Cam Kızın Dokuz Yılı

Bu konuyu okuyanlar

Dora

Müdavim
Cezalı
Emektar
Katılım
26 Ocak 2018
Mesajlar
5,728
Reaksiyon puanı
9,727
Puanları
113
Yaş
30
Lütfen, bu yaşanmış hikayeyi okumaya başlamadan önce tamamını bitireceğinize emin olun. Yarım kalan bir hayatın hikayesi yarım kalmasın.

Doğuştan cam kemik hastası olan küçük Esma'nın kırık hikayesidir. Esma'yı dokuz aylıkken tanıdım. Yeni taşındığımız apartmanda hem bize hem de yeni doğan oğluma Hoş Geldiniz ziyaretine gelen ilk konuğumdu o, annesiyle birlikte elbette. Oğlum doğalı, bir buçuk ay olmuştu sanırım. Hayatımdaki yenilere ve ilklere uyum sağlamaya çalıştığım zamanları yaşıyordum, karışık duygular içinde. Hem uzak hem yakın bir geçmişte var olmuş bir duyguyu, boğazıma takılan bir yumruya dönüşmeden yakalamaya kalkıştığım tam da şu anda, bunu ifade edebilmemin belki de en doğru yolu önce, yavaş yavaş yaklaşarak büyüyen imgeler sıralamak ve sonra, her zaman dokunaklı bir yönü olduğuna inandığım ayrıntılara odaklanmak.

Yeni bir semt, yeni bir mahalle. Yeni bir site içinde, on katlı bir apartman. Giriş katında, henüz yazgılara sahne olmamış yeni bir ev. Yeni doğan oğlum. Doğum iznimin bitmesine çeyrek kala bulduğumuz yeni bir bebek bakıcısı. Komşuluk ilişkisi kavramını belki de yeni baştan tanımlayacağım yeni komşular ve apartman komşularımdan birinin dokuz aylık bebeği Esma. Karşı dairede oturan Kübra hanım ile Salman beyin minik kızlarıydı Esma. Dokuz aylık bir bebek için kullandığım bu minik sıfatı; her ne kadar nahif, minyon bir kız çocuğu gibi, görüntüsel çağrışımları da beraberinde getirse de bu çağrışımsal resmin, Esma bebeğin fotoğrafı olmaktan çok uzak olacağını söylemeliyim.

Yaşına göre aslında ayına göre demeliyim, tombul sıfatının zayıf kalacağı bir bebekti Esma başı, elleri, kolları, bacakları ve bedeniyle, oldukça iri ve aşırı kilolu bir bebek olduğu söylenebilirdi. Ama bence yine de minikti Esma bebek. Bir bebek, cüssesi ne olursa olsun miniktir çünkü savunmasızdır. Korunmaya, şefkat, dikkat ve özen gösterilmeye, bakıma muhtaçtır. Hassas ve kırılgandır üstelik ve sözün tam da burasında söylemeliyim ki kelimenin gerçek anlamıyla da kırılgan bir bebekti Esma. Onun bir cam bebek olduğunu sonradan öğrenecektim.

İlk kez oturtulduğu yerde yığılıp kalması ve hem sırtına hem de iki yanına yastıklardan destekler koyduğumuz halde, oturma pozisyonunda dik duramaması dikkatimi çekmişti. Yeğenimin doğumunun üstünden beş yıl geçmiş olsa da bir bebeğin sağlıklı gelişimi ile ilgili evreleri anımsıyordum yine de. Üstelik hamileliğim sırasında anne ve bebek sağlığı, bebek bakımı ve gelişimi üzerine okuduğum kitaplarla, beş yıl içinde değişen ekoller ve yeni uygulamalar konusunda da bir fikir sahibi olmuştum az çok.

Her şey bir yana, gözüme takılan küçük ayrıntılar bu minik kızın sağlıklı bir gelişim içinde olmadığını fısıldıyordu bana. Tombul tanımını fazlasıyla aşan şişman bedenini, değil ayakta, oturarak bile taşıyamıyordu. Ne yumuşak, ne de sert bir zemin üzerinde! Bu durum; aşırı şişmanlıktan kaynaklanan bir denge problemi gibi de gözükmüyordu. Daha çok omurgasını dik tutamayan bir hali vardı sanki. Normal gelişim içinde olan bir bebeğin, desteksiz oturma becerisini altı aylıkken gösteriyor olması ve dokuzuncu ayında da ayaklarının üstünde dimdik durabiliyor ve tutunarak birkaç adım sıralayabiliyor olması beklenirdi en azından.

Esma ayakları üstünde duramıyordu. Oturduğu yerde bile boş bir çuval misali bir yana devrilir gibi oluyor ve ellerinin yardımıyla bedenini, kaydırmakla sürüklemek arası bir eylemle, geriye doğru hareket ettirmeye çabalıyordu. Bunda da pek başarılı olduğu söylenemezdi. Bu, yana devrilmiş C harfi görünümünde oturma pozisyonundayken, tam karşısına geçip, onun boyu hizasına çömelip yüzüne baktığımda, bedenini doğrultmaya çalışıp yüzüme bakmayı denese de göz bebekleri ile bakışlarımı yakalayacak kadar bir süre boyunca bile bedenini dik tutamıyordu.

Annesi ve babası durumun ciddiyetinin farkında olmalıydılar mutlaka. Fakat, Esma'nın annesi Kübra hanımın durumu hafife alır bir hali bile vardı sanki. Bir keresinde, Ah bilseniz! Doymuyor bu çocuk, doktorun verdiği diyet mamasıyla. Gece uyanıp uyanıp ağlıyor. Ben de dayanamıyorum işte, ana yüreği diye yakınmasının ardından, biberonunu ağzına dayamıştı bebeğin. Az önce sarf ettiği sözlerden sonra biberonun içindekinin diyet maması olup olmadığından kuşku duymuştum. Hem canım, boya gidince zayıflayacak nasılsa, henüz yürümediği için tombul benim kızım. Yürümeye başlayınca hareketlenecek zaten. O zaman ne kilolar kalır, ne yağlar, öyle değil mi? diyen rahatlığına da şaşırıp kalmıştım. Bu sadece aşırı şişmanlık sorunu gibi gelmemişti bana. Bu fazlasıyla göze batan tablonun aşırı şişmanlık ve onun getireceği sağlık sorunları bir yana, çocuğun iskelet yapısını, kemik gelişimini ilgilendiren bir yönü de vardı sanki!

Konuyu derinlemesine düşünmemek bile bana tehlikeli bir hafiflik gibi geliyordu. Kübra hanım, doktor ne diyor bu duruma? diye sormaktan kendimi alamamıştım. Kübra hanım, doktorun ona söylediklerini aktararak kemiklerinin zayıf olduğunu, kemik gelişiminin ve kemik sertleşmesinin ağır seyrettiğini, kırılgan bir yapısının olduğunu anlatmıştı Kırıklara karşı korunması ve dikkat edilmesi gereken bir bebekti. Bol güneş, D vitamini ve bir tedavi kürü eşliğinde kemikleri kuvvetlendirilirken, kontrollü bir diyet ile de kilo vermesi gerekiyordu Esma'nın. Her gün düzenli olarak yaptırılması gereken basit beden hareketleri de vardı. Kırılmalara karşı çok dikkatli ve korumacı olmak da esastı.

Esma'nın ağır bedeni, kol ve ayak kırılmaları için kendiliğinden tehlike arz ediyordu ve doğrulmak, emeklemek, yan dönmek gibi en temel hareketlerini bile kısıtlıyordu. Öte yandan hareketsizliği de kilo vermesini güçleştiren bir unsur olarak olayı kısır döngüye sokuyordu adeta; şişmanlığın hareket etme güçlüğü doğurduğu ve hareketsizliğin de şişmanlığı beslediği bir kısır döngüye ve Esma başka bebeklere cömertçe sunulan şimdiki zamanı bu kısır döngü içinde yitirmiş görünse de gelecek zamanı yakalamak için çabalıyordu.

İlk kırıkla tanıştığında henüz bir yaşını doldurmamıştı. Annesinin söylediğine göre; salonda halının ortasında oyuncaklarıyla oynuyormuş. Ağlama sesi duyup da yanına koştuğunda, koltuğun kenarında yerde yatarken bulmuş Onu. Kayıp yere düşer korkusuyla, ne koltuğa, ne de kanepeye oturtmuyordum. Oturduğu yerde kendini geri geri kaydırıp sürükleyerek koltuğa ulaşmış, tutunarak ayağa kalkmaya çalışmış olmalı demişti Kübra hanım. Ayağının bilekten kırılmış olduğuna bakılırsa, zaten kıkırdak yumuşaklığında olan kemiği ayak bileğine yüklenen bedeninin ağırlığını taşıyamamıştı.

Alçıya alındı ayağı, diz altına kadar. Doktorun söylediğine göre, tedavi ve tıbbi desteğe karşın çok yavaş ilerleyen bir süreç içinde seyreden kemik gelişiminin bu cüssedeki bir bedeni taşır hale gelmesi uzun yıllar alacaktı. Daha da kötüsü, bu süreç içerisinde yeni kırıklarla karşılaşmak da kaçınılmazdı. Uykusunda, yatağında dönmeye çalışırken kolunun kırılması işten bile değildi. Çok dikkat istiyordu bu bebeğin bakımı.

Genelde güler yüzlü bir bebekti Esma. Henüz iki buçuk yıllık ömrüne sığdırdığı onca sıkıntıya rağmen yaşama asık suratla bakmıyordu. Güzel olduğu pek söylenemezdi. Zaman zaman bakışlarına onu ilk gördüğüm zaman rastladığım o donukluk yerleşse de siyah saçlarının çevrelediği esmer yüzü gülümsediği zaman aydınlanıyor, tombul yanaklarının sıkıştırdığı kara gözleri iyice kaybolup ince bir çizgi halini aldığında sevimli bir ifade oturuyordu çehresine. Çoğu zaman çocuk parkında rastlıyordum ona. D vitaminini doğal yoldan da alabilmesi için güneşli hiçbir günü kaçırmıyordu annesi.

Bebek, puseti içine neredeyse sığamayacak kadar irileşmişti. Üç ay önce kırılan kaval kemiği kaynamış, ayağındaki alçı çıkarılmıştı. Tek bir santimetrekareyi bile değecek ışından mahrum bırakmayacak şekilde güneşe uzatılmış çıplak bacaklarından birinin diğerinden daha ince ve daha açık tenli olduğuna bakılırsa alçıdan henüz çıkan kırılan bacak o olmalıydı. Kalın olan diğer bacağın özellikle dizden yukarı bölümü, sekiz dokuz aylık normal kilolu bir bebeğin bedeni genişliğindeydi nerdeyse.

Çimenlerin üzerine serilmiş bir örtü üstünde oturuyordu ve hiç destek almadan üst bedenini taşıyabilmesi, iki buçuk yılını almıştı. Dört yaşına geldiğinde hem cüssesi hem de ağırlığı nedeniyle bebek puseti artık kullanılabilir olmaktan çıkmıştı Esma için. Esma'nın evden dışarıya çıkartılması sorununu da beraberinde getirmişti bu durum. Son zamanlarda pusete bile ancak iki kişinin yardımıyla oturtulabiliyordu zaten. Güçlükle de olsa kucakta taşınabildiği zamanlar çok geride kalmıştı.

Tekrarlayan kırıklar ve alçılarla, yatarak ya da uzanarak geçirmek zorunda kaldığı günler, haftalar dışında, hava uygun olduğu sürece balkona sıkıştırılmış bir koltuk üzerinde geçiriyordu günlerinin çoğunu. Birbirine benzeyen günlere açılan daracık balkonda oturup geleni geçeni seyretmek, mevsimlerin dönüşünü izlemek, küçük keyiflerinden biriydi Esma'nın. Evet, avunulacak küçük keyifleri vardı. Bebek pusetinin yerini alan tekerlekli sandalyesi de bu keyiflerden bir diğeriydi.

Evin dışındaki dünyaya adım atmasının tek yoluydu bu tekerlekli sandalye. Adım atmak lafın gelişiydi elbette. Altı yaşına gelmişti ve hâlâ ayaklarının üstünde duramıyordu. İki kişinin yardımıyla tekerlekli sandalyesine oturtulabiliyordu ancak. Özellikle annesi Kübra hanım için, Esma sayısız kırıklar ve alçılarla sekiz yaşına geldiğinde hayat biraz daha zorlaşmıştı. Kırık riskini biraz daha azaltmak düşüncesiyle, bir yıl erteledikleri eğitim öğretim dönemi artık gelip çatmıştı.

Esma ilkokula başlayacaktı. Bir anlamda Kübra hanım da öyle. Esma'yı her gün tekerlekli sandalyesi ile birlikte okula götürerek teneffüslerde bekleyip, tuvalet ihtiyacını gidermesine yardım edip, okul çıkışında tekrar eve getireceği günler başlıyordu Kübra hanım için. Hatta haftalar, aylar, belki de yıllar. Normal gelişimini tamamlayan sağlıklı bir çocuğun ailesi için sevinç ve heyecan ile karşılanacak bu yeni dönem, yeni sıkıntıların başlangıcı anlamına geliyordu Esma'nın ailesi için. Esma içinse, daha az korunaklı olacağı bir ortam demekti bu. Kemikleri biraz daha güçlenmiş olmakla beraber Esma, kırık riskini halen üzerinde taşıyordu. Şişmanlık sınırının hayli ötesinde olan kilolarını da.

Avundukları tek şey, henüz yürüyemiyor olsa da ayaklarının üstünde kısa bir süre durabiliyor olmasıydı. Koltuk değneklerine dayanarak ayakta bekleyebiliyor olması tekerlekli iskemleye oturup kalkmasını nispeten kolaylaştırmış, en azından tek bir kişinin yardımı yeterli hale gelmişti. O güne kadar adeta bir kavanoz içinde büyümüştü Esma. Site sınırları, anne ve babasının özeniyle çevrili, korunaklı küçük bir dünyada büyümüştü. Önceleri puseti, sonraları tekerlekli sandalyesiyle gezdirildiği zamanlarda başlıca üç uğrak yeri söz konusuydu. Apartmanın az ilerisindeki çocuk parkı, iki blok ötedeki spor sahası ve arkadaki piknik alanı.

Bu üç yerin de ortak özelliği, çocukların oynadığı alanlar olmasıydı. Çeşitli yaşlarda, boy boy çocuk. Esma, çocuklarla konuşup onlara yakınlaşmak istese de çocuklar ona yaklaşmıyorlardı. Annesinin ona okuduğu masal, öykü kitaplarının çocuk kahramanları dışında gerçek arkadaşı yoktu. Çocuklar onu kendilerinden biri gibi görmüyorlardı. Hatta onun da bir çocuk olduğu fikrini benimsedikleri bile söylenemezdi. Esma gerek bedeni, gerekse yüz hatları itibariyle, yaşının çok üzerinde gösteriyordu.. Sürdürdüğü çilekeş yaşamında erken olgunlaştığı bile söylenebilirdi.

Esma'dan yedi ay küçük oğlum bir gün şöyle demişti: Anne, Esma teyzeyi balkonda gördüm, bana yavru kedisini gösterdi. Ne olur biz de bir kedi alalım, Hııı? olmaz mı? Önce isimleri karıştırdığını düşünmüş ve Kübra teyze demek istiyorsun, öyle değil mi? diye sormuştum. Hayır, hayır Esma abla, hani bacağı alçıda olan düzeltmesiyle bile Esma'yı kafasında yaşıtı olarak konumlandıramadığı, en yakın abla sıfatını yakıştırabildiği anlaşılıyordu. Esma için korunaklı dünyasında o güne kadar sürdürdüğü korunaklı yaşamından ayrılma ve tekerlekli sandalyesiyle bir sınıf dolusu çocuğun arasında yerini alma zamanı gelmişti.

Artık gerçek arkadaşları olacağı için sevinçli ve heyecanlıydı Esma, Kübra hanım ise tedirgin görünüyordu.. Yeni bir kırık endişesiydi şüphesiz, bu tedirginliğinin görünen, bilinen sebebi. Bir de dillendiremediği bir endişe dolaşıyordu gözlerinde..çocukların saf ve masum oldukları kadar, acımasız da olabilecekleri gerçeğiyle, Esma'nın nasıl baş edeceği endişesi. Kemik kırığıyla çok kez karşılaşmıştı Esma, kırık acısını biliyordu ama can kırığıyla hiç tanışmamıştı. Kırık bir kol, kırık bir bacak alçıyla kaynardı da, ya gönül kırığı, iç kırığı.. o nasıl kaynardı? Ve Esma, ilkokula başladı. Semtteki en yakın ilkokuldu. On on beş dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yarım gün öğretim uygulanan bu devlet ilkokulunda, Esma'nın sabahçı olmasını tercih etmişlerdi annesiyle babası. Böylelikle, sabah işe gitmeden önce tekerlekli sandalyesiyle birlikte Esma'yı ve annesini okula bırakabilecekti Salman bey.

Salman bey bir bankada müdür muavini olarak çalışıyordu. Aslen Adanalıydı, Karısı da öyle. Uzaktan akraba olduklarından söz etmişti Kübra hanım bir seferinde. Küçük yaşta evlendirmişler. On altısında ya var, ya yokmuş. İlk kızları orada doğmuş. İkinci oğlu da. Ne var ki yaşamamış her ikisi de. Üçüncü oğlan doğduğunda, aileden kalma birkaç malı mülkü satıp İstanbul a yerleşmişler yıllar önce. Taha İstanbul da büyümüş. Sağlıklı bir çocukmuş, üstelik çok da zeki. Ondan sonra birkaç düşük yapmış Kübra hanım. Ama vazgeçmek istememiş bir çocuk daha doğurma sevdasından. On yedi sene sonra doğurdum Esma'yı demişti Kübra hanım buruk bir sesle.

Taha, Esma'nın doğduğu yıl liseyi bitirip, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünü kazanmıştı. Babasıyla birlikte Ankara ya gitmişler, yurda yerleştirmişti Salman bey oğlunu. Kübra hanımı ve Esma'yı yeni tanıdığım zamanlardı. Kübra hanım Esma'yı okulda bekleyip ders aralarında bir şeye ihtiyacı olup olmadığıyla ilgileniyordu. Öğlen son dersten sonra, eve birlikte dönüyorlardı. Henüz sonbaharın yaza yakın durduğu günlerdi ve tekerlekli sandalyeyi iterek, yürüyerek eve dönebiliyordu Kübra hanım. Yağışlar başladığında, havalar soğuyup kışa döndüğünde her gün taksiye binmeleri gerekecekti. Bu hem masraflı, hem de daha zahmetli görünüyordu.

Esma'yı tekerlekli sandalyesinden kaldırıp tekerlekli sandalyeyi ve Esma'yı taksiye bindirmek, evin önüne gelince arabadan çıkartıp tekrar tekerlekli sandalyesine oturtmak. Gerçi, Esma'nın ağırlığıyla yüklü bir tekerlekli sandalyeyi itmenin de daha az zahmetli olacağı söylenemezdi. Hele bedensel engelliler için en küçük bir kolaylığın düşünülmediği, İstanbul'un yüksek kaldırımları boyunca yürürken köşe başları, çöp konteynır cepleri, garaj ya da park yeri girişleri hatta park eden taşıtlar ile bölünen, daralan kaldırımlardan caddeye inmek ve tekrar kaldırıma çıkmak söz konusu olduğunda değil kilolu bir engellinin taşındığı tekerlekli sandalyeyi itmek, bebek pusetini bile indirip çıkartmak meseleydi.

Allah'tan okuldan eve dönüş yolumuzda tek bir kez karşıdan karşıya geçmem gerekiyor ve ışıklı bir yaya geçidi var demişti onlarla yolda karşılaştığımız bir günde Kübra hanım. Yolda durup biraz nefeslenirken, sözlerine şöyle devam etmişti: Ya karşıdan karşıya geçmek için bir üst geçide tırmanmak ya da bir alt geçidin merdivenlerinden inmek zorunda kalsaydık? Avuntuyu çare sayan bir kabullenişe alıştırılıyordu insanlar bu ülkede. Yaşlılara, engellilere, evlerinin dışında yaşama alanı tanınmadan tasarlanmış birimleriyle, bu mega kentte.

Birgün Kübra hanımla sohbet ederken, söz okuldan açılmıştı. Allah razı olsun müdür beyden demişti. Esma'nın sınıfını giriş katına taşıdı. Asansör yok. Esma'yı tekerlekli sandalyesiyle her gün birinci kata çıkartmak ve sonra indirmek, hademenin yardımıyla da olsa güç oluyordu. Üstelik, giriş katındaki öğretmenler tuvaletini de kullanmamıza izin verdi müdür bey. Öğrencilerin tuvaleti bir üst katta aslında. Orada da tek bir tuvalet alafranga, diğerleri alaturka, laf aramızda.

Kübra hanımın anlattıklarını dinlerken, bir an dalmıştım. Elimde bir sihirli değnek olsaydı diye düşlemiştim. Bu şehrin yöneticilerini bir günlüğüne, evet evet sadece bir günlüğüne Esma'nın konumunda bedensel engelli bir vatandaş haline çeviriverseydim ve bu bir günü, evlerinin dışında günlük hayatın içinde geçiriyor olsalardı, bir gününün sonunda da tekrar eski kimliklerine, makamlarına ve sağlıklı bedenlerine döndüklerinde bu kentte ne gibi değişiklikler olurdu acaba? Kaldırımlarda, caddelerde, geçitlerde, parklarda, okullarda, tuvaletlerde, otobüslerde, minibüslerde, taksilerde, okul servis taşıtlarında. Bedensel engelli insanların yaşamlarını kolaylaştırıcı düzenlemelere, yeni uygulamalara tanık olabilir miydik? diye, gerçek ötesi bir düşünceye kapılıvermiştim

İnsanların umuttan medet uman bir yoksunlukla yaşamaya alıştırıla geldikleri bu ülkede, gizli kalmış hesaplaşma iştahım ortaya dökülüvermişti bu hayalle birlikte. Esma okula başlayalı iki ay kadar olmuştu sanırım. Bir sabah apartman kapısı önünde rastladım onlara. Annesine okula gitmek istemediğini söylüyordu, hırçın ve ağlamaklı bir sesle. Hiç arkadaşı olmadığından, çocukların onu oyunlarına katmadığından yakınıyordu. Sen şişko ve sakatsın, oynayamazsın! demiş bir tanesi. Onlar gibi koşturup oynayamayacağını çoktan kabullenmiş zaten. Ama, sessiz film oyununa bile katmıyorlarmış onu. Hatta izlemesine bile izin vermiyorlarmış, Onun tekerlekli sandalye ile inip çıkamayacağı yerleri seçiyorlarmış oyun alanı olarak.

Anne benim hastalığım bulaşıcı olabilir mi? diye soran sesine, nedeninin bu olmasını dileyen ince bir umut gizlenmişti sanki. Anlaşılan ilk can kırığıyla tanışmıştı Esma! Bu kırığı kendince alçıya almaya çalışıyordu. Bir kırığı onarmanın bildiği ve denenmiş tek yolu buydu ne de olsa. Onu korunaklı bir kılıfla sarmak ve ihtiyacı olan zamana bırakmak. Ona ihtiyaç duyduğu zamanı tanı, annesinin bu soruyu yanıtlamasına fırsat verme! diyordu içimdeki ses ve bir çırpıda kuruverdiğim, Günaydın Esma, annen bana çok güzel resimler yaptığını söyledi. Bana ne zaman göstereceksin? cümlesiyle iyi ki sezgilerimin sözünü dinlemiştim. Aaaa, bugün resim dersi var diyen heyecanlı sesiyle, ruh hali değişivermişti bir anda.

Hâlâ, avunulacak küçük keyifleri vardı Esma'nın. Resim yapmak da bunlardan biriydi ve resim onarıcı işlevini bu kez de kırılgan bir anı boyayıp, örtüvermekle göstermişti. Yarı yıl tatiline bile giremeden, korkulan başa geldi. Bu hepsinden de ciddi bir kırıktı. Kalça kemiği kırılmıştı bu kez. Öğretmen ders saatinde, kısa bir süre için sınıftan ayrılınca olan olmuş, sınıfa geri döndüğünde Esma'yı tekerlekli sandalyenin dibinde yerde yatarken bulmuş. Çocukların gürültücü bir ağızdan anlattıkları, sınıfın içinde koşuştururlarken, Esma'nın sandalyeden kayarak düştüğüymüş. Kübra hanım, gözü yaşlı ve bir yandan kendini suçlayarak anlatıyordu olanları:

Yakındaki markete kadar gitmiştim. Evin eksiği bir iki parça bir şey almak için. Teneffüse kadar çoktan dönerim diyordum. Döndüm de ama, okula geldiğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Keşke gitmez olaydım! Ambulans çağırmışlar, Esma'yı içine koymuşlar, Müdür bey de birlikte, doğruca hastaneye Acil e gitmişler. O anı tekrar tekrar yaşar gibi anlatıyordu Kübra hanım. Bu kez Esma'nın da, ailesinin de işi zordu. Özellikle annesinin. Ameliyat olmuş, platin takılmış ve belden aşağısı bir aparatla birlikte alçıya alınmıştı. Hiç kımıldamadan yatması gerekiyordu uzunca bir süre. Tuvalet ihtiyacını gidermesi için bile kıpırdatılamazdı. Sürgü koyuluyordu altına. Esma'nın yüzüne, yine o donuk bakışlar yerleşmişti. Uysal görünüyordu ama bu tedirgin eden, ölümcül bir uysallıktı. Fırtına öncesi sessizlik gibi. Okul hayatı da alçılı alt bedeni ile birlikte askıya alınmıştı...

Pencerenin kenarına taşınan yatağında öylece uzanırken, dışarıyı seyretmek ya da televizyon izlemek dışında yapabileceği pek bir şey yoktu. Bir de kitapların resimlerine bakabilirdi ancak. Okumayı henüz sökemeden gelmişti bu kaza başına. Onu biraz olsun oyalamak, eğlendirmek için Kübra hanım, fıkralar, resimli öykü kitapları okuyordu kızına. O güne kadar okulda öğrendiklerini unutmaması için de okuma fişlerini tekrar ettirmeye çalışıyordu. Ama Esma, eskisi gibi ilgilenmiyordu bunlarla. Okuldan da çocuklardan da kitaplardan da öğretmeninden de soğumuştu sanki. Bir grup sınıf arkadaşı ile öğretmeninin ziyarete geldiklerinden söz etmişti Kübra hanım. Ama Esma çok soğuk, hatta kırıcı davranmış onlara. Konuşmalarındaki tonlamalar, küskünlüğü ve acımasızlığı birleştiren kavgacı bir tonlamaydı. Annesine, hatta babasına karşı da huysuz ve hırçındı tavırları. Davranışlarında ve sözlerinde sevecenlik ve şefkat izlerine rastlayabilecek tek canlı, kedisi Kaktüstü.

Bu ismi Esma takmıştı kedisine. Babası bir akşam eve geldiğinde getirmiş beraberinde. Salman bey, iş çıkışı arabasının ön tekerleğinin dibinde titrerken bulmuş onu. Yağmurdan sucuk gibi ıslanmış ve derisine yapışmış simsiyah tüyleri arasından kemikleri sayılan bu yavru kediyi görünce, orada öylece bırakmaya gönlü elvermemiş, alıvermiş. Hem Esma için, biraz oyalanabileceği bir değişiklik ve zamanla bir arkadaş olacağını düşünmüş. Önce doğruca bir veterinere uğramış, gerekli kontrolleri, bakımı yapıldıktan ve nasıl besleyeceklerini öğrendikten sonra eve getirmiş. Benim derdim başımdan aşkın zaten, bir de bu kedi çıktı başıma diye dert yanmıştı Kübra hanım ayaküstü Kaktüs'ün eve geliş öyküsünü anlatırken...

Esma öyle sevindi, öyle sahiplendi ki hayvanı, razı oldum ben de! Ne diyeyim... diyen sesinde, kızının küçük mutluluklarına vesile olabilmenin buruk avuntusu hissediliyordu. Esma bana kedisini tanıştırmıştı birgün. Adı Kaktüs demişti. Ben koydum adını. Babam onu kucağıma verdiğinde o kadar zayıftı ki onu tutmaya çalışırken kemikleri elime batmıştı diye de eklemişti ardından. Altı yedi yaşlarındaki bir çocuğun yaptığı bu, tuhaf olduğu kadar da anlamlı benzetme, beni şaşkınlığa sürüklemişti. Ya, annesinin ona okuduğu çocuk kitaplarından ya da televizyondan öğrenmiş olmalıydı kaktüs bitkisini ve tutmaya çalışırsa dikenlerinin ellerine batacağını. Nerdeyse dört duvar arasında geçen, annesinin ihtimamı ile çevrelenmiş hayatında, bu deneyimi bizzat yaşamış olması, çok düşük bir olasılıktı. Ayrıca, bir kaktüsü gerçekten tutmuş eller, ele gelen kemiklerin hissettireceği duyguyu, batma olarak tanımlamazdı.

Belli ki Esma, hayal gücünü kullanmıştı bu ilişkilendirmeyi yaparken. Peki ama ele gelen kemiklerle, ele batan dikenleri nasıl özdeşleştirmişti acaba? Belki de kemiklere dokunmanın onun deneyimindeki karşılığı, kırık ve acı çağrışımıydı sadece. Aynen kaktüsün dikenli, acı çağrışımında olduğu gibi ve ne tuhaf ki bir başka benzetme yönü itibariyle de kendi çilekeş yaşamının dibinde büyüyen kedisi için, bundan daha uygun bir isim düşünülemezdi. Kaktüs... Çilekeş bir bitki... En sert topraklarda, çölün kuru havasında sürdürür yaşamını. Esma yüreğinde zaten hep taşıdığı dikenli acısının yanı başında Kaktüs e de yer açmış oluyordu böylelikle.

Yatağına bağımlı geçen üç ayın sonunda kısmi alçılı da olsa tekerlekli sandalyesine terfi edebilmek biraz yüzünü güldürmüştü Esma'nın. Ne var ki okuldan da derslerinden de epey geri kalmıştı. Arkadaşları okumayı yazmayı sökmüşler, aritmetikte ilerlemişlerdi. Henüz alçıdan tamamen kurtulmadığı için okula devam etmesine izin vermiyordu doktoru. Risk almaya gelmezdi. Anlaşılan bu sene böyle geçecekti. Fakat bu Esma'nın seneye 1. sınıfı tekrar okuması anlamına geliyordu. Okula yeni başlayacak bir yaş küçük çocuklarla birlikte. Oysa Esma seneye dokuz yaşını sürüyor olacaktı. Yani diğerlerinden iki yaş daha büyük ve ilkokul 1. sınıfta.

Zaten iri yarı bedeni ve yaşından büyük gösteren yüz hatlarıyla şu anda bile, sekiz yaşında bir çocuk olduğuna kimse inanmazdı. Ayrıca bir üst sınıfa devam edecek olan arkadaşlarından ve öğretmeninden de ayrılması gerekecekti. Yeni arkadaşlar edinme sürecinin yine dikenli, kırıklı ve sancılı geçmesi de büyük ihtimaldi. Kübra hanım, Esma'nın eğitimi, beden sağlığı ve ruh sağlığı arasında ümitsiz bir çıkmazda bocalıyordu. Öğretmeni ve okul müdürü ile bütün bu ayrıntıları konuşup çocuğun kaybettiği bu üç ayı ve ders yılı sonuna kadar da kaybedeceği zamanı eve gelecek bir özel öğretmen eşliğinde yerine koyması ve sene sonunda Esma'ya, sınıfını geçmek için bir sınav hakkı tanınması çözüm yolu olamaz mıydı?

Bunu Kübra hanıma söylediğimde, olur mu dersin? Okul bunu kabul eder mi? Uygun bir öğretmen bulabilir miyiz ki? sorularını bir gayret peşpeşe sıralayan yorgun sesinde, zayıf da olsa bir umut kıpırtısı seziliyordu. Sevtap öğretmen, haftada üç gün gelmeye başlamıştı, Kübra hanımlara. Salman beyin iş yerinden bir arkadaşının kızı olduğunu söylemişti Kübra hanım. Çocukları çok sevdiğinden güler yüzlü, sevecen ve sabırlı olduğundan söz etmişti. Babası Kenan bey, Esma'nın durumundan bahsettiğinde, hem öğretmenlik deneyimi kazanır, hem de çalışıp harçlığımı çıkartmış olurum demiş, kendisi talip olmuş bu işe. İstanbul Üniversitesi, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi nde, Sınıf Öğretmenliği bölümünde son sınıf öğrencisiymiş. Okulunun ders saatleriyle çakışmayacak şekilde ayarlamışlar, geliş gidiş gün ve saatlerini.

Sevtap öğretmeni çok sevdi Esma. Geleceği günleri sabırsızlıkla bekliyor. Verdiği ödevleri hemen yapıp bitiriyor. Okumayı çoktan söktü. Artık kendisi okumak istiyor öykü kitaplarını. Allah karşımıza böyle birini çıkarttı, çok şükür diyen sesinden, onun da Sevtap öğretmeni sevdiği anlaşılıyordu. Oğlu Taha'nın da yüksek lisansını tamamlamak üzere olduğundan söz etmişti laf arasında. Bu güne kadar Esma'nın rahatsızlığıyla uğraşmaktan, Taha ile neredeyse hiç ilgilenemedik. Ankara larda bi başına kaldı. Kendi kendine baktı yavrum. Yüzüne hasret geçti seneler... Tatilden tatile gördük yüzünü. Esma'yı kime bırakıp, nasıl yanına gideyim! sözlerinde ve sesinde hüzün, acı, çaresizlik, özlem ve oğluna karşı annelik görevini yerine getirememiş olmanın suçluluk duygusu birbirine karışıyordu.

Taha ile Sevtap'ı birbirine yakıştırıyordu sanki. Belki de oğlu için bundan sonra bir şeyler yapabilmek arzusu ve ümidiyle. Ders yılı bitmek üzereydi. Mayıs sonlarıydı sanırım. Esma'nın altı ay önce kırılan kalça kemiği kaynamış, alçıdan ve aparattan kurtulmuştu ama hala yürüyemiyordu. Sevtap öğretmen, Esma'yı ders çalıştırmaya devam ediyordu. Esma, öğretmeninin gelmediği günlerde, ödevlerini yapıyor, kendi kendine çalışıyordu iyice yaklaşan sınavına. Balkona taşınan koltuk yine köşesindeki yerini almıştı, üzerindeki Esma ile birlikte.

İyice semirmiş görünüyordu Kaktüs, miskin miskin bir köşede güneşe uzattığı bedeniyle. Esma hiç yüz vermiyordu ona bu aralar. Kucağındaki beyaz tahtaya bir şeyler yazıp çiziyordu sürekli. Kaktüs, düşman olmuştu o kucağındaki kocaman beyaz şeye. Orası Kaktüs'ün yeriydi; Esma'nın kucağı yani. Uyukladığı yerden doğrulup ön ayakları üzerinde iyice bir gerindikten sonra siyahlar arasına gelişigüzel serpilmiş ve gıdısında parça lekeler halinde konumlanmış beyazıyla, uzun, parlak, siyah tüylerini kabartarak pervasız bir nadanlıkla salındığı anlar, büründüğü heybetli görünümün farkındalığını taşıyan bir saygınlık ilanıydı sanki Esma'nın kucağındaki o beyaz şeye, gözdağı vermeye çalışır bir hali olduğu bile söylenebilirdi.

Haziran ortalarında, sıcak ve rutubetli bir cumartesiydi. Kübra hanıma semt pazarında rastlamıştım, ilk kez yalnız görüyordum onu. Esma'yı evde abisiyle bıraktım. Taha döndü Ankara'dan. Ben de fırsattan istifade, çarşı pazar işimi halledeyim dedim. Hem Esma'ya biraz üst baş da almam lazım. Kıyafetleri olmuyor üstüne. Ahh, biraz olsun zayıflayabilseydi Doktor denize girmesini, su içinde hareket etmesini tavsiye. Zembereği boşalmış gibiydi kurduğu cümlelerin. Esma da sınavını geçmiş, eh Taha da burada demek, çifte gözünüz aydın öyleyse! demeye güçlükle fırsat bulabilmiştim. O, huzursuz bir ruh hali içinde, anlatmaya devam ediyordu.

Salman bey emekli olmayı düşünüyormuş. Güneyde bir yer alabilirlerse, Bodrumda ya da Marmaris'te örneğin. Oraya yerleşebilirlermiş İstanbul daki evlerini satıp. Orada küçük bir turistik eşya dükkânı açmayı da hayal ediyormuş. Böylelikle, hem bir ek gelir kapısı, hem de emekliliğinde oyalanacak bir işi olurmuş. En fazla, Esma'nın sağlığı için istiyor babası bunu. Haklı da. İklimi güzeldir oraların. Bol güneş, temiz hava. Sık sık denize girme fırsatı olur böylelikle. Belki yürümeye başlar artık! Ama, yeni bir çevreye alışmak, komşularımdan ayrılmak fikri çok zor geliyor bana. Hadi bahar, yaz mevsimi neyse, ya koca bir kış? Bir başına nasıl geçer oralarda? Hem Esma sınıfından, öğretmeninden geri kalmasın diye bunca uğraştık. Sınıfını geçti çocuk. Şimdi başka bir şehirde, yeni bir okul?

Sözleri, duygu ve düşüncelerindeki gel-gitleri taşıyordu. Belli ki, İstanbul'dan temelli ayrılmak istemiyordu Kübra hanım. Ama ne baba ne de koca evinde, üstelik Esma eksenli yaşamlarında kendi arzu ve isteklerini dile getirmek, bunları yüksek sesle söylemek gibi bir lüksü olmamıştı hiç. Salman bey Haziran ayı sonunda emekli olmuştu. Taha'nın da İstanbul'da olmasından faydalanarak Kübra hanımı ve Esma'yı İstanbul'da bırakıp, kendisi Marmaris e gitmişti. Satın alabilecekleri bir ev bulmak, hatta denize ve bütçesine yakın duran bir evi hemen bağlamak üzere. Oturmakta oldukları evlerini de satışa çıkartmışlardı.

Kübra hanım hâlâ temelli taşınma fikrine alışamamıştı. Satışa çıkarttıkları evlerini görmeye gelenlere, isteksiz bir şekilde gezdiriyordu evi. Gizliden gizliye bir umut büyütüyordu içinde evin satılmayacağına dair. Bu umudu beslemesinin bir de dayanağı vardı aslında. Henüz Salman bey bilmiyordu ama, Taha ile Sevtap arasında bir yakınlaşma olmuştu. Taha Ankara'dan döndüğünde tanışmıştı Sevtap öğretmenle. Sevtap öğretmenin, Esma'ya ders çalıştırmak için haftada üç gün eve gelmeye devam ettiği zamanlardı. Dersi bitirip çıkması genellikle akşamı buluyordu. O sıralar Sevtap'nın kendi sınavları da olduğu için daha geç geliyordu Esma'ya ve çıkması da geç oluyordu haliyle. Onu evine Taha bırakmaya başlamıştı. Bu tanışıklık, arkadaşlığa doğru yol almaya başlamıştı zamanla.

Bir yakınlık doğmuştu aralarında. Kübra hanım çok sevinmişti bu işe. O zaten Sevtap ı kızı gibi seviyordu. Esma da Sevtap ablasını dilinden düşürmüyordu hiç. Çocuklar ilerde evlenecek olurlarsa, bu evde otururlar. Kendi arzularına göre dayayıp, döşerler. Ev satılmasın istiyorum demişti Kübra hanım. Salman bey henüz dönmemişti Marmaris ten. Kübra hanımın söylediğine göre birkaç uygun ev alternatifi bulmuştu Salman bey ama karar veremiyordu. Karısının da birkaç günlüğüne Marmaris'e gelmesini ve birlikte karar vermelerini istiyordu. Hem evin adresi belli olduktan sonra en yakın ilkokula Esma'nın kaydını da yaptırmak, en azından İstanbul'dan kaydını taşımak için neler isteneceğini öğrenmek gerekiyordu. Nerdeyse Temmuz ayı bitmek üzereydi. Taşınma ve yerleşme faslını okullar açılmadan önce halletmeleri şarttı. Zaman gitgide daralıyordu.

Önce, Esma'yı abisine bırakıp, birkaç günlüğüne gitsem mi? ne dersin? diye sormuştu Kübra hanım. Sonra da, gönlünün beğendiği evi tutsun Salman Bey. Benim zaten hiç gidesim, yerleşesim yok oralara diye değiştirir gibi olmuştu fikrini. Aslında Taha'nın, Esma'yı ve evi birkaç günlüğüne de olsa idare edip edemeyeceği endişesini taşıdığı gözlerinden okunuyordu Kübra hanımın. Kübra hanım, sen atla otobüse git, hem oturacağın evini kendin gör beğen, hem de İstanbul daki evi satmaktan vazgeçirirsin belki Salman beyi. Taha ile Sevtap tan söz edince, o da evi elde tutma fikrine sıcak bakabilir. Hem sen burada, çocukların ne yiyip ne içeceğini hiç dert etme. Ben bir şeyler yapar bırakırım onlara. Her gün de uğrarım. Taha senelerce, tek başına kendine bakmadı mı? Esma'yı da idare eder birkaç gün, sen hiç merak etme! sözlerimin ardından, ertesi gün gitmeye karar vermişti.

Beş gün sonra döndüler birlikte. Kübra hanımın yüzü gülüyordu. Salman beye çocukların durumundan söz edince evi satma fikrinden vazgeçmiş. Çok da sevinmiş bu duruma. Desene, bizim bankadaki Kenan la dünür olacağım diye de şimdiden havaya girmiş hatta. Ev konusuna gelince mevcut alternatifler arasında fiyatı en uygun olanında karar kılmışlar. Biraz elden geçirilmek ister ama olsun, zamanla yaparız, yavaş yavaş. Çoğunu peşin ödedik. Gerisini de birkaç vadede ödemek üzere anlaştık. Elimizdeki tüm nakdi nerdeyse tükettik ama İstanbul daki ev satılmayacak hiç olmazsa diye heyecanla anlatıyordu Kübra hanım. Annemden kalan birkaç parça yer vardı Adana da. Onları da satışa çıkarttık. Allah kerim! diyen sesinden, yeni bir hayata başlama fikrini artık kabullendiği, hatta benimsediği anlaşılıyordu.

Salman bey Ağustos ayını da Marmaris'te geçirmişti. Olayların akışı doğrultusunda, İstanbul'daki evin satılmasından vazgeçilince turistik dükkan açma fikrini de ertelemek durumunda kalmıştı. Harcama önceliklerini değiştirmek gerekmişti. Bu süre zarfında, evin boya badana işlerini halletmiş, taşınmaya hazır hale getirmişti. Hatta, İstanbul daki evde kalacak olan Taha'ya bırakacakları eşyaları da düşünerek, yeni eve yeni beyaz eşyalar ve bir oturma takımı almıştı. Perdeleri bile hallettiğini söylemişti Kübra hanım. Taşındıktan sonra yapılacak fazla iş bırakmamaya çalışmıştı; çünkü, Esma'nın okul hayatına adapte olmak gerekecekti yine. Bu arada Esma'nın okul kaydı da yapılmıştı. Eylül ayı içinde okullar açıldığında Esma, ilkokul 2.sınıfa başlayacaktı.

Ve Eylül gelip çattı. İki ay içinde bunca şeyi halletmiş olmaları inanılır gibi değildi. Eğer zaman olayların sıralanışıysa,... der J. L. BORGES, Ne kadar çok olay yaşanırsa, o kadar çok zaman geçeceğini kabul etmeliyiz. Bir kitabında okuduğum bu sözün içindeki anlamı o zamanlar, ne kadar olay, o kadar zaman formülüyle algılamış, olayların sıralanışı ile zamanın gerçekten akışı arasında -geçen süre anlamında- doğru orantısal bir korelasyon olacağını düşünmüştüm. Oysa, bu önermenin içindeki gerçek anlamı şimdi daha iyi kavrıyordum. O kadar çok olay yaşanmıştı ki bu iki iki buçuk ay içinde, daha çok zaman geçmiş olmalı duygusuna kapılıyordu insan.

Evden eve nakliyat firmasının kapalı uzun aracı, apartmanın önüne boydan boya park edinceye kadar, taşınma gerçeği bana bu kadar yakın durmamıştı, nedense. Eşyaları sarıp paketlemeye, mobilyaları taşımaya başladıklarında boşalmaya başlayan evle birlikte gerçeğin çıplak yüzü de görünmeye başlamıştı. Bahçeye çıkartılmış tekerlekli sandalyesinde oturan Esma, o büyük beyaz şeyi sonunda yerinden etmiş olmanın çalımlı edasıyla kucağına kurulmuş olan Kaktüs ve tekerlekli sandalyeye dayalı bir çift koltuk değneği, bu hareketli resmin durağan tek karesi gibiydiler.

Esma o anda zihnimde deklanşöre basılmış sekiz buçuk yaşındaki bu fotoğrafla, dokuz aylıkken bana "Hoş Geldiniz" ziyaretine geldiğinde onu ilk kez gördüğüm fotoğraf arasında gelip gidiyordu belleğimde. Şimdi on dokuz yaşında olmalıydı; oğlumla yaşıt! Demek ki, bu kadar çok zaman geçmişti! Ama ben, daha az zaman geçmiş gibi, hatta sanki dün gibi bir algılama içindeydim hâlâ. İşte yine BORGES, haklı çıkıyordu önermesinde; Tam tersine çevirdiğimizde, şöyle de denebilirdi; Eğer zaman olayların sıralanışıysa, ne kadar az olay yaşanırsa o kadar az zaman geçeceğini kabul etmeliyiz.

Anahtar sözcük buydu işte: "Yaşanırsa"
Esma'yı ve ailesini yolcu ettikten sonra, birlikte yaşanmışlıklar sona ermişti. SARIKAYIN ailesiyle herkesin kendi hayatlarına dağıldığı o kavşakta ayrılmıştık. Sevtap ile Taha'nın nikâh törenlerindeki kısa birlikteliğimizi ve telefonla konuşarak paylaştıklarımızı yaşanmışlık kapsamına aldığımı varsaysam bile onları kendi hayatlarına yolcu ettikten sonra yaşanmışlıklarımız azalmıştı. Zamana yayılmış telefonların taşıdığı yaşanmışlıklar, yaşanmış az olay tanımına girerdi ancak ve az zaman geçmiş olmalı duygusuna kapılmış olmam da işte bu yüzden doğaldı. Bu kadar çok zaman geçmiş olamazdı? Gözlerim, elimde tuttuğum gazetenin iç sayfalarından birine sıkıştırılmış bir ilâna kilitlenmişti? Bu Esma'nın vefatı ilanıydı.

Vefat
Merhum Ferit ve Merhume Mübeyyin SARIKAYIN'ın, Merhum Hayrullah ve Merhume Rana TAŞDELEN'in torunları, Merhum Süha ve Merhume Esra SARIKAYIN'ın, Kübra ve Salman SARIKAYIN'nın kızları, Taha SARIKAYIN'ın kız kardeşi, Esma SARIKAYIN vefat etmiştir. Cenazesi 26 Temmuz 2003 Cumartesi günü Adana Buruk Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Vefat öncesinde ve sonrasında bizleri yalnız bırakmayıp destek olan, tüm akraba ve dostlarımıza, teşekkürü borç biliriz. Allah Rahmet eylesin.

Ailesi
Esma'nın vefat ilanı kalın çift çizgili bir çerçeve içine alınmıştı. Korunaklıydı. Eğer yaşıyor olsaydı şimdi on dokuz yaşında Olacaktı, olmalıydı... Sevgili Yeşim ESEMENE bu hikayesini bizlerle paylaştığı için Teşekkür ediyorum. Evet arkadaşlar işte küçük Esma'nın hikayesi de böyle son bulmuş kendisine bir kez daha ALLAH'tan Rahmet diliyorum. ALLAH kimseye böyle bir hastalık vermesin gerçekten çok kötü.

İnsanın bir tanıdığı veya bir yakınının bile bu hastalığa yakalanmış olmasına tanık olmak seyirci kalmak bile acı veriyor ama elden bir şey gelmiyor ki. Böyle durumlarda insanın eli kolu bağlı kalıyor ve keşke elimde bir sihirli değnek olsada herşeyi yoluna koyabilsem diyesi geliyor insanın ama o da olmuyor. Sizlerle paylaşmak istediğim bu hikayeyi okuduğunuz için hepinize şimdiden çok teşekkür ediyorum arkadaşlar. Kalın sağlıcakla...

Hikayeyi Yaşayan ve Anlatan: Yeşim ESEMEN



Teşekkürler.
 

BehzatAmirim

Dekan
Katılım
5 Ocak 2019
Mesajlar
8,765
Çözümler
2
Reaksiyon puanı
6,983
Puanları
113
Lütfen, bu yaşanmış hikayeyi okumaya başlamadan önce tamamını bitireceğinize emin olun. Yarım kalan bir hayatın hikayesi yarım kalmasın.

Doğuştan cam kemik hastası olan küçük Esma'nın kırık hikayesidir. Esma'yı dokuz aylıkken tanıdım. Yeni taşındığımız apartmanda hem bize hem de yeni doğan oğluma Hoş Geldiniz ziyaretine gelen ilk konuğumdu o, annesiyle birlikte elbette. Oğlum doğalı, bir buçuk ay olmuştu sanırım. Hayatımdaki yenilere ve ilklere uyum sağlamaya çalıştığım zamanları yaşıyordum, karışık duygular içinde. Hem uzak hem yakın bir geçmişte var olmuş bir duyguyu, boğazıma takılan bir yumruya dönüşmeden yakalamaya kalkıştığım tam da şu anda, bunu ifade edebilmemin belki de en doğru yolu önce, yavaş yavaş yaklaşarak büyüyen imgeler sıralamak ve sonra, her zaman dokunaklı bir yönü olduğuna inandığım ayrıntılara odaklanmak.

Yeni bir semt, yeni bir mahalle. Yeni bir site içinde, on katlı bir apartman. Giriş katında, henüz yazgılara sahne olmamış yeni bir ev. Yeni doğan oğlum. Doğum iznimin bitmesine çeyrek kala bulduğumuz yeni bir bebek bakıcısı. Komşuluk ilişkisi kavramını belki de yeni baştan tanımlayacağım yeni komşular ve apartman komşularımdan birinin dokuz aylık bebeği Esma. Karşı dairede oturan Kübra hanım ile Salman beyin minik kızlarıydı Esma. Dokuz aylık bir bebek için kullandığım bu minik sıfatı; her ne kadar nahif, minyon bir kız çocuğu gibi, görüntüsel çağrışımları da beraberinde getirse de bu çağrışımsal resmin, Esma bebeğin fotoğrafı olmaktan çok uzak olacağını söylemeliyim.

Yaşına göre aslında ayına göre demeliyim, tombul sıfatının zayıf kalacağı bir bebekti Esma başı, elleri, kolları, bacakları ve bedeniyle, oldukça iri ve aşırı kilolu bir bebek olduğu söylenebilirdi. Ama bence yine de minikti Esma bebek. Bir bebek, cüssesi ne olursa olsun miniktir çünkü savunmasızdır. Korunmaya, şefkat, dikkat ve özen gösterilmeye, bakıma muhtaçtır. Hassas ve kırılgandır üstelik ve sözün tam da burasında söylemeliyim ki kelimenin gerçek anlamıyla da kırılgan bir bebekti Esma. Onun bir cam bebek olduğunu sonradan öğrenecektim.

İlk kez oturtulduğu yerde yığılıp kalması ve hem sırtına hem de iki yanına yastıklardan destekler koyduğumuz halde, oturma pozisyonunda dik duramaması dikkatimi çekmişti. Yeğenimin doğumunun üstünden beş yıl geçmiş olsa da bir bebeğin sağlıklı gelişimi ile ilgili evreleri anımsıyordum yine de. Üstelik hamileliğim sırasında anne ve bebek sağlığı, bebek bakımı ve gelişimi üzerine okuduğum kitaplarla, beş yıl içinde değişen ekoller ve yeni uygulamalar konusunda da bir fikir sahibi olmuştum az çok.

Her şey bir yana, gözüme takılan küçük ayrıntılar bu minik kızın sağlıklı bir gelişim içinde olmadığını fısıldıyordu bana. Tombul tanımını fazlasıyla aşan şişman bedenini, değil ayakta, oturarak bile taşıyamıyordu. Ne yumuşak, ne de sert bir zemin üzerinde! Bu durum; aşırı şişmanlıktan kaynaklanan bir denge problemi gibi de gözükmüyordu. Daha çok omurgasını dik tutamayan bir hali vardı sanki. Normal gelişim içinde olan bir bebeğin, desteksiz oturma becerisini altı aylıkken gösteriyor olması ve dokuzuncu ayında da ayaklarının üstünde dimdik durabiliyor ve tutunarak birkaç adım sıralayabiliyor olması beklenirdi en azından.

Esma ayakları üstünde duramıyordu. Oturduğu yerde bile boş bir çuval misali bir yana devrilir gibi oluyor ve ellerinin yardımıyla bedenini, kaydırmakla sürüklemek arası bir eylemle, geriye doğru hareket ettirmeye çabalıyordu. Bunda da pek başarılı olduğu söylenemezdi. Bu, yana devrilmiş C harfi görünümünde oturma pozisyonundayken, tam karşısına geçip, onun boyu hizasına çömelip yüzüne baktığımda, bedenini doğrultmaya çalışıp yüzüme bakmayı denese de göz bebekleri ile bakışlarımı yakalayacak kadar bir süre boyunca bile bedenini dik tutamıyordu.

Annesi ve babası durumun ciddiyetinin farkında olmalıydılar mutlaka. Fakat, Esma'nın annesi Kübra hanımın durumu hafife alır bir hali bile vardı sanki. Bir keresinde, Ah bilseniz! Doymuyor bu çocuk, doktorun verdiği diyet mamasıyla. Gece uyanıp uyanıp ağlıyor. Ben de dayanamıyorum işte, ana yüreği diye yakınmasının ardından, biberonunu ağzına dayamıştı bebeğin. Az önce sarf ettiği sözlerden sonra biberonun içindekinin diyet maması olup olmadığından kuşku duymuştum. Hem canım, boya gidince zayıflayacak nasılsa, henüz yürümediği için tombul benim kızım. Yürümeye başlayınca hareketlenecek zaten. O zaman ne kilolar kalır, ne yağlar, öyle değil mi? diyen rahatlığına da şaşırıp kalmıştım. Bu sadece aşırı şişmanlık sorunu gibi gelmemişti bana. Bu fazlasıyla göze batan tablonun aşırı şişmanlık ve onun getireceği sağlık sorunları bir yana, çocuğun iskelet yapısını, kemik gelişimini ilgilendiren bir yönü de vardı sanki!

Konuyu derinlemesine düşünmemek bile bana tehlikeli bir hafiflik gibi geliyordu. Kübra hanım, doktor ne diyor bu duruma? diye sormaktan kendimi alamamıştım. Kübra hanım, doktorun ona söylediklerini aktararak kemiklerinin zayıf olduğunu, kemik gelişiminin ve kemik sertleşmesinin ağır seyrettiğini, kırılgan bir yapısının olduğunu anlatmıştı Kırıklara karşı korunması ve dikkat edilmesi gereken bir bebekti. Bol güneş, D vitamini ve bir tedavi kürü eşliğinde kemikleri kuvvetlendirilirken, kontrollü bir diyet ile de kilo vermesi gerekiyordu Esma'nın. Her gün düzenli olarak yaptırılması gereken basit beden hareketleri de vardı. Kırılmalara karşı çok dikkatli ve korumacı olmak da esastı.

Esma'nın ağır bedeni, kol ve ayak kırılmaları için kendiliğinden tehlike arz ediyordu ve doğrulmak, emeklemek, yan dönmek gibi en temel hareketlerini bile kısıtlıyordu. Öte yandan hareketsizliği de kilo vermesini güçleştiren bir unsur olarak olayı kısır döngüye sokuyordu adeta; şişmanlığın hareket etme güçlüğü doğurduğu ve hareketsizliğin de şişmanlığı beslediği bir kısır döngüye ve Esma başka bebeklere cömertçe sunulan şimdiki zamanı bu kısır döngü içinde yitirmiş görünse de gelecek zamanı yakalamak için çabalıyordu.

İlk kırıkla tanıştığında henüz bir yaşını doldurmamıştı. Annesinin söylediğine göre; salonda halının ortasında oyuncaklarıyla oynuyormuş. Ağlama sesi duyup da yanına koştuğunda, koltuğun kenarında yerde yatarken bulmuş Onu. Kayıp yere düşer korkusuyla, ne koltuğa, ne de kanepeye oturtmuyordum. Oturduğu yerde kendini geri geri kaydırıp sürükleyerek koltuğa ulaşmış, tutunarak ayağa kalkmaya çalışmış olmalı demişti Kübra hanım. Ayağının bilekten kırılmış olduğuna bakılırsa, zaten kıkırdak yumuşaklığında olan kemiği ayak bileğine yüklenen bedeninin ağırlığını taşıyamamıştı.

Alçıya alındı ayağı, diz altına kadar. Doktorun söylediğine göre, tedavi ve tıbbi desteğe karşın çok yavaş ilerleyen bir süreç içinde seyreden kemik gelişiminin bu cüssedeki bir bedeni taşır hale gelmesi uzun yıllar alacaktı. Daha da kötüsü, bu süreç içerisinde yeni kırıklarla karşılaşmak da kaçınılmazdı. Uykusunda, yatağında dönmeye çalışırken kolunun kırılması işten bile değildi. Çok dikkat istiyordu bu bebeğin bakımı.

Genelde güler yüzlü bir bebekti Esma. Henüz iki buçuk yıllık ömrüne sığdırdığı onca sıkıntıya rağmen yaşama asık suratla bakmıyordu. Güzel olduğu pek söylenemezdi. Zaman zaman bakışlarına onu ilk gördüğüm zaman rastladığım o donukluk yerleşse de siyah saçlarının çevrelediği esmer yüzü gülümsediği zaman aydınlanıyor, tombul yanaklarının sıkıştırdığı kara gözleri iyice kaybolup ince bir çizgi halini aldığında sevimli bir ifade oturuyordu çehresine. Çoğu zaman çocuk parkında rastlıyordum ona. D vitaminini doğal yoldan da alabilmesi için güneşli hiçbir günü kaçırmıyordu annesi.

Bebek, puseti içine neredeyse sığamayacak kadar irileşmişti. Üç ay önce kırılan kaval kemiği kaynamış, ayağındaki alçı çıkarılmıştı. Tek bir santimetrekareyi bile değecek ışından mahrum bırakmayacak şekilde güneşe uzatılmış çıplak bacaklarından birinin diğerinden daha ince ve daha açık tenli olduğuna bakılırsa alçıdan henüz çıkan kırılan bacak o olmalıydı. Kalın olan diğer bacağın özellikle dizden yukarı bölümü, sekiz dokuz aylık normal kilolu bir bebeğin bedeni genişliğindeydi nerdeyse.

Çimenlerin üzerine serilmiş bir örtü üstünde oturuyordu ve hiç destek almadan üst bedenini taşıyabilmesi, iki buçuk yılını almıştı. Dört yaşına geldiğinde hem cüssesi hem de ağırlığı nedeniyle bebek puseti artık kullanılabilir olmaktan çıkmıştı Esma için. Esma'nın evden dışarıya çıkartılması sorununu da beraberinde getirmişti bu durum. Son zamanlarda pusete bile ancak iki kişinin yardımıyla oturtulabiliyordu zaten. Güçlükle de olsa kucakta taşınabildiği zamanlar çok geride kalmıştı.

Tekrarlayan kırıklar ve alçılarla, yatarak ya da uzanarak geçirmek zorunda kaldığı günler, haftalar dışında, hava uygun olduğu sürece balkona sıkıştırılmış bir koltuk üzerinde geçiriyordu günlerinin çoğunu. Birbirine benzeyen günlere açılan daracık balkonda oturup geleni geçeni seyretmek, mevsimlerin dönüşünü izlemek, küçük keyiflerinden biriydi Esma'nın. Evet, avunulacak küçük keyifleri vardı. Bebek pusetinin yerini alan tekerlekli sandalyesi de bu keyiflerden bir diğeriydi.

Evin dışındaki dünyaya adım atmasının tek yoluydu bu tekerlekli sandalye. Adım atmak lafın gelişiydi elbette. Altı yaşına gelmişti ve hâlâ ayaklarının üstünde duramıyordu. İki kişinin yardımıyla tekerlekli sandalyesine oturtulabiliyordu ancak. Özellikle annesi Kübra hanım için, Esma sayısız kırıklar ve alçılarla sekiz yaşına geldiğinde hayat biraz daha zorlaşmıştı. Kırık riskini biraz daha azaltmak düşüncesiyle, bir yıl erteledikleri eğitim öğretim dönemi artık gelip çatmıştı.

Esma ilkokula başlayacaktı. Bir anlamda Kübra hanım da öyle. Esma'yı her gün tekerlekli sandalyesi ile birlikte okula götürerek teneffüslerde bekleyip, tuvalet ihtiyacını gidermesine yardım edip, okul çıkışında tekrar eve getireceği günler başlıyordu Kübra hanım için. Hatta haftalar, aylar, belki de yıllar. Normal gelişimini tamamlayan sağlıklı bir çocuğun ailesi için sevinç ve heyecan ile karşılanacak bu yeni dönem, yeni sıkıntıların başlangıcı anlamına geliyordu Esma'nın ailesi için. Esma içinse, daha az korunaklı olacağı bir ortam demekti bu. Kemikleri biraz daha güçlenmiş olmakla beraber Esma, kırık riskini halen üzerinde taşıyordu. Şişmanlık sınırının hayli ötesinde olan kilolarını da.

Avundukları tek şey, henüz yürüyemiyor olsa da ayaklarının üstünde kısa bir süre durabiliyor olmasıydı. Koltuk değneklerine dayanarak ayakta bekleyebiliyor olması tekerlekli iskemleye oturup kalkmasını nispeten kolaylaştırmış, en azından tek bir kişinin yardımı yeterli hale gelmişti. O güne kadar adeta bir kavanoz içinde büyümüştü Esma. Site sınırları, anne ve babasının özeniyle çevrili, korunaklı küçük bir dünyada büyümüştü. Önceleri puseti, sonraları tekerlekli sandalyesiyle gezdirildiği zamanlarda başlıca üç uğrak yeri söz konusuydu. Apartmanın az ilerisindeki çocuk parkı, iki blok ötedeki spor sahası ve arkadaki piknik alanı.

Bu üç yerin de ortak özelliği, çocukların oynadığı alanlar olmasıydı. Çeşitli yaşlarda, boy boy çocuk. Esma, çocuklarla konuşup onlara yakınlaşmak istese de çocuklar ona yaklaşmıyorlardı. Annesinin ona okuduğu masal, öykü kitaplarının çocuk kahramanları dışında gerçek arkadaşı yoktu. Çocuklar onu kendilerinden biri gibi görmüyorlardı. Hatta onun da bir çocuk olduğu fikrini benimsedikleri bile söylenemezdi. Esma gerek bedeni, gerekse yüz hatları itibariyle, yaşının çok üzerinde gösteriyordu.. Sürdürdüğü çilekeş yaşamında erken olgunlaştığı bile söylenebilirdi.

Esma'dan yedi ay küçük oğlum bir gün şöyle demişti: Anne, Esma teyzeyi balkonda gördüm, bana yavru kedisini gösterdi. Ne olur biz de bir kedi alalım, Hııı? olmaz mı? Önce isimleri karıştırdığını düşünmüş ve Kübra teyze demek istiyorsun, öyle değil mi? diye sormuştum. Hayır, hayır Esma abla, hani bacağı alçıda olan düzeltmesiyle bile Esma'yı kafasında yaşıtı olarak konumlandıramadığı, en yakın abla sıfatını yakıştırabildiği anlaşılıyordu. Esma için korunaklı dünyasında o güne kadar sürdürdüğü korunaklı yaşamından ayrılma ve tekerlekli sandalyesiyle bir sınıf dolusu çocuğun arasında yerini alma zamanı gelmişti.

Artık gerçek arkadaşları olacağı için sevinçli ve heyecanlıydı Esma, Kübra hanım ise tedirgin görünüyordu.. Yeni bir kırık endişesiydi şüphesiz, bu tedirginliğinin görünen, bilinen sebebi. Bir de dillendiremediği bir endişe dolaşıyordu gözlerinde..çocukların saf ve masum oldukları kadar, acımasız da olabilecekleri gerçeğiyle, Esma'nın nasıl baş edeceği endişesi. Kemik kırığıyla çok kez karşılaşmıştı Esma, kırık acısını biliyordu ama can kırığıyla hiç tanışmamıştı. Kırık bir kol, kırık bir bacak alçıyla kaynardı da, ya gönül kırığı, iç kırığı.. o nasıl kaynardı? Ve Esma, ilkokula başladı. Semtteki en yakın ilkokuldu. On on beş dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yarım gün öğretim uygulanan bu devlet ilkokulunda, Esma'nın sabahçı olmasını tercih etmişlerdi annesiyle babası. Böylelikle, sabah işe gitmeden önce tekerlekli sandalyesiyle birlikte Esma'yı ve annesini okula bırakabilecekti Salman bey.

Salman bey bir bankada müdür muavini olarak çalışıyordu. Aslen Adanalıydı, Karısı da öyle. Uzaktan akraba olduklarından söz etmişti Kübra hanım bir seferinde. Küçük yaşta evlendirmişler. On altısında ya var, ya yokmuş. İlk kızları orada doğmuş. İkinci oğlu da. Ne var ki yaşamamış her ikisi de. Üçüncü oğlan doğduğunda, aileden kalma birkaç malı mülkü satıp İstanbul a yerleşmişler yıllar önce. Taha İstanbul da büyümüş. Sağlıklı bir çocukmuş, üstelik çok da zeki. Ondan sonra birkaç düşük yapmış Kübra hanım. Ama vazgeçmek istememiş bir çocuk daha doğurma sevdasından. On yedi sene sonra doğurdum Esma'yı demişti Kübra hanım buruk bir sesle.

Taha, Esma'nın doğduğu yıl liseyi bitirip, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünü kazanmıştı. Babasıyla birlikte Ankara ya gitmişler, yurda yerleştirmişti Salman bey oğlunu. Kübra hanımı ve Esma'yı yeni tanıdığım zamanlardı. Kübra hanım Esma'yı okulda bekleyip ders aralarında bir şeye ihtiyacı olup olmadığıyla ilgileniyordu. Öğlen son dersten sonra, eve birlikte dönüyorlardı. Henüz sonbaharın yaza yakın durduğu günlerdi ve tekerlekli sandalyeyi iterek, yürüyerek eve dönebiliyordu Kübra hanım. Yağışlar başladığında, havalar soğuyup kışa döndüğünde her gün taksiye binmeleri gerekecekti. Bu hem masraflı, hem de daha zahmetli görünüyordu.

Esma'yı tekerlekli sandalyesinden kaldırıp tekerlekli sandalyeyi ve Esma'yı taksiye bindirmek, evin önüne gelince arabadan çıkartıp tekrar tekerlekli sandalyesine oturtmak. Gerçi, Esma'nın ağırlığıyla yüklü bir tekerlekli sandalyeyi itmenin de daha az zahmetli olacağı söylenemezdi. Hele bedensel engelliler için en küçük bir kolaylığın düşünülmediği, İstanbul'un yüksek kaldırımları boyunca yürürken köşe başları, çöp konteynır cepleri, garaj ya da park yeri girişleri hatta park eden taşıtlar ile bölünen, daralan kaldırımlardan caddeye inmek ve tekrar kaldırıma çıkmak söz konusu olduğunda değil kilolu bir engellinin taşındığı tekerlekli sandalyeyi itmek, bebek pusetini bile indirip çıkartmak meseleydi.

Allah'tan okuldan eve dönüş yolumuzda tek bir kez karşıdan karşıya geçmem gerekiyor ve ışıklı bir yaya geçidi var demişti onlarla yolda karşılaştığımız bir günde Kübra hanım. Yolda durup biraz nefeslenirken, sözlerine şöyle devam etmişti: Ya karşıdan karşıya geçmek için bir üst geçide tırmanmak ya da bir alt geçidin merdivenlerinden inmek zorunda kalsaydık? Avuntuyu çare sayan bir kabullenişe alıştırılıyordu insanlar bu ülkede. Yaşlılara, engellilere, evlerinin dışında yaşama alanı tanınmadan tasarlanmış birimleriyle, bu mega kentte.

Birgün Kübra hanımla sohbet ederken, söz okuldan açılmıştı. Allah razı olsun müdür beyden demişti. Esma'nın sınıfını giriş katına taşıdı. Asansör yok. Esma'yı tekerlekli sandalyesiyle her gün birinci kata çıkartmak ve sonra indirmek, hademenin yardımıyla da olsa güç oluyordu. Üstelik, giriş katındaki öğretmenler tuvaletini de kullanmamıza izin verdi müdür bey. Öğrencilerin tuvaleti bir üst katta aslında. Orada da tek bir tuvalet alafranga, diğerleri alaturka, laf aramızda.

Kübra hanımın anlattıklarını dinlerken, bir an dalmıştım. Elimde bir sihirli değnek olsaydı diye düşlemiştim. Bu şehrin yöneticilerini bir günlüğüne, evet evet sadece bir günlüğüne Esma'nın konumunda bedensel engelli bir vatandaş haline çeviriverseydim ve bu bir günü, evlerinin dışında günlük hayatın içinde geçiriyor olsalardı, bir gününün sonunda da tekrar eski kimliklerine, makamlarına ve sağlıklı bedenlerine döndüklerinde bu kentte ne gibi değişiklikler olurdu acaba? Kaldırımlarda, caddelerde, geçitlerde, parklarda, okullarda, tuvaletlerde, otobüslerde, minibüslerde, taksilerde, okul servis taşıtlarında. Bedensel engelli insanların yaşamlarını kolaylaştırıcı düzenlemelere, yeni uygulamalara tanık olabilir miydik? diye, gerçek ötesi bir düşünceye kapılıvermiştim

İnsanların umuttan medet uman bir yoksunlukla yaşamaya alıştırıla geldikleri bu ülkede, gizli kalmış hesaplaşma iştahım ortaya dökülüvermişti bu hayalle birlikte. Esma okula başlayalı iki ay kadar olmuştu sanırım. Bir sabah apartman kapısı önünde rastladım onlara. Annesine okula gitmek istemediğini söylüyordu, hırçın ve ağlamaklı bir sesle. Hiç arkadaşı olmadığından, çocukların onu oyunlarına katmadığından yakınıyordu. Sen şişko ve sakatsın, oynayamazsın! demiş bir tanesi. Onlar gibi koşturup oynayamayacağını çoktan kabullenmiş zaten. Ama, sessiz film oyununa bile katmıyorlarmış onu. Hatta izlemesine bile izin vermiyorlarmış, Onun tekerlekli sandalye ile inip çıkamayacağı yerleri seçiyorlarmış oyun alanı olarak.

Anne benim hastalığım bulaşıcı olabilir mi? diye soran sesine, nedeninin bu olmasını dileyen ince bir umut gizlenmişti sanki. Anlaşılan ilk can kırığıyla tanışmıştı Esma! Bu kırığı kendince alçıya almaya çalışıyordu. Bir kırığı onarmanın bildiği ve denenmiş tek yolu buydu ne de olsa. Onu korunaklı bir kılıfla sarmak ve ihtiyacı olan zamana bırakmak. Ona ihtiyaç duyduğu zamanı tanı, annesinin bu soruyu yanıtlamasına fırsat verme! diyordu içimdeki ses ve bir çırpıda kuruverdiğim, Günaydın Esma, annen bana çok güzel resimler yaptığını söyledi. Bana ne zaman göstereceksin? cümlesiyle iyi ki sezgilerimin sözünü dinlemiştim. Aaaa, bugün resim dersi var diyen heyecanlı sesiyle, ruh hali değişivermişti bir anda.

Hâlâ, avunulacak küçük keyifleri vardı Esma'nın. Resim yapmak da bunlardan biriydi ve resim onarıcı işlevini bu kez de kırılgan bir anı boyayıp, örtüvermekle göstermişti. Yarı yıl tatiline bile giremeden, korkulan başa geldi. Bu hepsinden de ciddi bir kırıktı. Kalça kemiği kırılmıştı bu kez. Öğretmen ders saatinde, kısa bir süre için sınıftan ayrılınca olan olmuş, sınıfa geri döndüğünde Esma'yı tekerlekli sandalyenin dibinde yerde yatarken bulmuş. Çocukların gürültücü bir ağızdan anlattıkları, sınıfın içinde koşuştururlarken, Esma'nın sandalyeden kayarak düştüğüymüş. Kübra hanım, gözü yaşlı ve bir yandan kendini suçlayarak anlatıyordu olanları:

Yakındaki markete kadar gitmiştim. Evin eksiği bir iki parça bir şey almak için. Teneffüse kadar çoktan dönerim diyordum. Döndüm de ama, okula geldiğimde beynimden vurulmuşa döndüm. Keşke gitmez olaydım! Ambulans çağırmışlar, Esma'yı içine koymuşlar, Müdür bey de birlikte, doğruca hastaneye Acil e gitmişler. O anı tekrar tekrar yaşar gibi anlatıyordu Kübra hanım. Bu kez Esma'nın da, ailesinin de işi zordu. Özellikle annesinin. Ameliyat olmuş, platin takılmış ve belden aşağısı bir aparatla birlikte alçıya alınmıştı. Hiç kımıldamadan yatması gerekiyordu uzunca bir süre. Tuvalet ihtiyacını gidermesi için bile kıpırdatılamazdı. Sürgü koyuluyordu altına. Esma'nın yüzüne, yine o donuk bakışlar yerleşmişti. Uysal görünüyordu ama bu tedirgin eden, ölümcül bir uysallıktı. Fırtına öncesi sessizlik gibi. Okul hayatı da alçılı alt bedeni ile birlikte askıya alınmıştı...

Pencerenin kenarına taşınan yatağında öylece uzanırken, dışarıyı seyretmek ya da televizyon izlemek dışında yapabileceği pek bir şey yoktu. Bir de kitapların resimlerine bakabilirdi ancak. Okumayı henüz sökemeden gelmişti bu kaza başına. Onu biraz olsun oyalamak, eğlendirmek için Kübra hanım, fıkralar, resimli öykü kitapları okuyordu kızına. O güne kadar okulda öğrendiklerini unutmaması için de okuma fişlerini tekrar ettirmeye çalışıyordu. Ama Esma, eskisi gibi ilgilenmiyordu bunlarla. Okuldan da çocuklardan da kitaplardan da öğretmeninden de soğumuştu sanki. Bir grup sınıf arkadaşı ile öğretmeninin ziyarete geldiklerinden söz etmişti Kübra hanım. Ama Esma çok soğuk, hatta kırıcı davranmış onlara. Konuşmalarındaki tonlamalar, küskünlüğü ve acımasızlığı birleştiren kavgacı bir tonlamaydı. Annesine, hatta babasına karşı da huysuz ve hırçındı tavırları. Davranışlarında ve sözlerinde sevecenlik ve şefkat izlerine rastlayabilecek tek canlı, kedisi Kaktüstü.

Bu ismi Esma takmıştı kedisine. Babası bir akşam eve geldiğinde getirmiş beraberinde. Salman bey, iş çıkışı arabasının ön tekerleğinin dibinde titrerken bulmuş onu. Yağmurdan sucuk gibi ıslanmış ve derisine yapışmış simsiyah tüyleri arasından kemikleri sayılan bu yavru kediyi görünce, orada öylece bırakmaya gönlü elvermemiş, alıvermiş. Hem Esma için, biraz oyalanabileceği bir değişiklik ve zamanla bir arkadaş olacağını düşünmüş. Önce doğruca bir veterinere uğramış, gerekli kontrolleri, bakımı yapıldıktan ve nasıl besleyeceklerini öğrendikten sonra eve getirmiş. Benim derdim başımdan aşkın zaten, bir de bu kedi çıktı başıma diye dert yanmıştı Kübra hanım ayaküstü Kaktüs'ün eve geliş öyküsünü anlatırken...

Esma öyle sevindi, öyle sahiplendi ki hayvanı, razı oldum ben de! Ne diyeyim... diyen sesinde, kızının küçük mutluluklarına vesile olabilmenin buruk avuntusu hissediliyordu. Esma bana kedisini tanıştırmıştı birgün. Adı Kaktüs demişti. Ben koydum adını. Babam onu kucağıma verdiğinde o kadar zayıftı ki onu tutmaya çalışırken kemikleri elime batmıştı diye de eklemişti ardından. Altı yedi yaşlarındaki bir çocuğun yaptığı bu, tuhaf olduğu kadar da anlamlı benzetme, beni şaşkınlığa sürüklemişti. Ya, annesinin ona okuduğu çocuk kitaplarından ya da televizyondan öğrenmiş olmalıydı kaktüs bitkisini ve tutmaya çalışırsa dikenlerinin ellerine batacağını. Nerdeyse dört duvar arasında geçen, annesinin ihtimamı ile çevrelenmiş hayatında, bu deneyimi bizzat yaşamış olması, çok düşük bir olasılıktı. Ayrıca, bir kaktüsü gerçekten tutmuş eller, ele gelen kemiklerin hissettireceği duyguyu, batma olarak tanımlamazdı.

Belli ki Esma, hayal gücünü kullanmıştı bu ilişkilendirmeyi yaparken. Peki ama ele gelen kemiklerle, ele batan dikenleri nasıl özdeşleştirmişti acaba? Belki de kemiklere dokunmanın onun deneyimindeki karşılığı, kırık ve acı çağrışımıydı sadece. Aynen kaktüsün dikenli, acı çağrışımında olduğu gibi ve ne tuhaf ki bir başka benzetme yönü itibariyle de kendi çilekeş yaşamının dibinde büyüyen kedisi için, bundan daha uygun bir isim düşünülemezdi. Kaktüs... Çilekeş bir bitki... En sert topraklarda, çölün kuru havasında sürdürür yaşamını. Esma yüreğinde zaten hep taşıdığı dikenli acısının yanı başında Kaktüs e de yer açmış oluyordu böylelikle.

Yatağına bağımlı geçen üç ayın sonunda kısmi alçılı da olsa tekerlekli sandalyesine terfi edebilmek biraz yüzünü güldürmüştü Esma'nın. Ne var ki okuldan da derslerinden de epey geri kalmıştı. Arkadaşları okumayı yazmayı sökmüşler, aritmetikte ilerlemişlerdi. Henüz alçıdan tamamen kurtulmadığı için okula devam etmesine izin vermiyordu doktoru. Risk almaya gelmezdi. Anlaşılan bu sene böyle geçecekti. Fakat bu Esma'nın seneye 1. sınıfı tekrar okuması anlamına geliyordu. Okula yeni başlayacak bir yaş küçük çocuklarla birlikte. Oysa Esma seneye dokuz yaşını sürüyor olacaktı. Yani diğerlerinden iki yaş daha büyük ve ilkokul 1. sınıfta.

Zaten iri yarı bedeni ve yaşından büyük gösteren yüz hatlarıyla şu anda bile, sekiz yaşında bir çocuk olduğuna kimse inanmazdı. Ayrıca bir üst sınıfa devam edecek olan arkadaşlarından ve öğretmeninden de ayrılması gerekecekti. Yeni arkadaşlar edinme sürecinin yine dikenli, kırıklı ve sancılı geçmesi de büyük ihtimaldi. Kübra hanım, Esma'nın eğitimi, beden sağlığı ve ruh sağlığı arasında ümitsiz bir çıkmazda bocalıyordu. Öğretmeni ve okul müdürü ile bütün bu ayrıntıları konuşup çocuğun kaybettiği bu üç ayı ve ders yılı sonuna kadar da kaybedeceği zamanı eve gelecek bir özel öğretmen eşliğinde yerine koyması ve sene sonunda Esma'ya, sınıfını geçmek için bir sınav hakkı tanınması çözüm yolu olamaz mıydı?

Bunu Kübra hanıma söylediğimde, olur mu dersin? Okul bunu kabul eder mi? Uygun bir öğretmen bulabilir miyiz ki? sorularını bir gayret peşpeşe sıralayan yorgun sesinde, zayıf da olsa bir umut kıpırtısı seziliyordu. Sevtap öğretmen, haftada üç gün gelmeye başlamıştı, Kübra hanımlara. Salman beyin iş yerinden bir arkadaşının kızı olduğunu söylemişti Kübra hanım. Çocukları çok sevdiğinden güler yüzlü, sevecen ve sabırlı olduğundan söz etmişti. Babası Kenan bey, Esma'nın durumundan bahsettiğinde, hem öğretmenlik deneyimi kazanır, hem de çalışıp harçlığımı çıkartmış olurum demiş, kendisi talip olmuş bu işe. İstanbul Üniversitesi, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi nde, Sınıf Öğretmenliği bölümünde son sınıf öğrencisiymiş. Okulunun ders saatleriyle çakışmayacak şekilde ayarlamışlar, geliş gidiş gün ve saatlerini.

Sevtap öğretmeni çok sevdi Esma. Geleceği günleri sabırsızlıkla bekliyor. Verdiği ödevleri hemen yapıp bitiriyor. Okumayı çoktan söktü. Artık kendisi okumak istiyor öykü kitaplarını. Allah karşımıza böyle birini çıkarttı, çok şükür diyen sesinden, onun da Sevtap öğretmeni sevdiği anlaşılıyordu. Oğlu Taha'nın da yüksek lisansını tamamlamak üzere olduğundan söz etmişti laf arasında. Bu güne kadar Esma'nın rahatsızlığıyla uğraşmaktan, Taha ile neredeyse hiç ilgilenemedik. Ankara larda bi başına kaldı. Kendi kendine baktı yavrum. Yüzüne hasret geçti seneler... Tatilden tatile gördük yüzünü. Esma'yı kime bırakıp, nasıl yanına gideyim! sözlerinde ve sesinde hüzün, acı, çaresizlik, özlem ve oğluna karşı annelik görevini yerine getirememiş olmanın suçluluk duygusu birbirine karışıyordu.

Taha ile Sevtap'ı birbirine yakıştırıyordu sanki. Belki de oğlu için bundan sonra bir şeyler yapabilmek arzusu ve ümidiyle. Ders yılı bitmek üzereydi. Mayıs sonlarıydı sanırım. Esma'nın altı ay önce kırılan kalça kemiği kaynamış, alçıdan ve aparattan kurtulmuştu ama hala yürüyemiyordu. Sevtap öğretmen, Esma'yı ders çalıştırmaya devam ediyordu. Esma, öğretmeninin gelmediği günlerde, ödevlerini yapıyor, kendi kendine çalışıyordu iyice yaklaşan sınavına. Balkona taşınan koltuk yine köşesindeki yerini almıştı, üzerindeki Esma ile birlikte.

İyice semirmiş görünüyordu Kaktüs, miskin miskin bir köşede güneşe uzattığı bedeniyle. Esma hiç yüz vermiyordu ona bu aralar. Kucağındaki beyaz tahtaya bir şeyler yazıp çiziyordu sürekli. Kaktüs, düşman olmuştu o kucağındaki kocaman beyaz şeye. Orası Kaktüs'ün yeriydi; Esma'nın kucağı yani. Uyukladığı yerden doğrulup ön ayakları üzerinde iyice bir gerindikten sonra siyahlar arasına gelişigüzel serpilmiş ve gıdısında parça lekeler halinde konumlanmış beyazıyla, uzun, parlak, siyah tüylerini kabartarak pervasız bir nadanlıkla salındığı anlar, büründüğü heybetli görünümün farkındalığını taşıyan bir saygınlık ilanıydı sanki Esma'nın kucağındaki o beyaz şeye, gözdağı vermeye çalışır bir hali olduğu bile söylenebilirdi.

Haziran ortalarında, sıcak ve rutubetli bir cumartesiydi. Kübra hanıma semt pazarında rastlamıştım, ilk kez yalnız görüyordum onu. Esma'yı evde abisiyle bıraktım. Taha döndü Ankara'dan. Ben de fırsattan istifade, çarşı pazar işimi halledeyim dedim. Hem Esma'ya biraz üst baş da almam lazım. Kıyafetleri olmuyor üstüne. Ahh, biraz olsun zayıflayabilseydi Doktor denize girmesini, su içinde hareket etmesini tavsiye. Zembereği boşalmış gibiydi kurduğu cümlelerin. Esma da sınavını geçmiş, eh Taha da burada demek, çifte gözünüz aydın öyleyse! demeye güçlükle fırsat bulabilmiştim. O, huzursuz bir ruh hali içinde, anlatmaya devam ediyordu.

Salman bey emekli olmayı düşünüyormuş. Güneyde bir yer alabilirlerse, Bodrumda ya da Marmaris'te örneğin. Oraya yerleşebilirlermiş İstanbul daki evlerini satıp. Orada küçük bir turistik eşya dükkânı açmayı da hayal ediyormuş. Böylelikle, hem bir ek gelir kapısı, hem de emekliliğinde oyalanacak bir işi olurmuş. En fazla, Esma'nın sağlığı için istiyor babası bunu. Haklı da. İklimi güzeldir oraların. Bol güneş, temiz hava. Sık sık denize girme fırsatı olur böylelikle. Belki yürümeye başlar artık! Ama, yeni bir çevreye alışmak, komşularımdan ayrılmak fikri çok zor geliyor bana. Hadi bahar, yaz mevsimi neyse, ya koca bir kış? Bir başına nasıl geçer oralarda? Hem Esma sınıfından, öğretmeninden geri kalmasın diye bunca uğraştık. Sınıfını geçti çocuk. Şimdi başka bir şehirde, yeni bir okul?

Sözleri, duygu ve düşüncelerindeki gel-gitleri taşıyordu. Belli ki, İstanbul'dan temelli ayrılmak istemiyordu Kübra hanım. Ama ne baba ne de koca evinde, üstelik Esma eksenli yaşamlarında kendi arzu ve isteklerini dile getirmek, bunları yüksek sesle söylemek gibi bir lüksü olmamıştı hiç. Salman bey Haziran ayı sonunda emekli olmuştu. Taha'nın da İstanbul'da olmasından faydalanarak Kübra hanımı ve Esma'yı İstanbul'da bırakıp, kendisi Marmaris e gitmişti. Satın alabilecekleri bir ev bulmak, hatta denize ve bütçesine yakın duran bir evi hemen bağlamak üzere. Oturmakta oldukları evlerini de satışa çıkartmışlardı.

Kübra hanım hâlâ temelli taşınma fikrine alışamamıştı. Satışa çıkarttıkları evlerini görmeye gelenlere, isteksiz bir şekilde gezdiriyordu evi. Gizliden gizliye bir umut büyütüyordu içinde evin satılmayacağına dair. Bu umudu beslemesinin bir de dayanağı vardı aslında. Henüz Salman bey bilmiyordu ama, Taha ile Sevtap arasında bir yakınlaşma olmuştu. Taha Ankara'dan döndüğünde tanışmıştı Sevtap öğretmenle. Sevtap öğretmenin, Esma'ya ders çalıştırmak için haftada üç gün eve gelmeye devam ettiği zamanlardı. Dersi bitirip çıkması genellikle akşamı buluyordu. O sıralar Sevtap'nın kendi sınavları da olduğu için daha geç geliyordu Esma'ya ve çıkması da geç oluyordu haliyle. Onu evine Taha bırakmaya başlamıştı. Bu tanışıklık, arkadaşlığa doğru yol almaya başlamıştı zamanla.

Bir yakınlık doğmuştu aralarında. Kübra hanım çok sevinmişti bu işe. O zaten Sevtap ı kızı gibi seviyordu. Esma da Sevtap ablasını dilinden düşürmüyordu hiç. Çocuklar ilerde evlenecek olurlarsa, bu evde otururlar. Kendi arzularına göre dayayıp, döşerler. Ev satılmasın istiyorum demişti Kübra hanım. Salman bey henüz dönmemişti Marmaris ten. Kübra hanımın söylediğine göre birkaç uygun ev alternatifi bulmuştu Salman bey ama karar veremiyordu. Karısının da birkaç günlüğüne Marmaris'e gelmesini ve birlikte karar vermelerini istiyordu. Hem evin adresi belli olduktan sonra en yakın ilkokula Esma'nın kaydını da yaptırmak, en azından İstanbul'dan kaydını taşımak için neler isteneceğini öğrenmek gerekiyordu. Nerdeyse Temmuz ayı bitmek üzereydi. Taşınma ve yerleşme faslını okullar açılmadan önce halletmeleri şarttı. Zaman gitgide daralıyordu.

Önce, Esma'yı abisine bırakıp, birkaç günlüğüne gitsem mi? ne dersin? diye sormuştu Kübra hanım. Sonra da, gönlünün beğendiği evi tutsun Salman Bey. Benim zaten hiç gidesim, yerleşesim yok oralara diye değiştirir gibi olmuştu fikrini. Aslında Taha'nın, Esma'yı ve evi birkaç günlüğüne de olsa idare edip edemeyeceği endişesini taşıdığı gözlerinden okunuyordu Kübra hanımın. Kübra hanım, sen atla otobüse git, hem oturacağın evini kendin gör beğen, hem de İstanbul daki evi satmaktan vazgeçirirsin belki Salman beyi. Taha ile Sevtap tan söz edince, o da evi elde tutma fikrine sıcak bakabilir. Hem sen burada, çocukların ne yiyip ne içeceğini hiç dert etme. Ben bir şeyler yapar bırakırım onlara. Her gün de uğrarım. Taha senelerce, tek başına kendine bakmadı mı? Esma'yı da idare eder birkaç gün, sen hiç merak etme! sözlerimin ardından, ertesi gün gitmeye karar vermişti.

Beş gün sonra döndüler birlikte. Kübra hanımın yüzü gülüyordu. Salman beye çocukların durumundan söz edince evi satma fikrinden vazgeçmiş. Çok da sevinmiş bu duruma. Desene, bizim bankadaki Kenan la dünür olacağım diye de şimdiden havaya girmiş hatta. Ev konusuna gelince mevcut alternatifler arasında fiyatı en uygun olanında karar kılmışlar. Biraz elden geçirilmek ister ama olsun, zamanla yaparız, yavaş yavaş. Çoğunu peşin ödedik. Gerisini de birkaç vadede ödemek üzere anlaştık. Elimizdeki tüm nakdi nerdeyse tükettik ama İstanbul daki ev satılmayacak hiç olmazsa diye heyecanla anlatıyordu Kübra hanım. Annemden kalan birkaç parça yer vardı Adana da. Onları da satışa çıkarttık. Allah kerim! diyen sesinden, yeni bir hayata başlama fikrini artık kabullendiği, hatta benimsediği anlaşılıyordu.

Salman bey Ağustos ayını da Marmaris'te geçirmişti. Olayların akışı doğrultusunda, İstanbul'daki evin satılmasından vazgeçilince turistik dükkan açma fikrini de ertelemek durumunda kalmıştı. Harcama önceliklerini değiştirmek gerekmişti. Bu süre zarfında, evin boya badana işlerini halletmiş, taşınmaya hazır hale getirmişti. Hatta, İstanbul daki evde kalacak olan Taha'ya bırakacakları eşyaları da düşünerek, yeni eve yeni beyaz eşyalar ve bir oturma takımı almıştı. Perdeleri bile hallettiğini söylemişti Kübra hanım. Taşındıktan sonra yapılacak fazla iş bırakmamaya çalışmıştı; çünkü, Esma'nın okul hayatına adapte olmak gerekecekti yine. Bu arada Esma'nın okul kaydı da yapılmıştı. Eylül ayı içinde okullar açıldığında Esma, ilkokul 2.sınıfa başlayacaktı.

Ve Eylül gelip çattı. İki ay içinde bunca şeyi halletmiş olmaları inanılır gibi değildi. Eğer zaman olayların sıralanışıysa,... der J. L. BORGES, Ne kadar çok olay yaşanırsa, o kadar çok zaman geçeceğini kabul etmeliyiz. Bir kitabında okuduğum bu sözün içindeki anlamı o zamanlar, ne kadar olay, o kadar zaman formülüyle algılamış, olayların sıralanışı ile zamanın gerçekten akışı arasında -geçen süre anlamında- doğru orantısal bir korelasyon olacağını düşünmüştüm. Oysa, bu önermenin içindeki gerçek anlamı şimdi daha iyi kavrıyordum. O kadar çok olay yaşanmıştı ki bu iki iki buçuk ay içinde, daha çok zaman geçmiş olmalı duygusuna kapılıyordu insan.

Evden eve nakliyat firmasının kapalı uzun aracı, apartmanın önüne boydan boya park edinceye kadar, taşınma gerçeği bana bu kadar yakın durmamıştı, nedense. Eşyaları sarıp paketlemeye, mobilyaları taşımaya başladıklarında boşalmaya başlayan evle birlikte gerçeğin çıplak yüzü de görünmeye başlamıştı. Bahçeye çıkartılmış tekerlekli sandalyesinde oturan Esma, o büyük beyaz şeyi sonunda yerinden etmiş olmanın çalımlı edasıyla kucağına kurulmuş olan Kaktüs ve tekerlekli sandalyeye dayalı bir çift koltuk değneği, bu hareketli resmin durağan tek karesi gibiydiler.

Esma o anda zihnimde deklanşöre basılmış sekiz buçuk yaşındaki bu fotoğrafla, dokuz aylıkken bana "Hoş Geldiniz" ziyaretine geldiğinde onu ilk kez gördüğüm fotoğraf arasında gelip gidiyordu belleğimde. Şimdi on dokuz yaşında olmalıydı; oğlumla yaşıt! Demek ki, bu kadar çok zaman geçmişti! Ama ben, daha az zaman geçmiş gibi, hatta sanki dün gibi bir algılama içindeydim hâlâ. İşte yine BORGES, haklı çıkıyordu önermesinde; Tam tersine çevirdiğimizde, şöyle de denebilirdi; Eğer zaman olayların sıralanışıysa, ne kadar az olay yaşanırsa o kadar az zaman geçeceğini kabul etmeliyiz.

Anahtar sözcük buydu işte: "Yaşanırsa"
Esma'yı ve ailesini yolcu ettikten sonra, birlikte yaşanmışlıklar sona ermişti. SARIKAYIN ailesiyle herkesin kendi hayatlarına dağıldığı o kavşakta ayrılmıştık. Sevtap ile Taha'nın nikâh törenlerindeki kısa birlikteliğimizi ve telefonla konuşarak paylaştıklarımızı yaşanmışlık kapsamına aldığımı varsaysam bile onları kendi hayatlarına yolcu ettikten sonra yaşanmışlıklarımız azalmıştı. Zamana yayılmış telefonların taşıdığı yaşanmışlıklar, yaşanmış az olay tanımına girerdi ancak ve az zaman geçmiş olmalı duygusuna kapılmış olmam da işte bu yüzden doğaldı. Bu kadar çok zaman geçmiş olamazdı? Gözlerim, elimde tuttuğum gazetenin iç sayfalarından birine sıkıştırılmış bir ilâna kilitlenmişti? Bu Esma'nın vefatı ilanıydı.

Vefat
Merhum Ferit ve Merhume Mübeyyin SARIKAYIN'ın, Merhum Hayrullah ve Merhume Rana TAŞDELEN'in torunları, Merhum Süha ve Merhume Esra SARIKAYIN'ın, Kübra ve Salman SARIKAYIN'nın kızları, Taha SARIKAYIN'ın kız kardeşi, Esma SARIKAYIN vefat etmiştir. Cenazesi 26 Temmuz 2003 Cumartesi günü Adana Buruk Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Vefat öncesinde ve sonrasında bizleri yalnız bırakmayıp destek olan, tüm akraba ve dostlarımıza, teşekkürü borç biliriz. Allah Rahmet eylesin.

Ailesi
Esma'nın vefat ilanı kalın çift çizgili bir çerçeve içine alınmıştı. Korunaklıydı. Eğer yaşıyor olsaydı şimdi on dokuz yaşında Olacaktı, olmalıydı... Sevgili Yeşim ESEMENE bu hikayesini bizlerle paylaştığı için Teşekkür ediyorum. Evet arkadaşlar işte küçük Esma'nın hikayesi de böyle son bulmuş kendisine bir kez daha ALLAH'tan Rahmet diliyorum. ALLAH kimseye böyle bir hastalık vermesin gerçekten çok kötü.

İnsanın bir tanıdığı veya bir yakınının bile bu hastalığa yakalanmış olmasına tanık olmak seyirci kalmak bile acı veriyor ama elden bir şey gelmiyor ki. Böyle durumlarda insanın eli kolu bağlı kalıyor ve keşke elimde bir sihirli değnek olsada herşeyi yoluna koyabilsem diyesi geliyor insanın ama o da olmuyor. Sizlerle paylaşmak istediğim bu hikayeyi okuduğunuz için hepinize şimdiden çok teşekkür ediyorum arkadaşlar. Kalın sağlıcakla...

Hikayeyi Yaşayan ve Anlatan: Yeşim ESEMEN



Teşekkürler.
Yürek burktu.
 
Üst