- Katılım
- 17 Mayıs 2017
- Mesajlar
- 3,354
- Çözümler
- 2
- Reaksiyon puanı
- 1,300
- Puanları
- 358
- Konum
- İstanbul/Kartal
Canlı, iyileşip gelişen bir varlık. Canlının gelişimi evrenin genişlemesine eş değer bir gelişme ve iyileşme. Ne muhteşem bir dizayn. Bu muhteşem dizayn canlının daha canlı kalma yolundaki en önemli kodu. Survey edebilmek için canlı daha iyi olmalı, hep iyi olmalı. Sadece iyi olmak yetmez aynı zamanda iyiliğini paylaşabilmeli ve mutaal yaşam ortaya koyabilmeli.
İyilik fenotipik olarak algılanmalı, habitat olarak yaşanmalı ve genotip olarak kodlanıp aktarılmalı. Yetmedi aşılanmalı, aktarılmalı, devredilmeli. İyilik bulaştırılmalı, yayılmalı.
Canlının gelişimi sürmeli sürdürülmeli. Eğer bu canlı bir bitkiyse belki de daha dayanıklı ve daha verimli olmak zorunda. Eğer bir mikroorganizma ise daha dirençli olmak zorunda. Eğer bu çok hücreli başka bir canlıysa survey edebilmesine yardım eden her ne meziyetse onu geliştirmek zorunda. Eğer söz konusu canlı insan canlısı ise durum temel mantık olarak aynı olmakla birlikte onun kendini geliştirmek için birden fazla yöntemi ve birden fazla özelliği olduğu gibi diğer canlıların da kendini geliştirmesinde görev üstlenmeli. Çünkü o, gelişimin ve yenilenmenin evrendeki en önemli sorumlusu. İster evrenin otomatik kodlarıyla, isterse insan canlısının sahip olduğu akıl ve el becerisinin desteği ile biriktirilen bu fenotipik durum aktarılabilmeli. Genotipik durumda bunlardan farklı değil tabi ki, asıl kalıcı aktarım genotipik kodlamanın sorumluluğunda.
İnsan canlısı diğer canlıların hepsini mutaal bir yaşam tarzına mı zorluyor? İnsan canlısı vahşi doğadaki tüm canlıları uslandırma, evcilleştirme çabası en nihayetinde ne ile sonuçlanacaktır? Peki insan canlısı doğadaki var olan tüm vahşi canlıları uslandırırken kendisi de uslanıp olgunlaşacak mı? Bir canlı büyütüp besleyen insan daha mı uslu ve gelişmiş oluyordu. Gelişmişlik vahşilikten uzaklaşıp, uslanıp evcilleşmek, toplumsallaşmak mıydı? Tüm bilinmez ev ödevlerini gerçekleştirebilmek için insan canlısı kendini daha da geliştirmek zorunda mıydı? Özellikle onu diğer canlılardan ayıran el kabiliyeti ile zihinsel kabiliyetini daha da geliştirmek zorunda mıydı? Hatta bu kabiliyetlerini daha da verimli kullanmak için alet denilen nesneleri de geliştirmek zorunda mı? Zihinsel kabiliyeti daha verimli kullanmak için örneğin bilgiyi sayan bilgisayar denen cihazlar mı üretmeli? Ya da el kabiliyetini daha verimli kullanmak için örneğin kesici delici alet yani bir çakı mı yapmalı? O zaman yapılan her şey öncelikle insan denilen canlının survey etmesini sağladığı gibi aynı zamanda vahşi hayattan ehli yani uslu hayata geçen canlılar için de bu bir survey garantisi mi oluyordu?
Öte yandan hem zihinsel hem de el kabiliyetlerini geliştiren, daha iyi ve verimli kullanan insanlar survey etmekte daha mı avantajlıydı?
Canlı kalma adına milyonlarca cevap bekleyen sorularla boğuşurken yine sonsuz canlı kalma sebebini habitatında barındıran egenin o tarifsiz doğası ve iklimi ile Latmos Dağının eteklerinde tarihi Herakleus körfezine yeni haliyle Bafa Gölüne karşı yer yer makilikler, yer yer uslu zeytinlerle dolu arazideyiz.
Atalarımızın atalarının mesken tuttuğu yerler pek çok yapılış, ediliş eskiden beri yapıla geldiği gibi yapılıyor. O kadar çok gelenek var ki doğayla iç içe tek tek tarif neredeyse imkansız. Ilıca diye bilinen mevkideyiz bitki örtüsü makiliğin abartılmış hali ile karşı karşıyayız. Gerçekten abartılmış hali, makilik bodur çalılık olarak bilinirken buralarda toprak biraz daha verimli, her tür çalı büyük ağaç olma niyetinde. Arazinin kendine oluşturduğu o havadar plato ile birlikte taban yerlerinde asırlık zeytin ağaçlarımız var. Arazinin hafif engebesi, pişirilmiş keren(killi) toprak taşlar ve kesilmiş su taşı denen kalker taşları ile teraslanmış. Hemen her yer binlerce yıl öncesinden adeta mimari bir tasarım görmüş alan gibi. Medeni, düzenli ve ahenkli. Büyük ağaçlar; eski, yaşlı, büyük ağaçlar, zeytin ağaçları, incir nar ceviz ağaçları hepsi birer tarih taşıyor gibi yılların deneyimi, hafızası ile duruşlarında bir olgunluk bir asalet var. Kim nerede duracak o bile belli adeta. Aralıklı iki göz, yani iki odalı bağ evleri var. Kimisi virane, kimisi tamirat görmüş bağ evleri.
Nar ağaçları; ekşisi, tatlısı ayrı bir kimliği var. Ekşi olan daha ince yapraklı, dalları dikenli, daha sert, daha dik. Tatlı olanlar; daha geniş yapraklı, daha dikensiz, daha geniş, dalları aşağıya eğilmiş sanki yüz yıllar önce buralardan bir genetik mühendisi geçmiş gibi. Genetiği oynanıp narın tatlı olması sağlanmış, yetmemiş dikenleri azaltılmış, yetmemiş tatlı narı çocuklar daha çok sever diye dalları aşağıya doğru eğilmiş ve pek çok genotipik müdahale tatlı narın fenotipine yansımış, oracıkta olgun vakur bir şekilde duruyor öylece. Tatlı narın olgunluğu ve asaleti her halinden belli oracıkta. Yan tarafta duran deveci armudu farklı mı o da medeniyet ve zarafet bakımından başka bir olgunluk içinde. Ceviz ağacı ve diğerleri hepsi zarafet ve olgunlukta bir yarış halinde, oradaki en yaşlı, en bilge büyüklerinin gözüne girmek istercesine.
Hemen suyun yanındaki o ulu ağaç, incir ağacı ne büyük bir ağaç. Sanki dallarının uçlarını görmek mümkün değil. O devasa incir ağacının dibinde neredeyse sekiz on kulaç çapında ölü incir ağacı kalıntısının kenarında yeniden büyüyen incir dalları üçer beşer kulaç çapında gövdeye ulaşmış dev dallar sanki atasının namını, asaletini yaşatmak ister gibi göğe doğru uzanmış dev incir ağaçları… Sanki oracıkta medeniyet denilen yolculukta büyük büyük atalarının yolunda daha mutaal, daha mutlu, birlikte uzun ve verimli bir yaşam için yarış halindeler adeta.
Büyük büyük ataları öyle mi ? O çok farklı, çok şey görmüş geçirmiş. Doğru belki on binlerce yıl önce o da şımarıktı, o da serseriydi. İstediği yamaçta, istediği yerde, istediği gibi delicesine takılıyordu belki de. Ama delicesine istediği gibi takılmak delikanlı ayaklarına serserilik yapmak nereye kadar, kaç on bin yıl sürdürülebilir ki… Ayrıca meyvelerinden her türlü katık yapılabilirken, o zor kıt zamanlarda insan denen canlıya o güzel katığı ile canlı kalması için hayati rol üstlenirken. Canlı kaldıkça tecrübesi artan ve ateşi keşfedecek insan canlısının ateş yakabilmesi için dökülen yaprakların muazzam tutuşturucu görevinin yanında, kuruyan dallarının yandığında oluşan korları, o insanlık ateşinin sönmemesi için ateşi ertesi güne saklarken. Diürnal yaşam döngüsünde sadece güneşin ışığı ile gündüz yaşayabilen insan canlısına olgunlaşan meyvelerinden elde edilen sızma yağla yapılmış kandil ile insan canlısının gecesini de aydınlatıp yeni bir yaşam zamanı sunabilecekken. Hiç sıkılmadan bu işi 10 bin yıldan fazla yapıp halen yaşadığım kasabada elektrik kesildiğinde o sızma yağ kandili ile aydınlanan büyük babaannem titrek elleriyle ocaktan aldığı yanan dalınla o kandilini tutuşturacağını görecekken, ayrıca her derde deva kabızlıktan yaradan bereden böcek ısıran yere kadar sürüldüğünde insanlığın ilk lokman hekimi olmak varken nasıl oluyor da yamaçlarda öyle delice serserice yaşarsın ki. Sen uyma makilikteki o bir sürü serseri makiye, uslan yani akıllan biliyorsun us akıl demek beynin nerende bilmiyorum ama uslan akıllan diye on bin yıldan önce insanoğlu o delicenin kulağına fısıldamış olmalı ki neredeyse oradaki uslanmaya çalışan medenileşmeye çalışan tüm ağaçların en eskisi, en uzun yaşayanı olarak oracıkta bir sürüsü var. Sahi en ilginci diğer akıllı ağaçlar bahçede tek tük takılırken, onlar bir topluluk bile oluşturmuşlar.
Evet o iki bin yıllık zeytin ağaçlarından bahsediyorum, ne büyük ne devasa ağaçlar. Büyüklüğünden ziyade ne ilginç karakteristik bir bilgelikle duruyorlar. Sanki hiyerarşik bir duruşları da var. Sanki grubun daha dışındaki ağaçlar daha genç gibi, buna karşılık daha merkezi yerdekiler daha yaşlı. Ama ortada duran, suya daha yakın duran, o ayrı bir büyük onun adı zaten “koca ağaç” koca yaşlı manasında mı yoksa büyük manasında mı bilmiyorum. Bizim oralarda koca yaşlı manasında da büyük manasında da kullanılabilir. Bence her ikisi koca ağaç için geçerliydi. Ayrıca bu kadar misyonu olan bir varlığın sıfatı değil direk ismi de olabilirdi. Bu hiç de şaşırtıcı olmamalıydı. En nihayetinde belki de iki bin yıldan uzun zamandır orada duruyor ve herkese büyüklük yapıyor, uslu olmayı yani akıllı olmayı öğretiyordu bizim koca uslu zeytin ağacı. Biz mi onun çocukları, o mu bizim ağaç o da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ama aklı olan varlık olarak insan denen canlıda yazılı tarihi ile aklını ve hafızasını saklamayı öğrendiğine göre en az onun hafızası kadar hafıza yaşı vardır gibi tartışma uzatılabilir. Ama canlı hafıza olarak şartlar ne olursa olsun biz onun çocukları gibiyiz.
O koca uslu zeytin ağacı en verimli ,en dayanıklı, en uzun yaşayan ağaç. Oradaki canlıların en eskisi, en atası. Yılların yorgunluğu o kadar belli ki her halinden, koca kökleri yılların erozyonu ile yer yer toprağın üzerine çıkmış yeteri kadar işe yaramıyor gibi ama o köklerine yine de sadık. Yer yer kökleri onu değil o köklerini koruyor gibi. Acaba kendince insanlığa mesaj mı vermeye çalışıyor? Köklerinize sahip çıkın diye, sahi dili olsa neler anlatmak ister acaba. Gövdesi kıvrım kıvrım, kat kat her bir kıvrım ayrı bir yüz yıldan kalma gibi. O bilge insanın yüzündeki tecrübeyi ve yaşanmışlıkları yansıtan kırışıklıklar gibi. Belki daha fazlası ne de olsa her bir kırışıklık yüz yıllık. Ama dalları başka bir asalet ve denge ile gövdeden ayrılıyor, her bir dal diğer dal ile çakışmadan saygıyla uzamış ve farklı kollara ayrılmış. Ucundaki budaklar ve yapraklar daha taze ve gürbüz. Her bir yaprağın önünde minnacık tomurcuklar kendini göstermek üzere. Sadece şu haliyle bizim koca uslu zeytin ağacı ne büyük mesaj veriyor. Biz çocuklarına eğer köklerinize sahip çıkarsanız, gövdenizde hafızanızı biriktirirseniz, dallarınız birbiriniz ile çakışmaz ve yapraklarınız üretmeye devam ederse yetmedi çiçekleriniz genlerinizi geliştirip gelecek nesillere taşırsa bin yıllarca ayakta kalabilirsiniz diyor gibi.
Olgunlaşmak sadece genetik aktarımla mı mümkün başka aktarım seçenekleri yok mu? Her ne kadar en verimli en dayanıklı ve en akıllı kromozomlar birbirini bulup yeni gen yapacak şekilde ayarlansa da insan canlısının aklı ve becerisi bu gelişime hiç mi katkısı olmayacak. Eğer insan canlısı başından beri kendisi ile birlikte tüm canlıların uslanması, akıllanması için kodlanmışsa uğraşmalı elbet.
Ne ilginç bir kronolojik gelişim ve uslanma.
Aslında bu koca uslu zeytin ağacı bu bin yıllık su taşından yapılan teraslar yapılmadan önce buralar vahşi ve serseri makilik iken burada bir delice zeytin çalısıydı ve serserilikten başka bir şey de yapmıyordu. Bin yıllar önce bir insan canlısı gelip onun akıllanmasına katkı sağlamak üzere müdahale etti narin bir dokunuşla onun kulağına fısıldadı akıllan yani uslan dedi.
Ne ilginç tesadüfler ve mesajlar gerçekten Ege’de bir sürü çalılığın makiliğin içindeki ilkel zeytin çalısının adı “delice”’dir. Sanki bu kadar asil bir varlığın adına direk deli demek abes olacak gibi sakince delice denmiştir. Bin yıllar önce insan elinin dokunuşu ile daha verimli ve dayanıklı hale getirilmesinden sonra o ilkel zeytin çalısı kimliği olan zeytin ağacı haline gelmiştir. Daha ilginci o ağacın adı Türkçede “us”lu zeytin ağacıdır yani akıllı zeytin ağacı.
Evet kavramlar, emojiler, kelimeler ve dil bazen anlatmak için yetmiyor. Ancak kelimeler tesadüflerle değil bilerek mi seçiliyor. Yoksa kelimeler ve anlatımlar harf harf, kod kod, genler gibi mi aktarılıyor. Gelişmek olgunlaşmak için daha çok yaşamak için en erken olgunlaşan, uslanan daha mı uzun yaşayacak? Ölümsüzlük olgunlaşmak ve uslanmakta mı gizli. Hırçınlık serserilik ömrü kısaltıyor mu? Ya da uzun yaşamanın önünde bir engel mi?
Belli ki gelecek yıl çok verimli olacak. Birkaç güne çiçeklerde açacak zaten. Çiçekler açmalı, polenler savrulmalı, polenlerle taşınan genler dişi çiçek ile kavuşmalı. İki bin yıllık tecrübe ve görgü yani fenotip, gen olarak nesillere aktarılmalı netice de onca tecrübe boşa harcanamaz.
Mevsim ilkbahar her yerde otlar, çiçekler, böcekler… Polen alerjim neredeyse anaflaksiye dönüşecek, her yerim kaşınıyor, burnum akıyor. Ama yine de babamın peşindeyim. Koca uslu zeytin ağacının yanına geldik biraz gölgesinde dinlenmek için oturmamıza rağmen babam biraz ağacın yan tarafına oturmuş dikkatlice koca ağacı gözlemliyor. Bir yandan bahar mevsimi, yer soğuktur, üşütürsün, bak hapşırıyorsun diyerek tek ayağımın üzerine nasıl oturacağımı öğretiyor. Ayağımda lastik çizme var. Tek ayağımı kıvırıp onun üzerine oturuyorum. Askerliği döneminde askerin sağlığı için ilk öğrettiği tekniklerden biri olduğunu söylüyor bu oturma şeklinin. Ben onun öğretilerine harfiyen uymaya çalışan minik asker gibiyim. Onun gözüne girmek hoşuma gidiyor.
O bir yandan koca ağacı incelemeye devam ediyor. Bir şeyler planladığı belli ama ne planladığını anlamam tabi ki mümkün değil. Neyse biraz nefeslendikten sonra o büyük ağacın o muhteşem dallarına tırmanıyor en gürbüz en verimli budaklarını cebinden çıkardığı ağaç makası ile bir mikrocerrah edasıyla kesiyor. Koca yaşlı ağacın en güzel ve verimli dallarını kestiği için biraz içim cız ediyor. Neden kesiyorsun diye tepki göstermeye çalışırken o sakin ses tonu ile açıklamaya başlıyor.
Bak oğlum bu mevsim bahar mevsimi bu mevsimde delicelere uslu zeytin aşısı yaparız aşıların tutup verimli ve dayanıklı olması için en olgun en verimli ağacın en taze budaklarını seçmek zorundayız. Bu ağaç tüm ağaçların en verimlisi ve olgunu. Deden de tüm aşılık budakları bu ağaçtan seçerdi diye o arazideki hareketlerin gelenekselleşecek kadar eski kodlarını da anlatmayı ihmal etmiyor. Neyse elimizdeki gürbüz zeytin budakları ile bahçenin kenarına doğru yürüdük. En sondaki daha genç uslu zeytin ağaçlarından sonra makilik başlıyordu. Makiliğin önünde geçen yıldan tımarı yapılan ağaç olmaya niyet etmiş delicelerin yanına geldik. Koca ağacın komşusu incir ağacının yeni çıkan taze bahar yapraklarından bir tutam toplamıştık. Babamın o yaprakları ne yapacağını merak ediyordum ki babam yaprakları pratik bir şekilde döşeyip kendine güzel bir tezgah oluşturmuştu bile. Hemen yan taraftaki dut ağacının taze dallarının en uzunlarını elindeki ağaç makası ile kesip incir yapraklarından oluşturduğu tezgahın yanına getirdi. Dut dallarının kabuklarını ince disseksiyon yapan cerrah edasıyla içindeki odun kısmından sıyırıp ayırdı. Bu yıl bahar çok güzel, dallara su çok güzel yürümüş dedi. Bu yılki aşılar çok güzel olacak demektir bu diye eklemeyi ihmal etmedi. Daha sonra dikkatle yere oturdu biraz önce bana öğrettiği o oturma şekli ile. Gözlüğünü taktı başındaki silindir bez şapkası ve yeleği ile her haliyle bir araştırmacıya benzemekle birlikte, içine genetik uzmanı kaçmış mikro cerrah edasıyla yeleğinin iç cebinden deri kılıf içinde minik bir çakı çıkardı. Belli ki o çakı çok kıymetliydi. Özel korunaklı kılıfın içinde iç cebindeydi. Sakince koca ağaçtan aldığı zeytin budaklarını inceledi, budağın üzerindeki en verimli, bir dahaki yıl filiz çıkacak gözenekleri saydı. Hemen yan taraftaki delicenin en güzel yerinden dalını testere ile bir hamlede kesti. Sadece bir odun kalmıştı çok üzüldüm baba ne yapıyorsun dememe kalmadan izle dedi. Ve tekrar tezgaha döndü. Değerli çakısı ile koca ağaçtan getirdiği en güzel budağı kesmeye başladı. O kadar düzgün kesiyordu ki kestiği budağın o yüzeyi özel bir cihazla kesseniz o kadar düzgün olamazdı. Kalem aşısının tutması için kesilen yüzeyin düzgün olması çok önemli diye anlatmayı da ihmal etmiyordu. Düzgünlüğü eliniz ile kontrol etmeniz yüzeyde çizilmeye neden olabilir derken, yüzeyin düzgünlüğünü dili ile kontrol ettikten sonra dilinizle kontrol etmelisiniz diye devam ediyordu. Ayrıca inceltilen budağın en ucundaki zar şeklinde kalan odun parçasını kesmeyi unutma deyip kesiyor ve buna sünnetleme denir diye ekliyordu. İki kalem aşılık hazırladıktan sonra ayağa kalktı altında ayağı uyuşmuş olmalı, başı kesilen delicenin yanına biraz sekerek vardı. Boyu seviyesinden kesmişti delicenin başını, hayvan haşaratın zarar vermemesi için bu boy önemliydi. Aşının uzun yıllar belki de iki bin yıl yaşayabilmesi için diğer canlıların zarar vermemesi geriyordu.
Delicenin hazırlanan başını eliyle iyice kontrol ettikten sonra diğer cebinden çıkardığı kuru delicelerin sert dallarından yapılan ucu sert, ucunun bir yanı düzleştirilen, uslu ve canlı aşı şeklindeki, ağaçtan yapılan aparatı çıkarıp, bunun adı kılavuzdur dedi. Bununla bu delicenin gövdesi ile kabuğu arasına yol açacağız o yol tam canlı olanın boyutuna uygun olmalı ve sakince oraya yerleştirmelisin diye tarifini detaylandırıyordu. Benim elim değil Fatıma Anamızın eli diyerek aşılık kalemini yuvasına yerleştirdi. Tüm işlemleri yaptıktan sonra genetik aşılama yaparcasına laboratuvarda çalışan bilim insanı edasıyla iki kalem aşıyı deliceye yerleştirdi.
Şimdi ikinci aşama diye evden getirdiği naylon poşetin içindeki macun kıvamındaki hamuru açtı. Sahi sabah telaşla annemle o harcı hazırlıyorlardı. Biraz hayvan gübresinin üzerine zeytin odunlarının külünü annem eliyor, babam yoğuruyordu. Bana çok ilginç gelmişti sabah yaptıkları iş ama çok dikkat etmemiştim. Poşetten gerçekten macun şeklinde bir hamur çıkınca şaşırmadım değil. Tam bir organik macun. Önce dutun uzun çubuklarından hazırladığı kabuklarla sımsıkı sarıp sağlamlaştırdı iki aşı kalemini. Sonra o organik macun ile sımsıkı sıvadı. Aşının tutması için, hava almaması en önemlisi diye sesli düşünüyordu.
Baba ben de deneyebilir miyim dediğimde beni kırmadı. İncir yapraklarından yaptığı tezgahın başına oturduk. Ondan artan zeytin budaklarını elime verdi. Önce tarif etti sonra elimi tutuş şeklimi ve açısını ayarlamamı istedi. Dikkat et çakı çok keskin bir yerine zarar verirsin diye de tembihlemeyi ihmal etmedi. Sonra çakıyı tutup ilk seferinde verevine çubuğu kesti. Sen devam et deyip elime verdi ben de onun öğrettiği gibi verevine kesebildim. Ucundaki zar gibi odun kalıntısını aldırttı. Adeta gerçekte yapıyor gibi düzgünlüğünü kontrol etmek için dilimi kullandım. Zeytin dalının acımsı ve farklı aromalı bir tadı vardı. Elinle kestiğin yere değme elinin yağı bulaşır ya da pürüzlü olursa aşı tutmaz diye tembihlemeyi de ihmal etmedi.
Baba bu aşı ne zaman uslu ağaç olur diye sorduğumda on yıldan sonra deyince şaşkınlığımı gizleyemedim. Bize faydası olmayacaksa niye aşıladık ki diye sorunca, torunlarımız yesin diye cevap verirken daha yaşlı ağaçları gösterip biz de dedelerimizin dedelerinin aşıladığı ağaçların meyvesini yiyoruz deyince ne demek istediğini anladığımda tarihin sonsuz derinliğinde mahcup bir şekilde kaybolmuş küçücük halimle daha da küçülmüştüm. Gerçekten bugün düşündüğümde Ilıca’daki zeytin bahçemiz iki bin yıllık organik göbekli tepe gibiydi adeta.
Benim için muhteşem bir gün olmuştu ne çok şey öğrenmiştim. Delice zeytinini uslu zeytin yani akıllı zeytin yapmak için babam kendi insan canlısı olma misyonunu yerine getirirken yine evrenin ona verdiği misyon gereği kendi nesline bilgi, tecrübe ve ebilitesini aktarmaya çalışıyordu, bilinç altı ya da bilinçli bir şekilde. Acaba insan canlısı da uslu zeytin kadar uslanıp yani akıllanıp zamanı delip ölümsüzlükle birlikte anılabilecek miydi?
Tüm bilinmezliklerin içinde çocuktum ve benim için günün en zevkli anı babamın çakısını oynayabildiğim andı. O ağacı o şekilde kesebilmek çok keyifliydi. Ayrıca çocukluğumun çizgi filmi Red Kid’in ağaç yontması gibi çok zevkliydi. Muhakkak bir çakım olmalıydı, bundan daha zevkli bir oyuncak olamazdı. Birkaç kez babamın çakısını tekrar oynamak için istesem de çakıya zarar verebileceğim gerekçesi ile vermemişti. Birkaç kez çarşıya çakı siparişi versem de her geldiğinde siparişimi almamış olurdu. Niye almadın diye sorduğumda çakıcılar ölmüş diye beni kandırdığını, kesici delici aletle oynamanın doğru olmadığını kendime ya da arkadaşlarıma zarar verebileceğimi uygun bir dille annem anlatınca ikna olmuştum. Ancak büyümeden çakı sahibi olamayacağımı düşününce çok üzülmüştüm.
Ama muhakkak o çakı ile oynayabilmeliydim. O hafta babam yine çarşıya gitti bu kez çakı siparişi yapmamıştım ama çakı aklımdaydı. Bir yolunu bulup o çakıyla oynamalıydım.
Birkaç ay geçmişti bağ evindeydik yazları vaktimizin çoğu bağ evinde yani yayla evinde geçerdi. Geçen hafta dedemler konuşurken incir aşısı vaktinin geldiğini duymuştum. Bu benim için ilginç bir senaryo olabilirdi. Evet tam da uygun bir zamandı. Öğleye doğru herkes siestaya çekilmişti. Anneme, anne ben incir aşısı yapmak istiyorum dedim. Annem sen nasıl incir aşısı yapacaksın, bilemezsin diye itiraz etti. Hayır babam öğretti diye ısrar ettim. Hangi inciri aşılayacaksın ne aşısı deyince, havuzun yanındaki lop incirden şu evin önündeki kendiliğinden çıkan yabani inciri aşılayacağım. Peki sıcakta çok kalma hadi yap o zaman diye kabul etti. Çok şanslıydım eğer yeni bir şey yapmak istersem hep serbest bir alanım vardı ve ben bunu çok iyi biliyordum. Denediğim şeyleri başardığımda o serbest alanım genişliyordu bununda farkındaydım. Bu kez bu alanı çok sevdiğim çakı oyunu için kullanacaktım ama aynı zamanda başarılı olmak zorundaydım. Annemin verdiği iznin sevinci ile annemden çakı istediğimde tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü annem eski kesmeyen bir çakı vermişti. Moralim bozuk bir şekilde eski çakı ile lop incirin güzel budaklarından kesip getirdim. Bağ evinin döşeme balkonunda incirin yapraklarından babamın yaptığı gibi kendime tezgah yaptım. Dikkatlice hazırladığım incir budağını verevine kesmeye çalışsam da istediğim gibi olmuyordu. Hatırlıyorum babam tüm aletlerini gözü gibi korurdu. Baba niye bu kadar kıymetli aletlerin diye sorduğumda alet işler el övünür derdi. Haklıydı zaten acemi olan ellerim çakı da keskin olmayınca bir türlü babamın öğrettiği gibi yapamıyordum. Annem bana acımış olmalı ki gülümseyerek al ama dikkat et diyerek deri kılıf içindeki o çakıyı uzattı. Benim için o an inanılmaz bir ağır çekimdi. Yine o ağır çekimle çakıyı aldım yıllardır kalem aşısı yapar gibi aşılık budağın ucunu düzelttim, ucundaki zar gibi odunlu yeri aldıktan sonra dilimle düzgünlüğü kontrol ettiğimde incirin süt denen beyaz sıvısı dilimi kabartsa da çok keyifliydim. Annem ben ilginç bir şey yapıyorsam yandan muhakkak destek olurdu. Çoktan oradaki naylon örtünün kenarından makasla hazırlamış olduğu şerit şeklindeki ince uzun naylon parçalarını elime tutuşturdu bununla sararsın şuradaki külleri de hamur haline getir onlarla sıvayıver diye olayı basitleştirici ve olabilirliğini arttırıcı her zamanki tarzıyla beni incir çalısının başına göndermişti bile o çelimsiz halimle. Ne şanlıydım babam ayrıntıcı, detaycı, annem kolaycı ve pratik. Hızlıca incir çalısının en uygun yerini kestim babamın yaptığı gibi en uygun yeri tasarladım bu arada sert ağaçtan kılavuzu malzeme sepetinden alıp elime tutuşturmuştu bile annem. Kaybetme biliyorsun babanın malzemeleri kıymetlidir diye de tembihlemişti. Her şey yolundaydı inanılmaz bir şekilde küçük yaşıma rağmen aşı yapabilecektim kılavuzu sokup yer açtığımda heyacanım doruktaydı. Benim elim değil Fatıma Anamızın eli deyip kalem aşıyı yerleştirdiğimde kalbim duracak gibiydi. Aynı heyecanı ilk karaciğer nakli ameliyatımı yaptığımda da hissettiğimi hatırlıyorum. O anda Fatıma Anamızın eli demek önemliydi eğer öyle denirse uslu ağacın verimli ve bereketli olacağını söylemişti babam, bu topraklarda toprağın hafızası ve ritüelleri babadan evlada sürdürülmeliydi.
Heyecanla annemin yanına geldiğimde annem nasıl oldu diye sordu. İlk aşımı yaptım diye keyifle cevap verdim. Hadi hayırlısı aferin dedi annem nedense annemin aferini benim için dahası olmayan bir ödül gibi gelirdi.
Üç hafta sonra babamın kucağında kardeşim benim aşıyı inceliyordu, olmuş tutmuş aşı diye anneme haber verdi. Heyecanla babamın yanına koştum aşılık kalemlerin ucundan yeşil yaprak çıkmaya başlamıştı. Muhteşem bir histi benim için. Yıllar içinde o aşılanan yabani çalılık dev bir incir ağacı oldu. Geçen yıl başındaki incirin çokluğundan çok büyük bir dalı kırılmış ben çok üzüldüm. üzülme incirin ömrü kısadır zeytin gibi dayanıklı değildir diye bu yaşımda eğitim vermeyi ihmal etmemişti annem biz ilk zeytinliğimizi anneme almıştık.
Bir yıldan uzun süre önce karaciğer safra yolları kanseri nedeniyle ameliyat ettiğim genç adamın canlı kalmak için yaşamın tüm kodlarına müdahale edercesine sabah erken kalkıp yürüyüşüne, beslenmesine, psikolojik ve sosyal tüm konsantrasyonu ile bedenindeki tüm hücrelerini uslandırıp yani akıllandırıp ehlileştirmek, serseri terörist hücreleri kontrol altına almak için adeta iç dünyasında tüm bedenindeki canlı her şeye top yekün eğitim seferberliğine aldığını bunun için canla başla çalıştığını yerkürede milyon yılda elde edilen bilgi tecrübe ve aklı zamanı büküp günler içinde yapmaya zorladığını yakından takip ediyor onun bu azmine destek oluyordum. Bu genç adam savunma hücrelerini aşıyla güçlendirme söz konusu olabilir mi, tedaviye ilk başladığımızda bu yöntemden de bahsetmiştiniz diye bir soru yönelttiğinde doğru olduğunu bu çalışmaların deneysel anlamda devam ettiğini vurguladım. O tedavisine o kadar yoğunlaşmış olmalı ki bu tedavi seçeneğini de değerlendirmek istediğini söyleyince aşı ve ölümsüz ağaçla olan hatıralarım aklıma geldi.
İyilik fenotipik olarak algılanmalı, habitat olarak yaşanmalı ve genotip olarak kodlanıp aktarılmalı. Yetmedi aşılanmalı, aktarılmalı, devredilmeli. İyilik bulaştırılmalı, yayılmalı.
Canlının gelişimi sürmeli sürdürülmeli. Eğer bu canlı bir bitkiyse belki de daha dayanıklı ve daha verimli olmak zorunda. Eğer bir mikroorganizma ise daha dirençli olmak zorunda. Eğer bu çok hücreli başka bir canlıysa survey edebilmesine yardım eden her ne meziyetse onu geliştirmek zorunda. Eğer söz konusu canlı insan canlısı ise durum temel mantık olarak aynı olmakla birlikte onun kendini geliştirmek için birden fazla yöntemi ve birden fazla özelliği olduğu gibi diğer canlıların da kendini geliştirmesinde görev üstlenmeli. Çünkü o, gelişimin ve yenilenmenin evrendeki en önemli sorumlusu. İster evrenin otomatik kodlarıyla, isterse insan canlısının sahip olduğu akıl ve el becerisinin desteği ile biriktirilen bu fenotipik durum aktarılabilmeli. Genotipik durumda bunlardan farklı değil tabi ki, asıl kalıcı aktarım genotipik kodlamanın sorumluluğunda.
İnsan canlısı diğer canlıların hepsini mutaal bir yaşam tarzına mı zorluyor? İnsan canlısı vahşi doğadaki tüm canlıları uslandırma, evcilleştirme çabası en nihayetinde ne ile sonuçlanacaktır? Peki insan canlısı doğadaki var olan tüm vahşi canlıları uslandırırken kendisi de uslanıp olgunlaşacak mı? Bir canlı büyütüp besleyen insan daha mı uslu ve gelişmiş oluyordu. Gelişmişlik vahşilikten uzaklaşıp, uslanıp evcilleşmek, toplumsallaşmak mıydı? Tüm bilinmez ev ödevlerini gerçekleştirebilmek için insan canlısı kendini daha da geliştirmek zorunda mıydı? Özellikle onu diğer canlılardan ayıran el kabiliyeti ile zihinsel kabiliyetini daha da geliştirmek zorunda mıydı? Hatta bu kabiliyetlerini daha da verimli kullanmak için alet denilen nesneleri de geliştirmek zorunda mı? Zihinsel kabiliyeti daha verimli kullanmak için örneğin bilgiyi sayan bilgisayar denen cihazlar mı üretmeli? Ya da el kabiliyetini daha verimli kullanmak için örneğin kesici delici alet yani bir çakı mı yapmalı? O zaman yapılan her şey öncelikle insan denilen canlının survey etmesini sağladığı gibi aynı zamanda vahşi hayattan ehli yani uslu hayata geçen canlılar için de bu bir survey garantisi mi oluyordu?
Öte yandan hem zihinsel hem de el kabiliyetlerini geliştiren, daha iyi ve verimli kullanan insanlar survey etmekte daha mı avantajlıydı?
Canlı kalma adına milyonlarca cevap bekleyen sorularla boğuşurken yine sonsuz canlı kalma sebebini habitatında barındıran egenin o tarifsiz doğası ve iklimi ile Latmos Dağının eteklerinde tarihi Herakleus körfezine yeni haliyle Bafa Gölüne karşı yer yer makilikler, yer yer uslu zeytinlerle dolu arazideyiz.
Atalarımızın atalarının mesken tuttuğu yerler pek çok yapılış, ediliş eskiden beri yapıla geldiği gibi yapılıyor. O kadar çok gelenek var ki doğayla iç içe tek tek tarif neredeyse imkansız. Ilıca diye bilinen mevkideyiz bitki örtüsü makiliğin abartılmış hali ile karşı karşıyayız. Gerçekten abartılmış hali, makilik bodur çalılık olarak bilinirken buralarda toprak biraz daha verimli, her tür çalı büyük ağaç olma niyetinde. Arazinin kendine oluşturduğu o havadar plato ile birlikte taban yerlerinde asırlık zeytin ağaçlarımız var. Arazinin hafif engebesi, pişirilmiş keren(killi) toprak taşlar ve kesilmiş su taşı denen kalker taşları ile teraslanmış. Hemen her yer binlerce yıl öncesinden adeta mimari bir tasarım görmüş alan gibi. Medeni, düzenli ve ahenkli. Büyük ağaçlar; eski, yaşlı, büyük ağaçlar, zeytin ağaçları, incir nar ceviz ağaçları hepsi birer tarih taşıyor gibi yılların deneyimi, hafızası ile duruşlarında bir olgunluk bir asalet var. Kim nerede duracak o bile belli adeta. Aralıklı iki göz, yani iki odalı bağ evleri var. Kimisi virane, kimisi tamirat görmüş bağ evleri.
Nar ağaçları; ekşisi, tatlısı ayrı bir kimliği var. Ekşi olan daha ince yapraklı, dalları dikenli, daha sert, daha dik. Tatlı olanlar; daha geniş yapraklı, daha dikensiz, daha geniş, dalları aşağıya eğilmiş sanki yüz yıllar önce buralardan bir genetik mühendisi geçmiş gibi. Genetiği oynanıp narın tatlı olması sağlanmış, yetmemiş dikenleri azaltılmış, yetmemiş tatlı narı çocuklar daha çok sever diye dalları aşağıya doğru eğilmiş ve pek çok genotipik müdahale tatlı narın fenotipine yansımış, oracıkta olgun vakur bir şekilde duruyor öylece. Tatlı narın olgunluğu ve asaleti her halinden belli oracıkta. Yan tarafta duran deveci armudu farklı mı o da medeniyet ve zarafet bakımından başka bir olgunluk içinde. Ceviz ağacı ve diğerleri hepsi zarafet ve olgunlukta bir yarış halinde, oradaki en yaşlı, en bilge büyüklerinin gözüne girmek istercesine.
Hemen suyun yanındaki o ulu ağaç, incir ağacı ne büyük bir ağaç. Sanki dallarının uçlarını görmek mümkün değil. O devasa incir ağacının dibinde neredeyse sekiz on kulaç çapında ölü incir ağacı kalıntısının kenarında yeniden büyüyen incir dalları üçer beşer kulaç çapında gövdeye ulaşmış dev dallar sanki atasının namını, asaletini yaşatmak ister gibi göğe doğru uzanmış dev incir ağaçları… Sanki oracıkta medeniyet denilen yolculukta büyük büyük atalarının yolunda daha mutaal, daha mutlu, birlikte uzun ve verimli bir yaşam için yarış halindeler adeta.
Büyük büyük ataları öyle mi ? O çok farklı, çok şey görmüş geçirmiş. Doğru belki on binlerce yıl önce o da şımarıktı, o da serseriydi. İstediği yamaçta, istediği yerde, istediği gibi delicesine takılıyordu belki de. Ama delicesine istediği gibi takılmak delikanlı ayaklarına serserilik yapmak nereye kadar, kaç on bin yıl sürdürülebilir ki… Ayrıca meyvelerinden her türlü katık yapılabilirken, o zor kıt zamanlarda insan denen canlıya o güzel katığı ile canlı kalması için hayati rol üstlenirken. Canlı kaldıkça tecrübesi artan ve ateşi keşfedecek insan canlısının ateş yakabilmesi için dökülen yaprakların muazzam tutuşturucu görevinin yanında, kuruyan dallarının yandığında oluşan korları, o insanlık ateşinin sönmemesi için ateşi ertesi güne saklarken. Diürnal yaşam döngüsünde sadece güneşin ışığı ile gündüz yaşayabilen insan canlısına olgunlaşan meyvelerinden elde edilen sızma yağla yapılmış kandil ile insan canlısının gecesini de aydınlatıp yeni bir yaşam zamanı sunabilecekken. Hiç sıkılmadan bu işi 10 bin yıldan fazla yapıp halen yaşadığım kasabada elektrik kesildiğinde o sızma yağ kandili ile aydınlanan büyük babaannem titrek elleriyle ocaktan aldığı yanan dalınla o kandilini tutuşturacağını görecekken, ayrıca her derde deva kabızlıktan yaradan bereden böcek ısıran yere kadar sürüldüğünde insanlığın ilk lokman hekimi olmak varken nasıl oluyor da yamaçlarda öyle delice serserice yaşarsın ki. Sen uyma makilikteki o bir sürü serseri makiye, uslan yani akıllan biliyorsun us akıl demek beynin nerende bilmiyorum ama uslan akıllan diye on bin yıldan önce insanoğlu o delicenin kulağına fısıldamış olmalı ki neredeyse oradaki uslanmaya çalışan medenileşmeye çalışan tüm ağaçların en eskisi, en uzun yaşayanı olarak oracıkta bir sürüsü var. Sahi en ilginci diğer akıllı ağaçlar bahçede tek tük takılırken, onlar bir topluluk bile oluşturmuşlar.
Evet o iki bin yıllık zeytin ağaçlarından bahsediyorum, ne büyük ne devasa ağaçlar. Büyüklüğünden ziyade ne ilginç karakteristik bir bilgelikle duruyorlar. Sanki hiyerarşik bir duruşları da var. Sanki grubun daha dışındaki ağaçlar daha genç gibi, buna karşılık daha merkezi yerdekiler daha yaşlı. Ama ortada duran, suya daha yakın duran, o ayrı bir büyük onun adı zaten “koca ağaç” koca yaşlı manasında mı yoksa büyük manasında mı bilmiyorum. Bizim oralarda koca yaşlı manasında da büyük manasında da kullanılabilir. Bence her ikisi koca ağaç için geçerliydi. Ayrıca bu kadar misyonu olan bir varlığın sıfatı değil direk ismi de olabilirdi. Bu hiç de şaşırtıcı olmamalıydı. En nihayetinde belki de iki bin yıldan uzun zamandır orada duruyor ve herkese büyüklük yapıyor, uslu olmayı yani akıllı olmayı öğretiyordu bizim koca uslu zeytin ağacı. Biz mi onun çocukları, o mu bizim ağaç o da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ama aklı olan varlık olarak insan denen canlıda yazılı tarihi ile aklını ve hafızasını saklamayı öğrendiğine göre en az onun hafızası kadar hafıza yaşı vardır gibi tartışma uzatılabilir. Ama canlı hafıza olarak şartlar ne olursa olsun biz onun çocukları gibiyiz.
O koca uslu zeytin ağacı en verimli ,en dayanıklı, en uzun yaşayan ağaç. Oradaki canlıların en eskisi, en atası. Yılların yorgunluğu o kadar belli ki her halinden, koca kökleri yılların erozyonu ile yer yer toprağın üzerine çıkmış yeteri kadar işe yaramıyor gibi ama o köklerine yine de sadık. Yer yer kökleri onu değil o köklerini koruyor gibi. Acaba kendince insanlığa mesaj mı vermeye çalışıyor? Köklerinize sahip çıkın diye, sahi dili olsa neler anlatmak ister acaba. Gövdesi kıvrım kıvrım, kat kat her bir kıvrım ayrı bir yüz yıldan kalma gibi. O bilge insanın yüzündeki tecrübeyi ve yaşanmışlıkları yansıtan kırışıklıklar gibi. Belki daha fazlası ne de olsa her bir kırışıklık yüz yıllık. Ama dalları başka bir asalet ve denge ile gövdeden ayrılıyor, her bir dal diğer dal ile çakışmadan saygıyla uzamış ve farklı kollara ayrılmış. Ucundaki budaklar ve yapraklar daha taze ve gürbüz. Her bir yaprağın önünde minnacık tomurcuklar kendini göstermek üzere. Sadece şu haliyle bizim koca uslu zeytin ağacı ne büyük mesaj veriyor. Biz çocuklarına eğer köklerinize sahip çıkarsanız, gövdenizde hafızanızı biriktirirseniz, dallarınız birbiriniz ile çakışmaz ve yapraklarınız üretmeye devam ederse yetmedi çiçekleriniz genlerinizi geliştirip gelecek nesillere taşırsa bin yıllarca ayakta kalabilirsiniz diyor gibi.
Olgunlaşmak sadece genetik aktarımla mı mümkün başka aktarım seçenekleri yok mu? Her ne kadar en verimli en dayanıklı ve en akıllı kromozomlar birbirini bulup yeni gen yapacak şekilde ayarlansa da insan canlısının aklı ve becerisi bu gelişime hiç mi katkısı olmayacak. Eğer insan canlısı başından beri kendisi ile birlikte tüm canlıların uslanması, akıllanması için kodlanmışsa uğraşmalı elbet.
Ne ilginç bir kronolojik gelişim ve uslanma.
Aslında bu koca uslu zeytin ağacı bu bin yıllık su taşından yapılan teraslar yapılmadan önce buralar vahşi ve serseri makilik iken burada bir delice zeytin çalısıydı ve serserilikten başka bir şey de yapmıyordu. Bin yıllar önce bir insan canlısı gelip onun akıllanmasına katkı sağlamak üzere müdahale etti narin bir dokunuşla onun kulağına fısıldadı akıllan yani uslan dedi.
Ne ilginç tesadüfler ve mesajlar gerçekten Ege’de bir sürü çalılığın makiliğin içindeki ilkel zeytin çalısının adı “delice”’dir. Sanki bu kadar asil bir varlığın adına direk deli demek abes olacak gibi sakince delice denmiştir. Bin yıllar önce insan elinin dokunuşu ile daha verimli ve dayanıklı hale getirilmesinden sonra o ilkel zeytin çalısı kimliği olan zeytin ağacı haline gelmiştir. Daha ilginci o ağacın adı Türkçede “us”lu zeytin ağacıdır yani akıllı zeytin ağacı.
Evet kavramlar, emojiler, kelimeler ve dil bazen anlatmak için yetmiyor. Ancak kelimeler tesadüflerle değil bilerek mi seçiliyor. Yoksa kelimeler ve anlatımlar harf harf, kod kod, genler gibi mi aktarılıyor. Gelişmek olgunlaşmak için daha çok yaşamak için en erken olgunlaşan, uslanan daha mı uzun yaşayacak? Ölümsüzlük olgunlaşmak ve uslanmakta mı gizli. Hırçınlık serserilik ömrü kısaltıyor mu? Ya da uzun yaşamanın önünde bir engel mi?
Belli ki gelecek yıl çok verimli olacak. Birkaç güne çiçeklerde açacak zaten. Çiçekler açmalı, polenler savrulmalı, polenlerle taşınan genler dişi çiçek ile kavuşmalı. İki bin yıllık tecrübe ve görgü yani fenotip, gen olarak nesillere aktarılmalı netice de onca tecrübe boşa harcanamaz.
Mevsim ilkbahar her yerde otlar, çiçekler, böcekler… Polen alerjim neredeyse anaflaksiye dönüşecek, her yerim kaşınıyor, burnum akıyor. Ama yine de babamın peşindeyim. Koca uslu zeytin ağacının yanına geldik biraz gölgesinde dinlenmek için oturmamıza rağmen babam biraz ağacın yan tarafına oturmuş dikkatlice koca ağacı gözlemliyor. Bir yandan bahar mevsimi, yer soğuktur, üşütürsün, bak hapşırıyorsun diyerek tek ayağımın üzerine nasıl oturacağımı öğretiyor. Ayağımda lastik çizme var. Tek ayağımı kıvırıp onun üzerine oturuyorum. Askerliği döneminde askerin sağlığı için ilk öğrettiği tekniklerden biri olduğunu söylüyor bu oturma şeklinin. Ben onun öğretilerine harfiyen uymaya çalışan minik asker gibiyim. Onun gözüne girmek hoşuma gidiyor.
O bir yandan koca ağacı incelemeye devam ediyor. Bir şeyler planladığı belli ama ne planladığını anlamam tabi ki mümkün değil. Neyse biraz nefeslendikten sonra o büyük ağacın o muhteşem dallarına tırmanıyor en gürbüz en verimli budaklarını cebinden çıkardığı ağaç makası ile bir mikrocerrah edasıyla kesiyor. Koca yaşlı ağacın en güzel ve verimli dallarını kestiği için biraz içim cız ediyor. Neden kesiyorsun diye tepki göstermeye çalışırken o sakin ses tonu ile açıklamaya başlıyor.
Bak oğlum bu mevsim bahar mevsimi bu mevsimde delicelere uslu zeytin aşısı yaparız aşıların tutup verimli ve dayanıklı olması için en olgun en verimli ağacın en taze budaklarını seçmek zorundayız. Bu ağaç tüm ağaçların en verimlisi ve olgunu. Deden de tüm aşılık budakları bu ağaçtan seçerdi diye o arazideki hareketlerin gelenekselleşecek kadar eski kodlarını da anlatmayı ihmal etmiyor. Neyse elimizdeki gürbüz zeytin budakları ile bahçenin kenarına doğru yürüdük. En sondaki daha genç uslu zeytin ağaçlarından sonra makilik başlıyordu. Makiliğin önünde geçen yıldan tımarı yapılan ağaç olmaya niyet etmiş delicelerin yanına geldik. Koca ağacın komşusu incir ağacının yeni çıkan taze bahar yapraklarından bir tutam toplamıştık. Babamın o yaprakları ne yapacağını merak ediyordum ki babam yaprakları pratik bir şekilde döşeyip kendine güzel bir tezgah oluşturmuştu bile. Hemen yan taraftaki dut ağacının taze dallarının en uzunlarını elindeki ağaç makası ile kesip incir yapraklarından oluşturduğu tezgahın yanına getirdi. Dut dallarının kabuklarını ince disseksiyon yapan cerrah edasıyla içindeki odun kısmından sıyırıp ayırdı. Bu yıl bahar çok güzel, dallara su çok güzel yürümüş dedi. Bu yılki aşılar çok güzel olacak demektir bu diye eklemeyi ihmal etmedi. Daha sonra dikkatle yere oturdu biraz önce bana öğrettiği o oturma şekli ile. Gözlüğünü taktı başındaki silindir bez şapkası ve yeleği ile her haliyle bir araştırmacıya benzemekle birlikte, içine genetik uzmanı kaçmış mikro cerrah edasıyla yeleğinin iç cebinden deri kılıf içinde minik bir çakı çıkardı. Belli ki o çakı çok kıymetliydi. Özel korunaklı kılıfın içinde iç cebindeydi. Sakince koca ağaçtan aldığı zeytin budaklarını inceledi, budağın üzerindeki en verimli, bir dahaki yıl filiz çıkacak gözenekleri saydı. Hemen yan taraftaki delicenin en güzel yerinden dalını testere ile bir hamlede kesti. Sadece bir odun kalmıştı çok üzüldüm baba ne yapıyorsun dememe kalmadan izle dedi. Ve tekrar tezgaha döndü. Değerli çakısı ile koca ağaçtan getirdiği en güzel budağı kesmeye başladı. O kadar düzgün kesiyordu ki kestiği budağın o yüzeyi özel bir cihazla kesseniz o kadar düzgün olamazdı. Kalem aşısının tutması için kesilen yüzeyin düzgün olması çok önemli diye anlatmayı da ihmal etmiyordu. Düzgünlüğü eliniz ile kontrol etmeniz yüzeyde çizilmeye neden olabilir derken, yüzeyin düzgünlüğünü dili ile kontrol ettikten sonra dilinizle kontrol etmelisiniz diye devam ediyordu. Ayrıca inceltilen budağın en ucundaki zar şeklinde kalan odun parçasını kesmeyi unutma deyip kesiyor ve buna sünnetleme denir diye ekliyordu. İki kalem aşılık hazırladıktan sonra ayağa kalktı altında ayağı uyuşmuş olmalı, başı kesilen delicenin yanına biraz sekerek vardı. Boyu seviyesinden kesmişti delicenin başını, hayvan haşaratın zarar vermemesi için bu boy önemliydi. Aşının uzun yıllar belki de iki bin yıl yaşayabilmesi için diğer canlıların zarar vermemesi geriyordu.
Delicenin hazırlanan başını eliyle iyice kontrol ettikten sonra diğer cebinden çıkardığı kuru delicelerin sert dallarından yapılan ucu sert, ucunun bir yanı düzleştirilen, uslu ve canlı aşı şeklindeki, ağaçtan yapılan aparatı çıkarıp, bunun adı kılavuzdur dedi. Bununla bu delicenin gövdesi ile kabuğu arasına yol açacağız o yol tam canlı olanın boyutuna uygun olmalı ve sakince oraya yerleştirmelisin diye tarifini detaylandırıyordu. Benim elim değil Fatıma Anamızın eli diyerek aşılık kalemini yuvasına yerleştirdi. Tüm işlemleri yaptıktan sonra genetik aşılama yaparcasına laboratuvarda çalışan bilim insanı edasıyla iki kalem aşıyı deliceye yerleştirdi.
Şimdi ikinci aşama diye evden getirdiği naylon poşetin içindeki macun kıvamındaki hamuru açtı. Sahi sabah telaşla annemle o harcı hazırlıyorlardı. Biraz hayvan gübresinin üzerine zeytin odunlarının külünü annem eliyor, babam yoğuruyordu. Bana çok ilginç gelmişti sabah yaptıkları iş ama çok dikkat etmemiştim. Poşetten gerçekten macun şeklinde bir hamur çıkınca şaşırmadım değil. Tam bir organik macun. Önce dutun uzun çubuklarından hazırladığı kabuklarla sımsıkı sarıp sağlamlaştırdı iki aşı kalemini. Sonra o organik macun ile sımsıkı sıvadı. Aşının tutması için, hava almaması en önemlisi diye sesli düşünüyordu.
Baba ben de deneyebilir miyim dediğimde beni kırmadı. İncir yapraklarından yaptığı tezgahın başına oturduk. Ondan artan zeytin budaklarını elime verdi. Önce tarif etti sonra elimi tutuş şeklimi ve açısını ayarlamamı istedi. Dikkat et çakı çok keskin bir yerine zarar verirsin diye de tembihlemeyi ihmal etmedi. Sonra çakıyı tutup ilk seferinde verevine çubuğu kesti. Sen devam et deyip elime verdi ben de onun öğrettiği gibi verevine kesebildim. Ucundaki zar gibi odun kalıntısını aldırttı. Adeta gerçekte yapıyor gibi düzgünlüğünü kontrol etmek için dilimi kullandım. Zeytin dalının acımsı ve farklı aromalı bir tadı vardı. Elinle kestiğin yere değme elinin yağı bulaşır ya da pürüzlü olursa aşı tutmaz diye tembihlemeyi de ihmal etmedi.
Baba bu aşı ne zaman uslu ağaç olur diye sorduğumda on yıldan sonra deyince şaşkınlığımı gizleyemedim. Bize faydası olmayacaksa niye aşıladık ki diye sorunca, torunlarımız yesin diye cevap verirken daha yaşlı ağaçları gösterip biz de dedelerimizin dedelerinin aşıladığı ağaçların meyvesini yiyoruz deyince ne demek istediğini anladığımda tarihin sonsuz derinliğinde mahcup bir şekilde kaybolmuş küçücük halimle daha da küçülmüştüm. Gerçekten bugün düşündüğümde Ilıca’daki zeytin bahçemiz iki bin yıllık organik göbekli tepe gibiydi adeta.
Benim için muhteşem bir gün olmuştu ne çok şey öğrenmiştim. Delice zeytinini uslu zeytin yani akıllı zeytin yapmak için babam kendi insan canlısı olma misyonunu yerine getirirken yine evrenin ona verdiği misyon gereği kendi nesline bilgi, tecrübe ve ebilitesini aktarmaya çalışıyordu, bilinç altı ya da bilinçli bir şekilde. Acaba insan canlısı da uslu zeytin kadar uslanıp yani akıllanıp zamanı delip ölümsüzlükle birlikte anılabilecek miydi?
Tüm bilinmezliklerin içinde çocuktum ve benim için günün en zevkli anı babamın çakısını oynayabildiğim andı. O ağacı o şekilde kesebilmek çok keyifliydi. Ayrıca çocukluğumun çizgi filmi Red Kid’in ağaç yontması gibi çok zevkliydi. Muhakkak bir çakım olmalıydı, bundan daha zevkli bir oyuncak olamazdı. Birkaç kez babamın çakısını tekrar oynamak için istesem de çakıya zarar verebileceğim gerekçesi ile vermemişti. Birkaç kez çarşıya çakı siparişi versem de her geldiğinde siparişimi almamış olurdu. Niye almadın diye sorduğumda çakıcılar ölmüş diye beni kandırdığını, kesici delici aletle oynamanın doğru olmadığını kendime ya da arkadaşlarıma zarar verebileceğimi uygun bir dille annem anlatınca ikna olmuştum. Ancak büyümeden çakı sahibi olamayacağımı düşününce çok üzülmüştüm.
Ama muhakkak o çakı ile oynayabilmeliydim. O hafta babam yine çarşıya gitti bu kez çakı siparişi yapmamıştım ama çakı aklımdaydı. Bir yolunu bulup o çakıyla oynamalıydım.
Birkaç ay geçmişti bağ evindeydik yazları vaktimizin çoğu bağ evinde yani yayla evinde geçerdi. Geçen hafta dedemler konuşurken incir aşısı vaktinin geldiğini duymuştum. Bu benim için ilginç bir senaryo olabilirdi. Evet tam da uygun bir zamandı. Öğleye doğru herkes siestaya çekilmişti. Anneme, anne ben incir aşısı yapmak istiyorum dedim. Annem sen nasıl incir aşısı yapacaksın, bilemezsin diye itiraz etti. Hayır babam öğretti diye ısrar ettim. Hangi inciri aşılayacaksın ne aşısı deyince, havuzun yanındaki lop incirden şu evin önündeki kendiliğinden çıkan yabani inciri aşılayacağım. Peki sıcakta çok kalma hadi yap o zaman diye kabul etti. Çok şanslıydım eğer yeni bir şey yapmak istersem hep serbest bir alanım vardı ve ben bunu çok iyi biliyordum. Denediğim şeyleri başardığımda o serbest alanım genişliyordu bununda farkındaydım. Bu kez bu alanı çok sevdiğim çakı oyunu için kullanacaktım ama aynı zamanda başarılı olmak zorundaydım. Annemin verdiği iznin sevinci ile annemden çakı istediğimde tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü annem eski kesmeyen bir çakı vermişti. Moralim bozuk bir şekilde eski çakı ile lop incirin güzel budaklarından kesip getirdim. Bağ evinin döşeme balkonunda incirin yapraklarından babamın yaptığı gibi kendime tezgah yaptım. Dikkatlice hazırladığım incir budağını verevine kesmeye çalışsam da istediğim gibi olmuyordu. Hatırlıyorum babam tüm aletlerini gözü gibi korurdu. Baba niye bu kadar kıymetli aletlerin diye sorduğumda alet işler el övünür derdi. Haklıydı zaten acemi olan ellerim çakı da keskin olmayınca bir türlü babamın öğrettiği gibi yapamıyordum. Annem bana acımış olmalı ki gülümseyerek al ama dikkat et diyerek deri kılıf içindeki o çakıyı uzattı. Benim için o an inanılmaz bir ağır çekimdi. Yine o ağır çekimle çakıyı aldım yıllardır kalem aşısı yapar gibi aşılık budağın ucunu düzelttim, ucundaki zar gibi odunlu yeri aldıktan sonra dilimle düzgünlüğü kontrol ettiğimde incirin süt denen beyaz sıvısı dilimi kabartsa da çok keyifliydim. Annem ben ilginç bir şey yapıyorsam yandan muhakkak destek olurdu. Çoktan oradaki naylon örtünün kenarından makasla hazırlamış olduğu şerit şeklindeki ince uzun naylon parçalarını elime tutuşturdu bununla sararsın şuradaki külleri de hamur haline getir onlarla sıvayıver diye olayı basitleştirici ve olabilirliğini arttırıcı her zamanki tarzıyla beni incir çalısının başına göndermişti bile o çelimsiz halimle. Ne şanlıydım babam ayrıntıcı, detaycı, annem kolaycı ve pratik. Hızlıca incir çalısının en uygun yerini kestim babamın yaptığı gibi en uygun yeri tasarladım bu arada sert ağaçtan kılavuzu malzeme sepetinden alıp elime tutuşturmuştu bile annem. Kaybetme biliyorsun babanın malzemeleri kıymetlidir diye de tembihlemişti. Her şey yolundaydı inanılmaz bir şekilde küçük yaşıma rağmen aşı yapabilecektim kılavuzu sokup yer açtığımda heyacanım doruktaydı. Benim elim değil Fatıma Anamızın eli deyip kalem aşıyı yerleştirdiğimde kalbim duracak gibiydi. Aynı heyecanı ilk karaciğer nakli ameliyatımı yaptığımda da hissettiğimi hatırlıyorum. O anda Fatıma Anamızın eli demek önemliydi eğer öyle denirse uslu ağacın verimli ve bereketli olacağını söylemişti babam, bu topraklarda toprağın hafızası ve ritüelleri babadan evlada sürdürülmeliydi.
Heyecanla annemin yanına geldiğimde annem nasıl oldu diye sordu. İlk aşımı yaptım diye keyifle cevap verdim. Hadi hayırlısı aferin dedi annem nedense annemin aferini benim için dahası olmayan bir ödül gibi gelirdi.
Üç hafta sonra babamın kucağında kardeşim benim aşıyı inceliyordu, olmuş tutmuş aşı diye anneme haber verdi. Heyecanla babamın yanına koştum aşılık kalemlerin ucundan yeşil yaprak çıkmaya başlamıştı. Muhteşem bir histi benim için. Yıllar içinde o aşılanan yabani çalılık dev bir incir ağacı oldu. Geçen yıl başındaki incirin çokluğundan çok büyük bir dalı kırılmış ben çok üzüldüm. üzülme incirin ömrü kısadır zeytin gibi dayanıklı değildir diye bu yaşımda eğitim vermeyi ihmal etmemişti annem biz ilk zeytinliğimizi anneme almıştık.
Bir yıldan uzun süre önce karaciğer safra yolları kanseri nedeniyle ameliyat ettiğim genç adamın canlı kalmak için yaşamın tüm kodlarına müdahale edercesine sabah erken kalkıp yürüyüşüne, beslenmesine, psikolojik ve sosyal tüm konsantrasyonu ile bedenindeki tüm hücrelerini uslandırıp yani akıllandırıp ehlileştirmek, serseri terörist hücreleri kontrol altına almak için adeta iç dünyasında tüm bedenindeki canlı her şeye top yekün eğitim seferberliğine aldığını bunun için canla başla çalıştığını yerkürede milyon yılda elde edilen bilgi tecrübe ve aklı zamanı büküp günler içinde yapmaya zorladığını yakından takip ediyor onun bu azmine destek oluyordum. Bu genç adam savunma hücrelerini aşıyla güçlendirme söz konusu olabilir mi, tedaviye ilk başladığımızda bu yöntemden de bahsetmiştiniz diye bir soru yönelttiğinde doğru olduğunu bu çalışmaların deneysel anlamda devam ettiğini vurguladım. O tedavisine o kadar yoğunlaşmış olmalı ki bu tedavi seçeneğini de değerlendirmek istediğini söyleyince aşı ve ölümsüz ağaçla olan hatıralarım aklıma geldi.