seciL
Dekan
- Katılım
- 29 Eylül 2005
- Mesajlar
- 5,118
- Reaksiyon puanı
- 102
- Puanları
- 228
Ursula K. Leguinin 1974 yılında kaleme aldığı Mülksüzler, orijinal adıyla The Dispossessed yayımlandığı andan itibaren gerek aldığı ödüller, gerekse kurgusuyla edebiyat dünyasının önemli eserleri arasındaki yerini almıştır. Romanı kısaca tanıtmak gerekirse; Anarres ve Urras isimli iki gezegende geçen anarşist ve kapitalist dünyaların karşılaştırmasını çarpıcı bir anlatımla sunuluyor. Urras arşist, yani ulusçu, devletçi, yönetimci, Anarres ise Urrastaki baskılar sonucu kendi devrimlerini gerçekleştirerek Urrası terk eden ve kendine odocular diyen nispeten daha küçük bir toplumdan oluşur.
Ursula K. Le Guinin ile devam edersek:
Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. İsimlerini toplumlarının kurucusu olan Odo'dan alıyorlar; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor, ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.
Odoculuk anarşizmdir. Sağı solu bombalamak anlamında değil: kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin'in, Goldmann ve Goodman'ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlakî ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.
Romandan bir bölüm:
Kahvaltı tepsisiyle gelen Efor onu yatağın üzerinde yarı giyi­nik yatarken ve yabancı bir dilde konuşurken buldu. Onu uyandır­dı. Shevek irkilerek uyandı, kalktı ve diğer odaya, tümüyle boş ma­saya yürüdü; silinmiş bilgisayara baktı, sonra kafasına vurulmuş, ama henüz bundan haberi olmayan bir adam gibi orada durdu. Efor onu yeniden yatırmayı başardı, sonra da, "Ateşiniz var efendim," dedi. "Doktoru çağırayım mı?"
"Hayır!"
"Emin misiniz, efendim?"
"Hayır! Buraya kimseyi sokma. Hasta olduğumu söyle, Efor."
"O zaman kesinlikle doktor getirirler. Hâlâ çalıştığınızı söyle­yebilirim, efendim. Bundan hoşlanırlar."
"Çıktığın zaman kapıyı kilitle," dedi Shevek. Saydam olmayan bedeni onu yan yolda bırakmıştı; yorgunluktan zayıf düşmüştü, bu yüzden de endişeli ve ürkekti. Pae'den, Oiie'den, polis arama eki­binden korkuyordu. Urras polisi, gizli polis hakkında duyduğu, okuduğu, yarı anladığı her şey capcanlı ve korkunç bir şekilde ak­lına geldi, tıpkı hasta olduğunu kabul eden bir insanın aklına kan­ser hakkında okuduğu her sözcüğün gelmesi gibi. Ateşin getirdiği tedirginlik içinde Efor'a baktı.
"Bana güvenebilirsiniz," dedi adam hafif, iğneleyici, atak bir tavırla. Shevek'e bir bardak su getirdi, sonra dışarıya çıktı ve ardın­dan dış kapının kilidinin sesi duyuldu.
Sonraki iki gün boyunca, Shevek'e, uşak olarak eğitimiyle en küçük bağlantısı olmayan bir zarafetle baktı.
"Sen doktor olmalıymışsın, Efor," dedi Shevek, zayıflığı yal­nızca bedensel, fazla zararlı olmayan bir halsizliğe dönüşünce.
"Benim hanım da öyle der. Şifayı kaptığında benden başka kim­senin ona bakmasını istemez. 'Sende yetenek var,' der. Sanırım var."
"Hiç hastalarla uğraştın mı?"
"Hayır, efendim. Hastanelere bulaşmak istemem. O hamambö­ceği yuvalarından birinde öleceğim güne lanet olsun."
"Hastaneler mi? Nesi var?"
"Önemli değil, efendim, siz kötüleşirseniz oraya götürülecek değilsiniz," dedi Efor nazikçe.
"Neyi kastediyorsun o halde?"
"Bizim gittiğimiz türden hastaneleri. Pislik içinde. Bok gibi," dedi Efor, sesinde vahşilik yoktu, betimleyiciydi. "Eski. Bir çocu­ğu hastanede kaybettik. Yerde delikler var, büyük delikler, kirişler gözüküyor, anlıyor musunuz? 'Nasıl olur?' diyorum. Anlıyor musu­nuz, deliklerden fareler geliyor, doğruca yataklara. 'Eski bina,' di­yorlar, 'Altı yüz yıldır hastane olarak kullanılıyor.' Adı Yoksullar İçin Kutsal Uyum Kurumu. Kendisi ise bombok."
"Hastanede ölen senin çocuğun muydu?"
"Evet, efendim, kızım Laia."
"Neden öldü?"
"Kalp kapağı. Öyle dediler. Pek büyümedi. Öldüğünde iki ya­şındaydı."
"Başka çocuğun var mı?"
"Yaşayan yok. Doğan üç tane. Benim hanıma çok dokundu. Ama şimdi diyor ki, 'Eh, n'apalım, onları daha fazla düşünüp üzül­meye gerek yok, nasılsa daha iyi oldu.' Sizin için yapabileceğim başka bir şey var mı, efendim?" Efor'un birdenbire üst sınıf sözdizimine geçmesi Shevek'i şaşırttı; sabırsızca, "Evet!" dedi. "Konuş­maya devam et."
Kendiliğinden konuştuğu, hasta olduğu ve suyuna gitmek ge­rektiği için bu kez Efor irkilmedi. "Bi keresinde Ordu hekimi ol­mak istediydim," dedi. "Ama onlar daha erken davrandılar. Askere alındım. Emir eri olcaksın, dediler. Oldum. İyi eğitim, düzenli. Ordu'dan da doğruca kibar beylerin hizmetine."
"Ordu'da doktor olarak yetiştirilebilir miydin?" Konuşma sü­rüp gitti. Shevek'in izlemesi zordu, hem dil, hem de içerik olarak. Hiçbir zaman deneyimini yaşamadığı şeyler anlatılıyordu ona. Ya­şamı boyunca fare, ordu barakası, akıl hastanesi, düşkünler evi, rehinci, idam, hırsız, kiralık ev, ev sahibi, çalışmak isteyip de yapa­cak iş bulamayan bir insan, hendekte ölü bir bebek görmemişti. Bütün bunlar Efor'un anılarında olağan şeyler ya da olağan dehşet­ler olarak geçiyordu. Shevek hepsini anlayabilmek için hayal gü­cünü çalıştırmak ve Urras hakkında öğrendiği en ufak bilgi kırıntı­sını bile yardıma çağırmak zorunda kalıyordu. Yine de burada şu ana dek gördüğü her şeyden çok daha farklı bir şekilde tanıdık ge­liyorlardı ve anlıyordu.
Anarres'te, okulda öğrendiği Urras buydu. Atalarının kaçıp aç­lığı, çölü ve sonsuz sürgünü yeğledikleri dünya buydu. Odo'nun düşüncesini oluşturan ve onu söze döktüğü için sekiz kez hapse atan dünya buydu. Kendi toplumundaki ideallerinin kökenindeki insan acısı -yeşerdikleri toprak- buydu.
"Gerçek Urras" değildi. Onun ve Efor'un içinde bulundukları odanın gururu ve güzelliği en az Efor'un alışık olduğu sefalet ka­dar gerçekti. Shevek'e göre düşünen bir adamın işi, bir gerçekliği bir diğeri adına reddetmek değil, onu içermek ve birleştirmekti. Kolay bir iş değildi.
"Yine yorgun görünüyorsunuz, efendim," dedi Efor. "En iyisi dinlenin."
"Hayır, yorgun değilim."
Efor bir an için Shevek'i inceledi. Efor bir uşak işlevi görürken kırışık, traşlı yüzü oldukça ifadesizdi; son bir saat içinde Shevek o yüzün sertlik, mizah, sinizm ve acı arasında inanılmaz değişiklik­ler geçirdiğine tanık olmuştu. Şu anda sempati duyan, ama uzak bir ifadesi vardı.
"Sizin geldiğiniz yerden farklı," dedi Efor.
"Çok farklı."
"Orada kimse işsiz değil."
Sesinde hafif bir ironi ya da soru vardı.
"Değil."
"Kimse aç da değil."
"Başkası yerken kimse aç kalmaz."
"Hmm."
"Ama aç kaldığımız oldu. Açlık çektik. Sekiz yıl önce bir aç­lık oldu. Bebeğine verecek sütü olmadığı için, verecek hiçbir şeyi olmadığı için bebeğini öldüren bir kadın tanıdım. Anarres'te her şey... bal şeker değil, Efor."
"Bundan eminim, efendim," dedi Efor kibar dile garip dönüş­lerinden biriyle; sonra suratını buruşturup dudaklarını büzerek, "Yine de orada onlardan hiçbiri yok!" dedi.
"Onlar mı?"
"Biliyorsunuz, bay Shevek. Bir zamanlar söylemiştiniz. Sahip­ler."
(s.241-242-243)
Ursula K. Le Guinin ile devam edersek:
Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. İsimlerini toplumlarının kurucusu olan Odo'dan alıyorlar; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor, ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.
Odoculuk anarşizmdir. Sağı solu bombalamak anlamında değil: kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin'in, Goldmann ve Goodman'ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlakî ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.
Romandan bir bölüm:
Kahvaltı tepsisiyle gelen Efor onu yatağın üzerinde yarı giyi­nik yatarken ve yabancı bir dilde konuşurken buldu. Onu uyandır­dı. Shevek irkilerek uyandı, kalktı ve diğer odaya, tümüyle boş ma­saya yürüdü; silinmiş bilgisayara baktı, sonra kafasına vurulmuş, ama henüz bundan haberi olmayan bir adam gibi orada durdu. Efor onu yeniden yatırmayı başardı, sonra da, "Ateşiniz var efendim," dedi. "Doktoru çağırayım mı?"
"Hayır!"
"Emin misiniz, efendim?"
"Hayır! Buraya kimseyi sokma. Hasta olduğumu söyle, Efor."
"O zaman kesinlikle doktor getirirler. Hâlâ çalıştığınızı söyle­yebilirim, efendim. Bundan hoşlanırlar."
"Çıktığın zaman kapıyı kilitle," dedi Shevek. Saydam olmayan bedeni onu yan yolda bırakmıştı; yorgunluktan zayıf düşmüştü, bu yüzden de endişeli ve ürkekti. Pae'den, Oiie'den, polis arama eki­binden korkuyordu. Urras polisi, gizli polis hakkında duyduğu, okuduğu, yarı anladığı her şey capcanlı ve korkunç bir şekilde ak­lına geldi, tıpkı hasta olduğunu kabul eden bir insanın aklına kan­ser hakkında okuduğu her sözcüğün gelmesi gibi. Ateşin getirdiği tedirginlik içinde Efor'a baktı.
"Bana güvenebilirsiniz," dedi adam hafif, iğneleyici, atak bir tavırla. Shevek'e bir bardak su getirdi, sonra dışarıya çıktı ve ardın­dan dış kapının kilidinin sesi duyuldu.
Sonraki iki gün boyunca, Shevek'e, uşak olarak eğitimiyle en küçük bağlantısı olmayan bir zarafetle baktı.
"Sen doktor olmalıymışsın, Efor," dedi Shevek, zayıflığı yal­nızca bedensel, fazla zararlı olmayan bir halsizliğe dönüşünce.
"Benim hanım da öyle der. Şifayı kaptığında benden başka kim­senin ona bakmasını istemez. 'Sende yetenek var,' der. Sanırım var."
"Hiç hastalarla uğraştın mı?"
"Hayır, efendim. Hastanelere bulaşmak istemem. O hamambö­ceği yuvalarından birinde öleceğim güne lanet olsun."
"Hastaneler mi? Nesi var?"
"Önemli değil, efendim, siz kötüleşirseniz oraya götürülecek değilsiniz," dedi Efor nazikçe.
"Neyi kastediyorsun o halde?"
"Bizim gittiğimiz türden hastaneleri. Pislik içinde. Bok gibi," dedi Efor, sesinde vahşilik yoktu, betimleyiciydi. "Eski. Bir çocu­ğu hastanede kaybettik. Yerde delikler var, büyük delikler, kirişler gözüküyor, anlıyor musunuz? 'Nasıl olur?' diyorum. Anlıyor musu­nuz, deliklerden fareler geliyor, doğruca yataklara. 'Eski bina,' di­yorlar, 'Altı yüz yıldır hastane olarak kullanılıyor.' Adı Yoksullar İçin Kutsal Uyum Kurumu. Kendisi ise bombok."
"Hastanede ölen senin çocuğun muydu?"
"Evet, efendim, kızım Laia."
"Neden öldü?"
"Kalp kapağı. Öyle dediler. Pek büyümedi. Öldüğünde iki ya­şındaydı."
"Başka çocuğun var mı?"
"Yaşayan yok. Doğan üç tane. Benim hanıma çok dokundu. Ama şimdi diyor ki, 'Eh, n'apalım, onları daha fazla düşünüp üzül­meye gerek yok, nasılsa daha iyi oldu.' Sizin için yapabileceğim başka bir şey var mı, efendim?" Efor'un birdenbire üst sınıf sözdizimine geçmesi Shevek'i şaşırttı; sabırsızca, "Evet!" dedi. "Konuş­maya devam et."
Kendiliğinden konuştuğu, hasta olduğu ve suyuna gitmek ge­rektiği için bu kez Efor irkilmedi. "Bi keresinde Ordu hekimi ol­mak istediydim," dedi. "Ama onlar daha erken davrandılar. Askere alındım. Emir eri olcaksın, dediler. Oldum. İyi eğitim, düzenli. Ordu'dan da doğruca kibar beylerin hizmetine."
"Ordu'da doktor olarak yetiştirilebilir miydin?" Konuşma sü­rüp gitti. Shevek'in izlemesi zordu, hem dil, hem de içerik olarak. Hiçbir zaman deneyimini yaşamadığı şeyler anlatılıyordu ona. Ya­şamı boyunca fare, ordu barakası, akıl hastanesi, düşkünler evi, rehinci, idam, hırsız, kiralık ev, ev sahibi, çalışmak isteyip de yapa­cak iş bulamayan bir insan, hendekte ölü bir bebek görmemişti. Bütün bunlar Efor'un anılarında olağan şeyler ya da olağan dehşet­ler olarak geçiyordu. Shevek hepsini anlayabilmek için hayal gü­cünü çalıştırmak ve Urras hakkında öğrendiği en ufak bilgi kırıntı­sını bile yardıma çağırmak zorunda kalıyordu. Yine de burada şu ana dek gördüğü her şeyden çok daha farklı bir şekilde tanıdık ge­liyorlardı ve anlıyordu.
Anarres'te, okulda öğrendiği Urras buydu. Atalarının kaçıp aç­lığı, çölü ve sonsuz sürgünü yeğledikleri dünya buydu. Odo'nun düşüncesini oluşturan ve onu söze döktüğü için sekiz kez hapse atan dünya buydu. Kendi toplumundaki ideallerinin kökenindeki insan acısı -yeşerdikleri toprak- buydu.
"Gerçek Urras" değildi. Onun ve Efor'un içinde bulundukları odanın gururu ve güzelliği en az Efor'un alışık olduğu sefalet ka­dar gerçekti. Shevek'e göre düşünen bir adamın işi, bir gerçekliği bir diğeri adına reddetmek değil, onu içermek ve birleştirmekti. Kolay bir iş değildi.
"Yine yorgun görünüyorsunuz, efendim," dedi Efor. "En iyisi dinlenin."
"Hayır, yorgun değilim."
Efor bir an için Shevek'i inceledi. Efor bir uşak işlevi görürken kırışık, traşlı yüzü oldukça ifadesizdi; son bir saat içinde Shevek o yüzün sertlik, mizah, sinizm ve acı arasında inanılmaz değişiklik­ler geçirdiğine tanık olmuştu. Şu anda sempati duyan, ama uzak bir ifadesi vardı.
"Sizin geldiğiniz yerden farklı," dedi Efor.
"Çok farklı."
"Orada kimse işsiz değil."
Sesinde hafif bir ironi ya da soru vardı.
"Değil."
"Kimse aç da değil."
"Başkası yerken kimse aç kalmaz."
"Hmm."
"Ama aç kaldığımız oldu. Açlık çektik. Sekiz yıl önce bir aç­lık oldu. Bebeğine verecek sütü olmadığı için, verecek hiçbir şeyi olmadığı için bebeğini öldüren bir kadın tanıdım. Anarres'te her şey... bal şeker değil, Efor."
"Bundan eminim, efendim," dedi Efor kibar dile garip dönüş­lerinden biriyle; sonra suratını buruşturup dudaklarını büzerek, "Yine de orada onlardan hiçbiri yok!" dedi.
"Onlar mı?"
"Biliyorsunuz, bay Shevek. Bir zamanlar söylemiştiniz. Sahip­ler."
(s.241-242-243)