Kur'an'a inanmak da geçmişteki İlâhî kitabların varlığını kabûl etmeyi icab ettirir.
İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir?

Kur'an'dan önce indirilmiş olan İlâhî Kitablar ikiye ayrılır:

1. Küçük kitablar, 2. Büyük kitablar.

- Kur'an'dan önce indirilmiş olan küçük kitablara, sahifeler mânasına "Suhuf" denir. Bunlar, kitab denemeyecek hacimde birkaç formalık kitabcık veya risaleciklerdir. Hepsi 100 sahifedir.

Kendilerine suhuf verilen peygamberler: âdem, Şît, İdris ve İbrahim Peygamberlerdir. Bunlardan âdem Peygambere 10 sahife, Şît Peygambere 50 sahife, İdris Peygambere 30 sahife ve İbrahim Peygambere 10 sahife verilmiştir.

Kur'an'ın dışındaki büyük kitablar üç tanedir. İsimleri: Tevrât, Zebûr ve İncil'dir. Böylece Kur'an'la birlikte 4 büyük kitab olmuş olur.

Bunlardan Tevrat, Mûsâ Peygambere, Zebûr Dâvud Peygambere, İncil de İsâ Peygambere indirilmiştir. Kur'an ise, hepimizin bildiği gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir.
Diğer İlâhi Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır.

Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Mûsâ'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Mûsâ'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabûl edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir.

Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamıyacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dininin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Dâvud'a (as) gelen Zebûr da, Tevrat'ın mâruz kaldığı âkıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsâ (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı.

Son zamanlarında ise, zaten Yahudîlerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsâ'nın havârilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar.

Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsâ'nın havârileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsâ'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinliyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabûl edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsâ'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebûr ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vâkıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

- Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:

"Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya ve İsâ'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız." (el-Bakara, 136)."

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Peygamberlere İman Ne Demektir?
Allah Teâlâ'nın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmek üzere elçi seçtiği büyük insanlara Peygamber denir.
Peygamberlere îman, Allah'ın insanları doğru yola iletmek, emir ve yasaklarını onlara duyurmak için Peygamber denilen elçiler gönderdiğine inanmak, Peygamberlik müessesesinin varlığını kabûl etmek, Kur'an'da Peygamber olduğu zikredilen şahısların Peygamber olduklarını tasdik etmek demektir.
Peygamberler de bizim gibi insan olmakla beraber, onlar Allah'ın seçkin kullarıdır. İnsan çalışıp çabalamakla, istemekle Peygamber olamaz. Peygamberlik, Allah vergisidir.
Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir?
Allah'ın insanlara elçi olarak gönderdiği Peygamberlerini yine insanlar arasından seçmesi, onların insanlara her hususta rehberlik, örneklik, mürşidlik yapabilmeleri içindir.
Peygamberler melekler arasından gönderilseydi, hiç şüphesiz bu netice alınamazdı. İnsana en iyi rehberliği, yine insanın yapabileceği açık bir gerçektir.
Resûl ve Nebî Ne Demektir?
Kendisine müstakil bir din ve kitab verilen peyamberlere Resûl, müstakil bir din ve kitab sâhibi olmayıp kendinden önceki bir peygamberin kitabına uygun hareket etmekle vazifeli peygamberlere de Nebî adı verilir.
İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar?
İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, O'na mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler. âhiret işlerini, âhiretteki mes'ûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.
İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarına cevab vermek üzere, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her hususu insanlara öğretmiştir.
Eğer peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî hükümle mükellef tutulamazlardı. Hattâ bâzı Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın varlığını, birliğini anlamaktan bile mes'ul olmazlardı.
Nitekim âyet-i kerîmede de:
“Resûl göndermediğimiz müddetçe, hiçbir kavme azâb edici değiliz." (el-İsrâ, 15) buyurulmuştur.
İnsanlık hiçbir şey'i bilmez durumda iken her şey'i, her san'atı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir.
Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.
Peygamberlerin Vazifeleri Nelerdir?
Peygamberlerin vazifeleri:
- Allah'ı insanlara tanıtmak,
- Allah aldıkları îmanî hükümleri ve ibâdet şekillerini insanlara öğretmek,
-İnsanlara ahlâkî fazîlet ve güzel huyları aşılamak,
-Ferd ile ferdler, ferd ile cem'iyet arasındaki münasebetleri en medenî ve âdil ölçüler içinde tanzim etmek, aradaki sosyal bağları kuvvetlendirmektir.
Kısacası, maddî ve mânevî her sahada insanlara tam bir rehber olmaktır.
Peygamberler Kaç Tanedir?
İlk peygamber Hz. âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e (asm) gelinceye kadar arada birçok peygamber gelip geçmiştir. Kuvvetli bir rivayete göre bu peygamberlerin sayısı 124 bin, diğer rivayete göre de 224 bin kadardır. Bunlardan sadece 25 tanesinin ismi Kur'an'da geçmektedir.
Kur'an'da Bahsi Geçen Peygamberler Kimlerdir?
Şunlardır:
âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Hârun, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyas, Elyesa', Zekeriyya, Yahyâ, İsâ ve Hz. Muhammed Aleyhimüsselâm...
Bunlardan ayrı Kur'an'da ismi geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn'in (as) peygamber olup olmadıkları ihtilâflıdır.
Kur'an'da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhûr olanlar da şunlardır: Şît, Yûşâ, Cercis, Danyal Aleyhimüsselâm.
İnsanlara Ayrı Ayrı Peygamberler Gelmesinin ve Her Peygamberin Getirdiği Dinde Bâzı Farklılıklar Olmasının Sebebi Nedir?
İslâm inancına göre, bütün peygamberler aynı dâva için çalışmışlar, aynı îman ve ibâdet esaslarını insanlara tebliğ ve telkin etmişlerdir. Bununla beraber peygamberlerin getirdikleri dinler arasında bâzı farklar bulunduğu da bir gerçektir. Bunun da en mühim sebebi, asırların ve cem'iyetlerin ihtiyaçları ve idrâk seviyeleri başka başka olmasıdır. Peygamberler, insanların idrâk seviyelerine göre konuşmuş ve ihtiyaçlarına göre hareket etmişlerdir. Söz ve şekillerde, dînin tatbikatına ait bâzı ayrılıkların bulunması gayet tabiî ve fıtrîdir. Aynı zamanda âlemdeki tekâmül kanununun da bir îcabıdır. Bütün bu ayrılıklar ve farklılıklar, hak dinlerin özde ve gayede bir olmalarına te'sir etmez.
Peygamberler çeşitli aralıklarla ayrı ayrı asırlarda gelmiş olsalar bile, gelen peygamberler, bir önceki peygamberin dâvasını, kaldığı yerden yürütmeye devam etmiştir. İki peygamber arasındaki zaman süresinde, halkta yanlış inançlara sapmalar olmuşsa, yeni gelen peygamber bu yanlışı düzeltmiş, insanları ıslah ve irşâd etmiştir.
Nihayet İslâm Dîninin gelmesi ile, insanların tekâmülüne paralel olarak dinlerin tekâmülü de son mertebeye ulaşmış; Hz. Muhammed (asm) diğer peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara peygamber olarak gönderilmiştir.
Peygamberlerde Bulunan Müşterek Vasıflar Nelerdir?
Bütün peygamberlerde ortak olan vasıflar ve özellikler şunlardır:
1. Sıdk (Doğruluk): Bütün peygamberler Allah'tan alarak verdikleri bütün haberlerinde doğru sözlüdürler. Onlar hakkında kizb (yalancılık) vasfı düşünülemez.
2. Emanet (Emin ve güvenilir olmak): Peygamberler Allah'ın kendilerine verdiği vazifeleri yerine getirme hususunda emin ve güvenilir kimselerdir. Peygamberlerde asla hıyânet hâli görülmez.
3. Tebliğ: Peygamberler Allah'tan kendilerine vahyolunan şeyleri ümmetlerine noksansız, ilâvesiz olarak aynen bildirirler, tebliğ ederler. O haberleri ketmedip gizlemek, tahrif edip değiştirmek söz konusu değildir. Kitman, yani, hakikatı gizleme vasfı peygamberlerde yoktur.
4. Fetanet: Peygamberler üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfızaya ve yüksek bir mantık ve ikna kabiliyetine sâhiptirler.
Peygamberlerin delilik, gafillik, cahillik gibi sıfatlarla uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur.
5. İsmet (Ma'sûmiyet, günahsızlık): Peygamberler gizli - açık her türlü günahlardan, kusurlardan, kötü hallerden, peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzaktırlar. Mâsiyet, yani, günah işlemek peygamberler hakkında muhaldir.

Mehmet Dikmen
www.sorularlaislamiyet.com
 

ebay

Öğrenci
Katılım
13 Aralık 2008
Mesajlar
78
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Âhiret (İman) Günü Ne Demektir?
Âhiret gün, bu dünyanın ömrü tükendikten sonra yeniden başlayacak ve sonsuza kadar devam edecek olan zamandır. Bu zamanın başlangıcı, kıyamet dediğimiz dünya hayatının sonudur.
Âhiret Gününde Olacak İşler Nelerdir?
İnsanların yeniden dirilmeleri (haşir), hesap, sual, mîzan, sırat köprüsünden geçiş, cennet ve cehenneme giriş, bunların hepsi âhiret günü olacak, insanın başına gelecek işlerdir.
Ahiret Gününe Îman Ne Demektir?
Kıyâmetin kopmasından sonra başlıyacak zamana âhiret günü dendiğine göre, âhirete îman; her şey gibi dünyanın da ömrünün biteceğine, sonra bir başka şekle gireceğine, insanların tekrar dirilip kabirlerinden kalkacağına, dünyada yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerine, amel defterlerinin ellerine verileceğine, sırat köprüsünden geçileceğine, iyilerin cennete, kötülerin cehenneme gireceğine inanmak demektir.
Âhiret Gününe Îmanın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir?
Âhiret gününe ve bu günde olacak hâdiselere inanmanın, îman esasları içinde hususî ve mühim bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerîm'de îman esasları çok defa "Allah'a ve âhiret gününe îman" olarak özetlenir.
Allah'ın kudret ve irâdesi ile yaratılan insan, bu dünyada az veya çok yaşadıktan sonra ölecek, bedeni çürüyerek toprak olacaktır. Fakat insanın cevherini, hakikî varlığını ve üstün cihetini teşkîl eden ruh, maddî olmadığı için yaşamaya devam edecektir.
İnsanı ilk defa yoktan vâr eden Allah, onun cismini kıyâmet günü tekrar yaratacak, ruhunu ona döndürerek tekrar diriltecek, bu dünyada yaptıklarından hesaba çekip ceza ve mükâfatını verecektir.
Onun için insanın, dünya hayatına inandığı ve oradaki saadetine çalıştığı gibi, âhiret hayatına da inanması ve oradaki mutluluğu için de çalışması gerekir. Aslında bu dünya bir deneme yeri, bir imtihan salonu ve âhiretin ekin mahallidir. Burada ne ekilirse, orada o biçilecektir. Bu sebeble âhiret hayatı, dünya hayatının gayesidir. İnsan dünyası için çalıştığı gibi, ebedî hayat yeri olan âhireti için, oradaki saadet ve mutluluğu için de çalışmalıdır.
Bu ise onun âhirete inanarak Allah'ın emirlerine uyması, yasaklarından kaçması, hayırlı işleri yapması, böylece Rabbinin rızasını kazanması, yani, tam bir İslâmî hayat yaşaması ile mümkündür.
Peygamberimiz bu bakımdan "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın hemen ölecekmiş gibi âhiret için çalışınız" buyurmuştur.
Âhirete îmanın önemini bu şekilde belirttikten sonra, insan hayatı üzerindeki te'sirlerini de şu şekilde özetleyebiliriz:
Yüce Allah'a ve ebediyet ülkesi ahirete îman, insanların ümidlerini yenilemek, acılarını hafifletmek ve karşılaştığı zorlukları yenmekte en büyük yardımcıdır.
Çünkü böyle bir îmana sâhip olan bir kimse, bütün musibetlere sabırla karşılık verir, başına gelen felâketler karşısında ümidsizliğe düşmeden, o engelleri aşmaya şevkle ve ümidle çalışır.
Âhirete îman, insanı iki güzel vasfa sâhip kılar:
1. Bollukta, verdiği nimetler için Allah'a şükretmek,
2. Darlıkta ise, hâline sabretmek ve Rabbine isyân etmemek...
Allah'a ve âhirete îman, insanı daima iyilik ve hayır işlemeye, şerden ve kötülüklerden kaçınmaya, ahlâk ve fazilet ile zinetlenmeye, Allah'tan korkarak her işinde O'nun koyduğu İlâhî ölçülere uymaya da sevkeder.
Böyle bir îman sâhibi, hiçbir işinde doğruluktan ayrılmaz. Her şey'i zamanında ve eksiksiz yapar. Nefsine, ailesine, çevresine, vatan ve milletine, hattâ insanlığa karşı dürüst hareket eder. Onlara samimî olarak sevgi ve şefkat göstermeyi, faydalı olmayı, hizmet edebilmeyi kendine hayat düsturu bilir.
Hak ve adaletten de ayrılmaz, kimseye zulmetmez. Zengin olmak istese, kötü yollara sapmaz, hile yapmaz, kimseyi aldatmaz. Malını daima hayırlı ve faydalı işlere sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının da hukukunu gözetir. Fakir ve düşkünlere yardım elini uzatmaktan zevk duyar. Kendisi için sevdiğini mü'min kardeşi için de sever. Çünkü o, ceza ve mükâfat günü olan âhirete kesin olarak inanmakta, bu dünyada yapılan işlerin orada hesabının verileceğini bilmekte, her hareketini bu esasa göre ayarlamaktadır. Bu esas, ferd ve cem'iyetin hayatını düzenleyen, sulh ve huzuru te'min eden çok önemli bir faktördür.
Kıyâmet Nedir?
Her şey'in bir ölümü olduğu gibi, dünyanın da bir ölümü vardır. Er veya geç, bir gün mutlaka bu dünyanın, yer ve göklerin düzeni bozulacak, yerde ve gökte olanlar hep ölecektir. İşte buna Kıyâmet denir.
Allah'ın emri ile İsrâfil (as) Sûr'a üfleyince yer ve gök yerinden oynayacak, herşey altüst olacaktır. Kıyâmetin zelzelesi öyle dehşet ve korku verici olacaktır ki, o gün herkes kendinden geçecek, sersemleyecek, yer yerinden oynayacaktır. Dağlar pamuk gibi atılacak, göktekiler darmadağın olacak, dünyayı ışığı ile aydınlatan güneş kararıp dökülecek, denizler kaynayıp birbirine karışacak, yerlerin altındakiler hep açığa çıkacak, kısacası, yerlerin ve göklerin düzeni tamamıyla bozulup herşey harâb olacaktır.
Kıyâmetin kopacağı, bütün dinlerin ve semavî kitabların beyanları ile sâbit olduğu gibi, aklen ve ilmen dahi sâbittir. Bugün dünyanın ve kâinatın yıkılıp harâb olması hususunda pek çok ilmî teoriler ortaya konulmuş, kesin hesaplarla er veya geç bir gün kâinatın sonu geleceği ve kıyâmetin kopacağı ispatlanmıştır. Bunlardan bir tanesine temas edelim:
Fizikçiler ve astronomlar, kâinatın entropisinin devamlı arttığını bildiriyorlar. Hareket olan yerde, çevrenin entropisi artar. Bu artış bir maksimumdan geçer ve nihayet artış miktarı sıfır olur. İşte o anda, bütün hareket durur. Bu ise kâinatın sonu demektir.
Öldükten Sonra Dirilme Ne Demektir?
Kıyâmet koptuktan sonra her şey yok olacak, hiçbir canlı kalmayacak, yalnız Allah bâki kalacaktır. Bu yokluk bir müddet devam ettikten sonra, Allah, İsrâfil'e Sûr'a ikinci defa üflemesini emredecek; Sûr'a üfürülmesini müteâkip de insanların cisim ve bedenlerini yeniden yaratıp ruhları o bedenlere geri gönderecek, böylece ölüleri ihya edip diriltmiş olacaktır.
Bütün semavî dinler, bu inanç esasında müttefiktirler.
Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Kendi yaratılışını unutup, 'bu çürümüş kemikleri kim diriltecek', diyerek bize misal getirene de ki: 'Onu birinci defa kim yoktan vâr etti ise, işte yine O diriltecektir." (Yâ-sîn, 78-79).
Bu âyet, dirilmenin mümkün, hattâ ilk yaratılışa göre daha kolay olduğunu anlatmaktadır.
Şu âyetler de aynı mânâyı te'yid etmektedir:
"Biz ilk yaratışta acz mi gösterdik ki, ikinci yaratışta acze düşelim? Hayır, onlar yeni yaratılıştan şübhe içindedirler."
"Bir de şöyle dediler: 'Biz, kemik ve toz yığını olduğumuz vakit mi, gerçekten biz mi, yeni bir yaratılışla diriltileceğiz.' (Ey Resûlüm onlara) söyle; 'İster taş, ister demir olsun, yahut gönlünüzde büyüyen (dağlar ve gökler gibi kuvvetli) herhangi bir yaratık olsun, muhakkak öldürülecek ve dirileceksiniz'. Onlar şöyle diyeceklerdir: 'O halde, öldükten sonra bizi kim diriltip geri çevirecek?' Sen de ki: 'Sizi ilk defa yaratmış olan kudret sâhibi Allah diriltecek...'" (el-İsrâ, 49-51).
"Onlar: 'Allah ölen kimseyi diriltemez' diye en kuvvetli yeminlerle Allah'a yemîn ettiler. Hayır, bu ölüleri diriltmek Allah üzerine gerçekleşen bir vaaddir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (en-Nahl, 38)
"Yağmur rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen O Allah'tır. Nihayet bu rüzgârlar buhar ile yüklü, ağır ağır bulutları yüklendiği zaman, bakarsın ki biz, onları ölmüş (kurumuş) memleketere sevketmişizdir. Böylece o bulutla, o yere su indiririz de o su ile her çeşit meyveleri çıkarırız. İşte bu ölü araziden bitkileri (nebatatı) çıkardığımız gibi, ölüleri de böyle çıkaracağız (dirilteceğiz). Gerektir ki, düşünür ve ibret alırsınız" (el-A'râf, 57).
Kur'an'da haşirden bahseden âyetler, hep şu husus üzerinde dururlar: "Yoktan vâr etmeye, koskoca kâinatı yaratmaya ve kuruyan ölü toprağı canlandırıp yeşertmeye kadir olan Hak Teâlâ, hiç şübhesiz ölerek toprak olan insan bedenini de yeniden diriltmeye, ruhunu bedenine iade etmeye kadirdir."
Görüldüğü gibi, Kur'an'da haşirden bahseden âyetlerde esas maksad, haşrin nasıl olacağını izah etmek değil, haşrin mümkün olacağını isbattır. âyetlerde haşrin nasıl olacağının sarih olarak zikredilmemesi, Kelâm ve İlâhiyat âlimleri arasında fikir ayrılıklarına yol açmıştır. Münâkaşa, bilhassa haşrin sadece ruhen mi olacağı, yoksa cismanî yani ruh ve beden birlikte mi gerçekleşeceği hususu üzerinde toplanmaktadır.
Ehl-i Sünnet îtikadı, haşrin cismanî olacağı üzerindedir. Haşrin cismânî oluş hikmeti şu şekilde îzah edilmiştir:
"Cisim dediğimiz madde, kendi âleminde yeknesak (monoton) bir durumda değildir. Biz, uzayda yer kaplayan ve ağırlığı olan her şey'e madde diyoruz, ama havaya göre su, suya göre de toprak daha sert ve daha katı bir cisimdir. Seyyareler arasını ve bütün uzayı dolduran, eskilerin havadan daha lâtif bir cisim olduğuna inandıkları ve esir dedikleri şey, eğer bir madde ise (çünkü esirin bir takım enerji dalgaları olduğu söyleniyor) hava buna göre çok katı bir cisim sayılır. Bütün madde cinsleri arasında çeşitli madenlerden meydana gelmiş olan toprak, Allah'ın Kudret, Hâlikıyet ve Rubûbiyet sırrına hepsinden fazla mazhar olmuştur. Bitkilerin hayatına menşe' olan toprak, Allah'ın en üstün mahlûku olan insan hayatına da sahne olmuştur. Böylece toprak, kendinden daha lâtif olan sâir madde cinslerinden daha çok İlâhî lütfa ermiştir. Yani, maddenin en katısı, en üstün durumdadır.
İnsanın mânevî hayata yükselmesine yardım eden duyu organları da maddî unsurlardır. Gözünü kaybeden, şekil ve renklerin güzelliğinden, kulağı işitmeyen de ses ve nağmelerdeki âhengin zevkinden mahrum kalacaktır. Güzel kokudan alınan tad, güzel sesten alınan tada göre daha maddî, yemek ve içmekten alınan lezzet de şekil ve renklerden aldığımız hazza göre daha maddî sayılır. Duyu organlarının sağlam ve sıhhatli olması, düşünceye güzel ve işe yarar malzeme hazırlar. Hasta duyular yanlış idrâklere, yanlış idrâkler de hatâlı düşüncelere yol açarlar.
Sağlam ve sıhhatli bir düşünce, mânevî hayatın temel unsurlarından biridir. Görüldüğü gibi insanın mânevî hayata yükselebilmesi, maddî duyulardaki kuvvet ve hassasiyete bağlı kalmaktadır. İnsanın maddî duyulardan ve kuvvetlerden tecrîd edilmesi, onun mânevî hayatta sür'atle yükselmesini te'min edecek yerde, mânevî hayata geçişi tamamen imkânsız kılmaktadır. İnsan vücudu, ruhu Allah'a götürecek bir enerji deposudur ve maddîdir.
Bu sebeble de, maddenin ruha zıd ve düşman bir şey olmayıp, ona zemin hazırlayıp destekleyen ve tamamlayan bir vasat olduğunu söyleyebiliriz. Ahiret hayatının cismen de mümkün olduğunu gösteren canlı misaller vardır. Bu dünya hayatı, ruh ile cismin müşterek bir hayatı değil midir?"
(Emin Işık, Kur'an'ın Getirdiği)
İnsan Ölünce Vücudunun Çürüyüp Toprak Olduğunu Biliyoruz. O Hâlde Cismanî Haşir Nasıl Gerçekleşecektir?
Bu hususta Peygamber Efendimiz şu açıklamayı yapmışlardır:
"Bütün âdemoğullarını toprak yiyecektir. Ancak insanın "acbüzzeneb" denilen uzvu bundan müstesnadır. İnsanoğlu ondan yaratılmıştır, yine ondan terkip olunarak vücûda gelecektir."
Hadîsin ifadesine göre, her insanda acbüzzeneb denen çürüyüp kaybolmayan temel bir parçacık vardır. O parçacık, tıpkı çekirdek ve tohum gibidir. Ağaç nasıl çekirdek üzerine inşa ediliyorsa, insan vücudu da acbüzzeneb tohumu üzerine inşa edilecektir. Bu ilk yaratılışta böyle olduğu gibi, diriltilişte de böyle olacaktır. Acbüzzeneb üzerine terekküb eden insan bedenine ruh iade edilecek, böylece o insan, ruh ve cesediyle birlikte diriltilmiş, yeniden yaratılmış olacaktır.
Bu hususu, Bediüzzaman şu şekilde ifade etmiştir:
"Nebâtâtın tohumları gibi acbü'z-zeneb denilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî, neşv ü nemâ ile teşekkül eder." (İşârâtü'l-İ'câz).
Mahşer Nedir?
Mahşer, dirilen insanların kabirlerinden kalkıp toplanacakları yerdir. İnsanlar bu meydanda sual ve cevaba çekilecek, amel defterleri kendilerine verilecek, amelleri mizana vurulup tartıldıktan sonra Sırat denilen ince bir köprüden geçilecek, neticede ya Cennete veya Cehenneme girilecektir.
Hesab Nedir?
İnsanların dirildikten sonra, dünyada yaptıklarının hesabını Allah'a vermeleri, bu hususta sorgu ve suale çekilmeleri demektir.
Her insan iyi olsun, kötü olsun dünyada yaptığı her şey'i ikrar ve itiraf edecektir. El, ayak, göz, kulak gibi bütün organlar "ben şunu yaptım, ben bunu yaptım" diyecek; yapılan her iş ortaya dökülecektir. İşte o zaman herkes kendi derdine düşecek, kimsede kimseyi düşünecek hâl kalmayacaktır.
Defter-i A'mâl Nedir?
Her insanın dünyada yaptığı iyi veya kötü işlerin yazıldığı defterdir. İnsanda Kirâmen Kâtibîn adı verilen iki melek bu işle görevlidir. Mahşer günü hesaba çekilirken meleklerin yazdıkları bu defterler, insanın eline verilecektir. "Al, kitâbını oku" denecektir. Eğer defterde kötü ameller çoksa, defter, sâhibinin sol eline; eğer iyi ameller çoksa, sağ eline verilecektir. Defteri kendisine soldan verilen büyük bir feryâd ve figan koparıp dehşetli bir pişmanlık içine düşerken, sağ eline alanlar da, büyük bir sevinç ve mutluluk duyacaktır.
Mîzan Nedir?
Mahşerde herkesin amellerini tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür. Bununla amellerin iyilik ve kötülük miktarı ölçülür.
Cenâb-ı Hak Mizan'da amelleri tarttığı zaman iyiliklerin kötülüklere, sevabların günahlara galibiyeti veya mağlûbiyetine göre hüküm verecektir. Hem kötülük ve günahların sebebleri çok, yapılmaları kolay olduğu için, bâzan kulunun razı olduğu iyi bir amelinden dolayı, çok kötülük ve günahlarını afvedecektir... Bu hususta Peygamberimizden pek çok hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunlardan biri de şudur:
"Birisi Mekke yolunda giderken ansızın susuzluğu artar. Hemen yol üstünde rastladığı bir kuyuya iner, suyundan kana kana içerek tekrar yukarı çıkar. Kuyu başında bir köpek ile karşılaşır. Hayvan susuzluktan dilini çıkarıp solumakta, toprağın rutubetli kısımlarını yalamaktadır. Bu yolcu kendi kendine, 'Bana erişen susuzluk gibi, bu hayvana da susuzluk ârız olmuş; su bulamazsa ölecek zavallı,' diye düşünür ve hayvana acır. Kuyuya tekrar iner, ayakkabısının içine su doldurur. İçi su dolu ayakkabıyı ağzıyla tutarak kuyudan dışarı çıkarır. Suyu böylece köpeğe içirir.
İşte onun bu iyi hareketinden dolayı, Allah o kulundan razı olmuş, onu meleklerine karşı medhetmiş ve bütün günahlarını bağışlayarak Cennetine koymuştur..."
Bâzı rivâyetlerde, köpeğe su veren kimsenin, "fâhişe" bir kadın olduğu da kayıtlıdır.
Mü'minler, birbirleriyle olan münasebet ve muamelelerinde, Allah'ın Mizan-ı Ekber'deki bu adalet düsturuna uygun hareket etmelidir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten fazla gelse, o adamın sevgi ve hürmete lâyık olduğu unutulmamalıdır.
Sırat Nedir?
Cehennem üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor bulunan bir köprüdür. Bu köprüden, herkes işlediği iyi amellerin çokluğuna ve îmanının kuvvet ve nuruna göre geçer.
Kâfirler ve kötü amel sahibi mü'minler, bu köprüyü geçemeyip Cehennem'in içine düşeceklerdir. Kâfirler orada ebedî olarak kalırken, günahkâr mü'minler ise, cezalarını çekip tekrar Cennet'e gireceklerdir. Peygamberimiz bu hususu şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Sırat köprüsünü geçmek, herkesin îman nuruna bağlıdır. Kimi göz açıp yumuncaya kadar, kimisi şimşek, kimisi bulut, kimisi yıldız akması, kimisi koşu meydanında seğirten at gibi sırat köprüsünü geçerler."
Cennet Nedir?
Hâtır ve hayâle gelmeyen maddî ve mânevî nimetlerle dolu olan ve el'an mevcut bulunan, 8 tabakaya ayrılmış ebedî bir mükâfat yeridir. Mü'minler Cennette pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Bu nimetlerin en büyüğü Cenâb-ı Hakk'ı görmek ve cemâlini seyretmek nimeti olacaktır. Bu nimetin cennetteki diğer bütün nimetlerden daha tatlı, kıymetli ve zevkli olduğu rivayetlerde gelmiştir.
Cehennem Nedir?
Bütünüyle kâfirler için yaratılmış, muvakkaten günahkâr mü'minlerin de içine gireceği, 7 tabakaya ayrılmış sonsuz azab yeridir.
"Her dinde mükâfat ve mücâzat fikri vardır. Cennet ve Cehennem hakikatı, bu fikrin müşahhas şekilde ifadesidir. Zira din, insanlar içindir. Mükâfat ve mücâzat ise, insanın hamurunda var olan birer histir. İnsan gönlünden, bu hisleri kazıyıp atmak mümkün değildir. Kudret eli insanı, hazzı sever ve elemden kaçar tıynette yaratmıştır. Mükâfat insandaki hazzı arama meylinin, mücâzat da elemden kaçma yaratılışının cevabıdır.
Kaldı ki dindarların yüksek tabakaları, dinî vazifelerini yerine getirirken asla mükâfat ve mücâzat kaygısı içinde değildirler. Yüksek seviyeli bir dindar için, iyilik ve adalet, Allah'ın emridir. Bunu yerine getirmek ise, sırf kulun Hâlikına kulluk vazifesidir. Zulüm ve kötülük de, Allah'ın yasak ettiği hareketlerdir. Bunlardan kaçınmak da yine kulluk vazifesidir. Yüksek seviyeli dindar; zâhid ve müttekîdir, ibâdetlerini sırf livechillâh yapar. Kıldığı namazın, tuttuğu orucun, verdiği sadakanın mükâfatını beklemez ve bunu aklına bile getirmez.
Fakat bu zühd ve takvâ derecesi herkesten beklenemez. Dindarların kalabalık kitlesini teşkil eden halk tabakaları için, mükâfat ve mücâzat fikri zarurîdir. Çünkü bu fikir, yaratılışta mevcut derin bir his hâlinde insanın hamurunda vardır. İnsan, tıynet ve tabiatı itibariyle mükâfata meyleder ve mücâzattan kaçar. Dindeki Cennet ve Cehennem akîdesi insanoğlunun bu fıtrî yapısına cevab verir." (Ali Fuad Başgil)
"Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur. Evet, Cenâb-ı Hak, gayr-ı mütenâhî hikmetler için bu âlemi imtihana sahne yaptı; yine sonsuz hikmetler için tegayyürata, tehavvülâta, inkılâblara mahal olmasını irâde etti; ve yine, hayır ile şerri, nef' ile zararı, hüsün ile kubhu, hulâsa, iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kâinatın şu mezrâsına serpti.
Evet, madem ki bu âlem, nev'-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsâbaka yeridir; iyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemiyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar:
"Ey mücrimler! (günahkârlar) Bir tarafa çekiliniz." (Yâ-sîn, 59) diye olan tüy ürpertici, sâikavâri, şiddetli emr-i İlâhîye mâruz kalacakları gibi; iyi insanlar da Daim kalmak üzere Cennete giriniz" (Zümer, 73) diye olan Cenâb-ı Hakkın mün'imâne, şefîkane, lütufkârane emirlerine mazhar olacaklardır.
İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak. Kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef'i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin techizatları ikmâl edilecektir."
(Bediüzzaman, İşârâtü'l-İ'câz, 159 - 160).
Havz-ı Kevser Nedir?
Mahşer günü Allah Teâlâ'nın Peygamberimize ihsan buyurduğu gayet büyük bir havuzdur. Suyu pek tatlı, berrak, ferahlatıcıdır. Sâlih mü'minler bu sudan içecek, mahşerin dehşetinden meydana gelen hararetlerini bununla gidereceklerdir.
Şefâat Nedir?
Ahiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin afvedilmesi ve itâatli mü'minlerin de daha yüksek mertebelere ermeleri için, Peygamberimizin ve diğer büyük zâtların Allah Teâlâ'dan niyâz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Peygamberimiz (asm), sair peygamberlere verilmemiş büyük bir şefâatin sâhibidir. Bu büyük şefâatini, Mahşer günü insanlara ait muhakeme ve muhasebenin bir an evvel yapılıp insanların mahşerin dehşetinden bir an önce kurtulmalarını te'min yolunda kullanacaktır.
Onun bu şefâatine "Şefâat-i uzma" denir. Ve Peygamberimizin hâiz olduğu bu büyük imtiyaz ve yüksek şefâat makamına ise, "Makam-ı Mahmûd" adı verilir.
Peygamberimizin (asm) bütün insanlığı alâkadar eden bu büyük şefâatinden ayrı, ümmeti hakkında hususî şefâatleri de olacaktır.

http://www.sorularlaislamiyet.com
Mehmet Dikmen
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Kaza ve Kadere Îman Nedir? Şerlerin Yaratılması Nasıl Olur?

Kader, Cenâb-ı Hakk'ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, iyi-kötü her şey'in oluş zamanını, yerini ve her türlü özelliklerini ezelden bilmesi, öylece takdir ve tesbit etmesidir.

Kazâ ise, zamanı gelince ezelî ilmine ve takdîrine uygun olarak eşya ve olayları yaratmasıdır.

Bu tariften anlaşıldığına göre, kader yüce Allah'ın ilim ve irâde sıfatının bir tecellisi, kaza da tekvîn sıfatının eseridir.

Allah bütün kâinatı ve kâinat içinde bulunan canlı - cansız bütün varlıkları bir programa göre yaratmıştır. Allah kainatta meydana gelecek bütün hâdiseleri bildiği gibi,

Kâinatta görünen eşsiz nizam ve hârika düzen, onu, Allah'ın bilerek plânladığını, programladığını ve her şey'i o plân ve programa göre, zamanı gelince yaratmakta olduğunu gösterir.

İşte Allah'ın kâinatı yaratmadan evvel ezelde çizdiği bu programa kader denir. Zamanı gelince bu programı tatbika koyması da kazâ'dır.

Şu halde kazâ ve kadere îman; Allah'ın her şey'i bildiğine, ezelde programladığına, sonra da zamanı gelince eşya ve olayları o bilgi ve programa göre yaratmakta olduğuna tereddütsüz olarak îman etmektir.

Alemde Hayrın Yanında Şerler de Yaratılmaktadır..

Hayrı da, şerri de yaratan Allah'tır. Bu inanış, Kadere îmanın bir cüz'üdür.

Ancak âlemde yaratılan hayırlar asıl, şerler ise fer'îdir. Hayırlar küllî, şerler cüz'îdir.

Şerrin yaratılması, "her şey zıddıyla bilinir" kaidesiyle, hayrın hakikatı ve güzelliği ortaya çıkması içindir. Meselâ hastalık olmasa, sıhhatın nasıl kıymetli bir nimet, büyük bir ganimet olduğu bilinemezdi. Karanlık olmasa, ışığın değeri anlaşılamazdı. Kötülük olmasa, iyiliğin fazîlet ve üstünlüğü idrâk edilemezdi.

Alemde hayrın yanında cüz'î kalan şerler hiç yaratılmasa idi, hayrın mâhiyeti ve güzelliği tam görülemediği gibi; hayrın nevîleri, dereceleri, çeşitleri de anlaşılamazdı. Böylelikle cüz'î bir şerrin yaratılmaması neticesinde pek çok hayırlar vücuda gelemezdi, dolayısıyla büyük bir şer ve zarar ortaya çıkardı.

Ayrıca şer ve hayır telâkkisi, çoğu zaman insanın anlayışına ve bakış açısına göre de değişmektedir. İnsan bâzı şeyleri kendisi için şer ve çirkin bulurken, aslında o şey onun hakkında tamamiyle hayırdır.

Fakat insan hodgâm (bencil) ve zâhir-perest olduğu için, ilk bakışta kendi menfaatine aykırı bulduğu her hâdiseye şer hükmünü verebilmektedir. Bunu bir misalle açıklayalım: Mühim bir iş için uçağa binecek bir adam, bineceği uçağı kaçırsa, bu ona büyük bir şer olarak gözükür. Çünkü menfaati zedelenmiş, dünyevî bir işi aksamıştır. Ancak daha sonra havada uçağın kaza yapıp düştüğünü farz edelim.

Bu durum karşısında da, aynı insan, daha önce şer telâkki ettiği şey'in, aslında kendisi için ne kadar hayırlı olduğunu düşünmeye başlıyacaktır.

Demek ki ilk bakışta insana şer gibi görünen pek çok hâdise, netice itibariyle iyi ve hayırlı olabilmektedir...

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri bu hakikatı ne güzel dile getirmiştir:

"Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Ârif anı seyreyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler..."

Şerrin Allah'ın ilmi ve iradesi dışında meydana geldiğini ve Allah'ın şerleri yaratmadığını söylemek; Allah'ın İlim, İrâde ve Kudret sıfatlarının bir hududu ve sınırı olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise, ulûhiyetin şânına bir noksanlık isnâdı olduğu gibi, kâinatın bir plân ve programa göre yaratıldığı gerçeğine de zıddır.

Bunun içindir ki Hayır ve şerrin de Allah'tan olduğu, Allah tarafından yaratıldığı hususu, Kaza ve Kadere îmanın içinde yer almış ve bu inanç üzerinde ayrıca durulup te'yid edilmek lüzumu
İnsanın İşlediği Hayrı da, Şerri de Allah Yarattığına Göre, İnsan Nasıl Yaptığı Şerden Mes'ûl Tutulabilir?

Allah Teâlâ bizim yapacağımız iyi-kötü bütün hareketlerimizi, hayır ve şer bütün davranışlarımızı bilir ve zamanı gelince de yaratır. O'nun bu bilmesi ve yaratması, bizim mes'ûliyetten kurtulmamızı gerektirmez. Zira Allah, biz insanlara, iyi ile kötüyü, hayır ile şerri birbirinden ayırdedip bunlardan birini tercih etme irâde ve ihtiyarını, kabiliyet ve hürriyetini de vermiştir. İnsandaki bu ihtiyar ve irâdeye, "cüz'-i ihtiyar" veya "cüz'-i irâde" denir. İnsan bu kabiliyetini kullanarak iyiyi veya kötüyü, hayrı veya şerri seçebilir. Allah da onun bu tercihine göre, fi'lini yaratır.

Demek ki, Allah kulun iyi veya kötü fiillerini, onu iyilik ve kötülük yapmaya zorlayarak değil, bil'akis irâde ve ihtiyarını kullanması sonucu yaptığı tercihe göre yaratmaktadır. Kul iyiyi tercih ettiyse iyiyi yaratır, kötüyü tercih ettiğinde de kötüyü... Bu durumda mes'ûliyet de, seçim ve tercihi yapan insana ait olur.

Özet olarak denebilir ki, kulun fiillerinde şerri ve kötüyü yaratan Allah'tır; fakat onu isteyen, kazanan, kesbeden insandır. Bu sebeble mes'uliyet de insana aittir.
Allah Ezel de Olacak Her Şey'i Bilmekle, Bizi O Şey'i Yapmaya Zorlamış Olmaz mı?

Hayır. Çünkü kulun bir şey'i yapacağını Allah'ın bilmesinin, kulun fi'li üzerinde zorlayıcı bir te'siri yoktur. Bunu bir misalle izah edelim:

Astronomik incelemeler neticesi 1 sene sonra ay'ın tutulacağını bildiğimizi farzedelim. Günü gelince ay tutulsa, bu, ay'ın biz bildiğimiz için tutulduğu mânasına gelebilir mi? Hayır. Çünkü ay, biz bildiğimiz için değil, tutulma sebeblerinin varlığından dolayı tutulmuştur. Biz o sebebleri daha bir sene önceden ilmî incelemelerle keşfederek ay'ın tutulacağı hususunda bilgi sahibi olduk. Hiçbir zaman biz ay'ın tutulacağını söylediğimiz için ay tutulmadı.

Aynen bu misal gibi, Allah da kulun irâdesini hayır veya şerden hangi istikamette kullanarak nasıl bir davranış yapmak istediğini önceden bilir, onu tesbit ve takdîr eder. Zamanı gelince de kulun istediği istikamette yaratır. Allah'ın bu bilmesi, kulun o fi'li işlemeyi istiyeceği içindir.

Yoksa, Allah bildiği için kulun o işi yapmayı istemesi ve işlemesi söz konusu değildir.

Şu halde, kulun irâdesini kullanarak işlediği fiillerini Allah'ın ezelde

bllip takdîr etmesi, kulu mes'uliyetten kurtarmaz. Çünkü, bu bilişte kulu bir zorlama, irâde ve ihtiyarını ortadan kaldırma durumu kesinlikle yoktur.
Kaza ve Kader İnancının, âmentü İçinde Yer Almasının Hikmeti Nedir?

Kaza ve Kadere îman, aslında imanın son hududunu gösteren, hal ve vicdanla ilgili çok ince bir mes'eledir. Mü'min kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îman ile, her şey'i, hatta nefsini ve fiillerini bile Cenâb-ı Hakk'a verir. Bu durumda, mes'uliyetten kaçmaması için karşısına cüz'-i ihtiyârî çıkar. "İstek ve iradenle yapıyorsun, o halde mes'ulsün" der. İnsan cüz'-i ihtiyârîsine dayanıp yaptığı iyilik ve kemâlâtı nefsine mâl edip mağrur olacakken, bu sefer de karşısına kadere iman çıkar. "Haddini bil, yapan sen değilsin. Yapan ve yaratan, takdîr ve irâde eden Allah'tır" der.

Görüldüğü gibi, kader nefsi gururdan, kibirden kurtarmak; cüz'-i ihtiyarî de mes'uliyet ve mükellefiyetten kaçmasına fırsat vermemek için îmanın esasları arasına dahil olmuşlardır.

Bunun aksi, yani, insanın mes'uliyetten kurtulmak için kadere yapışması; yaptığı iyilik ve hasenelerle gururlanması için de cüz'-i ihtiyarîye sarılması, kadere îmanın sır ve hikmetine aykırıdır.
Kaza ve Kadere İnancın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir?

Kaza ve Kader inancı, insanda ye'sin ve ümidsizliğin ve kederin en büyük ilâcıdır. İnsan, başına gelen felâket ve musîbetlere, kadere olan inancı sebebiyle, Allah'ın takdîri gözüyle bakıp kendini teselli eder. Onun takdîrine rıza gösterir. Kudreti sonsuz bir Rabbın murâkabesi altında olduğunu hisseder. O belâ ve musibetin Allah'tan geldiğini bildiğinden, kurtulmak için yalnızca O'na iltica eder, O'na yalvarır. Gelen musibetin kendisi için keffâret ve afv sebebi olduğunu düşünür, sabır ve metanet gösterir.

Bu sırdandır ki, "Kadere îman eden, kederden emîn olur" denilmiştir.

Kadere îman, insan rûhunu dünya kadar ağır yüklerden de kurtarır. Çünkü insan, bütün kâinatla alâkadardır. Maksadları ve arzuları, ideal ve hedefleri sonsuzdur. Kudret, irâde ve hürriyeti ise, sınırlı ve mahduddur. Arzu ve maksadlarının, düşünce ve fikirlerinin bâzan binde birini bile gerçekleştirmeye gücü yetmez. Bu durumda insanın gerçekleşmeyen arzu, ideal ve düşünceleri, onu mânen baskı altında tutar, ruhunu ezer, kalb ve vicdanını sızlatır. Ümidsizliğe düşürür. İşte kadere îman, bu durumdaki bir insanın en büyük teselli kaynağı, şevk ve gayret menba'ı, ümid ışığı, üzerindeki ağırlıkları yükleyebileceği metin bir istinad noktasıdır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, kader, insanı gurur ve kibirden kurtarır. Nefsin ve benliğin insanı havalandırarak yoldan çıkarmasına, bir nevi fir'avunlaştırmasına mâni olur. Tevazu' ve mahviyet sâhibi kılar.


Mehmet Dikmen


http://www.sorularlaislamiyet.com
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Mezheb Nedir?

Mezheb, gidilen yol, benimsenen metod ve görüş demektir. Dinî mânada mezheb ise, müctehid bir âlimin fikir ve görüşlerini benimseyen insanların meydana getirdiği dinî ekollere denir.

Mezhebler arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Ayrılık, teferruatta, dînin özüne dokunmayan fer'î mes'elelerdedir.

Ayrıca hiçbir müctehid kendi adına bir mezheb kurmak iddiasıyla ortaya çıkmamıştır. Kur'an ve hadîslerden çıkardıkları hükümlerin başkaları tarafından benimsenmesi neticesinde, kendiliğinden o müctehid adına bir mezheb teşekkül etmiştir.

Mezhebler Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

Peygamberimizin Asr-ı Saâdetinde sahâbenin bir kısmı devamlı olarak Allah Resûlünün yanında kalıyor, Kur'ân'ı ve hadîsleri ezberliyor, onların mânâlarını iyice kavramaya çalışıyorlardı. Hazret-i Peygamber'in Kur'an'ın hükümlerini nasıl uyguladığını bizzat görüyor, âyetlerin iniş sebeblerini biliyorlardı.

Hz. Peygamber'in vefatından sonra, bu sahâbeler Mekke ve Medine dışına çıktılar, çeşitli İslâm memleketlerine gittiler. Bunlar, gittikleri yerlerde Hicaz'dakinden farklı örf ve âdetlere sâhip insanlarla karşılaştılar. Halk gelip dinî mes'eleleri kendilerine soruyor, onlar da o mes'ele hakkında Kur'an ve Sünnetin hükmünü bildiriyorlardı. Sorulan mes'ele hakkında Kur'an'da ve hadîste hüküm bulamazlarsa, o mes'elede ictihâd edip mes'eleyi açıklığa kavuşturuyorlardı. Sahâbe, gittikleri şehirlerde, hem hâkim, hem müftü, hem vali, hem muallim durumunda idiler. Bulundukları yerde âdeta birer ekol meydana getirmişlerdi. Birbirlerinden çok farklı yerlere dağıldıkları ve farklı örf ve âdetlere sâhip insanlar içinde yaşadıkları; bilgi, zekâ ve kavrayış bakımından da aralarında farklar olduğu için, sorulan mes'eleler karşısında pek tabiî olarak farklı ictihadlar, ayrı görüş ve kanaatlar ortaya çıkabiliyordu.

Bir sahâbînin etrafında toplanan talebeleri, o sahâbînin kendisinden sonra da onun sistemi ve metodu doğrultusunda ictihad yapmaya, kapalı olan mes'eleleri çözmeye, cem'iyette yeni ortaya çıkan durumlara hükümler bulmağa çalıştılar. Bu çalışmalar neticesinde, zamanla fıkhî mezhebler teşekkül etmeye başladı. Bâzı mezhebler kendilerine fazla taraftar bulamadığı için, zaman içinde kaybolurken; bugünkü 4 büyük mezheb umumun teveccühünü kazanarak kuvvet buldu, yaygınlaştı ve günümüze kadar geldi.
Mezhebler Arasında Görüş Ayrılıkları Olması Nereden Kaynaklanmaktadır?

Bu ayrılıklar, çeşitli sebeblerden ileri gelir. Kur'an'da hüküm ifade eden âyetleri (ki bunlara, nass denir) anlayış, herkes için başka başka olabilir. Zira nassların, usûl-i fıkıhta beyan edildiği üzere, pek çok kısımları vardır: Hafî, mücmel, sarîh, kinâye, mecaz, hakikat, mutlak - mukayyed, hâs - âmm gibi. Bu yüzden müctehidlerin aynı nassı anlayışları farklı farklı olmaktadır.

Ayrıca, hadîslerin de nevileri, çeşitleri vardır. Mütevâtir, meşhûr, haber-i vâhid, mürsel, muttasıl, münkatı' gibi.

Bu hadîsleri delîl olarak kullanma konusunda da müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bunun neticesinde de farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Meselâ Hanefîler hadîsler konusunda titiz davranır. Haber-i vâhidi (Tek sahâbenin rivâyet ettiği hadîsi) delil olarak kabûl etmezler. Şâfiîler ise, haber-i vâhidi kabûl eder ve onu Kıyâs'a tercih ederler. Hanefîler mürsel hadîsi alır, Şâfiîler almazlar.

İşte bu gibi delillerdeki ihtilâf ve kabûl edilen delilleri de farklı anlayış, müctehidlerin aynı mes'elede farklı hükümler vermelerine sebeb olmuştur.

Fetva verilen beldenin örf ve âdetleri de, müctehidlerin yaptıkları ictihadlara te'sir etmiştir.
Müctehidler Arasında Görüş Ayrılıkları Olmasının Mahzuru Var mıdır?

Hayır, bil'akis bu ihtilâflar, ümmet için rahmet olmuştur.

Herhangi bir mes'ele hususunda bir mezhebde zorlukla karşılaşınca, zaruret halinde, o mes'ele başka bir mezhebin kolaylık ifade eden hükmü ile halledilme yoluna gidilmiştir. Böylece mezheblerin varlığı ümmet için kolaylık ve genişliğe vesile olmuştur.

"Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır" meâlindeki hadîs-i şerîfin ifade etmek istediği mânâ da bu olsa gerektir.

Mezheblere Ne Lüzum Var? Herkes Kendisi Kur'an'ı ve Hadîsi Okuyup Hüküm Çıkaramaz mı?

Müslüman olan her ferdin, dinî mes'eleleri ve hükümleri doğrudan doğruya Kur'an ve Sünnetlerden öğrenmesi mümkün değildir. Bunu, ancak müctehidlik pâyesine erişmiş, salâhiyetli İslâm âlimleri yapabilir. Geriye kalan Müslüman halka, o büyük din âlimlerinin îzah ve görüşlerini anlamak ve benimsemek, onların yolundan gitmek düşer. İlâçların ham maddesi bitkiler, otlar, madenler vs. olduğu halde, nasıl herkes ondan ilâç yapamıyor, bu iş için ayrıca eczacılık tahsili gerekiyorsa, dinî mes'elelerde temel kaynak Kur'an ve Sünnet olduğu halde, ondan hüküm çıkarmak işini de sıradan her Müslüman yapamaz; ancak müctehidlik seviyesine ulaşmış âlimler yapabilir. Herkesin dinî kaynaklardan hüküm çıkarmağa ilmi, bilgisi, aklı, idrâk seviyesi, basiret ve feraseti yetmez.
Mezhebler Kaça Ayrılır?

Mezhebler önce 2'ye ayrılır:

1 - Fıkhî mezhebler,

2 - İtikâdî mezhebler...
Fıkhî Mezhebler Kaça Ayrılır?

4'e ayrılır:

1 - Hanefî mezhebi,

2 - Mâlikî mezhebi,

3 - Şâfiî mezhebi,

4 - Hanbelî mezhebi.



Bu 4 mezhebin, hepsi de haktır, doğrudur. Şimdi bunları sırası ile görelim:
Hanefî Mezhebi:

Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Hazretleridir.

İmam-ı A'zam, en büyük imam demektir. Asıl adı Nu'man olan İmam-ı A'zam'ın, künyesi Ebû Hanife'dir. Hicretin 80'inci yılında Kûfe'de doğmuş, Hicrî 150'de Bağdat'ta vefat etmiştir.

Hanefî mezhebi, önce Irak'ta doğmuş, oradan doğuya ve batıya yayılmıştır. Abbasîler devrinde hâkimlerin çoğu Hanefî idi. Anadolu ve Balkanlardaki Türkler arasında, Hanefî mezhebi yaygındır.
Mâlikî Mezhebi:

Kurucusu İmam Mâlik bin Enes Hazretleridir. Hicrî 93 tarihinde Medine'de doğmuş, H. 179'da yine Medine'de vefat etmiştir.

Mâlikî mezhebi, önce Hicaz halkı tarafından benimsenmiş ve hacca gelenler vasıtasıyla Kuzey Afrika'ya ve o zaman Endülüs denen İspanya'ya yayılmıştır.
Şâfiî Mezhebi:

Kurucusu İmam-ı Şâfiî Hazretleridir. İmam-ı Şâfiî'nin asıl ismi Muhammed'dir. H. 150 tarihinde Gazze'de doğmuş, 204 tarihinde Mısır'da vefat etmiştir. Hâşimoğulları soyundan gelmektedir.

Şâfiî mezhebi önce Mısır'da yayılmış, sonra kısmen Suriye, Yemen, Irak ve Horasan taraflarına geçmiştir. Bugün Mısır'ın çoğunluğu Şâfiîdir. Anadolu'nun güney taraflarında, Suriye ve Irak'ta da Şâfiî mezhebinde olanlar mevcuttur.
Hanbelî Mezhebi:

Kurucusu Ahmed bin Hanbel Hazretleridir. H. 164 tarihinde Bağdat'ta doğmuş, 241 tarihinde yine orada vefat etmiştir.

Hanbelî mezhebi daha çok Necid taraflarında tutulmuştur. Hâlen Necid'de Hanbelî mezhebi hâkimdir.
Hak Bir Olur. Halbuki 4 Mezhebin de Hak Olduğunu Kabûl Ediyoruz. Bu Nasıl Olur?

Bir su, 5 ayrı mizaçtaki hastaya göre 5 ayrı hüküm alır. Meselâ, birinin hastalığının nev'ine göre ilâçtır. Tıbben ona vaciptir. Diğer birine, hastalığı sebebiyle, zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer birine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birine zararsız olduğu gibi, faydası da vardır. Tıbben ona sünnettir. Bir diğerine de ne zararlı, ne de faydalıdır. Tıbben ona mübahtır. Hastanın durumuna göre, bunların 5'i de haktır. "Bu ilâç, yalnızca vaciptir" denilemez.

İşte bu misaldeki gibi, İlâhî hükümler de, mezheblere tabi' olanların durumuna göre değişir. Farklı farklı olur. Üstelik herbiri de hak olur. Buna bir misal verelim:

İlâhî hikmetin tensibiyle, İmam Şâfiî'ye ittiba' edenlerin çoğu, köylülük ve bedevîliğe yakındırlar. Bunlar cem'iyet hayatında geri olduklarından, herbiri bizzat dergâh-ı İlâhiyeye kendi derdini söylemek, hususî dileğini bizzat arzetmek mizacındadırlar.

Bu yüzden de, imam arkasında Fâtiha'yı tek tek okurlar. Bu hüküm hak ve doğrudur.

İmam-ı A'zam'a ittiba' edenlerin çoğu ise, şehirliliğe ve medeniyete daha yakın, ictimaî hayatı benimsemiş kimselerdir. Bunların nazarında bir cemaat bir şahıs hükmüne girip bir tek adam da umum o cemaat adına, sözcü olarak konuşur; kendileri de onun kalben tasdikcisi olurlar. Bu bakımdan Hanefî mezhebinde imam arkasında tek tek Fâtiha okunmaz. İmam, cemaat adına okur. Cemaat da âmîn diyerek onu tasdik eder. Bu hüküm de, evvelki gibi, hak ve doğrudur.
İtikadî Mezhebler Kaça Ayrılır?

İtikad hususunda başlıca iki mezheb vardır:

1. Ehl-i Sünnet mezhebi, 2. Ehl-i Bid'a mezhebi.
Ehl-i Sünnet Mezhebi:

Hz. Peygamberin yolundan gidenler, o yoldan hiç sapmayanlar demektir.

Ehl-i Sünnetin dayanağı Kitab ve Sünnettir. Kitab ve Sünnette ne buyurulmuşsa, Ehl-i Sünnet öyle inanır, öyle hareket ederler.

Ehl-i Sünnet de, Matüridiyye ve Eş'ariyye olmak üzere ikiye ayrılır.
Mâtüridiyye Mezhebi:

Kurucusu Ebu Mansur Muhammed Hazretleri'dir. Semerkand köylerinden Mâtürid'de doğmuştur. H. 333'te vefat etmiştir.

Bütün Hanefîler, genellikle Türkler, Mâtüridî mezhebindedirler.
Eş'ariyye Mezhebi:

Kurucusu Ebu'l-Hasan Eş'arî Hazretleridir. Asıl adı Ali'dir. H. 200 tarihinde Basra'da doğmuş, 324'de Bağdat'da vefat etmiştir.

Mâlikîler ve Şâfiîler, itikadda Eş'arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler, fıkıh gibi îtikadda da İmam Ahmed bin Hanbel'e bağlıdırlar. Ayrı bir îtikadî mezhebleri yoktur.

Eş'arî ile Mâtüridî mezhebleri arasında, bâzı küçük görüş ayrılıkları dışında, büyük bir farklılık yoktur. İkisinin de temel görüşleri aynıdır ve Sünnete uygundur.
Ehl-i Bid'a:

Hazret-i Peygamberin getirdiği hükümleri ve Kur'an'ın emirlerini kendi arzularına göre yorumlayan, az veya çok Sünnet yolundan sapan, bid'ata giren kimselerdir.

Bid'at, Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde bulunmadığı halde, sonradan ortaya atılan ve dînin esaslarına zıd düşen, her türlü söz, düşünce ve işe denir.

Ehl-i bid'ayı Peygamberimiz şiddetle kınamışlardır:

"Sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabı; yolların en hayırlısı da Muhammed'in (sav) yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlardır. Ve her sonradan uydurulan şey (bid'at) de delâlettir, sapıklıktır."

İnançla ilgili olan bid'atlar, îtikadî bid'atlardır. Bunlar, îtikadî hususlarda Hz. Peygamberden sağlam bir şekilde nakledilen esaslara zıd düşen inançlardır.

Mu'tezile, Cebriye gibi bâzı fırkaların inançları, bu kısma girer.

İş ve amelle ilgili bid'atlere ise, amelî bid'at denir. Bazı şiîlerin, çıplak ayağa meshetmeleri gibi... Sünnet olan mesh ise, mestler üzerine meshetmektir.

Dînin îtikadî ve amelî esaslarını doğrudan doğruya ilgilendirmeyen veya bu esaslara bir zıdlık ve aykırılık taşımayan yenilikler, sonradan ortaya çıkma şeyler, bid'attan sayılmazlar.

Bid'atı ikiye ayırarak tasnif eden âlimler de vardır:

1. Bid'at-i hasene: İyi ve güzel bid'at, İslâmî esaslara zıd düşmeyen, yeni âdet ve fiiller... Meselâ, namazdan sonra tesbih kullanmak gibi.

2. Bid'at-ı seyyie: Kötü ve İslâm'a aykırı bid'at... Evliya türbelerine mum dikmek, mezarlıklardan medet ummak, vb. gibi şeyler.

İtikadî bir mezheb olarak ehl-i bid'a ayrıca kendi arasında birçok kollara ayrılır ki, başlıcaları şunlardır:

1. Cebriye,

2. Mu'tezile,

3. Mürcie,

4. Haricîlik,

5. Şîa,

6. Vehhâbîlik.

Ehl-i bid'anın bu temel mezheblerinin her biri de, kendi arasında pek çok fırkalara, gruplara ayrılırlar.

Mehmet Dikmen

http://www.sorularlaislamiyet.com
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
İslam'da Dini ve Şer'i Hükümlerin Kaynakları

İslâm'ın ortaya koyduğu bütün dinî ve şer'î hükümler, bu iki kaynaktan alınmıştır. Bu kaynaklardan başka hiçbir esastan ve kanundan, İslâmî bir hüküm alınmış değildir.

Bu iki temel kaynaktan ayrı, Kıyâs ve İcmâ' adında, iki şer'î delil daha vardır ki, bunlar asıl itibariyle müstakil kaynaklar değildir. Kitab ve Sünnete râcidirler. Şu halde İslâmî hükümlerin hepsi, Kitab ve Sünnetten çıkmıştır.

Şimdi bu kaynakları birer birer îzah edelim:
Kitab:

Kitabdan maksad, Kur'an-ı Kerîm'dir.
Sünnet:

Peygamberimizin söylediği sözlere ve yaptığı işlere Sünnet denir. Bu da üç kısma ayrılır:

a. Kavlî sünnet,

b. Fi'lî sünnet,

c. Takrirî sünnet...

Peygamberimizin sözlerine Kavlî Sünnet; işlerine Fi'lî Sünnet; Sahâbelerden birinin söylediği bir sözden, yahut işlediğini gördüğü bir işten, onu men'etmeyip susmalarına da Takrirî Sünnet denir.

Bunların hepsine birden Hadîs denebilirse de, bu tâbir, bilhâssa, Peygamberimizin sözleri (Kavlî Sünnet) için kullanılır.

Peygamberimizin sünneti, şer'î delil olan Kur'an'dan sonra mühim bir asıldır. Sünnet, Kur'an'daki dinî hükümlere bir açıklık ve tefsir getirdiği gibi, Kur'an'da olmayan yeni hükümler de koymuştur.
Kıyâs:

Kur'an ve Sünnet'e istinad eden şer'î ve dinî bir delildir.

Kıyâs, bir mes'ele hakkında Kitab ve Sünnette bulunan şer'î bir hükmü, aralarındaki illet ve sebeb benzerliğinden dolayı diğer bir mes'ele hakkında da vermektir.

Meselâ: Şarabın içilmesi haram olduğu, hem Kitab, hem de Sünnet ile sâbittir. Şarabın haram olma illeti sekr, yani, sarhoşluk vermesidir. O halde şarabın dışında sarhoşluk veren bütün alkollü maddelerin içilmesi de haram olmalıdır. Bu hüküm kıyâs yoluyla ortaya çıkmaktadır. Kıyâsı, ancak müctehid seviyesindeki din ve fıkıh âlimleri yapabilir.
İcmâ'-i Ümmet:

Bir asırda bulunan İslâm müctehidlerinin bir mes'ele üzerinde ictihad yoluyla verdikleri hükümlerinde ittifak etmelerine "İcmâ'-ı Ümmet" denir.

Hakkında icma' olan bir mes'ele, şüphesiz ki en kuvvetli bir mes'eledir.

İctihad Nedir?

İctihad, şer'î bir hükmü, şer'î delilinden çıkarmak için olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir. İctihadı yapacak ilmî ehliyete sâhip olan kimseye müctehid denir.

İctihad yapabilmek için Kitabı, Sünneti, Kıyâs'ı, İcma'ı, bütün teferruatıyla ve incelikleriyle bilmek şarttır.

"Bir hâdisenin hükmü Kur'an ve Sünnette açıkça belirtilmemiş ise ictihâda gidilir. Yani, Kur'an ve Sünnet'in ışığı altında hükmünü çıkarmak için cehd ve gayret gösterilir. İctihad yüce dinimizin en büyük meziyyetlerinden biridir. İctihad sebebiyle hayat sahnesinde ortaya çıkan bütün hâdiselerin hükmü beyan edilir. Dînimizin her asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kabiliyete sahip olmasının sebeblerinden biri de budur." (Halil Günenç -Günümüz Mes'elelerine Fetvalar İkinci Bölüm)

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com
 

ebay

Öğrenci
Katılım
13 Aralık 2008
Mesajlar
78
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Teklif nedir, mükellef kime denir?

"Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." (ez-Zâriyât, 56)

Teklif, lügatte, bir kimseye meşakkatli bir şey'i yapmasını emretmek, onu o şey'i işlemekle mükellef kılmak demektir.

Istılahta ise, İslâm dîninin insanlara Allah'ın emirlerini yapmalarını, yasaklarından da kaçınmalarını emretmesi mânasına gelir.

Allah'ın emir ve yasaklarını, dinî ibâdetleri yerine getirmekle vazifeli olan kimselerin herbirine "mükellef" denir.

İnsanların Allah'ın emir ve yasaklarına ve dinî ibâdetlere muhâtab oldukları yer olması sebebiyle, içinde yaşadığımız dünyaya da "dâr-ı teklif" yani, teklif yeri adı verilmiştir.
Mükellefiyet Ne Zaman Başlar?

Kişinin mükellefiyet altına girmesi ve dinî hükümlerden sorumlu tutulabilmesi için,
a. Müslüman,
b. âkıl,
c. Bâliğ olması şarttır.

Buna göre mükellefiyetin birinci şartı olarak kişinin Müslüman olması gerekmektedir. Müslüman olmayan kimseler, Allah'a ve Peygambere îman edip İslâm dînine girmedikçe, Allah'ın ibâdetle ilgili emir ve yasaklarına muhatap değildirler.

Mükellefiyetin ikinci şartı da, âkıl olmaktır. âkıl demek, ne yaptığını bilen, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdedecek temyiz kabiliyetine sâhip olan kimse demektir.

Mükellefiyetin son şartı da, kişinin bâliğ olması, yani, bülûğa ermiş bulunmasıdır.
Bülûğa Ermek Ne Demektir?

Bülûğa ermek, çocukluktan çıkıp erginlik çağına girmek, cinsî duygu ve hisler kendisinde başlamış bulunmak demektir.
Bülûğ Çağı Ne Zamandır?

Bülûğ çağı, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre kızlarda 9-15; erkeklerde 12-15 yaşları arası olarak belirlenmiştir. Yalnız İmam-ı A'zam Hazretleri, bülûğ çağının sonu olarak kızlarda 17; erkeklerde ise, 18 yaşını kabul eder.
Bülûğa Erildiği Nasıl Bilinir?

Kişinin bülûğa ermesi erkeklerde ihtilâm denilen cinsî boşalmanın olması; kızlarda ise hayız ve aybaşı adı verilen muayyen hâlin ortaya çıkması ile gerçekleşir.
Kaç Çeşit Bülûğ Vardır?

Ay hâli veya ihtilâmla bülûğa ermeye "tabiî bülûğ" denir. Tabiî bülûğ yoluyla rüşdüne eren kişi, bülûğa erdiği andan itibaren mükellefiyet altına girer. Bâzan olur ki, erkek ve kız, yaş olarak bülûğ çağına girdikleri halde, kendilerinde ihtilâm ve ay hâli görülmez (Böyle erkek çocuklara "mürâhik", kızlara da "mürâhika" denilir.)

Bu durumda mükellefiyetin başlangıcı olarak bülûğ çağının sonu kabûl edilen onbeş yaş esas alınır. Yani, onbeş yaşına basan kız veya erkek, henüz tabiî şekilde bülûğa ermemiş olsalar da, artık hükmen bülûğa ermiş sayılır ve teklif altına girerler. Bu şekilde bülûğa ermiş sayılmaya da, hükmî bülûğ denir.
Her Müslümanın Yapmaları Gereken Dinî Vazifeler Nelerdir?

Mükellefiyet çağına giren her Müslümanın yapmak zorunda olduğu bâzı dinî vazifeler vardır ki, bunlara fıkıh ve ilmihal kitablarında "mükelleflerin yapacağı vazifeler" mânasına "Ef'âl-i Mükellefîn" denir. Bunlar 8'e ayrılır.
1. Farz,
2. Vâcib,
3. Sünnet,
4. Müstehab,
5. Mübâh,
6. Haram,
7. Mekrûh,
8. Müfsid.

Bu 8 fiilden ilk 5'i yapılması; 3'ü ise yapılmaması, yani, terki istenen vazifelerdir. Yapılması istenen fiillere "emir"; terki istenenlere de "nehiy" adı verilir.
Farz Nedir?

Farz, yapılması kat'î ve açık delillerle emredilen dinî iş ve vazifelerdir.
Abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi...
Farz ikiye ayrılır:

Farz-ı Ayn: Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olan farzlardır.
Bunlar, bir Müslümanın yapmasıyla diğer Müslümanların üzerinden düşmez. Namaz, oruç gibi...

Gerek namaz ve gerekse oruç, istisnasız her Müslümanın yapmak zorunda olduğu, dinî birer vecibedir.

Farz-ı Kifâye: Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olmayan, Müslümanlardan bâzısının yapmasıyla diğerlerinden borçluluk hâli kalkan farzlardır. Bu gibi farzları, hiç kimsenin yapmaması hâlinde, bütün cem'iyet mes'ul ve günahkâr olur. Bir Müslümanın cenaze namazını kılmak gibi. Cenaze namazının bâzı Müslümanlar tarafından kılınması, diğer Müslümanlar üzerinden mükellefiyetin kalkması için yeterlidir. Ancak, hiç kimse kılmayacak olsa, bütün Müslümanlar mes'uliyet altına girmiş olurlar.

Farz-ı kifâyenin sevabı, sadece yapana aittir. Tamamen terkinden dolayı gelen günah ise, bütün Müslümanlarındır.
Farzın Hükmü Nedir?

Yapılırsa büyük sevab vardır. Özürsüz olarak terkedender, dünyada huzur bulamayıp iç sıkıntısından kurtulamadıkları gibi, âhirette de çetin azablara çarptırılırlar.

Farzın inkârı Müslümanı dinden çıkarır.
Vâcib Nedir?

Yapılması farz kadar açık bir şekilde istenilmemekle birlikte, kuvvetli delillerle sâbit olan iş ve vazifelere denir. Kurban kesmek vitir ve bayram namazı kılmak gibi.
Vâcib'in Hükmü Nedir?
Vâcibin hükmü de, farz gibidir. Yani, işlenmesi halinde sevab, terkinde ise azab vardır. Ancak îtikad bakımından vâcib, farz gibi değildir. Vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Fakat dinde olan bir emri inkâr ettiği için bid'at işlemiş, büyük bir günaha girmiş olur.

Sünnet Nedir?
Resûl-i Ekrem'in (asm) farz ve vâcibden ayrı olarak bizzat yaptığı, "yapın" dediği veya yapılmasını hoş karşıladığı fiillerdir. Sünnetler "nâfile" adı altında toplanır.

Sünnetler ikiye ayrılır:
1 - Sünnet-i Müekkede,
2 - Sünnet-i gayr-ı müekkede.
Sünnet-i Müekkede:

Resûlüllah Efendimizin (asm) umumiyetle yapmaya devam edip pek az terketmiş oldukları sünnettir. Lügat mânası, kuvvetli sünnet demektir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. Ezan, ikâmet, cemaate devam gibi İslâm şeâirlerinden sayılan sünnetler de, sünnet-i müekkededir. Bunlara sünnet-i Hüdâ da denir.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede:

Resûlüllah Efendimizin ibâdet maksadıyla bâzan işleyip bâzan da terkettikleri sünnettir. İkindi ile yatsının ilk sünneti gibi.

Resûlüllah'ın yeyip içme, giyinip kuşanma, oturup kalkma gibi günlük normal davranışları ve âdâb-ı muaşerete taallûk eden işleri de sünnet-i gayr-ı müekkedeye dahildir. Bunlara sünnet-i zevâid adı da verilmiştir.

Sünnetin de farz gibi ayn ve kifâye kısımları vardır. Meselâ, Ramazan'ın son on gününde i'tikâfa girmek, teravihi cemâatla kılmak, teravihi hatimle kılmak sünnet-i kifâyedir. Farz namazları cemaatla kılmak ise, sünnet-i ayn'dır.
Sünnete Uymanın Lüzum Ve Faydaları Nelerdir?

Kur'ân-ı Kerîm'de mü'minler, Allah Resûlünün sünnetine uymaya teşvik edilerek şöyle buyrulur:
“Allah'ın Resûlünde sizin için kendisine uyulacak en güzel örnek ve nümûneler vardır." (el-Ahzâb, 21).

Diğer bir âyette ise:
“Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun, benim sünnetlerime tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin..." (âl-i İmran, 31) denilmiştir.

Demek ki, Allah'ı sevmenin alâmeti ve kendini Allah'a sevdirmenin yolu, Resûlünün sünnetine ittiba' etmekten geçmektedir. Çünkü Allah'ı gerçekten seven bir kişi, elbette Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu zât'a benzemeye, onun hareketlerini kendisine örnek almaya çalışacaktır.

Sünnet'e uygun hareket etmenin pek çok uhrevî sevab ve nurları vardır. Sünnet-i seniyyenin mes'eleleri, hattâ en küçük edebleri bile, birer pusula gibi Müslümana, hayatın fırtına ve dağdağaları içinde nasıl hareket edeceğini bildirir ve ona en selâmetli ve emniyetli yolu gösterir. Ona şaşmaz ve değişmez değer ölçüleri kazandırır.

Kısacası, "Sünnet-i seniyye dünya ve âhiret saadetinin temel taşı ve kemâlât-ı insaniyenin mâdeni ve menba'ıdır."

Sünnetin bütününe birden uymak çok zordur. Ehass-ı havassa, yani en büyük velilere ve din büyüklerine bile zor nasib olan bir husustur. Ancak sünnetin hepsini bilfiil yapmaya herkesin gücü yetmemekle beraber, ona ittiba' niyet ve kasdında olmak, taraftarâne ve iltizamkârâne bir tavır takınmak, herkesin elinden gelir. Böylece insan, sünnetlere olan ittiba' niyet ve kasdı ve tarafgirliği sebebiyle, Allah Resûlünün şefâatinden mahrum kalmamış ve sünnetin feyzinden istifadeye uzak durmamış olur.

Şu halde şartların elverişsizliği sebebiyle yerine getiremediğimiz sünnetlere karşı içimizde ittiba' arzu ve niyetini, iştiyakını daima korumalıyız. İfa edebileceğimiz sünnetlere karşı da sebebsiz yere ihmale, tenbellik ve lâkayıtlığa düşmemeliyiz.
Sünnetin Hükmü Nedir?

Sünnet-i müekkedenin yapılmasında büyük sevablar vardır. Kasden veya tenbellikle terkedilmesinde Cehennem azâbı yoksa da, şefâatten mahrumiyet gibi büyük bir kayıp ve ziyan söz konusudur. Böyle kimseler Resûlüllah tarafından kınanıp levmedilmeye de müstehak olurlar. Bu sünnetlerin değiştirilmesi veya inkârı ise bid'attır, dalâlettir.

Sünnet-i gayr-ı müekkedenin yapılması da pek güzel ve sevablıdır. Yemek, içmek, giyinmek, v.s. gibi günlük fıtrî hareket ve muameleler, sünnete ittiba' yoluyla, ibadet hükmüne geçerler. İşlenmesi âdet olan fiiller, böylece hayatlanır, şefâate vesile hâline gelirler. İnsan ruhuna feyizler bahşederler. Çünkü, sünnetin en küçük bir edebine riâyet dahi, Allah Resûlünü hâtıra getirir, kalbe nûr ve huzur verir.

Bu ikinci kısım sünnetlerin terkinde, hiçbir günah olmadığı gibi, kınama ve azar (levm ve itab) da yoktur. Fakat yukarıda saydığımız büyük sevabları kaybetmek ve sünnetin nurundan ve hakiki edebden istifade edememek durumu vardır.

Sünneti terkeden hakiki görgü ve edebi de terketmiş olur ki, neticesi Rabbimizin lütuflarından mahrûmiyettir.

Sünnet-i Seniyyeye İttiba' ile İlgili Güzel Sözler ve Hadîs Meâlleri:
"Kim ümmetimin fesada gittiği zamanda benim sünnetime sarılır, hayatında tatbik ederse, o kimse yüz şehid sevabına nâil olur." Hadîs-i Şerîf meâli

"Cenâb-ı Hakk'a îman eden, elbette O'na itâat edecek... Ve itâat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîm ve en kısası, bilâ-şübhe, Habîbullah'ın göterdiği ve tâkib ettiği yoldur..." Lem'alar'dan

"Sünnet-i seniyye edebdir, hiçbir mes'elesi yoktur ki altında bir nur, bir edeb bulunmasın..." Lem'alar'dan

"Edebin enva'ını Cenâb-ı Hak Habîbinde cem'etmiştir. Onun sünnetini terkeden, edebi terkeder." Lem'alar'dan

"Kim sünnetimi ihyâ ederse beni sevmiş olur. Beni seven ise, Cennette benimle beraberdir." Hadîs-i Şerîf meâli

"Şübhesiz sözlerin en güzeli Allah'ın Kitabı (olan Kur'an)'dır. Yolların en hayırlısı Muhammed'in (asm) yoludur." Hadîs-i Şerîf meâli

"Size benden sonra iki şey bıraktım. Onlara sarıldıkça asla sapıklık ve dalâlete düşmezsiniz:
1 - Allah'ın Kitabı,
2 - Resûlünün Sünneti..." Hadîs-i Şerîf meâli

"Sünnet-i Seniyye'ye ittiba'ı kendine âdet edinen, âdâtını ibâdete çevirir. Bütün ömrünü semeredâr ve sevabdâr eder..." Lem'alar'dan
Mübah Nedir?

Yapılmasında veya terkinde dinî yönden hiçbir mahzûru bulunmayan, yani, mükellefin yapıp yapmamakta tamamen serbest olduğu işlerdir. Oturmak, yemek, içmek, uyumak gibi...

Mübah olan bu gibi işlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de terkinde günah...

Ancak bu fiilleri işlerken, mü'min sünnet-i seniyyeyi düşünür, o niyetle hareket ederse o vakit sünnet sevabını kazanır.

Eşyada aslî vasıf, mübah ve helâl olmaktır. Mübahlığın ortadan kalkması için, o şey'in mübah olmadığına dair bir şer'î delil gerekir.

Mübahlığı ortadan kaldırıcı bir delil olmadığı müddetçe, eşya mübahlığını korur.

Helâl ise, yapılması câiz görülen, işlenmesinde dinî yönden hiçbir mahzur bulunmayan şeydir. Helâlin her türlü şâibeden uzak, saf ve temiz olan kısmına "tayyib" denir.

Her tayyib şey helâl, fakat her helâl olan şey ise tayyib değildir.
Müstehab Nedir?

Lügatte, "sevilmiş şey" mânâsına gelir. Istılahta ise Resûlüllah

Efendimizin (asm) arasıra yapmış oldukları şeydir. Kuşluk namazı gibi.

Peygamber Efendimiz (asm), müstehab denilen hususları sevip zaman zaman yapmışlar, Selef-i Sâlihîn de bunları seve seve işlemiş ve diğer ehl-i îmânı da yapmaya teşvik etmişlerdir.

Müstehaba, sünnet-i gayr-i müekkede hükmünü verenler olduğu gibi, mendub, nâfile, tatavvu', edeb ismini verenler de vardır.

Bilhassa güzel ve medhe lâyık bir haslet ve davranış olması sebebiyle, fıkıh kitablarında müstehab yerine edeb tabiri çok kullanılmıştır. Edeb'in çoğulu âdâb'dır.
Müstehab'ın Hükmü Nedir?
Müstehab'ın yapılmasında sevab vardır. Yapılmaması hâlinde ise, yalnızca bu sevabdan mahrumiyet söz konusudur.
Haram Nedir?

Yapılması, kullanılması, yenilip içilmesi dînimizce kat'î olarak yasak edilmiş şeylere denir. İçki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, adam öldürmek, gıybet ve iftirada bulunmak gibi...

Haram kılınan eşya veya fiil, kendisinde bulunan, hiç ayrılmayan bir zarar, kötülük ve pislik sebebiyle haram kılınmış ise, buna liaynihî (bizzat) haram denir. Domuz eti ve şarap gibi.

Kendi tabiat ve vasfından dolayı değil de elde etme şekli, kazanma yolu gibi dıştan bir sebeble haram kılınmış ise, buna da ligayrihî (bilvasıta) haram denir. Çalınmış ekmek, gasbedilmiş para gibi...

Haramın Hükmü Nedir?
Haramın terkinden dolayı büyük sevab vardır. İnsanı takvâ mertebesine çıkarır. İşlenmesi hâlinde ise, kalblerin kararıp vicdanların paslanması, îmanın zayıflaması, huzur ve neş'enin gitmesi, ibadetten zevk alma duygusunun yok olması gibi zarar ve kayıpların yanısıra, âhirette de çetin bir azab söz konusudur.

Haramlığı kesin olan bir şey'i helâl kabûl etmek, Allah korusun insanı îmandan çıkarır.
Mekrûh Nedir?

Mekrûh, lügatte, sevimsiz bulunan, nâhoş ve kerih görülen şey demektir. Istılahta ise, dînen yapılması çirkin ve kötü görülen işler mânasına gelir.

Abdest alırken ve gusül ederken suyu israf etmek, kısa kollu elbise ile veya başı açık namaz kılmak gibi hususlar mekruhlardandır.
Mekrûh iki kısma ayrılır:

1 - Tahrîmen Mekrûh: Harama yakın olan mekrûha denir. Abdest alırken suyu israf derecede harcamak gibi...
2 - Tenzîhen Mekrûh: Helâla yakın olan mekruhtur. Burnu sağ el ile temizlemek gibi...
Mekrûhun Hükmü Nedir?

Tahrîmen mekrûhun terkinde sevab vardır. İşlenmesinde ise, âhirette azâba uğrama ihtimali mevcuttur. Yani, harama yakın olan mekrûhu işleyen kimsenin âhirette hesaba çekilmesi ve azâba uğramasından korkulur. Bu, İmam-ı A'zam ile Ebû Yûsuf'a göredir. İmam-ı Muhammed ise, tahrîmen mekrûhu, aynen haram gibi telâkki eder. âhirette azab muhakkaktır, der.

Tenzîhen mekrûhun işlenmesi ise, azâbı gerektirmez. Fakat terki sevablıdır.

Mekruhları helâl telâkki etmek, hatâ olmakla beraber, insanı dinden çıkarmaz.
l Mekrûh kelimesi, fıkıh kitablarında tenzîhen veya tahrîmen kayıtları konmaksızın geçiyorsa, bununla tahrîmen mekruh kastediliyor demektir.
Müfsid Nedir?

Başlanmış bir ibâdeti bozan ve ibtâl eden şeydir. Müfsidin özürsüz, kasden yapılması günâhı mûcibdir. Hatâ ile, sehven meydana gelmesinde ise günah ve azab yoktur. Namaz içinde kendisini alamayıp gülmek gibi.
Sahih Nedir?

Bütün şartlarına ve rükünlerine uyularak eksiksiz ifa edilen bir ibâdet veya muameledir. Meselâ: Farz ve vâciblerine riayet edilerek kılınan namaz sahihdir.
Câiz Nedir?

Yapılması dînen yasak olmayan şeydir. Bu kelime, bâzan sahih, bâzan da mübah yerine kullanılır.

Bâzı muameleler vardır ki, dünyevî hükümler bakımından sahih olduğu halde, uhrevî hükümler bakımından câiz olmaz. Cuma ezanı okunurken yapılan alış-veriş muamelesi gibi... Böyle bir muamele dünyevî bakımdan sahihtir; fakat mânevî mes'uliyeti de gerektirdiği için, dînen câiz değildir.
Bâtıl Nedir?

Rükünlerine veya şartlarına tamamen veya kısmen uyulmayan herhangi bir ibâdet ve muameledir. Abdestsiz namaz kılmak gibi...

Bâtıl, sahîh'in zıddıdır..

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com

 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
İslam’da Temizlik

"İslâm temizlik temeli üzerine binâ edildi."
Hadîs-i Şerîf

Tahâret Nedir?

Tahâret, lügatte, temizlik, nezâfet mânalarına gelir.

Dinî ıstılahtaki mânası ise necâset denilen maddî pislik ve hades denilen, ibâdetlere mâni hükmî kirlilik hallerinden temizlenmek demektir.
İslâm'da Temizliğin Önemi

İslâmiyet, temizliğe büyük önem vermiş, onu bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, mukaddimesi ve anahtarı yapmıştır.

Bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurur:

"Namazın anahtarı tahâret, yani temizlik, başlangıcı tekbir, tamamlayıcısı da selâm'dır."

Temizlik bâzı ibâdetlerin ön şartı olduğu gibi, sıhhat ve âfiyetin vazgeçilmez unsurudur. Ayrıca rızkın artmasına da sebebdir. Hadîs-i şerîfte:

"Temizliğe devam et ki, rızkına genişlik verilsin..." buyurulmuştur.

Temizliği, sadece beden temizliğine hasretmek yanlış olur. Beden temizliği kadar, hattâ ondan da önce kalb temizliği, niyet dürüstlüğü, ahlâk güzelliği gereklidir. Nitekim niyeti temiz olmayanın ibâdeti hâlis olmaz, dolayısiyle, Allah katında kabûl görmez.

Bu sebeble Müslümanda kalb temizliği ile beden temizliği birleşmeli, her ikisinin de temiz tutulması halinde kâmil bir Müslüman olunacağı bilinmelidir.

Beden ve kalb temizliği, İslâm'ın temeli ve en mühim bir esasıdır. Nitekim Resûlüllah Efendimiz:

"İslâm, temizlik temeli üzerine binâ edildi" hadîs-i şerîfleriyle bu iki hususa işaret buyurmuştur.

"Allah temizdir, temizleri sever" îkazı da, İslâm'ın temizlik esasını hatırlatan diğer bir hadîs-i şerîftir.

İslâm'ın temizliğe ne derece ehemmiyet verdiğini gösteren bâzı hadîs ve âyet meâlleri:

"İslâm temizdir. O halde siz de temizleniniz. Çünkü Cennete ancak temiz olanlar girecektir." (Hadîs-i şerîf meâli).

"Temizlik îmanın yarısıdır." (Hadîs-i şerîf meâli).

"Temizlik îman(ın kemâlinden ve nurun)dandır." (Hadîs-i şerîf meâli).

"Şübhe yok ki, Allah, tevbe edenleri de, (maddî - mânevî kirlerden) temizlenenleri de sever..." (el-Bakara, 222).

"(Bu abdest ve teyemmüm emriyle) Allah sizin için güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz etmek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki şükredesiniz." (el-Mâide, 6).

"Allah, üzerinize gökten yağmur indiriyor; onunla sizi pisliklerden temizlesin, diye..." (el-Enfâl, 11).
Temizliğin Îmanın İcablarından Sayılmasının Hikmeti Nedir?

Cenâb-ı Hak, kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuş ve bütün mahlûkatın bu kanuna itâat etmelerini emretmiştir. Çevremize şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman, atomlardan güneşlere, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıklarda, bu temizlik kanununun hükmettiğini görürüz.

Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlı mikrop ve maddeleri yok ederek bu emre uyarken, her zaman içimize alıp verdiğimiz nefes de kanı temizleyerek aynı kanuna tâbi olduğunu gösterir. Göz kapakları, gözleri siler. Sinekler, kanatlarını süpürüp temizlemekle o emri dinledikleri gibi, gökyüzündeki koca bulut ve hava da dinler. Hava, yeryüzüne konan toz topraktan ibaret süprüntülere üfler, temizler. Bulut, ıslak bir sünger gibi zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra kendisi de (âdeta) gökyüzünü kirletmemek için süprüntülerini toplayıp intizam içinde çekilir, gider. Göğün güzel yüzünü ve gözünü silinmiş, süprülmüş parıl parıl parlar halde bırakır.

Bütün bunlar, Allah'ın kâinata koyduğu temizlik kanununun ne derece intizam içinde işlediğinin örnekleridir.

Kâinattaki bu umumî temizlik hakikatı, Cenâb-ı Hakk'ın KUDDÛS isminin bir cilvesidir.

Atomlardan yıldızlara kadar bütün varlıklar, Allah'ın, Kuddûs ismine dayanan kâinattaki bu muazzam temizlik kanununa itâat edip temizliklerine son derece dikkat ederlerken, elbette insanın bu umumî kanundan, İlâhî âdetten uzak kalması düşünülemez.

Nitekim Cenâb-ı Hak, kâinata koyduğu temizlik emrine, mahlûkatın en eşrefi ve en mükerremi olan insanı da muhatap kılmış, onu maddî ve mânevî temizlikle mükellef tutmuştur.

Canlı - cansız bütün varlıkların boyun eğdiği böyle ulvî bir kanuna, insanın lâkayd kalması, yerler ve gökler Rabbinin emrine karşı gelmesi; elbette büyük bir gaflet ve isyandır. Hem Allah'ın, hem de mahlûkatın hukukuna karşı işlenmiş büyük bir zulümdür.

İşte temizlik hakikatı, Kuddûs ismi gibi İsm-i A'zamdan sayılan bir isme istinad ettiği içindir ki, hadîs-i şerîfte temizlik îmanın nûrundan ve kemâlinden sayılmıştır. Âyetlerde de maddî ve mânevî temizlikler, Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmağa vesile gösterilmiştir.
Tahâret (Temizlik) Kaç Türlü Olur?

Tahâret, yani, temizlik esas olarak iki türlü olur:

1 - Necasetten Tahâret (Temizlik).

2 - Hadesten Tahâret (Temizlik).
Necasetten Temizlik Ne Demektir?

Maddî olan kir ve pisliğe "necaset" denir. Temiz olmayan, necasetli maddeye ise "necis" adı verilir. Necasetten temizlik de, beden veya elbisede bulunan ve necis sayılan maddelerden temizliktir.

Pis olan maddelerin bâzısı aslından pistir. Bâzısı da aslı itibariyle temiz iken, daha sonra kendisine bir pisliğin bulaşması sebebiyle pis olmuştur. Bunlara misal olarak, idrar ile, kendisine idrar bulaşmış elbiseyi verebiliriz. İdrar, bizzat kendisi pis ve necistir. Elbise ise, aslında temiz iken, kendisine bulaşan idrarla pislenmiş, necis olmuştur.
Hadesten Temizlik Ne Demektir?

Hades bâzı ibâdetlerin yapılmasına dinî yönden mâni olan hükmî bir kirlilik hâlidir. Abdestsizlik, cünüplük, hayız ve nifas hâli gibi... Hadesten temizlik ise, gusül veya abdest almak suretiyle, bu hades hâlinden temizlenmektir.
Kaç Türlü Hades Vardır?

İki türlü hades vardır:

(a) Küçük hades: Yalnız abdest almakla ortadan kalkan hades hâlidir. Küçük su dökmek, ağız ve burun gibi bir uzuvdan kan gelmek, v.b. sebeblerle abdest bozulur ve küçük hades hali ortaya çıkar. Bu hâli ortadan kaldırmak için, sadece abdest almak yeterlidir.

(b) Büyük hades: Ancak gusül abdesti ile giderilen, cünüplük, hayız ve nifas gibi hallere denir.
Necasetler (Pislikler) Ve Hükümleri

Şeriatın temiz saymadığı, necis (pis) kabul ettiği şeylerin fıkıh kitablarında iki kısma ayrılarak incelendiği görülür:

1 - Ağır Necaset (Necaset-i Galîza),

2 - Hafif Necaset (Necaset-i Hafîfe)...

Bu ayırım, pisliğin az veya çok oluşuna göre değil, namazın sıhhatına mâni olup olmayan miktarına göre yapılmaktadır.

Yoksa pislik, ister galiz olsun, ister hafif, eşyayı kirletmekte birbirine eşittir. Meselâ, bunlar az miktarlardaki bir suyun içine düşseler, o suyu derhal necis (pis) ederler. Artık o sudan abdest almak caiz olmaz.
Galiz Necasetten Namazın Sıhhatine Mâni Olan Miktar Ne Kadardır?

Bu pisliğin, kuru veya yaş bir madde olup olmamasına göre, namazın sıhhatine mâni olan miktar değişir. Şöyle ki:

Galiz necâset tabir edilen ağır pislik, kuru bir madde ise, bir dirhem, yani, üç gramdan az olmalıdır. Üç gramdan fazlası, namazın sıhhatine mâni olur.

Eğer yaş bir madde ise, el ayası dediğimiz avuç içinden daha geniş bir alana yayılmamış olması şarttır. El ayasından fazla bir kısmı ıslatmış olan pislik, namaza mânidir. Namaz kılabilmek için bu miktardaki pisliklerden temizlenmek farzdır.

Bu miktarlardan aşağı olan pislikler, namazın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak yine de bu miktar pisliğin - eğer mümkünse - yokedilmesi sünnettir.
Hangi Şeyler Galiz Necâsetten Sayılır?

Galiz necâsetten sayılan maddeleri şöylece sıralayabiliriz:

1 - İnsan vücudundan çıkan ve abdest veya gusül almayı gerektiren her şey: İdrar, kazurat, meni, mezi, vedi, kan, irin, sarı su, ağız dolusu kusmuk, hayız-nifas ve istihaze kanları gibi...

Şâfiî ve Hanbelî mezheblerine göre, meni temizdir, bulaştığı yeri necis yapmaz.

2 - Eti yenmeyen hayvanların idrarları, ağız salyaları ve tersleri... Ancak eti yenmeyen hayvanlardan çaylak, kartal, atmaca gibi kuş cinsinden olanların pislikleri, hafif necâsetten sayılmaktadır.

Eti yenmeyen hayvanlardan, sadece kedinin salyası ve artığı temiz kabul edilmiştir. Kedi, insanlarla çok düşüp kalktığından, ev eşyasına her zaman dokunduğundan ve insanın elini, v.s. yaladığından, insanlara güçlük olmaması için, Allah Teâlâ onun salyasını ve ağzını pis saymamıştır. Böylece biz kullarına büyük bir kolaylık kapısı açmıştır. Nitekim Resûlüllah

Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"O (kedi) pis değildir. Ancak o sizin etrafınızda çok dolananlardandır."

3 - Bütün hayvanların akan kanları...

4 - Eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz, ördek ve hindi gibi kümes hayvanlarının tersleri...

Eti yenen hayvanlardan serçe, güvercin gibi havada pisleyen kuşların tersleri, temiz kabul edilmektedir.

5 - "Meyte" tabir edilen leşler, yani, karada yaşayıp besmele ile boğazlanmaksızın ölen kanlı hayvanlar ve bunların tabaklanmamış derileri...

Hayvan boğazlanarak öldürülmekle beraber, bu boğazlama işlemi Şeriatın tarif ettiği şekilde yerine getirilmemişse, bu hayvan da leş (meyte) hükmündedir, pis sayılır, eti de yenilmez. Hayvanı boğazlarken kasden, bile bile besmeleyi terketmek gibi. Besmeleyi çekmeyi unutmakta ise, bir beis yoktur.

6 - Alkollü içkilerden Şarap da galiz necasettendir. Bunda, bütün fıkıh âlimlerinin ittifakı vardır. Şaraptan başka olan alkollü içkilerin necâset durumlarının ne olduğu hususunda üç görüş vardır: Kimisi bunları galiz, kimisi de hafif necâset sayar. Bâzılarına göre de, bu içkiler, maddeleri itibariyle temizdir.

Şu hususa dikkat edilmelidir ki, bu ihtilâf sadece şarap dışındaki alkollü içkilerin maddelerinin temiz olup olmadığı itibariyledir. Yoksa bu içkileri içmenin haram olduğunda bütün âlimler müttefiktirler.

Tentürdiyot, Kolonya, İspirto Gibi Alkollü Maddeleri Kullanmanın Bir Mahzuru Var mıdır?

Şarap dışındaki alkollü içkileri, madde itibariyle temiz kabûl edenlere göre, kolonya, ispirto, tentürdiyot gibi alkollü maddeler de temizdir. Bunları kullanmak, yani, vücuduna veya elbiseye sürmek, dökmek veya şişe içinde üzerinde taşımak caizdir. Namaza mâni teşkil etmez.

Diyanet İşleri Müşavere Kurulu'nun (1943-1948) tarihlerinde verdiği iki kararına göre, ispirto, kolonya gibi maddelerin içilmesi haram ise de, başka yerlerde kullanılması haram sayılmaz. Döküldüğü yeri pis etmez.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, tefsîrinin 1. cild, 762. sayfasında şöyle demektedir:

"Üzümün şarabından mâmul olmayan ispirto, bira vesair müskirat içilemezse de, elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur, diye iddia edilemez. Ebu Hanife Hazretleri bu suretle şaraptan mâadâ müskiratın aynı ve katresi necis olmadığına kâil olmuş."

Şarap dışındaki alkollü içkilerin de maddesi itibariyle şarap gibi necis olduğunu kabûl edenlere göre ise, ispirto ve kolonya da necistir. Bu sebeble, ispirto veya kolonyanın ıslattığı yerler, pis olmuş olur. Eğer avuç içi genişliğinde bir yeri ıslatmışsa, bu kısımlar yıkanmadan namaz kılınmaz. Kolonyanın, ıslattığı yerden, rüzgâr dokunması veya sıcaklık sebebiyle uçup gitmesi, temizlik için kâfi değildir. Mutlaka o yerin yıkanması şarttır. Aynen idrarın ıslattığı yer gibi... İdrarın ıslattığı yer kurusa bile, o kısım yıkanmadan temizlik yerine gelmiş olmaz.

Netice olarak diyebiliriz ki: Kolonya v.s. gibi temiz olup olmadığı ihtilâflı şeylerden kaçınmak, elbette en selâmetli yoldur. Ancak kaçınmanın zor olduğu hallerde, harama girildiği şeklinde düşünmemek, ispirto ve kolonya dökünmesinin mübah olduğunu söyleyenlerin de var olduğunu hatırlamak ve ona göre davranmak daha isabetli olur.
Hafif Necâsetin Namaza Mâni Sayılan Miktarı Ne Kadardır?

Hafif necâsetlerde ölçü, pisliğin, bulaştığı elbisenin veya uzvun dörtte birisini kaplamasıdır. Miktar dörtte birden az olursa namaza mâni olmaz. Çok olursa, namazın sıhhatine mânidir. Yıkamak farz olur.

Ancak, ibâdete mâni olmayacak miktarda da olsa, galiz ve hafif her türlü necâsetten temizlenmek takvâya uygun bir davranış olur.

Peygamber Efendimiz, "temizlik îmandandır" buyururken, temizliğe dikkat edenlerin kuvvetli bir îmana sahip olduklarına işaret etmiştir.

Bu bakımdan ister necâsetin galiz kısmından, isterse de hafif cinsinden olsun, kirlenen yerleri imkânımızın müsaadesi nisbetinde temizlemeye çalışır, her ne kadar namaza mâni olmayacak miktarda olsa da, yine tertemiz bir beden ve elbise ile ibadet etmeyi isteriz. Kaldı ki, namaza mâni olmayacak miktardaki pisliği temizlemenin vâcib olduğu da bâzı kitablarımızda kayıtlıdır.
Hafif Necasetten Sayılan Maddeler Nelerdir?

1 - Atların ve etleri yenen koyun, geyik gibi ehlî veya vahşî hayvanların idrar ve tersleri... Katır ve merkep tersleri ihtilâflıdır. Galiz necâset sayan olduğu gibi, hafif necâset sayanlar da vardır.

2 - Etleri yenmeyen hayvanlardan atmaca, çaylak, kartal gibi havada tersleyen vahşî kuşların tersleri... Güvercin ve serçe gibi eti yenen kuşların tersinin ise, temiz olduğunu belirtmiştik.

Şer'an necis sayılan müşriklerin ve Yahudi, Hiristiyan gibi Ehl-i Kitabdan kimselerin kaplarından yemek yiyip, su içmek câiz olur mu? Çünkü, bunların kaplarında domuz pişip, şarap kaynatılması ihtimal dahilindedir?

Ehl-i Kitab veya müşriklerin kaplarından yemek yiyip, su içmek câiz görülmüştür. Ancak, o kaplarda İslâm'ın yasakladığı bir maddenin bulunduğu belli olmaması ve bilinmemesi şarttır. Pisliğe bulaşmış olduğunu bile bile o kaplardan yiyip içmek câiz olmaz.

Resûlüllah Efendimiz, bir müşrike kadının kırbasından su içmiş ve abdest almıştır. Aynı şekilde Ehl-i Kitab olanların kaplarından yemek yediği de vâki olmuştur.

Bununla beraber, mecbûr kalmadan ve bu gibi kaplardan yiyip içmemekte isabet vardır. Çünkü, bu durum bütünüyle kerâhetten uzak değildir.
Gümüş ve Altın Kaplardan Yemek Yenip Su İçilir mi? Abdest Alınır mı?

Altın ve gümüş gibi kapların, yemek ve içmekte veya abdest alma

gibi işlerde kullanılması kesinlikle câiz değildir. Ancak kadınlar, bunları süs ve zinet eşyası olarak kullanabilirler. Erkeklerin ise, sadece gümüş yüzük takmalarına cevaz verilmiştir. Altın ve gümüş dışında bir maddeden yapılan eşyaları kullanmakta ise, hiçbir beis yoktur.

Eşya eğer tamamı altın veya gümüş değil de başka maddelerle karıştırılmışsa, bu durumda itibar, hangi maddenin fazla olduğunadır. Altın veya gümüş çoksa o kaplar kullanılmaz. Az ise kullanılır. Buna göre altın veya gümüş suyuna batırılmış kapları kullanmanın câiz olduğu açıktır. Çünkü bu gibi kaplarda altın veya gümüş miktarı, diğer maddelerden azdır.

Pislikleri Temizleme Yolları

Necis olan şeyleri temizlemek için, şer'î yönden mahiyetlerine göre muhtelif temizleme yol ve metodlarına başvurulur. Başlıca temizleme yolları şunlardır:
1 - Su İle Yıkamak Suretiyle Temizlik:

* Maddî bir pislik, yağmur, dere, deniz suyu gibi mutlak sularla temizlenebileceği gibi; çiçek suları, gül suyu, sebze ve meyve suları gibi bâzı mukayyed sularla da temizlenebilir. Hattâ başka su bulunamadığı takdirde, abdest veya gusülde kullanılmış su ile bile temizlik yapılabilir.

* Gözle görülür cinsten olan bir pisliğin temizlenmesi, pisliğin eserleri, yani, varlığı, kokusu ve rengi giderilinceye kadar yıkamakla olur. Burada yıkama sayısı mühim değildir.

* Eğer pislik, meselâ idrar gibi, göze gözükmeyen, kurumakla geride hiçbir iz bırakmayan cinsten ise, bunun temizliği, idrarın bulaştığı kısmın bir kapta 3 defa ayrı su ile yıkanması ve her defasında da suyun insanın vargücüyle sıkılması ile olur.

Ancak kirli eşya, sıkılamayan cinsten olursa, (hasır, keçe, halı, v.s. gibi) yine bir kap içinde 3 kere yıkanır, her seferinde de kurutulur. Bu eşyaların, damlaları kesilinceye kadar asılmaları, kurumaları yerine geçer. Böyle bir eşya, kap içinde yıkanmaz da akarsu içinde veya üzerine sular dökülmek suretiyle yıkanırsa, kendisinde necâsetin eseri kalmayınca temizlenmiş olur. Ayrıca sıkılmasına, kurutulmasına lüzum kalmaz.
2 - Suda Kaynatmak Suretiyle Temizlik:

* İçine temiz olmayan bir şey karışan süt, pekmez, bal, reçel gibi sıvı şeyler üç defa ayrı ayrı temiz su ile kaynatılmakla temiz olur.

* İşkembe yıkanmadan kaynar suya atılırsa bir daha temiz olmaz. Fakat daha kaynar hâle gelmemiş bir suya atılırsa, sonradan yalnızca yıkamakla temizlenir. Henüz kaynar suyu içine çekmeden çıkarıldığı takdirde de hüküm aynıdır. Yani murdar olmuş olmaz. Sadece yıkamakla pâk olur.

* Şer'î usûle göre boğazlanmış, fakat bağırsakları çıkarılmadan tüylerini yolmak için kaynar suya atılmış olan tavuk ve emsali hayvanlar içteki pislikler ete sirayet ederse temiz olmaktan çıkar. Binaenaleyh böyle bir hayvanı kestikten sonra, üzerinde bulunan akar kanını ve içini çıkarıp yıkamalı, ondan sonra sıcak suya atmalıdır. Ancak hayvan içteki pislik ete nüfuz etmiyecek şekilde sıcak suya sokulup çıkarılırsa, pislenmiş sayılmaz.

* Sıcak su içinde bekleyerek pis hâle gelen hayvanı temizleme yolu, hayvanın içini temizledikten sonra üç defa temiz su ile kaynatmak ve her seferinde de kaynatılan suyu dökmektir. Böylece hayvanın etindeki necâset, kaynatılan su ile dışarı çıkmış ve temiz hâle gelmiş olur.
3 - Ateşe Tutmak Suretiyle Temizlik:

* Pis çamurdan yapılmış testi, bardak, çanak gibi şeyler, ateşte pişirilip kendisinde pislik eseri kalmayınca temizlenmiş olur.

* Tezek ve benzeri pislikler, ateşte yakılıp kül olunca temiz hâle gelir.
4 - Silmek Suretiyle Temizlik:

* Bıçak, cam, cilâlı tahta, düz mermer ve tepsi gibi şeyler, yaş veya kuru bir pislikle pislenirse, yaş bir bezle veya süngerle veya toprak gibi bir şeyle silinerek temizlenebilir. Ancak pisliğin tamamen çıktığı kanaatı hâsıl olmalıdır.

* Oymalı ve nakışlı olan eşya ise, silmekle temizlenmez, bunlar ancak yıkamakla temizlenmiş olur.
5 - Kazımak Veya Ovalamak Suretiyle Temizlik:

* İç çamaşıra veya elbiseye bulaşan bir meni, kurumuş ise, yıkanmadan sadece ovalamakla da giderilebilir. Ovalamadan sonra elbisede kalan iz, ibadete mâni teşkil etmez. Elbiseye bulaşan meni yaş ise, elbise ancak yıkamak suretiyle temiz olur.

Vücuda yapışan meni, kurumuş bile olsa, ovalamakla vücut temizlenmez, ancak yıkamakla temizlenmiş olur.

* Donmuş haldeki bir yağa bir pislik düşse, sadece pisliğin düştüğü kısmı oyup almakla, kazımakla yağ temizlenmiş olur.

* Ayakkabı, mest gibi giyim eşyasına gözle görünür bir pislik bulaşır da kurursa, bu necâseti kazımak suretiyle temizlemek mümkündür. Necâset yaş olursa, ancak yıkamakla temizlenir. Fakat iz kalmayacak şekilde temiz bezle bilinmesi de câizdir.

Eğer necâset gözle görünmeyen sidik, şarap damlası cinsinden olursa, yıkamak ve sabunlu bezle iyice silmek gerekir.
6 - Kurumak ve Pislik İzi Kaybolmak Yoluyla Temizlik:

* Toprak ve toprak üzerinde sâbit olan ağaç, ot v.s. gibi bir eşya, pislenince, kurumakla temizlenir. Bu kuruma, güneşle, ateşle, rüzgârla da olabilir. Böyle bir yer üzerinde namaz kılınabilir, fakat teyemmüm yapılamaz. Zira bu yer, her ne kadar tâhir (temiz) ise de, mutahhir (temizleyici) değildir.

* Pis olan bir toprak, necâsetin eseri gidinceye kadar üzerine su akıtmakla veya necâsetin kokusu alınamıyacak derecede üzerine temiz toprak sermekle de temizlenir.
7 - Suyun Akması Veya Çekilip Kaybolması Yoluyla Temizlik:

* İçine pislik düşmüş küçük bir su birikintisi (meselâ su ile dolu bir hamam kurnası), içine hariçten temiz su gelip pis suyu taşırıp dışarı akıtması ile temizlenir. Çünkü bu durumda o birikinti, akarsu hükmünü alır.

* Pis olmuş bir kuyunun suyu, kendiliğinden boşalmak veya kova ile çekilip boşaltılmak suretiyle temizlenmiş olur.
8 - Hal Değiştirmekle Temizlik:

* Temiz olmayan bir madde, mahiyet değişikliğine uğrarsa temiz olur. Meselâ şarap, içine konan kimyevî bir madde sebebiyle sirke hâline gelirse, temiz olmuş olur, çünkü bu durumda mahiyeti değişmiştir.

* Pis bir zeytinyağı sabun hâline gelmekle temizlenir. Ancak pis süt, peynir veya yoğurt yapılmakla temizlenmiş olmaz. Çünkü bu halde mahiyeti değişmemektedir.

9 - Boğazlama ve Tabaklama (Dibağat) Yoluyla Temizlik:

* Domuzdan başka, eti yenen ve yenmeyen bütün hayvanların derileri, hayvan şer'î usûle göre kesilmişse, deri üzerine kan v.s. gibi bir pislik bulaşmadıkça temiz sayılırlar. Böyle bir deri üzerinde namaz kılınabilir.

* Domuzdan başka bütün hayvanların derileri, sadece boğazlanma yoluyla temiz olacağı gibi, deriyi tabaklama (dibağatlama) yoluyla da temiz olurlar. Şu halde boğazlanmaksızın kendi kendine ölmüş bir hayvanın derisi, dibağat yoluyla temiz hale getirilip kullanılabilir.

İbn-i Abbas'tan (ra) rivâyet edildiğine göre: Resûlüllah Efendimiz'in (asm) muhterem zevceleri Sevde bint-i Zem'a'nın (r.anhâ) bir keçisi eceliyle ölmüştü.

"Yâ Resûlâllah! Bizim keçi öldü" diyerek durumu Allah Resûlüne bildirdi. Allah Resûlü de ona:

"Öyleyse neden derisini almadınız?" diye sordu.

Sevde:

"Ölmüş bir hayvanın derisini alıp ne yapacağız?" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şu açıklamayı yaptılar:

"Allah Teâlâ: 'Ölen hayvanın derisini tabaklarsanız, size helâl olur ve onu kullanabilirsiniz' buyurmaktadır."

Hz. Sevde derhal birini gönderip ölmüş keçinin derisini yüzdürdü ve kendi eliyle onu tabakladı.

öylece temizlenmiş olan bu deriyi, yırtılıncaya kadar su tulumu olarak kullandı...

* Dibâğat iki türlü yapılır:
1. Hakikî dibâğat:

Şap, tuz gibi kimyevî maddeler ve ilâçlarla yapılan dibâğat.
2. Hükmî dibâğat:

Deri ve postekilere toprak serpmekle veya onları güneşe, havaya ve rüzgâra karşı bırakarak kurutmakla yapılan dibâğat.

Her iki usûlle de deri temizlenmiş olur. Üzerinde namaz kılınabilir.

* Ecnebi ülkelerde murdar bir madde ile tabaklandığı kesin olarak bilinen deriler, üç kere yıkanarak temiz hale getirilebilir.

Eğer bu hususda şübhe edilirse, yani, murdar bir madde ile dibağatlandığı kesin olarak bilinemeyip ancak bu hususta vesvese duyulursa, deri temiz hükmündedir. Fakat şübhe ve vesveseden kurtulmak için ihtiyâten yıkanması efdaldir. Esasen şübheye mahal verecek açık bir alâmet ve durum yoksa, daha fazla araştırmaya da lüzum yoktur. Deri temiz kabul edilir..

İstincâ nedir?

İstinca, lügatte, pisliklerden temizlenmeyi istemek demektir. Dinî ıstılahta ise, büyük ve küçük hâcetini yaptıktan sonra avret yerlerini temizlemek mânasına gelmektedir. Buna dilimizde, tahâretlenmek denilir. Bu temizlik, müekked sünnettir.

İstinca'nın Allah indindeki kıymet ve ehemmiyetini göstermesi bakımından İbn-i Abbas ve Ebu Hüreyre'den gelen şu rivâyet dikkat çekicidir:

"Kubalılar hakkında "Orada temizlenmeyi seven adamlar var" (et-Tevbe, 108) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil olunca Resûl-i Ekrem (asm) onlara sordular:

- Allah sizi neden övüyor?

Onlar da bu suâle:

- Biz def'-i hâcetten sonra su ile temizlenir, istinca yaparız, cevabını verdiler."
İstinca Ne İle Yapılır?

İstinca su ile yapılacağı gibi, su olmadığı takdirde ufak taşlarla da yapılabilir. Ancak, kemik, cam parçası, yazılı kâğıtlar, ipek gibi pahalı kumaş parçaları ve zemzem suyu ile istinca yapılması mekruhtur. Temiz boş kâğıda da hürmet lâzımdır.

Su bulunmadığı takdirde, kıymetsiz bez ve pamuk, yazıda kullanılmayan suyu emici kâğıtlar (tuvalet kâğıtları) ile de istinca yapılabilir.

Aslında su ile istinca yapıp bez gibi suyu emici bir nesne ile kurulanmak temizliğe daha uygundur.
İstibra Nedir?

Erkeklerin idrardan sonra, idrar sızıntısının tamamen kesilmesini beklemelerine istibra denir. Bunu yapmak vâcibdir.

İdrar sızıntısı her insanda olur. Ancak bâzı kimselerde çabuk kesilir; bâzılarında ise, akıntı bir müddet daha devam eder. Herkes durumunu bilerek, abdest almadan önce, sızıntının kesilmesine çalışmalı, sonra abdest almalıdır.
İdrar Sızıntısını Durdurmak İçin Ne Yapılabilir?

İstibranın, yani, idrar sızıntısını durdurmanın çeşitli yolları vardır: Tuvaletten çıktıktan sonra hemen abdest almayıp biraz yürümek veya öksürmek veya ayakları biraz kımıldatmak gibi hareketlerle idrar yollarında kalmış olan sızıntıların dışarı çıkması te'min edilebilir. Herkes kendi durumunu bilerek bu yollardan birini tatbik eder. Mühim olan sızıntının kesilmesidir.
İstibra Yapılmadan Abdest Alınca Ne Olur?

Küçük su döktükten sonra istibranın yapılması durumu, abdestin sıhhatına mâni olan idrar sızıntısını kesmek içindir. İdrarını yaptıktan hemen sonra istibra yapmadan abdest alan ve bu sırada da kendisinden idrar akıntısı gelen kimsenin aldığı abdest, haberi olmadan bozulur ve bu abdestle kılınan namaz da sahih olmaz. Bu bakımdan istibra konusunda oldukça titiz davranmalıdır.

Bir hadîs-i şerîfte:

"İdrardan sakınınız. Çünkü kabir azâbının çoğu ondandır" buyurularak, Müslümanların, küçük su döktükten sonra temizliğe (istibraya) son derece dikkat etmeleri istenmiştir.

Kadınlara istibra gerekmez. Onların idrar yaptıktan sonra hemen abdest almayıp bir süre beklemeleri kâfidir.

İstinca, istibranın sıhhî faydaları da vardır.
İstinca ve İstibra'nın Âdâbı:

Önce istinca ve istibraya sebeb olan tuvalete girme ve hâcet giderme âdâbını bilmek gereklidir.

Şöyle ki:

* Tuvalete girileceği zaman parmağında lâfza-i celâl yazılı yüzük veya ceplerinde âyet yazılı sayfa veya Kur'an'dan bir parça var ise, bunların çıkarılması, tuvalete sokulmaması, yahut da muşambaya veya naylona sarılı vaziyette cepte taşınması gerekir. Yüzüğün ters çevrilerek avuç içine alınması da kifâyet eder.

* Daha tuvalete girmeden bismillâh deyip:

"Allahümme innî eûzü bike mine'l-hubsi ve'l-habâis..." (*) diye dua edilmesi müstehabdır.

* Tuvalete sol ayakla girilir ve sağ ayakla çıkılır.

* Tuvalette kıbleye karşı oturulmamalı ve kıble tarafına arka da dönülmemelidir. Bunlar mekruhtur. Fakat evlerdeki tuvaletler kıbleye karşı yapılmışsa, artık zarurete binaen bunda bir beis yoktur.

Şâfiî ve Mâlikî'ye göre kapalı bina içindeki tuvaletlerde kıbleye karşı dönmekte hiçbir mahzur yoktur. Kıbleye dönmemek mecburiyeti, kırlarda def'-i hâcet yapılacak zamanlara aittir.

* Tuvalette iken mecbur kalmadıkça konuşulmaz. Zikredilmez. Selâm alınmaz.

* Tuvaletlere tükürerek veya sümkürerek nahoş bir görüntüye sebeb olmamak da âdâbdandır.

* Özürsüz ayakta idrar yapmamak da âdâbdandır. Hazret-i Ömer'in bildirdiğine göre, bir keresinde ayakta su dökerken Resûlüllah Efendimiz onu görmüş ve: "Ya Ömer, ayakta su dökme" demiştir. Hz. Ömer bundan sonra bir daha ayakta su dökmemiştir. Fakat zaruret halinde ve idrar sıçrantılarından da korunmak mümkün olduğu takdirde, ayakta da su dökülebilir. Çünkü ashabdan bâzıları, Resûlüllah'ın ayakta da su döktüğünü görmüşlerdir. Bu durum zaruret ve idrarın sıçramaması haline hamledilmiştir.

Oturarak idrar etmek, temizlik yönünden de daha iyidir. Bu şekilde idrar torbası daha iyi boşalır. Akıntı ve sızıntı da azalır.

* Def'-i hâcet yaparken, avret mahalline ve vücuttan çıkan pisliğe bakılmamalıdır.

* Tuvaletten çıkıldığında:

"Elhamdü lillâhi'llezî ezhebe annî'l-ezâ ve âfânî (*) denilmesi âdâbdandır.
İstincanın Mekruhları Nelerdir?

* Rüzgâra karşı, durgun ve akar sulara doğru idrar yapmak mekruhtur. Meyve ağacı altlarına, gölgelik yerlere, ekin tarlalarına, karınca ve haşerat yuvalarına, yollar üzerine def'-i hâcet etmek de mekruh sayılır. Bilhâssa insanların gideceği yolları ve oturacağı gölgelikleri kirletmek, hadîste şiddetle men'edilmiş, bu hâlin insanların eziyet duymalarına, dolayısıyla da lânet ve sövmelerine sebeb olacağı bildirilmiştir.

Sakınılması gereken bir husus da, umumî tuvaletlerde büyük hâcetini yaptıktan sonra, tuvaleti tam temizlemeden, kıyısında köşesinde pislikler bırakarak çıkmaktır. Bu durum da insanlara eziyet verir, nefretlerini mûcib olur. Hadîs'teki nehyin şümûlüne girer.

İstinca ve istibrada temizlik hep sol el ile yapılır. Hadîs-i şerîf'te, "Sizden biriniz küçük su dökerken, uzvunu sağ el ile tutmasın. Helâdan sonra da sağ eliyle silinmesin" buyurulmuştur. Âlimler, bu hadîse binaen, sağ el ile temizlenmeyi mekruh saymıştır.

* İstincada suyu kullanırken şiddetle suyu çarpmamalı, sıçrantı yapmamaya çalışmalıdır.

* Avret yerlerinin gözükmesinden korkulan hallerde, istinca terk edilir.

* Gusledilen yere küçük su dökülmesi de caiz görülmemiştir. "Umum vesveseler bundandır" denmiştir. Ancak akıntı varsa ve idrar, gusledilen yerde kalmayıp akıp gidiyorsa, caiz olur diyenler de olmuştur. İhtiyâta riâyette fayda vardır.

* İstinca yapamayacak kadar hasta olan bir kimse, zevcesi yoksa istincayı terkeder. Hasta olan kadın da kocası yoksa o da istincayı terkeder. Yabancıların bunlara taharet vermesi câiz olmaz.
Sünnet Olan Beden Temizliği

Müslümanların, abdest ve gusül gibi farz olan şer'î temizliğin dışında haftada en az bir kere de maddî temizlik için yıkanmaları müstehabdır. Hadîs-i şerîf'te şöyle buyurulur:

"Her Müslüman üzerine, yedi günde bir yıkanması, Allah'ın hakkıdır."

Bu temizliğin Cuma günü yapılması, böylece Cuma namazında cemaat içine kir ve pis kokulardan arınmış olarak tertemiz bir halde çıkılması tavsiye edilmiştir.

Cuma günü yapılacak bu beden temizliği hakkında Resûlüllah Efendimizden daha pek çok hadîs-i şerif rivâyet edilmiştir.

Bedenin tamamını yıkayıp gözle görünür kir ve pislikleri, ağır ter kokularını temizlemenin yanısıra, insan bedeninde temizliğine dikkat edilecek bâzı âzalar ve hassas bölgeler vardır. Bu âzalar şunlardır:

a. Saçlar: Saçlar, insan bedeninde temizliğine dikkat edilecek yerlerin başında gelir. Saçları sık sık yıkamalıdır. Resûlüllah Efendimiz saçlarına ihtimamla bakar, titizlikle temizlerdi. Dağınık kirli saçlardan hiç hoşlanmazdı. Ara sıra yağlar ve tarardı. Bir gün huzuruna saçı sakalı birbirine karışmış, kirli paslı bir adam girdi. Adamı bu halde görünce şöyle buyurdular:

"Bu adamda, saçını yıkayacak kadar su, yatıştıracak kadar yağ yok mu idi? Nedir bu dağınıklık?.."

b. Bıyıklar: Resûlüllah Efendimiz, ashabına, bıyıkların dudaklar üzerine sarkan uç kısmından kısaltmalarını tavsiye etmiştir.

Bıyıkların uçtan kısaltılması, yemek yerken bıyık kıllarına yemeklerin bulaşarak nahoş bir görüntü meydana gelmemesi içindir.

Bıyığın üzerinden fazlaca alıp inceltmek ise, bizim örfümüze uygun olmayan bir çirkinlik arzetmektedir. Bıyıklar bu kadar inceltilmemelidir.

Bıyığın iki tarafa uzayan uçlarından kesmekte de isabet vardır. Bu kesiş, fazla olmamalı, ağız bitimini geçmemelidir.

Bıyığın kabası da sünnet değildir. Sünnet olan bıyık, kabarmayacak şekilde kesilenidir. Bıyıkları dipleri görünecek şekilde kesmek sünnete daha uygundur. Büyük ve kaba bıyıklara, ancak harb zamanında, düşmana heybetli görünmek için cevaz verilmiştir.

c. Koltuk altlarını ve kasıkları temizlemek: Koltuk altında ve kasıklarda biten tüyleri 10-15 günde bir, bu mümkün olmuyorsa hiç değilse 40 günü geçirmeden yolmak ve traş etmek, fazla uzamalarına fırsat vermemek müstehabdır. Bu temizlik, bütün peygamberlerin şeriatlarında var olagelen bir temizliktir. Bu temizliğin cünüp iken yapılması mekruhtur. Uygun olanı, kişiye gusül farz olmadan bu temizliklerin yapılmasıdır. Bedenden ayrılan her parça temizken ayrılmalıdır.

Beden temizliğinde kullanılan malzemenin ve âletlerin ayrı bir yerde, özel kaplar içerisinde, mikrop kapmıyacak şekilde muhafaza edilmesinde zaruret vardır. Çoğu zaman temizlik sırasında kesilmeler, kanamalar görülebilir. Temiz olmayan makine ve malzemedeki mikroplar da bu kanla bedene karışabilir, küçük bir ihmalden büyük bir rahatsızlık durumu ortaya çıkabilir.

d. Tırnak temizliği: Tırnağı fazla uzatmadan kesmek, hem çirkin manzarayı önlemek, hem de tırnak altında kirlerin toplanmasına mâni olmak bakımından tavsiye edilmiştir. Mümkünse haftada bir kesilmelidir. Tırnak kesiminde ise bu işlemi temizken yapmağa itina göstermeli, cünüpken tırnak kesmekten mümkün mertebe sakınmalıdır.

Vücuttan kesilen tırnaklar ile tıraş edilen tüy ve kıllar, eğer mümkünse rastgele atılmayıp toprağa gömülmelidir. Veya göze görünmeyecek şekilde sarılıp çöpe atılmalıdır.

e. Ağız Temizliği: Ağız temizliğinin genel beden temizliği içinde ayrı ve önemli bir yeri vardır. Ağzımızın ve burada bulunan dil, diş gibi âzamızın tertemiz olması lâzımdır. Ağzımıza olur olmaz şeyleri almamak, sık sık yıkayıp çalkalayarak temiz bulundurmak, sağlığımız yönünden mühimdir.

Ağız temizliği deyince birinci derecede akla diş sağlığı ve temizliği gelir. Çünkü dişler, hem beslenmede, hem de konuşmada büyük rol oynarlar.

Diş sağlığı konusunda dikkat edilecek en mühim husus; dişleri temiz tutmak, aşırı sıcak ve aşırı soğuk, fazla sert yiyecek ve içeceklerden sakınmaktır. Çünkü bunlar, dişleri zedeler, çizer ve diş minelerini çatlatarak diş çürümelerine sebebiyet verir. Çünkü bir dişin ise göz, karaciğer, kalb, mide, sindirim sistemi, idrar torbası ve mafsallar başta olmak üzere vücudun pek çok yerinde önemli hastalıklara sebeb olduğu günümüzde tıbben sâbittir.

Diş temizliği ve bakımı konusunda Resûlüllah Efendimiz hassas ve itinalı davranmışlardır. Ümmetine de bu ciddi konu üzerinde sık sık ikazlarda bulunmuşlardır. Burada bâzılarını zikredelim:

"Eğer ümmetime güç gelmeyecek olsaydı, onlara her abdest vaktinde ağızlarını ve dişlerini temizlemelerini emrederdim."

"Misvak ağzı temizler, Allah'ın rızasını kazandırır."

"Dişlerinizi temizleyiniz. Zira bu hal mahzâ nezafettir. Nezafet ise îmana râcidir. İman da sâhibiyle beraber Cennettedir."

"Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Sünnet olmak,

misvak kullanmak, güzel koku sürünmek ve evlenmek..."

"Sararmış dişlerle huzuruma gelmeyiniz. Misvak kullanınız." (Bezzar)

Resûlüllah Efendimiz diş temizliğini misvak ile yaparlardı. Misvak ise Arabistan'da bulunan erak ağacının dalından yapılan bir çeşit fırçadır. üzerinde yapılan tıbbî tahliller sonucu, misvakın pek çok faydaları bulunduğu, diş sağlığı için en elverişli madde olduğu anlaşılmıştır.

Bugün diş temizliğinde kullanılan diş fırçaları da, misvak yerini tutar. Ancak bu fırçaların kıldan olanı değil de naylondan olanları tercih edilmelidir. Çünkü kılların ortasında kanallar olduğu gibi, bir-iki fırçalamadan sonra bu kanalların içlerine mikroplar dolduğu tesbit edilmiştir. Ayrıca kıl fırçaların bir kısmının domuz kılından yapıldığı da unutulmamalıdır. Naylon fırçalarda bu mahzurlar yoktur, hem de daha sıhhîdir.

İnsanı cem'iyet içinde müşkil durumda bırakan bir husus da, ağız kokusudur. Ağız kokusunun meydana gelmesinde, bakımsız ve çürük dişlerin rolü büyüktür. Dişlerin temizliğine ve sağlığa dikkat edilirse, bu büyük rahatsızlık da önlenmiş olur.

* Ağız temizliğini sadece maddî temizlik olarak ele almamak gerekir. Bir mü'min, ağzının, dilinin, dişlerinin maddî temizliği kadar mânevî temizliğine de önem vermelidir. Dilimizden yalan, küfür, kötü söz, dedikodu, iftira gibi günâhı mûcib sözlerin çıkmaması, bunların yerine zikir, tesbih, tekbir gibi kudsî kelimelerin ve güzel-tatlı sözlerin sâdır olması, boğazımızdan aşağıya haram lokmanın sokulmaması, ağzımızın maddî temizliğinden çok daha önemli olan hususlardır.

f. Burun temizliği: Hayat ve sağlığımız üzerinde, hem koku, hem de solunum organı olarak burnun büyük önemi vardır. Havanın içinde bulunan zararlı maddeler ve mikroplar, burundaki kanallar, kıllar ve sümük maddesi tarafından süzülerek ciğerlere temiz hava gönderilir. Bunun neticesi olarak burnumuz çok sık kirlenir. Bu yüzden de sık sık temizlenmesi gerekir. Akıntısı dışarı çıkmayan burun, sinüzite sebebiyet verir.

Burun temizliği konusunda Resûlüllah Efendimizin emirleri şöyledir:

"Herhangi biriniz abdest alacağı zaman burnuna su alsın, sonra sümkürsün."

"Herhangi biriniz uykudan uyanınca üç defa burnuna su alıp sümkürsün..."

Burada şu hususu da unutmamalıdır ki, bu temizliği sessizce, fazla gürültü ve iğrenç sesler çıkarmadan yapmaya çalışmalıdır. Yollara, kaldırımlara, herkesin göreceği yerlere sümük atmak doğru değildir. İslâmiyet nezafet dini olduğu kadar nezaket dinidir de.

Hele hele milletin içinde, herkesin gözü önünde burun karıştırmak, burnundan kıl koparmak, büyük bir görgüsüzlük olduğu gibi, aynı zamanda çirkin ve kötü bir alışkanlıktır. Tıbben de mahzurludur. Çünkü burnun içi nazik zarlarla ve ince kan damarlarıyla kaplıdır. Onunla olur olmaz zamanda oynamak ve kıl koparmak tehlikelidir.

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Sularla İlgili Hükümler

Sular Kaç Kısma Ayrılır?

Sular başlıca iki kısma ayrılır: Mutlak sular, mukayyed sular...
I -Mutlak Sular:

Bunlar, yaratıldıkları aslî vasıf üzerine duran yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu sularıdır. Su denildiği zamanda ilk olarak bu kısım akla gelir. Abdest ve gusülde de sadece bu kısım sular kullanılır.
II - Mukayyed Sular:

İçine herhangi bir maddenin karışmasıyla aslî vasfı bozulmuş ve hususî bir ad almış olan sulardır. Gül suyu, çiçek suyu, meyve suyu, et suyu, v.s....

Mutlak suyun içine mukayyed su karışır ve mutlak suyun üç vasfından, yani, renk, koku ve tadından birini veya ikisini değiştirir ise, bu su, mukayyed su hükmünü alır.

Mutlak suyun içine toprak, sabun, v.s. gibi temiz bir madde düşmekle mutlak su olmaktan çıkmaz. Yeter ki suyun incelik ve akıcılığı kaybolmasın.
Mutlak Sular Kaç Kısma Ayrılır?

Mutlak sular kendisi temiz olup olmaması, başka bir şey'i de temizlemeğe elverişli bulunup bulunmaması bakımından şu kısımlara ayrılır:

a - Hem temiz, hem de temizliğe elverişli ve kullanılmasında da hiçbir dinî mahzur olmayan sular... Bu sular 3 vasıfdan hiçbiri kaybolmamış temiz sulardır. Hem içilir, hem yemek yapılır. Abdest ve gusülde de kullanılır.

b - Hem temiz, hem de temizleyici, fakat zaruret olmadan kullanılması mekrûh olan sular.

Ev kedisi gibi ehlî bir hayvanın veya çaylak, doğan, v.s. gibi yırtıcı bir kuşun artığı olan sulardır. Bu sular, her ne kadar temiz ise de başka su varken yeme ve içmede, abdest ve gusül temizliğinde kullanılmamalıdır. Ancak başka su yoksa, kullanmakta hiçbir dinî mahzur kalmaz.

c - Temiz, fakat temizleyici olmayan sular...

Bunlar gusül ve abdestte kullanılmış olan sulardır. Bunlara mâ-i müsta'mel (kullanılmış su) denir. Bu sular temizdir ve maddî pislikleri temizlemekte de kullanılabilirler. Ancak abdestte ve gusülde kullanılmazlar. Yemek ve içmekte kullanmak ise mekruhtur.

d - Temiz olmayan sular...

İçine bir pisliğin düştüğü kesin olarak belli olan ve küçük su tabir

edilen az miktardaki sulardır. Bu sular hiçbir şeyde kullanılmazlar.

e - Şübheli sular...

Ehlî merkep ve bundan doğmuş katırların artığı olan sulardır. Bu suyun temiz olduğu ittifaklı, ancak abdest veya gusülde kullanılıp kullanılmayacağı ihtilâflıdır.

Mutlak sular, içine düşen necâsetle pislenip pislenmeme yönünden ise, ikiye ayrılır: Durgun sular, akar sular.

I - Durgun Sular:

Bu sular, miktar itibariyle çok su ve az su kısmına ayrılırlar.

Çok su ile akarsu, pislenme yönünden aynı hükme tâbidirler.

a - Çok su: Yaklaşık olarak 50 m2lik bir satha sahip olan durgun su birikintisine veya su havuzuna çok su veya büyük havuz (havz-ı kebir) tabir edilir. Bu sular, pislenme bakımından akarsularla aynı hükme tâbidirler. Yani, içine bir pislik düştüğünde suyun üç vasfından biri değişmedikçe temiz sayılır. Bu suların derinliği ise, en az 1 karış veya 24 parmak olmalıdır.

b - Az su: Yaklaşık olarak 50 m2'den az bir satha sahip olan su birikintisine veya su havuzuna az su (veya küçük havuz) ismi verilir. Bunlar içlerine herhangi bir pislik düştüğü zaman, derhal pislenirler. İsterse 3 vasfından hiçbiri değişmesin. Meselâ, böyle bir suya bir damla kan damlasa suyu temiz olmaktan çıkarır. Bu sular, pisliğin değmesi ile bile pislenmiş olurlar.

Meselâ, köpeğin yalaması ile...
II - Akar Sular:

Akar suyu, akış kuvvetiyle bir saman çöpünü sürükleyip götürebilen su diye tarif etmişlerdir. Akarsular, çok su hükmündedir. İçlerine pislik düştüğünde üç vasfından biri bozulmadıkça, pis olmaz.

Pisliğe temasından dolayı üç vasfından bir veya ikisi değişen su ile temizlik yapılmaz. Ama bu su ile, bitki ve toprak sulanabilir. Sığır ve deve, davar gibi hayvanlara da içirilebilir.
Mutlak ve Mukayyed Suların Hükmü Nedir?

Mutlak sular, suyun temizliğini bozacak haricî bir ârıza bulunmayınca içilir, yemekte ve maddî temizlikte de kullanılır. Kendileriyle abdest ve gusül alınır.

Mukayyed sular ise, bunlar ile abdest ve gusül alınmaz. Yani bunlarla hükmî necaset giderilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak bu gibi temizlikler için, sadece mutlak suların kullanılmasını emretmiştir. Ne var ki mukayyed suların bir kısmı, içilebilir. Ve yemeklerde de kullanılabilir. Bunların yağlı ve koyu ve yapışkan olmayan kısmıyla maddî temizlik de yapılabilir.
Okuma Parçası: Unesco Temsilciliğini Hayran Bırakan Kitap

İstanbul eski Merkez Vâizlerinden Hacı Cemal Öğüt Efendi, geniş kültürlü, münevver din adamlarımızdandır.

Özellikle sağlık konularına büyük ilgi duymuş ve bu konularda sadece vaazlarıyla değil, yazdığı eserlerle de halkı aydınlatmaya uğraşmıştır. UNESCO'nun katkısıyla Verem Savaş Derneği'nin yaptığı bir toplantıda, "içtimaî ve Ahlâkî Temizlik: Yerlere ve Yollara Tükürenlerin Suçları" isimli eserini dağıtır. Bir gün sonraki toplantıda, Unesco temsilcisi olan Doktor, bu kitabı göstererek, "bunu bana kim verdi?" diye sorar. Hoca Efendi de "ben verdim" der. Fransız Doktor, "kitabın yazarını tanımak istediğini" söyleyince de, Hoca kendisini, "ben yobaz" diye takdim eder. Toplantıda bulunan Tevfik Sağlam Paşa, hemen söze girerek:

- "Hocam, yobaz olsan seni bu toplantıya çağırır mıydık" deyince, hoca taşı gediğine koyar:

- "Paşam maalesef, yıllarca sizin durumunuzdakiler bizlere 'yobaz', bizim durumuzdakiler de buna tepki olarak sizlere 'gâvur' dediler. İşte şimdilerde ancak birbirimize yaklaşmaya, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Sizlerin ve bizim bir ve beraber oluşumuzla ancak millî birlik ve beraberliğimiz sağlanabilir. Ve ancak bu suretledir ki, vatanımızın kalkınması yolunda ciddi adımlar atılabilir. Elbirliğiyle aramızdaki sun'î uçurumları kapatmak bugünümüzün ve yarınımızın en hayati faaliyetidir kanaatindeyim."

Hoca'nın sözlerini hararetle tebrik eden Unesco temsilcisi Doktor Etienne Berthet ise şu dikkate değer açıklamayı yapar:

- "Hoca Efendi, ben sağlık ve temizlik konusunda Unesco bünyesinde bazı çalışmalar yapmak istedim. Bu maksatla da, Fransa'daki en yetkili Kardinallere ve Hahambaşı'na müracaat ederek, dinimizin bu konulara dair görüşlerini sordum.Fakat, hiçbirinden sağlık ve temizlik konusunda ciddi bir bilgi alamadım. Sonradan anladım ki, Hıristiyanlığın bu konuda getirdiği kayda değer bir fikir yoktur.

Fakat şimdi sizin kitabınızdan öğreniyorum ki, İslâmiyet, temizlik ve sağlık konusunda incelemeye değer bir hazine gibidir. Bunu anlamama vesile olduğunuz için size çok teşekkür ederim." (Cumhuriyetten Günümüze İslâm Âlimleri, Vehbi Vakkasoğlu)

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com
 

angoren

Doçent
Katılım
5 Kasım 2007
Mesajlar
573
Reaksiyon puanı
5
Puanları
0
süper bi paylaşım eline sağlık.
 

redyellow

Doçent
Katılım
3 Kasım 2008
Mesajlar
693
Reaksiyon puanı
2
Puanları
18
Her müslümanın okuması, hayatında uygulaması gereken şeyler.

Allah razı olsun. Güzel bir paylaşım olmuş. Emeklerinize sağlık.
 

dergah yolu

Asistan
Katılım
10 Şubat 2009
Mesajlar
216
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Artık bedavadan Allah[cc]razı olsun demek yok
herkez bir ucundan tutsa ortaklaşa paylaşımlar olsa daha hayırlı olacak bakıyorum gençler imanlı istekli ve daha önemlisi ehli sünnet vel cemaat yolunda taviz vermeden
yüzersif kardeşimiz mevlit kandili münasebetiyle güzel şeyler proglamlıyor
haydi hep beraber el ele O güzel Resulün[sav]ümmeti olduğumuzu gösterelim bölümümüz Gül[sav]lerle süslensin yazı resim hadis ve en önemlisi ayet o gün sadece Mevlidi konuşalım
mod mehmet kardeşimizlede konuşalım belki güzel bir sohbet linlide ekleyebiliriz tabi mahsuru olmazsa
ve gençlere naçizane tavsiyem
aranızda ö.m ile dostlukjlar oluşturun tanışın görüşün
bu menfaat karşılığı olmadığı için Allah[cc]rızası için dost edinmeyi onun rızası için sevmeyi getirecek ve kazancınızı yazmaya kalksam o yazılırmı Rabbim sayısız nimet bağışlanma ve Nerede Allah[cc]rızası için birbirini sevenler nidasına size davet olanağı sunuyor sıfır maliyet full kazanç belki bigayrihisab tarifesinden vallahi kaçmaz o ticaret yapanların en hayırlısıdır
hadisler720061102202227oz6.jpg

orjinal boyut:)

http://forum.medineweb.net/showthread.php?tid=5038
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
ABDEST

Abdest, belli organları usulüne uygun olarak yıkamak ve meshetmek suretiyle yapılan bir temizliktir.


Abdest her şeyden önce her türlü pislik ve kirlilikten kurtulmak, yani maddî ve manevî bütün pislik ve mikroplardan uzak kalmak için İslam'ın emrettiği önemli bir ibadettir. Mikrobun en kolay ürediği yer ağızdır. Ağızdan başlayarak el, yüz ve ayakların günde beş defa temizlenmesi İslam'ın temizliğe verdiği önemi gösterir. Böylelikle İslam yüzyıllar önce temizliğin üzerinde durup insanoğlunu maddî-manevî her türlü pislik ve mikroptan korumayı hedeflemiştir. Bunun yanında abdest alan bir insan, kendini manen temiz ve rahat hisseder ve bu güzel his ve temiz duyguyla Allah'a ibadete durur. Bu da ruhun temizliğini sağlamaktadır. İnsanın yaratılış gayesi olan Allah'a kulluk böyle bir temizleme ameliyesi ile başlayınca insanoğluna vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuzdur.


İnsan abdestle bedenen ve manen temizlendikten sonra Allah'ın huzuruna çıkar. Böyle bir temizlenme ile günlük bütün yorgunlukları ve yükleri geride bırakır.


Abdest almakla, dünyevî ve uhrevî bir çok fazilet ve güzellikler elde edilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) abdestle ilgili olarak şöyle buyururlar;


"Bir müslüman abdest alıp yüzünü yıkadığında, yüzündeki azaların işlediği bütün günahları; el ve ayaklarını yıkadığında el ve ayaklarıyla işlediği bütün hata ve günaları, su damlalarıyla beraber akıp gider ve kendiside tertemiz olur. Hatta kirpik ve tırnak diplerindeki günahlarından eser kalmaz. Adap ve erkanına uymak suretiyle abest alıp kıbleye dönerek: "Eşhedü en la ilahe illallahü vahdehu la şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasülühü" diyen bu kul için cennet kapıları açılmıştır; o, cennet kapılarının dilediğiden içeri girer. "(Müslim Tahare, 32, 33; Tirmi Tahare, 2).


Abdestsiz Olarak Yapılması Yasak Olan Hususlar:
1- Namaz kılmak.
2- Kur'an-ı Kerim'e el sürmek.
3- Tilavet secdesi yapmak.
4- Cenaze namazı kılmak.
5- Kabe'yi tavaf etmek.

Abdestin Farzları
1 - Yüzü Yıkamak
Yüzün bir defa yıkanması farzdır. Yüzün sınırları, saçın bittiği yerden sakal veya çene altına, kulakların köklerine kadar olan bölümdür. Gözlerin içine suyun ulaştırılması gerekmez. Ancak abdest alırken gözler sıkılmaz, tamamen açık bırakılmaz. Normal bir şekilde yüz yıkanır. Dudaklar yumulduğu zaman, dışarda kalan kısımlar yüzün sınırlarıdır. Sakal, bıyık ve kaşın altına suyu ulaştırmak gereklidir.


2- Kolları Yıkamak
Parmak uçlarından kol dirseklerine kadar -dirsekler de dahil- olan kısmı bir defa yıkamak farzdır. Eğer iğne ucu kadar kuru bir yer kalırsa veya tırnağının altına suyu geçirmeyecek (hamur, boya, çamur vb.) bir madde bulunursa, abdest alınmış sayılmaz. Ancak boyacıların tırnaklarındaki boyalardan kaçınmanın mümkün olmamasından dolayı bunlar abdeste zarar vermez. Tırnaklar parmak uçlarından dışarı taşacak kadar uzamış olursa o fazlalığı da yıkamak gerekir. Bir kimse abdest aldıktan sonra bu uzamış tırnağı keserse abdestini yenilemesi gerekmez. Parmakta yüzük var ve bu geniş ise abdest alırken bunu oynatmak sünnet, eğer yüzük dar ve altına su geçirmeyecek kadar parmağa oturmuşsa onu oynatmak farzdır.


3- Başı Meshetmek
Mesh, sözlükte eli bir şeyin üzerinden geçirmek demektir. İbadet hukukunda ise suyun bir vücut organına isabet etmesidir. Başın meshedilmesindeki farz oranı alın miktarıdır. Bu miktar ise başın dörtte biridir. Meshederken üç veya daha fazla parmağı kullanmak gerekir. İki parmakla yapılan mesh caiz değildir. Başa giyilen sarık veya takke üzerine meshetmek geçerli değildir. Kadınlar da baş örtüleri üzerine meshedemezler.


4- Ayakları Yıkamak
Sağlam ve çıplak ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır. Yaralı veya mestle örtülü ayakları yıkamaya gerek olmayıp sadece meshetmek yeterlidir. Maide Süresi 6. ayette geçen topuk topuk= ka'b, ayağın iki tarafından inak kemiğine bitişik kemiktir. Rasulullah (s.a.s.): "Vay ateşten o topukların haline... " (Buhari, İlim 30; Vudü', 27,29; Müslim, Tahare, 25-28,30; Ebû Davud, Tahare, 46) buyurduğu ve ayakların tamamen yıkanmasını emrettiği bilinmektedir. Bir kimsenin ayağında yarık varsa ve o yarığa su sızdırmayan bir ilaç sürülmüşse, o kimse ayağını yıkadığı zaman, su yarığın altına geçmezse bu durumda su, ayağa zarar verecekse abdest yerine getirilmiş sayılır ve bu caizdir. Ancak su zarar vermiyorsa abdest tam olarak alınmış sayılmaz. Dolayısıyla zarar vermediği takdirde yarıklara su ulaşacak şekilde yıkamak gereklidir.

ABDESTİN SÜNNETLERİ
1- Abdeste başlarken "Euzu ve Besmele" çekmek.
2- Abdeste niyet etmek.
3- Önce bileklere kadar elleri yıkamak.
4- Misvak kullanmak veya dişleri parmakla ovalamak.
5- Ağıza ve burna üçer defa su vermek. (mazmaza ve istinşak)
6- Kulakları, boynu mesh etmek.
7- Başın tamamını mesh etmek.
8 - Yıkanması gereken uzuvları üçer defa yıkamak.
9- Abdeste organları ara vermeden yıkayarak devam etmek.
10- Sırayı bozmamak.
11- Abdest almaya sağ taraftan başlamak

ABDESTİN EDEBLERİ
1- Abdest alırken başkasından yardım istememek.
2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak.
3- Kıbleye doğru yönelmek.
4- Gereksiz yere konuşmamak.
5- Niyet ederken dil ile niyet etmek.
6- Her uzvu iyice ovmak.
7- Abdest dualarını okumak.
8- Kullanılmış su ile abdest almamaya dikkat etmek.
9- Her uzvu yıkarken niyeti korumakla birlikte "Bismillah" demek.
10- Kulağı meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek.
11- Burna ve ağıza suyu alırken sağ eli kullanmak.
12- Sol el ile sümkürmek.
13- Özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması.
14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şehadet getirmek ve dua yapmak, biraz su içmek.
15- Durgun ve akarak yer değiştiren sular ile birikinti halindeki sulara ve Kıble'ye karşı abdest bozulmaz.

ABDESTİ BOZAN DURUMLAR
1- İdrar veya dışkı yollarından yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çıkması. (İdrar, dışkı, yel, vedi, mezi, meni, kurt vb.)
2- Aklın idrak gücünü gideren hususlar; uyumak, bayılmak, delirmek, sarhoş olmak vs.dir. Ancak oturduğu yerde kıpırdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz.
3- Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya sarı su çıkması ve etrafına yayılması. Ağızdan akan kana bakılır, şayet bu kan tükrük kadar veya tükrükten fazla ise abdesti bozulur.
4- Ağız dolusu kusmak.
5- Cinsi münasebette bulunmak.
6- Tam olarak cinsi ilişki olmasa bile kadın ve erkeğin çıplak ve ince bir elbise ile vucutlarının veya tenasül uzuvlarının birbirine değmesi.
7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması.
8- Namazda sesli gülmek.

ABDESTİ BOZMAYAN DURUMLAR
1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp, bir damla halinde kalması.
2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi.
3- Yaradan, burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi.
4- Tenasül uzvuna (cinsi organına) el sürmek.
5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak.
6- Ağız dolusu olmayan kusuntu.
7- Ağızdan çıkan balgam.
8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak.
9- Ağlamak.


GUSÜL (BOY ABDESTİ)
Gusül, tepeden tırnağa kadar vücudun her tarafını hiçbir yer kuru kalmayacak şekilde yıkamaktır. Erginlik çağına gelmiş her müslüman erkeğin ve kadının şu durumlarda boy abdesti alması gerekir.

1- Cünüplük; yani cinsi münasebet, ihtilam ve ne şekilde olursa olsun meninin (sperm) şehvetle vücut dışına çıkması.

2- Hayız (kadının adet görmesi) ve nifas (lohusalık) hallerinin sona ermesi.
Bu hallerde gusletmek farzdır. Bazı durumlarda da gusletmek, sünnet veya müstehabdır. Mesela; Hac ve Umre yapmak maksadıyla Mekke ve Medine'ye girmeden önce, hac mevsiminde Mina ve Müzdelife'de bulunmadan önce; yağmur duasından önce; herhangi bir hayırlı iş için müslümanlarla bir araya gelmeden ve mübarek gecelerde gusletmek sünnet ve müstehabdır.
Namaz için alınan abdest "küçük abdest" kabul edilerek, gusle "büyük abdest" veya "boy abdesti" adı verilmektedir.

GUSLÜN FARZLARI
Guslün farzları üçtür.
1) Ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak.
2) Buruna su çekmek ve yıkamak.
3) Tepeden tırnağa bütün vücudu yıkamak.
Vücut yıkanırken en ufak bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilmelidir. Aksi taktirde gusül yerine gelmemiş olur. Onun için kulaklar, göbek çukuru, saç, sakal ve bıyıkların dipleri iyice yıkanır.

GUSLÜN SÜNNETLERİ
1) Gusle besmele ve niyet ile başlamak.
2) Avret yerini yıkamak ve bedenin herhangi bir yerinde pislik varsa onu temizlemek.
3) Gusülden evvel abdest almak.
4) Abdestten sonra, önce üç defa başa, sonra üç defa sağ, üç defa da sol omuza su dökerek her defasında bedeni iyice oğuşturmak.
5) Guslederken çok fazla veya çok az su kullanmaktan kaçınmak.
6) Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak.
7) Tenha bir yerde yıkanılsa bile, avret yerini açmamak.
8) Guslederken konuşmamak.
9) Gusl bitince bedeni bir havlu ile kurutmak
10) Gusülden sonra çabucak giyinmektir.

GUSÜL ABDESTİ NASIL ALINIR?
Guslün adabı aynen abdest adabı gibidir. Gusletmek isteyen kimse önce besmele çekerek gusle niyet eder. Ellerini bileklerine kadar yıkar ve üzerinde yapışıp kurumuş bir şey varsa onları temizler. Sonra herhangi bir pislik olmasa bile avret yerlerini ve uyluklarını yıkar. Sonra sağ avucu ile ağzına bolca su alarak iyice çalkalar; bunu üç defa tekrar eder; oruçlu değilse suyun boğazına ulaşmasını sağlar. Sonra yine sağ eli ile burnuna üç defa su çekerek iyice temizler. Bundan sonra namaz abdesti gibi bir abdest alır. Şayet yıkandığı yere su toplanıyorsa, ayakları, abdest alırken değil gusülden çıkarken yıkar. Abdest aldıktan sonra, önce başına, sonra sırayla sağ ve sol omuzlarına üçer defa su döker. Her defasında vücudun her tarafını iyice oğuşturur. Hiçbir yerinin kuru kalmaması için dikkat eder. Bunun için saçlarının, sakallarının diplerine, göbeğinin içine suyun ulaşmasını sağlar. Eğer vücudunun bir yerinde, herhangi bir yaradan dolayı ilaç veya sargı varsa ve fazla su bunlara zarar verecekse, bunlann üzerinden suyu hafifçe geçirmekle yetinir; bu da zarar verirse sadece eliyle üzerini mesheder.

GUSÜLSÜZ YAPILMAYAN İŞLER
Cünüb bir kimsenin veya hayız ve nifas halindeki bir kadının bu durumdayken yapması haram olan hususlar, şunlardır:
1 - Namaz kılmak
2 - Kur'an niyetiyle Kur'an'dan bir parça okumak (ancak dua niyetiyle okumak caizdir. Ayrıca Kur'an ayetlerini çocuklara kelime kelime öğretmek, Kelime-i Şehadet getirmek, tesbih ve tekbirde bulunmakta da sakınca yoktur).
3 - Kur'an-ı Kerîm'e ve onun en ufak bir parçasına dokunmak ya da tutmak (fakat bitişik olmayan bir kılıf veya kutu içerisinde ise tutmak caizdir)
4 - Kabe-i Muazzamayı tavaf etmek ve zaruret olmadığı halde bir mescide girmek ve içinden geçmek
5 - Üzerinde ayet yazılı olan bir levhayı veya buna benzer bir şeyi tutmak.

TEYEMMÜM

Kast etmek, yönelmek manasına gelen teyemmüm, şeriat dilinde su bulunmadığı veya bulunsa da kullanma gücü olmadığı zaman, temiz toprak cinsinden bir şeyle hadesi (abdest almak veya gusl gerektiren hal) gidermek amacıyla yapılan hareketleri dile getirir.


TEYEMMÜMÜ GEREKTİREN HALLER

1- Su, temizlenecek kimsenin bulunduğu yerden en az dört bin adım, yani üç kilometre uzakta bulunursa,
2- Suyun kullanılması durumunda hastalanma, hastalığın artması veya uzaması gibi tehlike mevcutsa,
3- Yakında bulunan suyu elde etme hususunda nefse, mala, ırz ve namusa tehlike gelme hali varsa,
4- Elde bulunan su, abdest veya gusle yetmeyecekse,
5- Suyun kullanılması halinde kendisinin, arkadaşının veya hayvanının susuzluktan helak olacağına kanaat getirilirse,
6- Kuyudan su çekmek için ip veya kova bulunmazsa,
7- Bulunan su ile abdest alındığı veya gusul edildiği takdirde bayram veya cenaze namazlarını tamamen geçirme ihtimali varsa.


TEYEMMÜMÜN FARZLARI
Niyet ve elleri toprağa vurup yüzü ve kolları mesh etmek farzdır.


TEYEMMÜMÜN SÜNNETLERİ

1- Önce besmele çekmek.
2- Uzuvları sırayla meshetmek.
3- Mesih işlemini ara vermeden yapmak.
4- Elleri yere vurduktan sonra önce ileri, sonra geri hareket ettirmek.
5- Parmakları açık bulundurmak.
6- Eller yerden kaldırıldığında avuç içlerinde toz kalmışsa birbirine vurarak silkelemek.


TEYEMMÜMÜ BOZAN HALLER

1 - Abdesti bozan veya guslü gerektiren haller teyemmümü de bozar, hükümsüz bırakır. Teyemmümü mubah kılan özrün ortadan kalkmasıyla da teyemmüm bozulur. Mesela su bulunmadığından veya hastalıktan dolayı yapılmış olan bir teyemmüm, su bulunduğu veya hastalık geçtiği anda bozulur.


2- Teyemmüm etmiş kimse, namaz içindeyken su bulursa, namazı bozulur. Abdest alıp namazı yeniden kılması gerekir.
3- Bir özürden dolayı teyemmüm eden kimse, diğer bir özre tutulsa, birinci özrü son bulmasıyla teyemmümü de son bulur. Diğer özrü için tekrar teyemmüm etmesi gerekir.

http://www.tahavi.com
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Kadınlara Mahsus Haller

Kadınlara mahsus haller denilince, hayız, nifas ve istihaze'den ibaret üç hâl kasdedilir. Bunları sırası ile görelim:
Hayız Nedir?

Hayız (regl), kadınların hastalık ve doğum halleri dışında ve belli

yaşlar arasında rahimden gelen bir kandır. Buna âdet hâli, ay hâli, aybaşı, muayyen hâl gibi adlar da verilir.

Hayız hâli, kadınlara mahsus tabiî bir haldir. Vücutta biriken kirli ve zehirli maddeler, hayız kanı ile dışarı atılır; vücut hafifler, sıhhat bulur. Bu sebeble hayız hâlinden ürkmeğe, korkmağa, tiksinti duymaya sebeb yoktur. Bu durumu normal bir hâl olarak karşılamalı, Allah'ın bir takdiri olarak bakmalıdır. Nitekim şu rivâyet de bunu te'yid eder mahiyettedir:

Âişe validemiz, Peygamberimizle haccettiği sırada kendisinde muayyen hâl olmuş, bu durumda haccı yarım kalacak zannederek ağlamaya başlamıştı. Peygamberimiz kendisine:

- Ne oluyorsun, ay hâli mi gördün? diye sormuş ve ardından şu açıklamayı yapmıştı:

- Bu, kadınlar tâifesine Allah'ın bir yazısı ve takdîridir. Kâbe'yi tavaftan başka hacıların yaptığı herşey'i yap; Kâbe'yi de ay hâlinden kurtulduktan sonra tavâf edersin."
Ne Zaman Başlar, Kaç Yaşına Kadar Sürer?

Hayız hâli, en erken 9 yaşında başlar. Genç kızlar bu hâlin başlamasıyla bülûğa ermiş olurlar.

Bu hâl, en geç 55 yaşına kadar, her ay belli sürelerle devam edip gelir. Bu yaştan sonra da kesilir.

9'dan önce ve 55'ten sonra görülen kanamalar, muayyen halden sayılmazlar. Bir hastalıktan gelen istihaze hâli kabûl edilirler.
Nasıl Belli Olur?

Hayız akıntısı kırmızı, siyah, sarı, bulanık yeşil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin başlamış olduğuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiğinde ise, gelen akıntı beyaz renktedir ve rahimin tabiî akıntısıdır.

Rahimden gelen akıntının ay hâli sayılabilmesi için kadının hâmile olmaması da şarttır. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayılmaz.
Kaç Gün Sürer?

Muayyen hal, en az 3 gün, en çok da 10 gün sürer. 3 günden (72 saat) az görülen akıntı ile, 10 günden (240 saat) fazla gelen akıntı muayyen halden sayılmaz. Bir hastalıktan geldiği kabûl edilir.

Hayız süresi içinde akıntının devamlı olması şart değildir. Arasıra kesilebilir. Meselâ, bir kadın üç gün dem görse, sonra iki gün akıntı kesilse, sonra yine üç gün daha dem gelse, o kadının hayız müddeti 9 gündür. Ve arada akıntısız geçen iki gün de hayız günlerinden sayılır.
İki Ay Hâli Arasında Kalan Temiz Günlerin Süresi Ne Kadardır?

İki ay hâli arasındaki temizlik süresine "tuhr hâli" denir. Bu süre 15 günden az olmaz, daha fazla olabilir. Buna göre, 15 günden daha evvel ortaya çıkan akıntılar, ay hâlinden sayılmazlar.
Âdet Günleri Süresi Her Ay Muayyen midir?

Bâzı kadınların âdet günleri muayyendir. Meselâ, her ay 5 veya 7 veya 9 gün âdet görürler.

Bâzılarında ise, âdet günleri sabit değil, aydan aya değişkendir. Meselâ, bunlar bir ay 5 gün, bir ay 6 gün âdet görürler. Bu halde ihtiyata uygun davranmak gerekir. Yani, böyle bir kadın, 6. gün oldu mu yıkanır, namazını kılar. Ramazanda ise, orucunu tutar. Çünkü, bu altıncı günde görülen kanın hastalık kanı olma ihtimali vardır. Ancak bu kadın 6. gün çıkmadan kocasıyla cinsî münasebette bulunamaz. Zira bu hal hayız hâli de olabilir.
Âdet Günlerinin Süresinin Değiştiği Nasıl Anlaşılır?

Bir âdet süresinin değişmiş olması için, o âdet süresine aykırı üst üste iki âdet görülmelidir. Meselâ, her ay, devamlı 5 gün âdet gören bir kadın, sonradan üstüste iki defa 4 veya 6 gün âdet görse artık onun âdeti 5 değil, 4 veya 6 gün olmuştur. Şu halde mutad olan âdet süresinin değişmesi, üst üste görülen iki ayrı âdet ile olmaktadır.

Mûtad olan hayız müddetinden fazla olan, fazla süresi 10 günü geçmeyen kanamalar da, âdet hâlinden sayılır. Bu durumda âdet süresi değişmiş kabûl edilir. Meselâ, her ay 7 gün âdet gören bir kadın, sonradan 10 gün görmeye başlasa, 10 günü de hayızlı sayılır. Fakat 10 günü geçen kanamalarda, mutad günden fazla olan günler, âdet hâli değil, istihaze hâli kabûl edilir.
Âdet Çağına Giren Bir Kız, Kendisinde İlk Kanamayı Görünce Ne Yapar?

Âdet görecek çağa gelen bir kız, ilk defa görmeye başladığı âdetten dolayı, hemen namazı orucu terkeder. Bu kıza "mübtedie" denir. Âdet hâli üç günden az sürerse hayızlı olmadığı anlaşılır. Terk ettiği ibâdetleri kaza etmesi gerekir.

İmam-ı A'zam'a göre, âdet tam üç gün devam edip hayız hâli olduğu kesinleşmeden namazı ve orucu terketmek câiz olmaz.

* Bir kadının görmekte olduğu âdetini kocasına karşı inkâr etmesi veya vâkıaya muhalif olarak âdet gördüğünü söylemesi helâl olmaz.

Nifas Neye Denir?

Nifas, doğum sırasında kadından gelen kana denir. Nifas hâline Türkçemizde "Lohusalık hâli" denir.
Nifas Hâli Kaç Gün Sürer?

Nifas, yani, lohusalık hâlinin en az kaç gün süreceği belli değildir. Bir gün bile olabilir. En fazla devam müddeti ise, 40 gündür. 40 günden fazla sürmez. 40 günde kesilmeyip devam eden kan, artık nifas kanı değil, istihaze kanıdır.

Bâzı kadınlar çocuk doğurduktan sonra, ancak 15-20 veya 25 gün kadar nifas görürler. Sonra kan kesilir. Böyle kadınların, nifas süreleri bu kadar olmuş olur. Bundan sonra yıkanır, namaz kılıp oruç tutmaya başlayabilir.

Nifasın âzamî haddi, İmam-ı Şâfiî'ye göre 60 gündür. Yaygını ise, 40 gündür.
Düşük Yapan Kadın Nifaslı Sayılır mı?

Düşük çocukların el, ayak, parmak gibi uzuvları belirmiş ise, nifas hâli meydana gelir. Fakat âzaları henüz teşekkül etmemiş bir düşük ile, nifas hâli vücut bulmaz.
Ameliyatla Doğum Yapan Kadınlar da Nifaslı Sayılırlar mı?

Bir özür dolayısıyla çocuk ameliyatla (sezeryan) alınır ve kan da rahimden değil de karından çıkarsa, nifas hâli tahakkuk etmez. Bu kan, yaradan akan kan hükmündedir. Ancak kan, rahim yoluyla dışarı çıkarsa, kadın nifaslı sayılır.

Nifas Müddeti İçinde Görülen Temizlik, Yani Nifasın Muvakkaten Kesilmesi Hâli Nifastan Sayılır mı?

Evet, sayılır. Meselâ, 10 gün kan gelip 5 gün kesilse, sonra tekrar kanama başlasa ve 10 gün kadar sürse, bu 25 günlük sürenin hepsi de nifastan sayılır.

* Çocuk dünyaya gelirken vücudunun ekserisinin rahimden çıkmasıyla, çocuk dünyaya gelmiş sayılır..

Hayız - Nifas Ve İstihazenin Hükümleri

Hayız ve Nifasla İlgili Hükümler:

Hayız ve nifasın müşterek 8 hükmü vardır:

1 - Hayız ve nifas hâlindeki kadından her türlü namaz mükellefiyeti düşer. Kadınlar hayız-nifas hâlinde oldukları müddet zarfında, namaz kılmaları kendilerine haram olur.

Hayız ve nifas hâlinde iken kılamadıkları bu namazları; kadınlar sonradan kaza etmek mecburiyetinde de değillerdir. Cenâb-ı Hak, fazl ve kereminden onları böyle bir mükellefiyetten afvetmiştir.

İslâm dîni gerçekten kolaylık dînidir. Hayız ve nifaslı kadınların namaz borçları hakkındaki hükmünde de, bu kolaylık prensibini apaçık görmekteyiz. Çünkü, hayız hâli kadınların her ay mübtelâ oldukları ve bir haftaya yakın zamanlarını meşgul eden eziyetli bir durumdur. Bu arada pek çok vakit namazlarını da kılamamış haldedirler. Kadının devamlı olarak kocasının ve çocuklarının hizmeti yanısıra, evinin temizlik ve bakımıyla da uğraştığı malûmdur. Bu durumda olan bir kadının, mecburen terkettiği pek çok vakit namazlarını sonradan kaza etmek zorunda kalmasının, ona ne derece ağır ve zahmetli geleceği apaçık meydandadır.

Nifas hâli için de durum aynıdır. 20 gün, 30 gün, hattâ 40 gün namazını terketmek zorunda kalan bir kadının, bütün bu birikmiş namazları kaza edebilmesi ne kadar meşakkatli olacağı bedihîdir.

İşte, âlemlere rahmet olan İslâmiyet, büyük bir kolaylık olarak, kadınların, hayız ve nifas hâlinde iken kılamadıkları bütün namazları afvetmiştir.

* Hayız ve nifas hâlindeki kadınların namaz kılmaları haram olmakla birlikte, tesbih, zikir ve duada bulunmaları câizdir. Hattâ hayız ve nifas hâlindeki bir kadının, mümkün ise ve vakti de müsait ise, her namaz vaktinde abdest alıp, bir vakit namaz kılacak kadar kıbleye karşı yönelerek oturması, bu süre içinde, tesbih, tevhid ve tehlil ile meşgul olması müstehab bile görülmüştür. Bu şekilde o, hem Rabbini unutmamış ve ibadet zevkini kaçırmamış; hem de Allah'a ibadet hususunda -elinden gelseydi- ne derece arzu ve iştiyak içinde olduğunu da göstermiş olur. Bu güzel ve temiz niyeti sebebiyle, o kadına hayatında en güzel ve en feyizli kıldığı namazın sevabı yazılacağı rivâyetlerden anlaşılmaktadır.

2 - Hayız-Nifas hâlindeki kadınlara, namaz kılmak gibi oruç tutmak da haramdır. Ancak namazdan farklı olarak, tutamadıkları günleri, temizlendikten sonra kaza etmeleri gerekmektedir.

Çünkü, oruç, namaz gibi devamlı olmayıp senede bir ay olduğundan, kadınların tutamadıkları birkaç günlük oruç borçlarını sonradan kaza etmeleri, onlara pek fazla bir zahmet ve meşakkat yüklemez. Bu bakımdan namaz borçları afvedildiği halde, oruç borcu baki kalmış, sonradan kazası istenmiştir.

Âişe validemiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

"Bize hayız ve nifas hâlleri geldiğinde, Hz. Resûlüllah (asm) tutmadığımız oruçlarımızı kazâ etmemizi emir buyururlardı. Kılmadığımız namazların ise kaza edilmesini emretmezlerdi."

3 - Hayız ve nifas hâlinde olan bir kadına Kur'an okumak da haramdır. Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz, bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

"Hayızlı veya cünüp olan kimse, Kur'an-ı Azîmüşşân'dan birşey okuyamaz."

Hayızlı ve nifaslı kadınların veya cünüplerin kunut vesaire gibi çeşitli duaları okumalarında, tesbih ve tehlil kelimelerini söylemelerinde ve Hazret-i Peygambere salât ve selâm getirmelerinde hiçbir mahzur yoktur.

Hayız ve nifaslı halde olanlar, Kur'an-ı Kerîm'i okuyamamakla beraber, onu dinleyebilirler.

4 - Hayız ve nifas hâlinde bulunanların, Kur'an'a ellerini sürmeleri de haramdır. Hattâ bütün Kur'an'ı (Mushaf'ı) değil, bir âyeti, bir âyetin birkaç kelimesini dahi tutmak haramdır.

* Kur'an Kursu öğretmenliği yapan bir kadın, hayız hâlinde öğretim işini yardımcısına yaptıracaktır. Yardımcısı yoksa Hanefî ulemasından Kerhî ve Tahavî'ye göre öğretimini devam ettirecektir.

Kerhî: Öğretmen hanım hayız hâlinde kelime kelime, Tahavî ise, yarımşar âyet söylemekle öğretim yapılmasında 'beis yoktur' demişlerdir.

5 - Hayız-Nifas halinde olan kadınlara (veya cünüplere) mescid ve camilere, zaruret olmadan girmek de haramdır.

6 - Hayız-Nifas hâlindeki kadının veya cünüp olan kadın ve erkeğin, mü'minlerin kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme'yi tavaf etmeleri de haramdır.

7 - Hayız-Nifas hâlinde olan kadının kocası ile cinsî münasebette bulunması da haramdır. Bu halde yapılan bir cinsî birleşme, büyük günahlardan (günâh-ı kebâir) sayılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Sana kadınların hayız (âdet) hallerini de soruyorlar. De ki: O (hayız) bir ezâdır. Binaenaleyh siz hayız hâlinde kadınlardan çekilin. Temizleninceye kadar onlara yanaşmayın." (el-Bakara, 222).

Âyette geçen kadınlara yaklaşmama emrinin ne mânâ ifade ettiğini Enes'den (ra) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîf şu şekilde açıklamaktadır:

"Yahudiler kadın hayız gördüğü vakit onlarla birlikte yeyip içmezlerdi. Peygamber (asm) ise bu hususta:

"- Her şey'i yapın, yalnız cinsî münasebet müstesna..." buyurdular."

Hayız-Nifas hâlinde iken kadınla cinsî temasda bulunmak dinî yönden olduğu gibi, tıbbî yönden de çok mahzurludur. Kadın bu hallerde hasta hükmündedir. Son derece itinalı bir bakıma ve temizliğe muhtaçtır. Yorulmaktan büyük ölçüde kaçınmalı, mümkün mertebe istirahat halinde olmalıdır. Ayrıca hayızlı kadının dışarı yaydığı ağır koku, erkeği kadından tiksindirmeğe de sebeb olabilir. Bu bakımdan bu nazik dönemde yapılacak cinsî münasebetler, kocayı hanımından tiksindirip soğutabileceği gibi, pek çok kadın hastalıklarına da sebebiyet verebilir.

Meselâ: Bugün Avrupa'da kadınlarda çok sık görülen rahim kanserlerinin mühim bir sebebi de, ay hâlinde kadınların kocalarıyla cinsî münasebette bulunmaya devam etmeleri olarak tesbit edilmiştir.

Bir erkeğin hayız hâlinde olan hanımına yaklaşması haram olduğu gibi, kadının ona boyun eğmesi de haramdır.

Eğer, karı-koca bu halde iken, cinsî münasebette bulunurlarsa, her ikisinin de tevbe ve istiğfar etmeleri gerekir. Ayrıca bir veya yarım dinar miktarında altın veya onun bedelini de fakirlere sadaka olarak vermelidirler. [Bir dinar, bir miskal (4 gr.) ağırlığında bulunan altın sikkedir].

Hayız hâlinde olan kadından yatağını ayırmak câiz değildir. Bu tarz davranış, Yahudilerin mezhebidir. Yahudiler ay hâlindeki kadından yataklarını ayırdıkları gibi; onlarla yanyana oturmaz, beraber yemek bile yemezlerdi. Silindikleri havluları bile ayırırlardı. İslâmiyet bu haksız ve bâtıl âdeti kaldırmış, ay hâlindeki kadınla yatmayı, pişirdiği yemeği yemeyi, aynı havluya el, yüz silmeyi mekruh dahi saymamıştır.

Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle buyurur:

"Ben hayızlı iken Nebî (asm) mübarek başını kucağıma yaslar, sonra Kur'an okurdu."

Diğer bir rivâyet:

"Ben hayız hâlinde iken, Resûl-i Ekrem (asm) hazretlerinin mübarek saçlarını tarardım."

Bu hadîslerden anlaşılıyor ki, hayız hâlindeki kadınlar necis (pis) değillerdir. Nifas hâlinde olanlar da böyledir. Bu haller sadece birer hadestir. Yani bâzı dinî mükellefiyetleri ifaya mâni şer'î birer kirlilik hâlidir. Yoksa neces, yani, hakikî pislik hâli asla söz konusu değildir.
Hayız ve Nifastan Kesilen Kadına, Gusletmeden Evvel Kocasının Cinsî Münasebette Bulunması Helâl Olur mu?

Hayız ve nifasın âzamî müddetleri (hayızda 10, nifasta 40 gün) geçince kadınla cinsî münasebet helâl hâle gelir. Guslü beklemek gerekmez.

Ancak yine de kadın guslettikten sonra temas, müstehab kabûl edilmiştir.

10 günden evvel hayız ve 40 günden evvel nifas hâlinin sona ermesi durumunda ise, cinsî münâsebet derhal helâl olmaz. Cinsî münasebetin helâl olması için, kadın ya yıkanmış olmalı veya yıkanmamış olsa bile hayız ve nifas hâlinin bitiminden sonra üzerinden bir namaz vakti geçmelidir. Bu takdirde gusledilmemiş bile olsa, cinsî münasebet helâl hâle gelmiş olur.

8 - Ay hâlinde olan kadının göbek ile diz kapakları arasında kalan avret sahasına kocasının şehvetsiz bile olsa çıplak olarak temas etmesi, el dokundurması da haramdır.

Hayızlı olan kadında kocasının faydalanabileceği, el sürebileceği kısımlar; göbeğin üstü ile dizlerin altında kalan kısımdır.
İstihaze Hâline Ait Hükümler:

İstihaze kanı, ne oruca, ne de namaza engel değildir. Cinsî münasebete de mâni olmaz. Ancak istihaze hâlindeki kadınlar, özürlü hükmünde bulunurlar. Özürlülerin tâbi olduğu hükümlere uygun olarak ibadetlerini yaparlar.

Asr-ı Saâdette bir gün bir kadın Peygamberimize gelerek:

"Benden devamlı kan gelir, namazı bırakayım mı?" diye sormuştu.

Peygamberimiz de cevaben:

"Hayır, o damardaki bir hastalıktandır, hayız değildir. Âdet vaktin gelince namazı bırak, âdet hâlin geçince guslederek temizlen ve bundan sonra her vakit namazı için ayrı abdest alarak namazlarını kıl. Tekrar âdet hâli gelinceye kadar böyle yapmaya devam et" buyurmuşlardı. Bu rivayet, istihaze hâlinin özür hâline ait hükümlere tâbi olduğunu açıkça göstermektedir.
Hayız Hali İle İlgili Faydalı Bilgiler

* Memleketimizde genç kızlar umumiyetle 12-15 yaşları arasında hayız görmeye başlarlar.

* 12 yaşına yaklaşan bir kıza sâhip olan bilgili ve anlayışlı bir anneye bu devrede düşen en mühim vazife, kızını bu konuda aydınlatmaktır. Bunun için de kızı ile bir arkadaş gibi konuşup, ona günün birinde idrar yolundan biraz kan geldiğini göreceğini, bunun normal bir hâdise olduğunu, korkmaması gerektiğini, çünkü anne olacak her genç kızda, belli bir yaştan itibaren bunun görüldüğünü ve görüleceğini, bunun adına aybaşı veya hayız dendiğini, bunun gebelik ve lohusalık durumları hariç 45-55 yaşına kadar, muntazaman ve her ay görüleceğini, çünkü Allahımızın kadınları bu hilkatte ve bu fıtratta yarattığını, bunda nice hikmetler bulunduğunu ve ay başılı devrede temizliğe bilhassa dikkat edilmesi gerektiğini öğretmesi lâzımdır.

* Hayız denince akla ilk gelecek şey temizliktir.

Çünkü, bir kadının sıhhatli, huzurlu ve neş'eli olması, maddî bakımdan aybaşı günlerinde riayet edeceği temizlik derecesine ve dolayısıyla aybaşısının her ayın belli günlerinde başlayıp bitmesine, aybaşı kanının normal miktarda ve ağrısız olarak gelmesine, yani normal bir aybaşı görmesine bağlıdır.

* Her kadın ve genç kız, bu temizlik için:

* Tülbentten kesilip dikilmiş yumuşak bir bezi veya bir deniz süngerini, bir de iyi kaliteli bir sabunu, el altında bulundurmalıdır.

* Gerek normal ve gerekse aybaşılı günlerinde, günde en az bir defa ılık sabunlu su ile tülbenti veya deniz süngerini ıslatarak kasık aralarını yıkayıp kurulamalıdır.

* Ayrıca geceleri yatarken dişlerini temizlemeli ve ayaklarını -bilhassa ayak parmaklarının arasını- sabunla yıkamalıdır.

* Her genç kız ve kadın, normal günlerinde -hiç olmazsa- gün aşırı, aybaşılı günlerinde ise hergün mutlaka ılık su ile yıkanmalıdır. Ve bu yıkanma esnasında kasık aralarını, göğüs ve koltuk altlarını parmak aralarını gene sabunlu bezle yıkamalıdır.

* Bir kadın aybaşı günlerinde yıkanıp temizlenirken, sıcak ve soğuk su değil, ılık su kullanmalıdır.

Çünkü soğuk su ile yıkanırsa, aybaşı sebebiyle vücudunun ne de olsa yorgun ve halsiz olduğu bir devrede, kendisini üşütmüş olur ki bu hal birçok tehlikeli hastalıklara yol açar.

Kasık arası temizliğini soğuk su ile yaparsa, hem bu bölgeyi üşüterek mikropların faaliyetini artırmış olur, hem de soğuk su, bâzı hassas kadın ve kızlarda aybaşının vaktinden önce ve âni kesilmesine sebeb olur.

Sıcak suyun mahzuru ise, kanamanın artmasına yol açmasıdır.

* Aybaşılı bir kadının tutunacağı bezler:

* Gayet yumuşak, meselâ tülbentten kesilip dikilmiş,

* Mutlaka ütülenmiş,

* Kolaylıkla değiştirilebilen bezler olmalıdır.

Düşük kaliteli, kaba elyaflı pamukların kullanılması doğru değildir. Bu nevi pamuklar kanamayı artırırlar. Fakat eczahanelerde satılan rule halinde veya dışı eterli yani mikropsuz gazlı bezle sarılı hususî pamuklar vardır ki her bakımdan tavsiyeye şâyândır.

* Aybaşı temizliği yalnız kadınlar için değildir. Evli olmayan genç kızlar da bu temizliği aynı şekilde yapmak zorundadırlar.

Bilhassa genç kızların bu temizliğe küçük yaştan alışmış olmaları, onların hayatları boyunca sıhhatli olmalarını sağlar.

* Aybaşı günlerinde kadınlar ve genç kızlar her türlü yorgunluktan sakınmalıdırlar.

Sancıları varsa, kanamaları normalden çok veya az ise, hulâsa, şikâyetleri mevcut ise, hiç vakit geçirmeden bir doktora müracaat etmelidirler.

Soğuk duşlardan, kendilerini ve bilhassa ayaklarını üşütmekten, uzun yol yürümekten, ata ve bisiklete binmekten, ayaklı dikiş makinesi kullanmaktan, ağır yük kaldırmaktan, uykusuzluktan sakınmalıdırlar.

Fena koku neşreden yiyeceklerden çekinmelidirler.

http://www.sorularlaislamiyet.com
Mehmet Dikmen
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
İbâdet Ne Demektir, Niçin İbâdet Ederiz?

İbâdet, Allah'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak, Onun rızasına uygun hareket etmek demektir. Niçin ibâdet ettiğimize gelince:

* Herşeyden önce, yaratılış gayemiz olduğu için ibâdet ederiz. Çünkü Allah, biz insanları kendisini tanıyıp îman etmemiz ve ibâdette bulunmamız için yaratmıştır.

Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde beyan edilmiştir:

"Ben insi ve cinni ancak beni (îmanla tanıyıp) ibâdet etsinler diye yarattım." (ez-Zâriyât, 56).

Bir mü'min olarak, âyet-i kerîmenin ifade ettiği yaratılış gâyemize uygun şekilde hareket eder, Yaradanımıza karşı ibâdet ve kulluk vazifemizi yerine getirmeye çalışırız.

* Ayrıca bize pek çok nimetler verdiği için de, o nimetlere bir teşekkür olarak Allah'a ibadette bulunuruz.

Küçük bir hediyesini aldığımız birine, tekrar tekrar teşekkür ederken, sayılamayacak kadar çok nimetlerine, hediye ve ikramlarına mazhar olduğumuz Allah Teâlâ'ya karşı ibâdetle teşekkürde bulunmazsak, ne derece nankörlük etmiş olacağımız açıktır. Böyle bir nankörlüğe düşmemek için, ibâdet vazifemizi noksansız yapmaya gayret gösteririz.

Allah bizi yoktan vâr etmiş, binlerce duygu ve cihazlarla donatmış, o duygu ve cihazlarımızın ihtiyacı olan herşey'i yaratmış, hayatla birlikte insâniyet, îman ve hidâyet nimetlerini de vermiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın nimetlerinin sonsuz olduğu ve saymakla bitmiyeceği şu şekilde belirtilmektedir:

"Allah'ın nimet(ler)ini saymaya kalksanız (değil tek tek saymak) topyekün bile sayamazsınız." (en-Nahl, 18).

Bu kadar sonsuz nimetler karşısında bizlere düşen vazife: Nimet sâhibi Cenâb-ı Hakk'ı tanımak ve sevmek, ibâdetle tanıyıp sevdiğimizi göstermek, verdiği nimetlerinden dolayı daima şükür ve minnet duyguları içinde bulunmaktır.

* Yapmış olduğumuz ibâdet ve şükürler, aslında bu dünyada bizlere verilmiş olan nimetlerin tam karşılığı olmaktan çok uzaktır. Halbuki Allah, îman edip ibâdet yaptığımız takdirde, bizler için ayrıca âhirette daha büyük nimetler hazırlamış, Cennette ebedî saâdetler va'detmiştir. Bu durumda Allah'ın âhirette vermeyi va'dettiği bu ni'metler, tamamen onun hususî lütuf ve ihsânı, fazlı ve ikrâmı olmaktadır. Yoksa, bizim yaptığımız ibâdet ve şükürlerin karşılığı, ücreti değildir.

Bu hususu Peygamber Efendimiz şu şekilde ifade buyurmuşlardır:

"Sizden hiçbir kimseyi, kendi ameli (ibâdeti) Cennete girdiremez. Beni de, amelim Cennete koyamaz. Bu, ancak Allah tarafından bir RAHMET ile olacaktır..."
İbâdet Deyince Akla Namaz, Oruç Gibi Emirler Gelmektedir. İbâdet, Sadece Bunlardan mı İbârettir?

Hayır, ibâdet sadece dînin namaz, oruç gibi emirlerinden ibâret değildir. Allah'ın rızasına uygun düşen her şey, her hareket, her söz, her fiil, her düşünce ve niyet ibâdet kabûl edilmektedir. Allah'ın emirlerini tutmak kadar, yasaklarından kaçmak da ibâdettir. Bu bakımdan ibâdeti ikiye ayırmak mümkündür:

1. Amel-i sâlih, 2. Takvâ.

Amel-i sâlih, namaz, oruç, v.s. gibi Allah'ın emirlerini yapmak demektir.

Takvâ ise, içki, kumar, zinâ gibi Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınmak mânasınadır.
İbâdetin Ferd ve Cem'iyete Sağladığı Faydalar Nelerdir?

1. İbâdetin mühim faydalarından biri, îtikadî ve imanî hükümleri kalb ve ruhlarda kökleştirip sâbit hâle getirmesidir.

Bilindiği gibi, bilgi, ancak pratikle, tecrübe ile artar, gelişir, kökleşip meleke hâlini alır. Pratiği ve tatbikatı yapılmayan kuru bir bilginin muhafazası zor olduğu gibi, insana hayatta faydası da az olur. İmanî ve îtikadî bilgi ve hükümler için de, aynı durum söz konusudur. Bu tür bilgi ve hükümlerin insanda kökleşip yerleşmesi, meleke hâline gelmesi, ancak ibâdet sâyesinde mümkün olur. Çünkü "Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmak" demek olan ibâdet, îmanın pratiği ve tatbikatı hükmündedir.

İbâdeti terketmek, îmanın insan davranışları üzerindeki müsbet te'sîrinin zamanla zayıflayıp kaybolmasına sebeb olur. İnsan davranışları üzerinde îmanın te'sîri zayıfladıkça da menfî duygular, kötü huylar, zararlı arzular, onun his âlemini kaplar; çeşitli günah ve kötülükleri işlemeye zorlar. Bu bakımdan, îman ile ibâdetin birbiriyle yakından alâkası vardır. İman bir lâmba ise; ibâdet, rüzgârlar karşısında onu sönmekten kurtarmak ve ışığını daha da fazlalaştırmak için lâmbaya takılan şişe hükmündedir. Peygamber Efendimiz ibâdetin îmanı koruyucu rolüne işâreten, "İman çıplaktır. Elbisesi ise takvâdır" buyurmuştur. Takvâ, bilindiği gibi, Allah'ın nehiylerinden kaçınmak, haram ve günahlardan uzak durmak demektir ki, bunun ibâdet olduğunu yukarda belirtmiştik.

2. İbâdet, ferdî hayatın tanzîminde de büyük rol oynar. Çünkü, ibâdet, fikirleri Cenâb-ı Hakk'a çevirttirir; zihinlerde Allah'ın azamet ve büyüklüğünü yerleştirir. Bu ise, kulun, her yaptığı işte Allah'ın rızasını düşünmesini, İlâhî emirlere ve yasaklara riayet ve itâatini netice verir.

Böylece, kulun şahsî hayatı, dînin gösterdiği istikamet üzere tanzîm edilmiş, maddî ve mânevî bir disiplin altına alınmış olur.

3. İbâdetin ferdleri birbirlerine kaynaştırmada ve cem'iyette huzur ve âhengi sağlamada da büyük rolü vardır. Aynı kıbleye yönelerek ibâdet etmek, Müslümanlar arasında kopmaz bir bağlılık ve bitmez bir alâka te'sîs eder. Bu bağlılık ve alâka da sarsılmaz bir kardeşliği, ciddî bir sevgiyi, samimî bir dostluğu netice verir.

Bu sâyede, cem'iyet hayatı huzur ve rahata kavuşur; maddî ve mânevî terakkiye ulaşır.

4. İbâdetin insanın moral dünyası, ruh âlemi üzerindeki te'sîrine gelince:

İbâdetini yerine getiren bir mü'min, kalben müsterihtir. Ruhen kuvvetlidir. Mânen güçlüdür. Hayatı boyunca, vazifesini yerine getiren bir insan psikolojisi içinde, gönül huzuru ile, mutlu yaşar.

Ruhen daralmaz, bunalmaz, morali bozulmaz. Engeller, zorluklar, imkânsızlıklar karşısında hüzne ve ye'se kapılmaz; metanet ve güvenini kaybetmez. İbâdet yapan kimsenin iç âlemi, düzenli ve kararlıdır. Ruhî fırtınalar, tenakuz ve çatışmalar onda görülmez.

5. İbâdet şahsî kemalât ve olgunluğa da en büyük vesiledir.

Bilindiği gibi insan, cismi itibariyle küçük, zayıf ve âciz bir varlıktır. Buna mukabil o, yüksek bir ruh ve büyük bir istidadın sâhibidir. Meyil ve arzuları sonsuza kadar uzanmış; emellerine, duygu ve hislerine yaratılıştan hiçbir sınır konulmamıştır.

İşte böyle bir fıtratın sahibi olan insanın ruhunu yükseltip genişlendiren ibâdettir.

İstidât ve kâbiliyetlerinin inkişafını sağlayan ibâdettir.

Meyil ve arzularını ulvîleştiren ibâdettir.

Emellerini gerçekleştiren, ümidlerini, filizlendirip yeşerten ibâdettir.

Fikirlerini disiplin altına alarak doğru düşünce ve sıhhatli muhâkemeyi te'min eden ibâdettir.

Duygu ve hislerini had altına alan, ifrat ve taşkınlıklardan kurtaran ibâdettir.

Özetle diyecek olursak, insanı insandan beklenen kemâlâta, ahlâkî ve ruhî olgunluğa ulaştıran ibâdettir...
İbâdetin Allah Katında Makbûl Olması Neye Bağlıdır?

Yapılan ibâdetlerin Allah katında makbûl olmasının tek şartı vardır. O da İhlâs'tır.

İhlâs, yapılan ibâdetin ruhu hükmündedir. İhlâssız yapılan ibâdet, ruhsuz, sadece kuru bir şekilden ibarettir. Allah katında hiç bir değer ve kıymeti yoktur.

İbâdette ihlâs ise, ibâdeti sadece Allah'ın bir emri olduğu ve Rızâ-yı İlâhîyi kazanmağa vesile bulunduğu için yapmaktır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri, şu şekilde ifade ederler:

"Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rızâ-yı İlâhî'ye bakar. Ubûdiyetin dâîsi (yapılma sebebi) Emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı Hak'tır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir."

Eğer dünyevî bir menfaat ve fayda ibâdet yapmaya sebeb yapılsa, ihlâs kaçar, o ibâdet de bâtıl olur, yani, Allah katından kabûl görmez.

Peygamper Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, işlenen amel ve ibâdetlerde ihlâsın yerini şu şekilde belirtmişlerdir:

"Muhakkak Allah Teâlâ amel ve ibâdet olaraktan yalnız zâtı için hâlis olanı, rızâsı istenerek yapılanı kabul buyurur."
İşlediğimiz İbâdetlerin Neticesinde Dünyevî Bâzı Faydalar da Elde Etmemiz İhlâsa Aykırı mıdır?

İşlenen ibâdete esas tutulmamak ve kasden istenilmemek şartiyle, kendiliğinden meydana gelen ve Allah tarafından talep edilmeksizin verilen dünyevî fayda ve menfaatler, ihlâsa aykırı düşmez ve ibâdetin makbûliyetine bir engel teşkil etmez. Hattâ bu gibi faydalar, dinî yaşayışı zayıf olanları şevk ve heyecana getirip onların dinî bağlarını kuvvetlendiriyorsa, bunları nazara vermek, hatırlatmak câiz bile olur.

Ancak yine de ibâdetin mutlaka Allah rızâsı esas alınarak, sırf emredildiği için yapılması şarttır. Dünyevî neticeler, şevk unsuru olmaktan öte, sebeb ve gaye hâline getirilmemelidir.
İbâdette En Yüksek Derece Nedir?

İbâdette en yüksek derece, ihsan derecesidir. İhsan derecesine ulaşan bir kul, ibâdette ihlâsı, tam olarak kazanmış demektir.

Peygember Efendimiz (asm) ihsan derecesini şöyle tarif etmiştir:

"İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibâdet etmendir. Zîra sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."

Allah'ın her zaman kendisini gördüğünü düşünerek, her an O'nun huzurunda olduğunu hissederek yapılan ibâdete, elbette Allah'ın rızasını kazanmak ve emirlerine itâat etmek düşüncesinden başka hiçbir duygu karışmaz. İnsan böylece ibâdetin ruhu olan ihlâsa en mükemmel şekliyle ulaşır.
İbâdetin Âdâbı Nedir?

İbâdetin en mühim edebleri şunlardır:

1 - İbâdeti sırf Allah için yapmak. Çünkü ibâdetin Allah katında makbûl olması buna bağlıdır.

2 - İbâdeti devamlı yapmak.

Hadîs-i şerîfte:

"İbâdetin Allah'a en makbûl geleni, az bile olsa, devamlı yapılanıdır" buyurulmuştur.

İstikrar ve devam, dinî amellerin ve ibâdetlerin en mühim unsurudur.

Amellelin makbûlü, çok yapılıp fakat kısa zamanda usanılıp terk edileni değil; normal yapılıp ancak ömür boyunca devam ettirilenidir.

3 - İbâdeti zamanında yapmak.

Vakti içinde edâ edilen bir farzla, sonraya bırakılıp kazâ edilen arasında büyük fark vardır. Bu itibarla ibâdet zamanlarını kollamak; namaz, oruç gibi birbirini tâkip eden ibâdetlerin birini bitirince, diğeri için mânen ve maddeten hazırlanmak büyük bir fazîlettir.

- İbâdeti kusursuz yapmaya çalışmak.

İbâdetler Allah'a karşı yapılan bir kulluk vazifesi olduğu için herbirinin edebine, erkânına, farzına, vâcibine ve sünnetine riayet edilerek yapılması, güzelce ve dikkatlice edâ edilmesi gerekir.
İbâdet Kaç Kısma Ayrılır?

Üç kısma ayrılır:

1 - Bedenle yapılan ibâdetler: Namaz, oruç gibi ibâdetlerdir... Dua ve tefekkür de bu kısma girerler.

Âyet-i Kerîmede meâlen, "Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var" buyurulmak suretiyle duânın önemine işâret olunmaktadır. Tefekkür konusunda da hadîs-i şerîfte: "Bir saat (Allah'ın kudret ve azametini) tefekkür, bir sene nâfile ibâdet yapmaktan hayırlıdır" buyurulmuştur.

2 - Malla yapılan ibâdetler: Zekât, fitre ve benzeri ibâdetler.

3 - Hem beden, hem de malla yapılan ibâdetler: Hac gibi.

Cenâb-ı Hakk'ın Ne İhtiyacı Var ki Bizden İbâdet Etmemizi İstiyor, Kur'an'da Pek Çok Yerde Israrla İbâdeti Emrediyor?

Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şey'e ihtiyacı olmadığı gibi, bizim ibâdetimize de ihtiyacı yoktur. İbâdete asıl muhtaç olan biziz. İbâdet bizim mânevî yaralarımıza bir devâdır. Ruhumuzun gıdası, kalbimizdeki hastalıkların ilâcı ve şifasıdır. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk'ın bize ibâdeti emretmesi, yine bizim fayda ve istifademiz içindir.

Bir doktorun hastasına bâzı ilâçları ısrarla tavsiye etmesi, kendinin bir ihtiyacı ve menfaati olduğu için değil, hastanın faydası ve iyileşmesi içindir. Doktora "Ne ihtiyacın var ki bu ilâçta ısrar ediyorsun" demek ne kadar mânasız ise, Cenâb-ı Hakk'ın ibâdet emrine karşı da, "Ne ihtiyacı var ki bize emrediyor" diye düşünmek o kadar mânasız ve mantıksız olur…
Namaz İçin Vaktin Önemi Nedir?

"Namazlar en hayırlı vakitlere konuldu. Onun için, namazların arkasından duâ ediniz."

(Hadîs-i Şerîf )

Farz namazlar, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere beş vakittir.

Vakit, namazın sıhhatinin en başta gelen şartıdır.

Vakit namazları, vakti girdikten itibaren, vaktin sonuna kadar edâ edilebilir. Namazı vaktinde kılmanın büyük sevab ve mükâfatları vardır.

İbn-i Mes'ud Hazretleri, Resûl-i Ekrem'e (asm) Allah'ı en çok razı eden amelin hangisi olduğunu sormuş, Resûlüllah Efendimiz de: "Vakti içinde kılınan namaz" olduğunu ifâde etmişlerdir.

Vaktinde kılınan namazın da en faziletli ve sevablı olanı, namaz vakti girer girmez kılınan, vaktin evvelinde edâ edilen namazdır. Hadîs-i şerîfte:

"Namaz vakti nerede girerse hemen kıl! Çünkü fazilet, vaktin evvelindedir" buyurulmuştur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte ise:

"Namazın ilk vakti, Allah'ın rızası(na); orta vakt(i) Allah'ın rahmeti(ne vesile)dir. Son vakti ise, Allah'ın afvı(na vâbeste)dir" denilmektedir.

Vakti içinde kılınmayan namazlar kazaya kalmış olur, kulun uhdesinden sâkıt olmaz.

Kaza namazları her ne kadar kulu namaz borcundan kurtarır ise de, vaktinde kılınan namazın verdiği feyiz ve kemâli, uhrevî fayda ve menfaati vermez.

Aslında farz namazların ciddî bir mâzeret olmadan vaktinde kılınmayıp sonraya terki, sahibini mes'uliyet altına da sokar. Namazın sonradan kazâ edilmesi her ne kadar namaz borcunu düşürürse de ibâdet vazifesinde ihmalkârlık ve kulluk görevini zamanında yapmamak günahını ortadan kaldırmaz.

2 - Öğle Namazının Vakti:

Öğle namazının vakti, güneşin zeval vaktinden itibaren başlar. Yani yeryüzündeki bir cismin gölgesinin güneşli bir havada doğuya doğru uzamaya başlama ânı, öğlenin başlangıç vaktidir.

Yere dikilen bir sopanın üzerine doğan güneş, sabahleyin batıya doğru bir gölge bırakır. Ve bu gölge vakit ilerledikçe ve güneş yükseldikçe kısalmaya başlar. En sonunda gölgenin kısalması bir süre için durur. Buna istiva vakti denir. Bu esnada güneş, göğün tam ortasında bulunmaktadır. Daha sonra da gölge doğuya doğru uzamaya başlar. Gölgenin doğuya doğru uzamaya başlama ânı, zeval vaktidir. Zeval vakti ile birlikte, öğle vakti de girmiş olur.

İstiva vaktinde iken herşey'in gölgesinin kısalmasının durduğunu, zeval vakti ile de doğuya doğru uzamaya başladığını söyledik. İşte cisimlerin zeval vaktinden önceki bu sabit gölgesine fey'i zeval tabir edilir.

Öğle vaktinin bitiş zamanı hakkında iki rivayet vardır:

İmam-ı A'zam'a göre, öğle vakti, zevalden itibaren herşey'in gölgesi, fey'-i zevale (zevalden önceki sâbit gölge uzunluğuna) ilâveten kendisinin iki misli oluncaya kadar devam eder. Bu vakte asr-ı sânî tâbir edilir.

İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Ebû Yûsuf'a ve diğer üç mezheb imamına göre ise, öğlenin vakti; cismin gölgesi fey'-i zeval üzerine kendisinin bir misli ilâve olunca sona erer. Buna da asr-ı avvel denir.

İhtiyat olarak öğle namazları asr-ı sânîye kadar geciktirilmemeli, ikindi namazları da asr-ı sânîden önce kılınmamalıdır.

Cuma namazının vakti, öğlenin vaktidir.
3 - İkindi Namazının Vakti:

İkindinin vakti, yukarıda geçen iki görüşe göre öğle vaktinin çıkmasından itibaren, güneşin batacağı zamana kadardır.
4 - Akşam Namazının Vakti:

Güneşin batışından itibaren ufukta beliren kızıllığın kaybolmasına kadar devam eden vakittir. (Bu, İmameyn'e göredir).

Diğer bir görüşe göre de, güneşin batışından sonra ortaya çıkan kızıllığın gidip, onu tâkiben beliren beyazlığın kaybolması zamanına kadar devam eder. (İmam-ı A'zam'a göre...).
5 - Yatsı Namazının Vakti:

Yatsının vakti, akşam vakti sona erdikten itibaren gerçek fecrin doğuşuna kadar sürer.
6 - Vitir Namazının Vakti:

"Cenâb-ı Hak size bir namaz ziyade etmiştir ki o da vitirdir. Onu yatsı namazından sonra, fecir vaktine kadar kılınız" hadîs-i şerîfine göre, vitir namazının vakti yatsı vaktidir.

Vitir namazı, İmam-ı A'zam'a göre vâcib, İmameyn'e göre ise, yatsının farzına tâbi bir sünnettir.

Her iki görüş de vitr'in yatsıdan sonra kılınmasını zarurî kılar; önce kılınması câiz olmaz.


http://www.sorularlaislamiyet.com
Mehmet Dikmen


progress.gif
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
İbâdetlerin Hulâsası: Namaz

Namaz Nedir, İnsan İçin Ne Mânâ ve Ehemmiyeti Vardır?

Namaz, muayyen vakitlerde hususî hareket ve okuyuşlarla yerine getirilen bir ibâdettir.

* Namaz, İslâm'ın îmandan sonra gelen en mühim emridir; dînin direği ve Müslümanlığın temel taşıdır. Namaz, îmanın alâmetlerindendir.

* Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet, ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir.

* Namaz, Allah'ın kudretini idrâk eden ve büyüklüğü karşısında hayranlık duyan insanın, bu

hürmet ve hayranlığını en münasip söz ve hareketlerle dile getirmesidir. Yahut da aynı hareketleri

tekrarlamak suretiyle bu hürmet ve hayranlık duygularını kuvvetlendirmesidir.

* Namaz, kulun günde 5 defa Yaradanın huzuruna çıkması, divanında durması demektir. Bu yüce divanda, arada hiçbir vasıta olmadan her türlü dilek ve ihtiyacını, kul, bizzat Allah'a arzeder, O'na sığınır, yalnızca O'ndan yardım diler. Böylece Peygamberimizin, Mi'rac'da gerçekleşen Allah ile mülâkatı hâdisesi, namaz içinde sembolik olarak yaşanmış olur. Bu sırra işaret için, Peygamberimiz, "Namaz mü'minin mi'râcıdır" buyurmuştur.

* Namaz mahlûkatın bütün ibâdet şekillerini bir araya toplayan özlü bir ibâdettir.

Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesine göre, kâinattaki bütün mahlûkat Allah Teâlâ'yı, devamlı olarak zikir ve tesbih etmektedir:

"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih etmesin [Allah'ı zikretmesin ve Allah'a ibâdet etmesin]. Fakat siz onların bu tesbih [ve ibâdetlerini] anlayamazsınız." (el-İsrâ: 44).

Yeryüzünde insan dışındaki canlılara baktığımız zaman esas olarak üç şekilde görürüz:

Dik olarak ayakta duranlar: Bitkilerin çoğunluğu ile iki ayaklı hayvanlar gibi.

Yarı ayakta, yani, eğik olarak duranlar: Dört ayaklı hayvanlar gibi.

Yerde sürünenler: Sürüngen hayvanlarla bâzı bitki çeşitleri gibi.

Bu saydığımız mahlûklar, yukarıdaki âyetin ifade ettiği ibâdetlerini, bulundukları şekilleriyle yapmaktadırlar. Fakat insan oğlu namaz kıldığı zaman, bu mahlûkların ayrı ayrı olan ibâdet şekillerini namazı içinde birleştirmektedir. Nitekim, namazın bir kısmı ayakta (kıyam), bir kısmı yarı ayakta, eğilerek (rükû') ve bir kısmı da yerde (secde) yapılmaktadır. Bu da göstermektedir ki, namaz, Allah'a ibadet şekillerinin hepsini kendinde toplayan en mükemmel ibâdet hâlidir.

Melekler de, diğer varlıklar gibi, yalnız bir şekil ile Allah'a ibâdet ederler. Bu da yukarıda belirttiğimiz gibi ya kıyam, ya rükû' ya da secde hâlinde bir ibâdettir. İnsan ise yüksek yaratılışı icabı olarak meleklerin ibâdet şekillerini de kendi ibâdeti içinde birleştirerek Allah'a kulluk vazifesinde bulunmaktadır.

* Namaz, Allah'ın yüce şânını ve sonsuz kudretini terennüm eden en güzel şekil ve kelimelerden meydana gelmiştir:

Namazın içinde, tekbir, tevhid, tesbih, medh ü senâ, hamd, şükür, hürmet, tevazu', tazarru' ve niyaz, bütün mü'minlere hayır dua Peygamberimize salât ü selâm bulunmaktadır.

Kur'an okumak başlı başına bir ibâdettir. Namazda bir miktar da Kur'an okunmaktadır.

Mü'minlerin birbirleri ile selâmlaşmaları ayrı bir ibâdettir. Namaz sonunda selâm da vardır.

Yine İslâm'a göre tefekkür büyük ibâdetlerden biridir. Cemaatla kılınan namazlarda mü'minler Allah'ın kudretini düşünme imkânına sâhip olurlar.

Namaz içinde yemeyi, içmeyi terk gibi oruca ait yasaklar bulunduğundan, namazda oruc da mevcuttur.

Namazın zekât ve hacc ile de alâkası vardır. Çünkü namaz, vücudun ve ömrün zekâtıdır. Namazda kıbleye dönülmesi ise, hacca bir işâret ve nümûnedir.

Görüldüğü gibi, namaz, bütün bedenî ibâdetleri içine almakta, hepsine birden hulâsa ve fihriste olmaktadır.

Namazın bu vasıflarına, Süleyman Çelebi Mevlid'inde şu şekilde işâret etmiştir:

"Sen ki, Mi'râc eyleyüb ettin niyâz,

Ümmetin mi'râcını kıldım namaz.

Her kaçan kim bu namazı kılalar

Cümle gök ehli sevâbın alalar.

Çünki her türlü ibâdet bundadır,

Hakk'a kurbiyyetle vuslat bundadır."
Namaz Kılmanın Hükmü Nedir?

Namaz; Kur'an, Hadîs ve İcma' ile sâbit olan kesin bir farzdır. Aklı başında erginlik çağına girmiş olan her Müslüman için, edâsı lâzım gelen pek yüksek bir vazifedir. Bu mühim farz ibâdeti yerine getirenler, Allah Teâlâ'nın pek çok lütuf ve inayetlerine ererler.

Namazın farz oluşunu inkâr etmek, mü'mini dinden çıkarır. Ancak farz olduğunu inkâr etmeksizin tembellikten dolayı bu ibâdeti yapmayan kimseler ise, mânevi yönden büyük zarar ve kayıplara uğrarlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de birçok âyette, mü'minler namaz kılmakla emredilmişlerdir (*). Namazın mü'minler üzerine kat'î bir borç ve vazife olduğunu ise, şu âyet-i kerîme bildirmektedir:

"Muhakkak namaz, vakitlendirilmiş (belli vakitlere tahsis edilmiş) olarak mü'minlere farz olmuştur." (en-Nisâ, 103).

Hadîs-i şerîf'te ise, bu hususta şöyle buyrulur:

"Allah Teâlâ müslüman olan her erkek ve kadına, günde 5 vakit namazı farz kılmıştır."

Namaz, Hicretten 18 ay evvel, Mi'rac gecesinde 5 vakit olarak farz kılınmıştır. Mi'ractan evvel de Resûlüllah Efendimiz ve mü'minler namaz

kılarlardı. Fakat kılınan bu namazlar, günde (sabah-akşam olmak üzere) iki vakitten ibaretti. Ayrıca da farz değil, mendub idi.
Namazın Bize Sağladığı Faydalar Nelerdir?

Namaz bize dünyevî-uhrevî, maddî-mânevî pek çok faydalar sağlamaktadır. Bu faydalardan bâzıları şunlardır:

1 - Günde beş vakit namaz kılan bir insan, daima Allah'ı hatırlar ve kendisini her an O'nun huzurunda hisseder. Bu ise, o insanın aklında kötü düşüncelerin barınmasına fırsat vermez. Verse bile çıkarıp atmasına sebeb olur. Zaten dünyada gördüğümüz her kötülüğün başı, Allah'ı unutmak ve Allah korkusuna kalbde yer vermemek değil midir?

Dünyada insana Allah'ı unutturacak, gaflete atacak pek çok şey vardır. İnsan yaradılışı itibariyle gece-gündüz dünya meşgaleleri içindedir. Böyle kesif bir meşgale içinde bulunan insana, elbette her an Allah'ı hatırlatacak bir şey'in olması gerekir. Böyle bir şey olmaz ise, insan hem Allah'ı unutur, hem de kalbinde Allah korkusuna yer vermez. Allah'ı unutunca da yalnız kendi nefsini, keyfini, menfaatini düşünen bencil bir insan hâline gelir. Hak, hukuk, adalet gözetmez. İnsanlar bu hâle gelince, artık ona ne kanun, ne polis, ne de jandarma te'sir edebilir. Fırsat bulduklarında meşru' olup olmadığına bakmaksızın her arzu ettiklerini yaparlar.

İşte bunun içindir ki, Allah Teâlâ, insanoğlunun kalbine ona daima Allah'ı hatırlatacak ve O'ndan korkutacak bir bekçi koymuştur. Bu bekçi de Namazdır.

Namaz, insana Mevlâsını hatırlatır. İnsan Mevlâsını hatırladıkça kötülüklere olan meyli kırılır. Akıl, fikir, el, ayak, göz kulak gibi bütün âzalarını kötülüklerden çeker. Başkasının malına, canına, ırz ve namusuna göz dikmez.

Namazın bu hususiyetine Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde işâret olunmuştur:

"Namaz kıl. Zira namaz insanı fahşâ ve münkerden, yani, her türlü kötü ve çirkin işlerden alıkor."

Hadîs-i şerîf'te de meâlen:

"Namaz dînin direğidir. Kim namazını kılmaya devam ederse, dînini yıkılmaktan korur, muhafaza eder. Kim de onu terkederse, dinî hayatın direğini yıkar, dindarlığını muhafaza edemez hâle gelir" buyurulmak suretiyle, bu husus veciz bir şekilde beyan edilmiştir (*).

Namazın insana Allah'ı nasıl hatırlatıp onu her türlü kötülüklerden nasıl alıkoyduğunu biraz daha

açıklayalım:

Namazını devamlı kılan bir kimse, sabahleyin erken kalkar, sabah namazını kılmak ve Allah'a olan borcunu ödemek için, önce abdest alİr. İçini ve dışını temizler. Kalbinde bir kötülük varsa onu atar. Temiz bir kalb ve temiz bir vücudla Allah'ın divanına çıkar, huzurunda durur,namazını kılar. Bundan sonra işine gider.

İş esnasında huyu, suyu, sözü sohbeti başka başka insanlarla karşılaşır. Bunlardan iyi ve kötü pek çok söz işitir, insan olması hasebiyle zaman zaman kalbine kötü düşünceler gelir. Hırs, hased, kin, intikam hisleriyle dolar. Bunların bir kısmının te'sîri altında bir şeyler yapmaya karar verdiği ve yapmak için hazırlığa da giriştiği bir sırada, müezzinin Allahu Ekber diyerek öğle namazına çağırdığını işitir. İşte o zaman kalbi kin ve intikam, hırs ve hased ile dolu olan insan, kalbindeki bütün bu kötü hisleri bir tarafa atarak namaza koşar. Yine temiz bir kalb ve temiz bir vücud ile Allah'ın huzuruna durur. Namaz onun imdadına yetişmiş, herhangi bir kötülük işlemesine fırsat vermeden Allah'ın huzuruna çıkarmıştır.

Namazın bu imdadı ona ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde de yetişir.

Artık o insan için, kötülük yapmaya ve düşünmeye zaman kalmamıştır. Beş vakit namaz ona bu fırsatı vermez. Çünkü bir vakit namazın kalbinde bıraktığı te'sir kaybolup gitmeden diğer bir vaktin namazı gelip girer. Bu sebeble namaz kılmakta devamlı olan bir insanın kalbinde Allah sevgisi ve korkusu hiç eksik olmaz. Böyle bir kalbten de kötülük sâdır olması beklenemez.

2 - Namaz, mü'minin günlük hayatını da düzenler. Günde beş vakit, belirli vakitlerde Allah'ın huzurunda bulunma zarureti, insanı belli bir düzen ve disiplin içinde yaşamaya sevkeder. İşlerini, namaz vakitlerinin hâsıl ettiği zaman dilimlerine göre tanzime mecbur eder. Böyle düzenli ve disiplinli bir şekilde yapılan çalışmalar ise, insanı hayatta huzurlu ve başarılı kılar.

3 - Her namaz, sahibine nefsini murakabe, muhasebe ve kontrol melekesini de kazandırır. Sık sık müdür veya müfettiş huzuruna çağrılan bir memur, nasıl görevinde dikkatli davranır, işlerini muntazam bir surette yürütürse, bunun gibi günde en az 5 sefer Hâlikının huzuruna çıkan bir insan da, bütün işlerini hatâ ve yanlışlığa meydan vermeyecek şekilde yapar.

4 - Namaz kılan bir mü'min, kalben müsterihtir, ruhen kuvvetli, mânen güçlüdür. Hayatı boyunca, vazifesini hakkıyla yerine getirmiş olmanın huzuru ile yaşar.

5 - Beş vakit namazını kılan kimseyi, Cennetine koyacağına dair Allah Teâlâ'nın va'di vardır (*). Yeter ki kılınan namazlar, sırf rızâ-yı İlâhî için olsun ve erkân ve âdâbına riayet edilerek eksiksiz yapılsın. "Cennetin anahtarı namazdır" hadîs-i şerîfi, bu İlâhî va'di te'yid etmektedir.

Yanlış anlaşılmasın, bu ifade, namaz kılmayan kimse Cennete giremez demek değildir. Allah isterse, kulunun râzı olduğu bir iyiliğinden veya İslâmî bir hizmetinden dolayı, onun bütün günah ve kusurlarını, ibâdet borçlarını afvedip Cennetine koyabilir. Bu, tamamen O'nun lütuf ve merhametine kalmış bir husustur. Fakat namaz ibâdetini mâna ve ruhuna uygun şekilde eksiksiz olarak yerine getirene ise, Allah, Cennetini va'detmiştir. Va'dinden dönmek O'nun şânına yakışmaz.

6 - Günde 5 vakit namaz kılmak, aynı zamanda küçük günahlar için bir keffârettir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, 5 vakit namazı vaktinde kılan kimseyi, günde 5 defa evinin önünden akan bir nehire girip yıkanan kimseye benzetir ve sonra şöyle buyurur:

"Günde 5 defa suda yıkanan kimsenin bedeninde kirden ve pastan bir eser kalır mı?
Namazı Terketmenin Zararları Nelerdir?

Namaz kılmayı terkeden kimse yukarıda saydığımız fayda ve menfaatleri kaybetmekle beraber, dünya ve âhirette büyük bir zarar ve hüsrâna da uğrar.

Bir hadîs-i şerîfin beyanına göre âhirette kulun ilk bakılacak ameli, namazı olacaktır. Eğer namazları tamam olursa o kulun hesabı kolay görülecek, bâzı günah ve kusurları da af ve müsamaha ile karşılanacaktır. Namazında bir noksanlık olduğu takdirde ise hesabı çetin ve ince olacaktır. Bu şekilde ince bir hesaba çekiliş ise, insanı helâke götürecektir.

Bu sebeble şuurlu dindarlar, namazlarını mümkün mertebe eksiksiz yerine getirmeye çalışırlar. Şayet kılamadıkları namazları var ise, onları da geciktirmeden kaza etmeye, böylece namaz borcundan kurtulmuş olarak Allah huzuruna çıkmaya gayret gösterirler.

"Tenbîhü'l-Gâfilîn" adındaki kitabda namaz kılmamanın zararlarını beyan sadedinde şöyle bir mânevî temsil rivâyet edilir:

"Hasîs ve şerîr bir adam bir gün Şeytanla karşılaşır ve ona sorar:

"Ey İblis, ben de senin gibi olmak istiyorum, ne yapayım?"

İblis şu karşılığı verir:

"Kimse şimdiye kadar bana imrenip de benim gibi olmayı arzulamadı. Eğer benim gibi olmayı ille de aklına koydu isen, iki şey'i terkedeceksin; bu, İblis gibi olmana yetecektir. Terkedeceğin şeylerden biri namaz; diğeri de doğru yemindir."

Rivâyette vardır ki, sokakları dolaşan meleklerle şeytanlar evlerin kapısına gelip iddiaya

tutuşurlar. Melekler derler ki:

"Bu eve biz gireceğiz. Şeytanların işi yoktur."

Şeytanlar derler ki:

"Bu eve biz gireceğiz, meleklerin işi yoktur."

Münakaşa devam ederken ezan okunur, münakaşa da durur. Zira ezanla birlikte evde namaz hazırlığı görünürse şeytanlar ümidi keser, evden içeri melekler girer. Namaz hazırlığı görülmez, evde namaz kılan bulunmazsa, şeytanlar ümidlenir, melekler oradan çekilirler.

Onun için eskiler derler ki:

"Namaz kılınmayan ev, şeytan uğrağı; namaz kılınan ev ise, melek yuvasıdır."
Namazı Terkedenlerin İleri Sürdükleri Bâzı Bahâneler:

Maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî pek çok faydaları bulunan namaz gibi ulvî bir ibâdet ve küllî bir hayıra, bâzı Müslümanların bir takım bahâneler ileri sürerek yaklaşmadıkları, ihmâl ve lâkayıtlık gösterdikleri görülmektedir.

İleri sürülen başlıca sebeb ve bahâneler şunlardır:

1 - Namazın, sadece ihtiyarlayınca yapılacak bir vazife olduğu; gençliğin dünyaya çalışmak, ihtiyarlığın ise âhirete yönelmek çağı bulunduğu düşüncesi,

2 - Dünyevî meşguliyetlerin çokluğunun namaza vakit bırakmadığı fikri,

3 - Günde 5 vakit namaz kılmanın, bitmediğinden insana usanç ve bıkkınlık vereceği anlayışı...

Aslında bu fikir ve düşünceler, sağlam bir temele dayanmayan, sadece ve sadece nefsin tenbelliğinden ve Şeytan'ın telkin ve vesveselerinden ileri gelen esassız bahanelerdir. Şimdi, bu bahaneleri sıra ile ele alalım:

1 - Namazın ihtiyarlıkta yapılacak bir meşguliyet olarak görülmesi, insanları namaz kılmaktan alıkoyan yaygın bir düşüncedir, fakat son derece yanlıştır. Zira her şeyden önce namaz, çocukluktan çıkıp erginlik çağına girdiği andan itibaren, ölünceye kadar insan üzerine farzdır. Bu farziyetin gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık halleriyle bir ilgisi yoktur. Kılınmayan her vakit namazı, kulun boynunda borç olarak kalır. Âhirette azâba çarpılmamak için, ölmeden evvel bu borçtan kurtulmak, kılınamayan namazları kaza etmek şarttır.

Gençliğinde namaz kılmayıp ihtiyarlığında kılmaya başlayan kimsenin, pek çok namaz yükü,

ibâdet borcu bulunuyor demektir. İhtiyar hâlinde bütün o borçları kaza etmeye ne derece

muvaffak olacağı ise şübhelidir. Kazâ etse bile, yine de tamamen kurtulmuş olmayacak;

namazlarını vaktinde kılmamanın mes'uliyetini üzerinde taşımaya devam edecektir.

Demek namaza ihtiyarlıkta başlamak düşüncesi, nefsin bir oyunundan, Şeytan'ın bir hilesinden başka bir şey değildir...

Diğer taraftan insanın ihtiyarlık vaktine kadar yaşayacağına dair elinde hiçbir garantisi de yoktur. Her vakit ölüm gelip kapısını çalabilir, hayatını sona erdirebilir. İnsanın yarına bile sağ çıkacağına dair, hiçbir senedi, güvencesi bulunmamaktadır.

Binaenaleyh, namazları ihtiyarlayınca kılma düşüncesi, bu bakımdan da boş bir hayal, temelsiz bir fikirdir. Kaldı ki gençlikte kılınan namazlar ile ihtiyarlıkta kılınanlar, hiçbir zaman bir olmaz. İnsanın bütün duygu ve hisleri ile dünyaya bağlı olduğu gençlik yıllarında nefsiyle mücadele ederek yaptığı ibâdetler, Allah katında son derece kıymetli ve değerlidir. İhtiyarlık halinde ise, insanın dünyaya meyli zaten kalmamış, ölümü daha yakından hissetmeye başlamıştır. Denebilir ki, nefsi bile artık namaz ve ibadete razı olur duruma girmiştir.

Böyle bir psikolojik hâl içinde yapılan ibâdet, elbette gençken, nefsin kötü his ve duyguları ile mücadele ederek yapılan ibâdete denk olamaz. Bunun içindir ki Peygamberimiz, genç iken yapılan ibâdetin ihtiyarlıkta yapılandan daha makbûl olduğuna, bir hadîs-i şerîflerinde işaret buyurmuşlardır.

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak gençlik hevesatına esîr olmayıp gaflette boğulmayandır."

Görüldüğü gibi gençlerin de ihtiyarlar gibi ölümü düşünüp âhiretlerine ciddî çalışmaları, namaz ve diğer ibâdetleri eksiksiz yerine getirmeleri gerekmektedir.

2. Dünya meşguliyetlerinin çokluğunun ise, namaz kılmaya mâni olucu tarafı yoktur. Zira Cenâb-ı Hak her gün bize 24 saatlik bir hayatı vermiştir. Bizden buna mukabil bir saatlik bir zamanı, kendine ibâdet için istemektedir. Evet, beş vakit namaz, abdestler de dahil, insanın en fazla bir saatini işgal eder. Yirmi dört saatin 23 saatini dünyaya sarfederken, bir saatini de, yine kendimizin hem dünya, hem de âhiret saadetimize vesile olan namazın edâsı için harcamamak hangi mantık ve hangi akılla bağdaşabilir? En basit, boş ve mâlâyâni ihtiyaçlara vakit ayrılırken böyle en ulvî bir ibadeti yapmamaya "zamanın yokluğunu" gerekçe göstermek, ancak ve ancak nefis ve şeytanın telkinlerine boyun eğmektir.

3. Namazın, her gün tekrarlandığından bıktırıcı ve usandırıcı olduğu düşüncesine gelince, bu da nefsin tenbelliğinin bir bahanesidir. Zira her gün yemek yiyip su içen insan, bunların tekrarından usanmıyor, bil'akis lezzet duyuyor. Binaenaleyh ruhun gıdası, kalbin âb-ı hâyâtı olan namazın tekrarından da, ruhu ölmemiş, kalbi sönmemiş bir insanın usanması söz konusu olamaz.

Şeytan bu kabil menfî telkinleri daha çok namaza yeni başlama durumunda olanlara yapmaktadır. Namaza devam edip onun mânevî feyiz ve bereketine mazhar olanlar, bu gibi bahanelerin yersizliğini zâten idrâk etmişlerdir.

Meşhurdur, adamın biri oğluna:

"Evlâdım, kırk gün namaz kıl, bak, bir daha bırakabilecek misin?" demiş. Oğlu da babasına:

"Baba, sen de kırk gün kılma, bak, bir daha başlayabilecek misin?" diye cevab vermiş.

Demek ki, bu gibi esassız bahaneler, hep nefis ve şeytan'ın telkin ve desiselerinden ibarettir. Nefisle devamlı mücadele ederek insanın bu telkinleri yenmesi gerektir. Aksi takdirde bir su gibi elden akıp giden ömür sermayesi, bir rüzgâr gibi uçup giden hayat nimeti; hüsranla ve imtihanı kaybetmiş olmanın ızdırabiyle neticelenir.

Kur'an'da birçok yerde kat'î emredilen namazı mutlaka edâ etmemiz, elde olmayan sebeblerle

kılamamışsak mutlaka kaza etmemiz gerektir. Böylece en mühim bir kulluk borcumuzu ve

insanlık vecibemizi yerine getirmiş, mânevî mes'uliyetten kurtulmuş oluruz.

Cenâb-ı Hak hepimize bu küllî hayrı yerine getirmekte sebat, devam ve irâde kuvveti versin. Âmin!..

Yıl 1491 idi.

Gül Babanın kulübesinin bulunduğu yere büyük bir bina yapıldı. O günden itibaren bu bina, sırayla mektep, hastahane ve saray olarak kullanıldı. Nihayet 1868'de tekrar mektep hâline getirildi. Cumhuriyet döneminde de adı Galatasaray Lisesi olarak değiştirildi.

Gül Baba'nın kabri de mektebin hemen yanıbaşındadır.

Bu tarihî olay, îman ve ibâdet duygusunun insana yaşlılıkta bile verdiği çalışma gayretini, insanlara ve gelecek nesillere faydalı olma azmini, en güzel şekilde göstermektedir. (Mehmed Dikmen, İslâm'da Fazilet Yarışı)

http://www.sorularlaislamiyet.com
Mehmet Dikmen
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Sabah Namazının Kılınışı:

Sabah namazı iki rek'at sünnet, iki rek'at da farz olmak üzere dört rek'attan ibarettir. Önce sünnet kılınır.

Şöyle ki: Namazın şartlarının hepsi yerine getirildikten sonra, kıbleye dönülüp sabah namazının sünnetini kılmaya kalben niyet edilir. Dil ile de yavaşçacık: "Niyet ettim Allah rızası için sabah namazının sünnetini kılmaya" denilir.

Bundan sonra, eller kulakların hizasına kadar kaldırılıp, başparmaklar kulak yumuşağına değdirilir. Ve avuç içleri Kâbe'ye dönük şekilde parmak araları açılır ve Allahü Ekber denilerek iftitah tekbiri alınır.

Tekbir alındıktan sonra sağ el ile sol elin bileği tutularak, eller göbeğin altına konur. (Kadınlar ise tekbir alırken ellerini omuz hizasına kaldırıp göğüsleri üzerine bağlarlar. Sağ eli sol elin üzerine koyarlar.

Eller de bu şekilde bağlandıktan sonra, önce Sübhâneke okunur. Sonra Eûzü-Besmele çekilerek Fâtiha-i Şerîfe sonuna kadar okunup Âmin denilir. Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okunur. Böylece namazın kıyam ve kırâet rükünleri tamamlanmış olur.

Kırâet bitince eller yanlara salıverilir ve Allahü Ekber denilerek rükû'a gidilir. Rükû'da parmak araları açık olarak ellerle dizkapakları tutulur. Sırt ve bel yere paralel olarak düz hâle getirilir. Ayaklar da bükülmeden dik tutulur. Rükû'da iken üç kere Sübhâne rabbiye'l-azîm denir. (Rükû' hâlinde kadınlar parmak aralarını açmazlar ve dizlerini tutmazlar, sadece ellerini dizler üzerine koyarlar. Ayrıca dizlerini de dik değil bükük bulundururlar. Yere paralel olacak şekilde eğilmelerine de lüzum yoktur.)

Sonra Semiallahü limen hamideh diyerek rükû'dan kalkılır. Ayakta iken Rabbenâ leke'l-hamd denir.

Sonra Allahü Ekber denilerek secdeye kapanılır. Secdeye inerken önce dizler, sonra eller konur. Baş da eller arasına konarak alın ve burun yere yapıştırılır. Secdede el ve ayak parmakları kıbleye dönük tutulur. (Kadınlar secdede kollarını yanlarına ve uyluklarını karınlarına yapıştırır ve yere doğru alçalır ve yapışırlar.) Secdede üç defa Sübhâne rabbiye'l-a'lâ denir. Sonra Allahü Ekber diyerek secdeden kalkılıp bir kere Sübhânallah diyecek kadar oturulur. Sonra tekrar Allahü Ekber denilerek aynı şekilde ikinci bir secde yapılır.

İkinci secdenin tesbihleri söylendikten sonra Allahü Ekber denilerek tekrar ayağa kalkılır. Böylece birinci rek'at bitmiş ikinci rek'ata kalkılmış olur.

İkinci rek'atta sadece Besmele çekilerek Fâtiha ve zamm-ı sûre okunur. Yukarda tarif ettiğimiz şekilde rükû'a ve secdeye gidilir. İkinci secdeden sonra sol ayak yere yayılıp üstüne oturulur. Sağ ayak ise parmakları kıbleye dönük şekilde içeri kıvrılır. Eller uyluklar üzerine konur. İki secde arasındaki oturuşlar da aynen böyledir. (Kadınlar ayaklarını sağ tarafa yatırarak otururlar). Bu oturuşta önce Tahiyyât okunur. Arkasından salâvatlar ve dualar okunur. Duaların okunuşu bitince önce sağ tarafa dönülerek: Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah diye selâm verilir. Sonra da sol tarafa aynı şekilde selâm verilir. Böylece iki rek'atlı sabah namazının sünneti bitmiş olur. Sabah namazının sünnetinin bütün kırâet, tesbih ve tekbirleri gizli olarak yapılır.

Sabahın farzı da aynen sünneti gibi kılınır. Sadece başta niyet ederken "Bugünkü sabah namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir. Bir de niyetten önce kâmet getirilir. (Kadınlar kâmet getirmezler). Sabah namazının farzının kırâetleri cehren de okunabilir.

Öğle Namazının Kılınışı:


Öğle namazı dört rek'at sünnet, dört rek'at farz ve iki rek'at da son sünnet olmak üzere on rek'attır. Önce sünneti kılınır.

Sünneti kılmak için evvelâ şu şekilde niyet edilir: "Niyet ettim ya Rabbi bugünkü öğle namazının sünnetini kılmaya..."

Sonra aynen sabah namazının sünneti gibi iki rek'at kılınır. İkinci rek'atta oturulduğunda sadece Tahiyyât okunur. Salâvat ve dualar okunmadan Allahü Ekber diyerek üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü ve dördüncü rek'atlar da aynen birinci ve ikinci rek'atlar gibi kılındıktan sonra, ikinci kere oturulur. Bu oturuşta Tahiyyât ile beraber salâvat ve dualar da okunarak selâm verilir. Böylece öğlenin sünneti tamamlanmış olur. Üçüncü rek'ata kalkıldığında Fatiha'dan önce sadece Besmele çekilir. Sübhâneke ve eûzü okunmaz.

Öğlenin farzı da sünneti gibidir. Yalnız niyet ederken öğlenin farzını kılmaya niyet edilir. Bir de üçüncü ve dördüncü rek'atlarda sadece Fâtiha okunur, zamm-ı sûre okunmaz. Bu, sadece öğlenin farzında değil, bütün farz namazlarda böyledir. İlk iki rek'atta zamm-ı sûre okunur. Üç ve dördüncü rek'atlarda okunmaz.

Öğlenin son sünneti de tıpkı sabahın sünneti gibi kılınır. Sadece niyet ederken öğlenin son sünnetine diye niyet edilir.

Öğlenin sünnet ve farzında kırâet gizli yapılır.

İkindi Namazının Kılınışı:


İkindi namazı, dördü sünnet, dördü de farz olmak üzere sekiz rek'attır. Önce sünneti kılınır.

Evvelâ: "Bugünkü ikindinin sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Sonra aynen öğlenin sünneti gibi kılınır. Yalnız ikinci rek'atın sonundaki ilk oturuşta, öğlenin sünnetinde sadece Tahiyyât okunurken, ikindinin sünnetinde salâvatlar da okunur. Dualar okunmadan, Allahü Ekber denilerek üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü rek'atta da namaza yeniden başlanır gibi, Sübhâneke okunarak Eûzü-Besmele çekilir ve Fâtiha ile zamm-ı sûre okunur. Dördüncü rek'at ise öğleninki gibi normal şekilde kılınır.

İkindinin farzı, öğlenin farzı gibidir. Sadece niyetler farklıdır. İkindi de öğle gibi gizli okuyuşla kılınır.

Akşam Namazının Kılınışı:


Akşam namazı üçü farz, ikisi sünnet olmak üzere beş rek'attır. Önce farz kılınır.

Önce akşamın farzına niyet edilerek namaza durulur. İlk iki rek'at diğer namazların farzları gibi kılındıktan sonra oturulur. Sadece Tahiyyât okunarak üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü rek'atta sadece Fâtiha okunarak rükû'a ve secdeye gidilir. Secdeler bitince ikinci kere oturulur. Tahiyyât, salâvat ve dualar okunarak selâm verilir.

Farzdan sonra sünnete niyet edilerek tıpkı sabahın sünneti gibi iki rek'at sünnet kılınır.

Akşam namazının farzı da, sabahın farzı gibi cehren yani sesli bir okuyuşla kılınabilir.

Yatsı Namazının Kılınışı:

Yatsı namazı, dördü sünnet, dördü farz, ikisi son sünnet ve üçü de vitir olmak üzere onüç rek'attır.

Yatsının sünneti önce niyet edilerek tıpkı, ikindinin sünneti gibi kılınır. Yani ilk oturuşta, Tahiyyâttan sonra salâvatlar da okunur.

Yatsının farzının kılınışı ise, niyet hariç öğle ve ikindinin farzının aynısıdır.

Son sünnet de, akşamın sünnetiyle aynı şekilde kılınır.

Fark sadece niyetlerdedir.
Vitir Namazının Kılınışı:

Vitir namazı ise üç rek'attır. Kılınışı şöyledir:

Önce niyet edilerek namaza durulur. Birinci ve ikinci rek'atlar aynen sabahın sünnetinde tarif ettiğimiz şekilde kılınır. İkinci rek'atın sonunda oturulur, Tahiyyât okunarak üçüncü rek'ata kalkılır. Üçüncü rek'atta Besmele çekilip Fâtiha ve zamm-ı sûre okunur. Bundan sonra rükû'a eğilmeyerek eller kulaklara kaldırılıp tekbir alınır. Ve tekrar eller bağlanıp, kunut duaları okunur. Kunut duaları bittikten sonra rükû' ve secdeye gidilir. Secdeden sonra oturularak Tahiyyât, salâvat ve dualar okunarak selâm verilir.

* Kunut duasını bilmeyen kimse, Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr âyetini okuyabilir. Üç kere Allahümme'ğfirlî de diyebilir. Üç kere Yâ Rab demesi de câizdir.

* Vitir namazı sadece Ramazanda cemaatle kılınır. İmam olan zât namazı cehrî kıldırır; kunut ise gizli okunur. Ramazan dışında vitri cemaatle kılmak mekruhtur.
Kunut Duaları

Allahümme innâ neste'înüke ve nestağfirüke ve nestehdîke ve nü'minü bike ve netûbü ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleyke'l-hayra küllehü neşkürüke ve lâ nekfürüke ve nahle'u ve netrükü men yefcürük.
Allahümme iyyâke na'büdü ve leke nusallî ve nescüdü ve ileyke nes'â ve nahfidü nercû rahmeteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke bilküffâri mülhık.

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=article&aid=9967
 

yemliha

Asistan
Katılım
4 Mart 2009
Mesajlar
133
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
bunları hepsi çok önemli ve birbirinden bağımsız konular bu şekilde açman sanki aynı konu devam ediyormuş gibi his uyandırırki ümmetin bu değerli bilgilerden mahrum kalmasına neden olur
''İslam ilmihali[namaz]''
''İslam ilmihali[kadınlara mahsus haller]''
gibi ayrı başlıkla açarsan bu googlede arama yapan ümmetede ulaşır
Allah[cc]razı olsun
 

tuvana

Doçent
Katılım
14 Şubat 2009
Mesajlar
816
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Sehiv Secdesi

Sehiv secdesi, bir namazın kusurlu kılınması hâlinde, bu kusuru düzeltmek maksadı ile, namazın sonunda yapılan secdedir. Kusur genellikle namazda farzın te'hiri, vâciblerden birinin unutularak yapılmaması (terki), yahut sonraya bırakılması (te'hiri), yahut da vaktinden önce yapılması (takdimi) suretiyle ortaya çıkar.

Namaz içinde bu yanlışlıklar hatırlanırsa namaz sonunda sehiv secdesi yapılır. Sehiv secdeleri vâcibdir.
Sehiv Secdesinin Yapılışı Nasıldır?

Son oturuşta Tahiyyât okunduktan sonra, imam olan kimse sadece sağ tarafına, yalnız kılan ise iki tarafına da selâm verir ve hemen ardından Allahü Ekber diyerek 2 defa secdeye varır. İkinci secdeden sonra doğrulup oturur ve yeniden Tahiyyâtı, salâvat ve duaları okuyarak selâm verir. Böylece sehiv secdesi yerine getirilmiş olur.

Namaz kılan kimse şayet selâm verdikten sonra yanıldığını hatırlarsa, yönünü kıbleden çevirmemiş ve henüz konuşmamış ise, sehiv secdesini yapabilir. Fakat yerinden kalkmış, yönünü kıbleden çevirmiş veya konuşmuş ise, artık sehiv secdesi yapamaz. Namaz sahihtir, ancak sehiv secdesi yapılmadığı için sevabı noksandır.

Vâciblerden biri, kasden terkedilirse namazı iade etmek gerekir. Sehiv secdesi yapmak kâfi gelmez.

* Sehiv secdesi yapan imama iktida sahihtir.
Sehiv Secdesini Gerektiren Haller

Sehiv secdesini gerektirici hallerden bâzıları şunlardır:

1 - Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre okumadan rükû'a gitmek.

Rükû'da iken hatırlarsa, doğrulup sûreyi okur, sonra tekrar rükû'a gider. Namazın sonunda da sehiv secdesi yapar.

2 - Unutarak Fâtiha'yı iki kere okumak.

3 - Vitir namazlarının tekbir ve kunut duasını unutmak.

Rükû'da iken hatırlasa, doğrulup kunut okumaz. Sonunda sehiv secdesini yapmakla yetinir.

4 - Dört rek'atlı namazlarda, iki rek'at kıldıktan sonra oturmayı unutarak üçüncü rek'ata kalkmak, yani, ilk oturuşu terketmek.

Bu durumda bakılır:

Eğer namazı kılan kişi tamamen kalkmış veya kalkmaya daha yakın bir durumda ise,

oturmaz; namazı bitirip sonunda sehiv secdesi yapar. Eğer oturmaya daha yakın bir halde ise, oturur; sonunda da sehiv secdesi yapmaz. Tam kalktıktan sonra oturmak ise, namazı bozar.

5 - Birinci oturuşta Tahiyyât'ı okuduktan sonra hemen kalkmayıp salâvatları ve duaları okumak yahut da bir rükün edâ edecek kadar gecikmek.

Bu durumda eğer salâvattan okunan kısım bir cümle teşkil eder ise (Allahümme salli alâ Muhammedin demek gibi) namazın sonunda sehiv secdesi yapılır. Fakat okunan kısım bir cümle teşkil etmemişse, sehiv secdesine gerek yoktur.

6 - Dört rek'atlı farz namazlarda, son rek'atta oturmaksızın beşinci rek'ata kalkılacak olsa, beşinci rek'atın kıyam, kırâet ve rükû'u tamamlanıp secdeye gidilmedikçe, dönüp tekrar oturulur. Tahiyyâtdan sonra selâm verilip sehiv secdesi yapılır. Çünkü bu durumda farz olan son oturuş te'hire uğramıştır.

Fakat beşinci rek'at için secde yapılmış olursa, bu namaz nâfileye döner. Artık buna bir rek'at daha ilâve ederek, 6 rek'atlık bir nâfile namazı kılınmış olur. Dolayısıyla sehiv secdesi de gerekmez.

7 - Dört rek'atlı bir farz namazın son ka'desinde teşehhüd miktarı oturduktan sonra kalkan kimse, hemen oturup selâm verir. Tekrar Tahiyyat okumasına gerek yoktur. Hâtta oturmadan ayakta bile selâm verebilir. Zira farz olan oturuşu yapmıştır. Yalnız ayakta selâm vermekle sünneti terketmiş olur. Sonunda ayrıca sehiv secdesi de lâzımdır. Çünkü selâm te'hire uğramıştır.

8 - İmama sonradan yetişen kimse, kendi kıldığı rek'atlar içinde hatâ yaparsa, o hatâsı için sehiv secdesi yapar.

9 - İmamın, açıktan okuması vâcib olan yerlerde gizli; gizli okuması vâcib olan yerlerde de açık okuması... Meselâ öğle namazında Fâtiha ve zamm-ı sûreyi sesli okuması, akşam namazında da içinden okuması gibi.

Namazdaki tesbih ve tekbirlerin cehren okunması, sehiv secdesini icab ettirmez.

10 - Namaz içinde Fâtiha okunduktan sonra hangi âyet veya sûreyi okuyacağı bir müddet tefekkür edilse, sehiv secdesi icab eder. Çünkü vâcib te'hire uğramıştır.

11 - Ta'dîl-i erkânın terki, sehiv secdesini gerektirir.

12 - Namazda sehiv secdesini icab eden birkaç hatâdan dolayı tek sehiv secdesi yeterlidir.

Sehiv secdesinde, iki secde ile Tahiyyât'ı okumak ve selâm vermek vâcibdir. Tahiyyât'dan sonraki salâvat ve dualar ve secdedeki tekbirler ve tesbihler ise sünnettir.

* Bir namaz içinde, o namazın rek'atları sayısında şüphe etmek, namaz kılan kimse vesveseli biri değilse, kılınan namazı iptâl eder. Yeniden kılmak gerekir. Nitekim vakit varken, namazı kılıp kılmadığında tereddüd eden de o namazı kılar. Namazı tamamladıktan sonra rek'at sayısında şüpheye itibar yoktur. Ancak noksan kıldığını kesin olarak anlarsa namazı yeniden kılar..
Şükür Secdesi

Bir nimete kavuşmaktan dolayı veya bir musibet ve sıkıntının zâil olmasından ötürü, dileyen tıpkı tilâvet secdesinde olduğu gibi secdeye gidebilir. Buna şükür secdesi denir.

Şükür secdesi müstehabdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbı, zaman zaman yapmışlardır.

Meselâ Resûlüllah Efendimiz, Ebu Cehl'in kesik başını görünce, 5 kere şükür secdesine kapanmışlardır.

Tilâvet Secdesi

Kur'ân-ı Kerîm'de bâzı secde âyetleri vardır ki, bunlardan birini okuyan veya dinleyen kimseye secde etmek vâcib olur. Kur'ân-ı Kerîm'de secde âyetleri 14 yerdedir.
Yapılışı Nasıldır?

Tilâvet secdesi niyetiyle eller kaldırılmaksızın Allahü Ekber denilerek secdeye varılır. Secdede üç kere Sübhâne rabbiye'l-a'lâ veya bir kere Sübhâne Rabbinâ in kâne va'dü rabbinâ le-mef'ûlâ (*) denir. Sonra Allahü Ekber denerek secdeden kalkılır.

Tilâvet secdesinin tek rüknü vardır o da Allah Teâlâ'yı ta'zim, O'na karşı tevazu' ve secdeden kaçınanlara muhalefet etmek için alnını yere koymaktır.

Tilâvet secdesine ayaktan inilmesi, secdeden kalkarken ayağa kadar kalkılması ve ayağa kalkarken

Gufrâneke rabbenâ ve ileykelmasîr (**) denilmesi müstehabdır. Secdeye inerken ve kalkarken alınan tekbirler de müstehabdır. Vâcib olan, sadece alnı yere koyup secde etmektir.
Tilâvet Secdesi Kimlere Vâcibdir?

Okuyan kimse mânasını anlamasa, duyan kimse dinlemek kasdı ile duymasa bile, yine secde vâcib olur.

Secde âyetinin Türkçe veya Farsca meâlini okumak da secdeyi vâcib kılar.

Hayız-nifas hâlindeki kadına tilâvet secdesi lâzım gelmez.

Teyp ve plâktan dinlenen âyetler, aks-i seda (yankı) hükmünde olduğu için sehiv secdesi vâcib olmaz. Amma secde yapılsa daha güzeldir. Radyo ve televizyondan naklen yanında ise secde âyeti okunacak olsa, dinleyene secde vâcib olur. Zira bu, aks-i seda değil, nakl-i sedadır.
Namazda Tilâvet Secdesi Nasıl Yapılır?

Namazda okunan secde âyetinden sonra, hemen secdeye varılır, sonra kalkılarak kırâete devam edilir. Fakat secde âyetinden sonra üç âyet geçmeden rükû'a gidilirse ve bu rükû'a gidişte tilâvet secdesi de niyet edilirse, rükû', tilâvet secdesi yerine de geçer. Rek'atın sonunda yapılan secde ise, tilâvet secdesine ister niyet edilsin isterse edilmesin tilâvet secdesi yerine kâim olur. Bu bakımdan imamın bir karışıklığa meydan vermemek için kırâetin ortasında secdeye gitmek yerine, secde âyetinden hemen sonra veya en fazla iki âyet daha okuyarak rükû'a ve secdeye gitmesi daha uygundur. Secde âyetinin ardından üç veya daha fazla âyet okuyacağı takdirde, tilâvet secdesi, secde âyeti okunur okunmaz derhal yapılıp tekrar kıyâma kalkılması, kırâete bundan sonra devam edilmesi vâcib olur. Bu durumda namazın rükû' ve secdesiyle tilâvet secdesi sâkıt olmaz.

Secde âyeti hecelenerek okunacak olursa veya sadece yazılsa veyahut telâffuz edilmeden sadece yazısına bakılsa, secde lâzım gelmez. Bir secde âyetinin ekserisi okunmadan da secde yapılması gerekmez.

Bir mecliste bir secde âyeti birkaç defa okunup tekrar edilse, bunun için tek tilâvet secdesi kâfidir. Fakat ayrı ayrı secde âyetleri okunsa veya aynı secde âyeti başka başka meclislerde okunsa, herbiri için ayrı ayrı secde etmek vâcib olur.
Secde Âyetlerinin Bulunduğu Sûreler Hangileridir?

1 - A'raf sûresi - 206

- Ra'd Sûresi - 15

3 - Nahl sûresi - 49

4 - İsrâ sûresi - 107

5 - Meryem sûresi - 58

6 - Hacc sûresi - 18

7 - Fürkan sûresi - 60

8 - Neml sûresi - 25

9 - Secde sûresi - 15

10 - Sâd sûresi - 24

11 - Fussılet sûresi - 38

12 - Necm sûresi - 62

13 - İnşikak sûresi - 21

14 - Alâk sûresi - 19
Tilâvet Secdesinin Kazâsı Olur mu?

Secde âyeti okunur okunmaz hemen tilâvet secdesi yapılması gerekmez. Bu secde daha sonra da yapılabilir. Yine edâ olur kaza olmaz. Fakat zaruret olmadıkça te'hiri, tenzîhen mekruhtur.

Secde âyeti okununca hemen secde etmek mümkün olmadığı takdirde, okuyan ve dinleyenlerin:

Semi'nâ ve eta'nâ ğufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr (*) demeleri müstehabdır.
Şükür Secdesi Nasıl yapılır?

Bir nimete kavuşmaktan dolayı veya bir musibet ve sıkıntının zâil olmasından ötürü, dileyen tıpkı tilâvet secdesinde olduğu gibi secdeye gidebilir. Buna şükür secdesi denir. Şükür secdesi müstehabdır. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbı, zaman zaman yapmışlardır.

Meselâ Resûlüllah Efendimiz, Ebu Cehl'in kesik başını görünce, 5 kere şükür secdesine kapanmışlardır.

Mehmet Dikmen
http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=article&aid=9968
 
Üst