Tevekkül--01--[tasavvuf bahsi]

quasimodo

Profesör
Katılım
20 Aralık 2008
Mesajlar
1,929
Reaksiyon puanı
57
Puanları
0
Tevekkül ile İlgili Yüce Allah'ın Sıfatları



El-Vekîl ism-i şerîfi, Arapçadaki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur`ân`da ondan fazla yerde geçmekte olup 8 mânâsı: "İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temîn eden."9 şeklindedir. Âyette şu şekilde geçmektedir: "...Allah`a tevekkül et; vekîl olarak Allah yeter." (Nisâ 4/81, Ahzâb 33/3)
Kendisine iş ısmarlanan kişiye vekil denir. Bilindiği gibi vekil yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her bakımdan güvenine layık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmaktır.



El-Veliyy: İyi kullarının, inananların dost ve yardımcısı anlamındadır. Kur`an`da bu anlamda, veliyy ve mevlâ şeklinde geçmektedir.11 Bir âyette şöyle buyurulmaktadır:
"...Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah`a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır ne güzel yardımcıdır." (Hac 22/78)
El-Hasîb: Bu isim iki mânâya gelmektedir: 1- Kullarına yeten; 2- Kullarını hesaba çeken. Konumuzla ilgili olan ilk mânâdır. Bu ismi şu âyette görebiliriz:12 "Bir kısım insanlar mü`minlere: ``Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!'' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve: ``Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!'' dediler." (Âl-i İmrân 3/173)

- Allah`ın doksan dokuz ismi dışındaki isimlerinden13 konumuzla âlâkalı olanların anlamları:
El-Kâfî: Allah kendisine inanan, kendisine bağlanan ve kendisine güvenip dayananlara kâfî gelir, onlara yeter. Usûl ve kâidelerine uyularak kendisine bırakılan işleri, hayırlı ve kul için en güzel ve faydalı sonuca ulaştırır. İnsan için Allah`tan daha güzel ve sağlam bir dayanak ve vekil olamaz.14
Bir âyette şu şekilde geçmektedir: "Allah kuluna kâfî değil mi?..." (Zümer 39/36)
El-Vâfî: Kâfî, yeten, sözünün eri; va`dini mutlak yerine getiren anlamına gelir.
En-Nasîr: Yardım eden, teyid ve takviye eden anlamındadır. Bir âyette şu şekilde geçer: "...Bilin ki Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır."
(Enfâl 8/40)
Hayru`n Nâsırîn: Yardım edenlerin en hayırlısı anlamına gelmektedir. Âyette şöyle geçmektedir: "...Sizin yardımcınız Allah`tır ve O yardım edenlerin en hayırlısıdır." (Al-i İmran 3/150)
El-Müste`ân: Yardım kendisinden istenen anlamındadır. Âyette: "...Bizim Rabbimiz Rahmân`dır. Sizin anlattıklarınıza karşı yardımı umulandır." şeklinde geçer. (Enbiyâ 21/112)

Tevekkül eden kişi "İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır."15 kuralı karşısında aklî ve bedenî görevini yapacak, bundan öte Allah vekîlimdir deyip işini O`na havâle ederek, sonuç ne olursa olsun ona rızâ duygusuyla, bir de iç yorgunluk yaşamayacaktır.

Tevekkül Nasıl Olmalıdır?






Çalışmanın ve sebeplere yapışmanın ihmâli tembellik demek olduğuna göre, tevekkül ile tembellik arasında bir zıtlık vardır. İslâm dînînde tevekkül vâcib, tembellik haramdır.
"Tevekkül demek, görevin îfâsını Allah`a havâle etmek değildir; emri ve kararı Allah`a bırakmaktır. Allah`ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır.

Kısacası tevekkül, "tefvîz-i vazife" (görevi havâle) değil; "tefvîz-i emr" (kararı havâle)dir. Birçokları bu konuda gaflete düşerek tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah`a havâle edip, emir ve komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekat, cihad vs. gibi görevleri Allah-ü Teâla ona emredip yaptırmayacakmış da (hâşâ) onun yerine Allah yapacakmış gibi bâtıl bir zihniyet taşırlar.

İsrâiloğullarının vaktiyle Hz. Musa`ya: "Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız." (Maide 5/24) dedikleri gibi demek isterler. Bu ise Allah`a tevekkül ve îtimat değil; O`nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. "Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin." (Lokman 31/33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir."1

Tevekkül Konusunda Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar


Elmalılı M. Hamdi Yazır, Bakara Suresi 60. ayetin tefsirinde sebeplerin önemi hakkında şahsen benim çok anlamlı bulduğum bir tesbit yapmaktadır. Ayet-i Kerîme şöyledir: "Hani bir zamanlar Musa kavmi için su istemişti, biz de: "Asânla taşa vur!" demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı..." Elmalılı Merhum burada şunları söylüyor: "Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak`tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor.

Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulade bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları`nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilâhî inâyetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz Musa, farzedelim bu ilahi emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet teclli etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı.

O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kâdir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor.

Böylece hidayet bürhanı tamamıyla tecellî ediyor... Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz... Hak Teâlâ`nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ`ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve Rahmânî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır.22

Sebeplere sarılmakla ilgili olarak İmam Gazâlî de şöyle demiştir: "İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında tesiri kesin olan veya tesir ihtimâli yüksek olan sebepleri bırakmak tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kilitlemek, tehlikeli yerde silah taşımak, düşmandan sakınmak tevekküle mani değildir."23

Sebepleri ihmâl etmek, üzerine düşen görevi yapmamak kısacası tembellik etmek, bir bakıma Allah`ın koyduğu tesbîb hikmetini görmemezlikten gelmekle beraber, göz göre göre kendisini câhilliğin, hastalığın, fakirliğin dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır.
Eğer kişi, bu bahsettiğimiz şekilde sebeplere önem verir, üzerine düşeni yaparsa; bir isteğinin gerçekleşebilmesi için elinde mevcut bütün kuvvet ve araçlar ile Allah`a yönelmiş olur ki, bu durum elbette daha ciddî, daha samîmî ve daha kıymetlidir.

2- Sebeplerin gerçek kıymetini bilmek: Bunların kıymeti, Allah`a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibârettir. Aslen tesir Allah`tandır. Yâni sebepler, İlâhî tesirin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere yine Allah tarafından bize öğretilmiş, düzenlenmiştir. Kendisinden ancak o yollarla yardım istemek gerekir. Fakat maksadın meydan gelmesini, -bir Müslüman olarak- sebeplerden değil, onları yaratıp bize bildiren Allah-ü Teâlâ`dan beklemek gerekir. Çünkü herşeyin yaratıcısı ve yönlendireni O`dur. Bu durumla ilgili olarak bazı âlimler derler ki: "Bir iş için çalıştık, çabaladık; artık o ister istemez olacak demeyin. Tesiri Allah`tan bekleyin; biz istedik, Allah da müsade ederse olur deyin."24

Elmalılı M. Hamdi Yazır da sebeplerin kıymeti hakkında şöyle demektedir: "...Her durumda Allah emrini yerine getirir. Murâdını muhakkak yapar, hiçbir işinden geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür. Kendisine tevekkül edilse de edilmese de yürütür. Nihâyet herşeyin sonu gelir. Dünyada acı da geçer tatlı da geçer; sıkıntı da geçer, refah da geçer. Ecel gelince, takdir edilen ölüm, dakika geçirmeksizin pençesini takar, âkibet gelir çatar. İyiler iyiliği ile, kötüler kötülüğü ile kalır. Herkes ameliyle toplanır. Ancak, Allah`a tevekkül de, O`nun emridir. Tevekkül edenin murâdı da, Allah`ın irâde ve rızasına teslim olmaktan ibâret olursa, Allah da onun mükâfâtını büyütür. Hakîkat şudur ki; Allah herşey için bir ölçü takdir etmiştir, bir sınır ve miktar tahsis etmiştir ki, o şeyi ona göre yürütür.

O sınır ve miktardan ileri geçirmez. Bu hüküm öyle bir kanundur ki herşey hakkında geçerlidir. Ve herşeyin hükmü, kıymeti Allah`ın ona tahsis ettiği ölçü ile uygunluk arzetmektedir. Gerçekte birşeyi bilmek de onu, o ölçü ve sınırıyla seçmek demektir. Bu cihetle sebeplerin bir dereceye kadar kıymet ve îtibarı yok değilse de, bunlar, zatî (aslî) değil, değişken ve sınırlıdır. Tesir ve hüküm sebebin değil, Allah`ındır. Asıl ilim ve kudretine itibâr edilecek; işler, hüküm ve irâdesine havâle edilecek hâkim, sebepler değil, sebepleri yaratan Allah`tır. Herşey geçer, leh ve aleyhte olan her sebep tükenir, takdir edilen kaderi biter, başında ve sonunda bütün kudretiyle Allah kalır.

Hem Allah takdir buyurmamışsa hiçbir şey diğerine tesirini gösteremez. Takdir buyurmuş ise, Allah`tan başka hiçbir şey de onun önüne geçemez. Ateş, Allah`ın yak dediğini kendi miktarınca dediği kadar yakabilir. Rızık da Allah`ın doyur dediğini kendi miktarınca dediği kadar doyurabilir. Demek ki sebeplere îtimat sonlu, Allah`a îtimat sonsuzdur. O halde kuvvet ve kesin bilgi, sebeplere güvenmekte değil, Allah`a dayanmaktadır. Tevekkül de, gururla kendini sayıp koyuvermek değil, Allah`ın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazîfesine önem vermek, takvâ sahibi olmak, kusurunu îtirâf ile berâber, Allah`ın kudretine îtimat edip netice hakkında telaşa düşmeksizin, O`nun irâdesine teslim olmaktır."
25

Tevekkülle İlgili Âyetler


"O vakit Allah`tan bir rahmet ile onlara (mü`minlere) yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân 3/159)

"(Münâfıklar) "Başüstüne" derler, ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Allah da onların gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah`a dayan; sana vekil olarak Allah yeter." (Nisâ 4/81)

"Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah`a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir." (Enfâl 8/61)

"Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah`a aittir. Her iş ona döndürülür. Öyle ise O`na kulluk et ve O`na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gâfil değildir." (Hûd 11/123)

"Ölümsüz ve daima diri Allah`a güvenip dayan. O`nu hamd ile tesbîh et. Kullarının günahlarını onun bilmesi yeter." (Furkân 25/58)

"Sen, O mutlak gâlip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan." (Şuarâ 26/217)

"Rabbin şüphesiz, onlar (inkârcılar) arasında hükmünü verecektir. O, mutlak gâliptir, herşeyi bilendir. O halde sen Allah`a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık hakîkat üzeresin." (Neml 27/78,79)
"Allah`a güven. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb 33/3)

"Kâfirlere ve münâfıklara boyun eyme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah`a güvenip dayan. Vekîl ve destek olarak Allah yeter." (Ahzâb 33/48)

O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. Mü`minler, yalnız Allah`a dayanıp güvensinler." (Âl-i İmrân 3/122)
"Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü`minler ancak Allah`a güvenip dayansınlar." (Âl-i İmrân 3/160)

"Ey iman edenler! Allah`ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah`tan korkun ve Mü`minler yalnızca Allah`a güvensinler." (Mâide 5/11)

"De ki: Allah`ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü`minler yalnızca Allah`a dayanıp güvensinler." (Tevbe 9/51)
"Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar." (Yûsuf 12/67)

(Nuh, Âd, Semûd ve onlardan sonraki kavimlerin) "Peygamberleri onlara dediler ki: Evet, biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nîmetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah`ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Mü`minler ancak Allah`a dayansınlar. Hem bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah`a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah`a tevekkülde sebât etsinler." (İbrahim 14/11,12)

"Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve Peygamber`e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvâyı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah`tan korkun. Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah`ın izni olmadıkça, mü`minlere hiçbir zarar veremez. Mü`minler Allah`a dayanıp güvensinler." (Mücâdele 58/9,10)
"Allah; O`ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mü`minler yalnız Allah`a dayanıp güvensinler." (Teğâbün 64/13)
2.Anlam
"O zaman münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için): Bunları dinleri aldatmış diyorlardı. Halbuki kim Allah`a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir." (Enfâl 8/49)
"...Kim Allah`tan korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah`a güvenirse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah herşey için bir ölçü koymuştur." (Talâk 65/ 2,3)

3.Anlam
"Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette Allah`tır derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah`ı bırakıp da taptıklarınız O`nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O`nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O`na güvenip dayanırlar." (Zümer 39/38)

"(Ey Muhammed)! Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O`ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O`na güvenip dayandım. O, yüce Arş`ın sahibidir." (Tevbe 9/129)

"Onlara Nuh`un haberini oku. Hani o kavmine gelmişti ki: Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah`ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah`a dayanıp güvendim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." (Yunus 10/71)

(Hûd Aleyhisselâm dedi ki:) "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah`a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd 11/56)

(Şuayb Aleyhisselâm) "Dedi ki: Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delîlim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah`ın yardımı iledir. Yalnız O`na dayandım ve yalnız O`na döneceğim." (Hûd 11/88)

"Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam.
Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar." (Yûsuf 12/67)

"(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahmân`ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. O`ndan başka ilah yoktur. Sadece O`na tevekkül ettim ve dönüş sadece O`nadır." (Ra`d 13/30)

"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah`a mahsustur. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O`na dayandım ve O`na yönelirim." (Şûrâ 42/10)

- İlgili kelimenin, Arapçası "tevekkelnâ ( )"; Türkçe anlamı "tevekkül ettik, güvendik, dayandık" şeklinde olmak üzere geçmiş zaman durumunda geldiği âyetler:
(Şuayb Aleyhisselâm dedi ki:) "Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dîninize dönersek Allah`a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa o (dîne) dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah`a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A`raf 7/89)

"Musa da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Siz gerçekten Allah`a iman ettinizse ve onun birliğine ihlâs ile teslim olmuş Müslimlerseniz, artık Allah`a tevekkül edin. Onlar da dediler ki: Biz ancak Allah`a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme. Ve bizi, rahmetinle o kâfir kavimden kurtar." (Yûnus 10/84, 85, 86)

"İbrahim`de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah`ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah`a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki İbrahim babasına: Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah`tan sana gelecek herhangi birşeyi önlemeye gücüm yetmez demişti. (O mü`minler şöyle dediler): Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır." (Mümtehine 60/4)

"De ki: (sizi imana davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir; biz O`na iman etmiş ve sırf O`na güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz!" (Mülk 67/29

Tevekkülle İlgili Bazı Hadisler





Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah`ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kuvvetli mü`min, Allah katında zayıf mü`minden daha hayırlı, (daha üstün) ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah`dan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına birşey gelirse, ``Eğer (keşke) şöyle yapsaydım, şöyle olurdu!'' diye hayıflanıp durma. ``Allah`ın takdiri bu. O, ne dilerse yapar.'' de. Çünkü "eğer (keşke)" kelimesi, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar."28

İbni Abbas (r.a.), Resûlullah`ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Bana (geçmiş) bütün ümmetler arzolunup gösterildi. Bir peygamber gördüm ki yanında (kendisine iman etmiş ancak) yedi sekiz kişi vardı. Bir (başka) peygamber gördüm onun da yanında bir iki adam vardı. Öyle bir peygamber de gördüm ki beraberinde tek bir kişi dahi yoktu. Derken uzaktan bana büyük bir karaltı gösterildi. Onları benim ümmetim sandım. Bana: "Bu, Musa Peygamber ile kavmidir. Sen ufka bak." denildi. Ufka bakınca büyük bir kalabalık gördüm. Bana: "Şimdi de öteki ufka bak." denildi. Orada da müthiş bir kalabalık vardı. "Bu senin ümmetindir. Onların arasında yetmiş bin kişi var ki hesapsız, azapsız Cennet`e gireceklerdir." denildi.
(Râvî der ki) Resûl-ü Ekrem (bu hitâbesinden) sonra kalktı evine girdi. Bunun üzerine (orada bulunan) cemaat, hesapsız ve azapsız Cennet`e girecek olan bu kişiler(in vasıfları) hakkında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Onlar Resûlullah`ın ashâbı olsa gerek." dediler. Kimileri de: "Herhalde onlar İslâm devrinde doğmuş, Allah`a şirk koşmamış olanlardır." dediler ve (daha pekçok) ihtimaller ileri sürdüler. (Bu münâzarayı duyan Resûlullah) hemen onların yanına çıktı ve: "Ne hakkında dalmış konuşuyorsunuz?" diye sordu. Onlar da (münâzara mevzusunu) söylediler. Bunun üzerine Resûlullah: "Onlar büyü yapmayanlar, yaptırmayanlar; birşeyi uğursuz sayma fiilini yapmayanlar ve yalnıca Allah`a güvenenlerdir." buyurdu... (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)29

İbn-i Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah buyurdu ki: "Ya Rab! Yalnız senin hükmüne teslim oldum, yalnız sana iman ettim, yalnız sana tevekkül ettim, yalnız sana döndüm, yalnız senin için mücadeleye girdim. Ya Rab! Dalâlete düşmekten izzetine sığınırım, senden başka ilâh yok. Sen ölümsüz daimâ diri olansın. Oysa cinler ve insanlar ölümlüdür." (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)30

İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman "Hasbunallahu ve ni`mel vekîl (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.)" dedi. Muhammed (s.av.) de onu söyledi. Şöyle ki: (Kendisine) "İnsanlar size karşı ordular hazırladılar, o halde onlardan korkun." dedikleri zaman, bu (söz) onların imanını artırdı ve: "Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir." dediler. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)
İbni Abbas (r.a.), gelen bir diğer rivâyete göre şöyle demiştir: İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman son sözü "Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir." olmuştur.31

Ebû Hureyre (r.a.) Resûlullah`ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Cennet`e bir takım kavimler girer ki, bunların gönülleri (rızıklarını aramada Allah`a tevekkül etmiş) kuşların gönülleri gibidir." (Yani tevekkül sahibidirler.) (Müslim rivâyet etmiştir.)32

Ömer (r.a.) demiştir ki: Resûlullah`ın şöyle dediğini işittim: "Eğer siz Allah`a nasıl tevekkül etmek lazımsa öyle tevekkül etseniz; açlıktan karınları çekilmiş olduğu halde sabahleyin yuvalarından çıkan ve akşamları karınları doymuş olarak yuvalarına dönen kuşlara rızık verdiği gibi hiç şüphesiz size de rızık verirdi." (Tirmizî rivâyet etmiş ve hadis hasendir demiştir.)33

Ebû Umâre el-Berâ b. Azib (r.a.) şöyle demiştir: Resûlullah buyurdu ki: "Ey filanca, yatağına girdiğinde: ``Allahım kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana yönelttim, işimi sana bıraktım, senden ümitvâr olarak, azabından korkarak sırtımı sana dayadım. Senden sığınacak ve korunacak yer yine sanadır. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.'' de. Eğer o gece ölürsen iman üzere ölürsün. Eğer sabaha çıkarsan hayra ulaşırsın." (Buharî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)34

Ebû Bekir (r.a.) şöyle demiştir: "Biz (Hicret esnasında) mağarada iken, başımız ucunda (bizi arayan) müşriklerin ayaklarına baktım da Resûlullah`a: ``Ey Allah`ın Resulu, birisi ayaklarına bakacak olsa muhakkak bizi görür.'' dedim. Bunun üzerine Resûlullah: ``Ey Ebû Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kimse hakkında zannın (endişen) ne?'' buyurdu. (Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)35

Ümmü Seleme (r.a.)` dan rivâyet edilmiştir: Resûlullah evinden çıkarken şöyle derdi: "Bismillah. Allah`a tevekkül ettim. Allah`ım! Sapmaktan, saptırılmaktan; (senin yolundan) kaymaktan, kaydırılmaktan; zulüm yapmaktan, zulme uğramaktan; saygısızlık etmekten, bana karşı saygısızlık edilmesinden sana sığınırım." (Ebû Dâvud ve Tirmîzî rivâyet etmiştir.)36

Halid`in oğulları Habbe ve Sevâ (r.a.) anlatıyor: Resûlullah birşey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık konusunda umutsuzluğa düşmeyin. Zîrâ insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır."37

Amr Bin As (r.a.) anlatıyor: Resûlullah buyurdu ki: "Şüphesiz her vâdide Âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp herşeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vâdide helâk olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah`a tevekkül ederse, kalbinin herşeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter.38

Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kim insanların en şereflisi olmak isterse Allah`tan korksun. Kim insanların en güçlüsü olmak isterse Allah`a tevekkül etsin. Kim de insanların en zengini olmak isterse, kendi elindekinden çok Allah`ın nezdindekine bel bağlasın."39

Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Birşey istediğin zaman yalnız Allah`tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah`tan dile. Şunu iyi bil ki bütün yaratılmışlar elbirliği ile sana bir menfaat bahşetmek isteseler, Allah`ın sana yazdığından daha fazlasını bağışlayamazlar. Yine yaratılmışların tümü elbirliği ile sana bir zarar vermek isteseler, Allah`ın sana takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar."40

Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Ey Ebû Hureyre! Allah`tan başka hiçbir şeye ümit bağlama. Allah`a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allah-ü Teâlâ Hazretleri`nden iste. Allah-ü Teâlâ`nın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; herşeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allah-ü Teâlâ`nın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir."41

Tevekkül[tasavvufta tevekkül bağımsız 29 konu içerir]


 

quasimodo

Profesör
Katılım
20 Aralık 2008
Mesajlar
1,929
Reaksiyon puanı
57
Puanları
0
Tevekkül Hakkında Söylenmiş Bazı Sözler


Sen yalnızca Allah`a ibâdet et. O`na kulluk eyle ve ona tevekkül eyle. Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O`na verip, O`na güvenip, O`nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibadetsiz ve amelsiz kuru kuruya tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O`nun emrini yerine getir ve öyle tevekkül eyle. (Elmalılı M. Hamdi Yazır)42

Tevekkül, bazı cahillerin zannettiği gibi insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsa idi, (...Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Âl-i İmrân 3/159) âyetinde belirtilen) müşâvere emri tevekküle mâni olurdu. Tevekkül, insanın esbâb-ı zâhireye riâyet etmesi, ve lâkin kalbini onlara bağlamayıp, Hak Teâlâ`nın ismetine dayanması demektir. (İmam Fahruddin Râzî)43

Hakîkî mânâda tevekkül; Allah`tan başkasından korkmamak, O`ndan başkasına güvenmemektir. (Fudayl Bin İyaz)

Tevekkül, olan şey ile yetinmek, olmayan şeye razı olmaktır. (Muhammed Bin Hafîf)

Üç haslet evliyâ sıfatıdır: Allah`a tevekkül etmek, Allah`tan başkasına niyazda bulunmamak, kanaat eylemek. (Yahya Bin Muaz)44

Sebeplere yapışmak, tevekküle mânî değildir. Bilakis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârukî)

Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (S. Abdulhakîm Arvâsî)

Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden birşey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmek. (Sehl Bin Abdullah)

Allah-ü Teâlâ`ya tevekkül ettim diyen kimsenin, Cenâb-ı Hakk`ın, kendisi hakkındaki muamelesine, yani takdir ettiği şeylere de râzı olması lazımdır. Aksi takdirde yalan söylemiş olur. (Bişr-i Hâfî)45

Bil ki tevekkülün mahalli kalptir. Zâhire göre hareket etmek kalpteki tevekküle zıt değildir. Yeter ki kul, güvenin Allah`a olacağını bilsin. Birşey zorlaşırsa bu O`nun takdiriyledir; eğer kolaylaşırsa bu da O`nun kolaylaştırmasıyladır. (Ebu`l Kâsım el-Kuşeyrî)

Tevekkül, kişinin kendisini Allah`ın dilediği şekle bırakmasıdır. (Sehl Bin Abdullah)

Tevekkül, Allah`a güvenle birlikte O`nunla iktifâ etmektir. (Ebû Osman el-Cebrî)46

Tevekkelin (tevekküllünün) gemisi batmaz (eşeğini kurt yemez). (Atasözü)47



Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader,
Hakk`a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder. (Enderûnî Vâsıf)

Hakk şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk`a tevekkül kıl
Tefvîz et ve rahat bul
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri)48

Kime şekvâ edeyim âh-ı sehergâhımdan
Kime feryâd edeyim tâli-i bedbâhımdan
Mâidi-zâre safâ bahşeder elbet bir gün
Kesmem ümmîdimi ben Hazret-i Allah`ımdan (Maide Hasibe Hanım)49

Mehmet Âkif Ersoy`un Tevekkülle İlgili Bazı Mısrâları



Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
"Çalış!" dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun,
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür; Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi keyfine bak!
Onun hazîne-i in`âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
"Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr`ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O`na âid; Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mes`ûl olan verişten, O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
Hudâ`yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür`ete... Ha?!
Yehûd Üzeyr`e, Nasârâ Mesîh`e ibnu`l-lâh
Demekle unsur-i tevhîd olur giderse tebâh;
Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?
Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdân`a?
Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur`ân...
Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!
Bütün evâmire i`lân-ı harb eden şu sefîh,
Mükellefiyyeti Allah`a eyliyor tevcîh!

Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;
Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?
Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?
Hamâkatin aşıyor hadd-i i`tidâli, yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
"Kader" senin dediğin yolda Şer`a bühtandır;
Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrandır.
Kader ferâiz-i îmâna dâhil... Âmennâ...
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma`nâ.
Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a`yânda.
Niçin, nasıl geliyormuş... O büsbütün meçhûl;
Biz ihtiyârımız sûretindeniz mes`ûl.
Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;
Senin vazîfen itâ`at ne emrederse İlâh.
O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
Bütün evâmiri Şer`in olur bir anda heder!
Neden ya, Hazret-i Hakk`ın Resûl-i Muhterem`i,
Bu bahsi men` ediyor mü`mînine, boş yere mi?
(...)
Tevekkülün, hele, ma`nâsı hiç de öyle değil.
Yazık ki: Beyni örümcekli bir yığın câhil,
Nihâyet oynayarak dîne en rezîl oyunu,
Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hâle onu!
(...)
Tevvekkül öyle yaman bir şiâr-ı îmandı,
Ki kahramân-ı fezâil denilse şâyandı.
Yazık ki: Rûhuna zerk ettiler de meskeneti;
Cüzâma döndü, harâb etti gitti memleketi!
Tevekkül olmasa kalmaz fazîletin nâmı...
Getir hayâline bir kerre Sadr-ı İslâm`ı:
O bî-nihâye füyûzun yarım asırlık bir
Zamân içinde tecellîsi hangi sâyededir?
(...)
Nedir bu hârikanın sırrı? Hep tevekküldür;
Ki i`timâd-ı zaferden gelen tahammüldür.
Tevekkül olmaya görsün yürekte azme refîk;
Durur mu şevkıne pervâne olmadan tevfîk?
Cenâb-ı Hak ne diyor bak, Resûl-i Ekrem`ine:
"Bütün serâiri kalbin ihâta etse, yine,
Danış sahâbene dünyâya âid işler için;
Rahîm ol onlara... Sen, çünkü, rûh-i rahmetsin.
Hatâ ederseler aldırma, afvet, ihsân et;
Sonunda hepsi için iltimâs-ı gufrân et.
Verip karârı da azm eyledin mi... Durmıyarak,
Cenâb-ı Hakk`a tevekkül edip yol almaya bak."

Demek ki: Azme sarılmak gerek mebâdîde;
Yanında bir de tevekkül o azmi te`yîde.
Hülâsa, azm ile me`mûr olursa Peygamber;
Senin hesâbına artık, düşün de bul, ne düşer!
Şerîat`in ikidir en muazzam erkânı;
Kimin ki öyle müzebzeb değildir îmânı;
Ayırmaz onları, bir addedip tevessül eder...
Açıkça söyliyeyim: Azm eder, tevekkül eder.
Ne din kalır, ne de dünyâ, bu anlaşılmazsa...
Hem anlayın bunu artık, hem anlatın nâsa...
(...)
Ömer, tevekkülü elbet bilirdi bizden iyi...
Ne yaptı "Biz mütevekkilleriz" diyen kümeyi.
Dağıttı, kamçıya kuvvet, "Gidin, ekin!" diyerek.
Demek: Tevekkül eden, önce mutlakâ ekecek;
Demek: Tevekküle pek sığmıyormuş, anladın a,
Sinek düşer gibi düşmek şunun bunun kabına.50
--- *** *** *** ---
O îmân kuvvet ihzâriyle emretmişti... Lâkin, biz
Tevekkelnâ deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
O îman, farz-ı kat`îdir diyor tahsîli irfânın...
Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın!51
--- *** *** *** ---
Allah`a dayan, sa`ye sarıl, hikmete râm ol...
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.52
--- *** *** *** ---
"Allah`a dayandım!" diye sen çıkma yataktan...
Mâ`nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt`ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde tevekkül demek olsaydı "atâlet",
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş`al-i tevhîdi sönerdi;
Kur`ân duramaz, nezd-i İlâhî`ye dönerdi.53


HANGİ RIZIKTA TEVEKKÜL GEREKİR?



Allahu Teala tarafından garanti altına alınmış ve belirlenmiş rızıkta tevekkül etmek, genelde müslümanların tevekkülüdür. Allahu Teala’nın seçkin kulları böyle bir tevekkülü zikretmekten haya ederler; onu halk içinde anlatmaktan çekinirler. Onların tevekkülü daha yüksek seviyededir..

Çünkü, Allahu Teala zatına yemin ederek rızıkların göklerde bulunduğunu ve bunun hiç şüphe götürmeyen bir hak olduğunu bildirmiştir. Aynı şekilde zatına yemin ederek kelamının (Kur’an’ın) da hak olduğunu bildirmiştir. Allahu Teala, rızkın kula gelmesinin hak olduğu gibi; ilahi kelamının bildirdiği hükümlerin de hak olduğunu bildirmek için Yüce Zatına yemin etmiştir. Bunu diğer fiillerde yapmamıştır. Böylelikle rızık konusunda insanların kalplerinin rahat etmesini, aradaki vasıtalara takılmamalarını, rızık ve ilahi hükümler hakkındaki şüphelerin ortadan kalkmasını ve onların hak olduğu konusunda kalplerde yakinî imanın oluşmasını sağlamak istemiştir. Allahu Teala, bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Göğün ve yerin Rabbi’ne yemin olsun ki, O (rızkın ve size va’dedilen şeylerin gökte oluşu) kesinlikle haktır.”[1] Başka bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

“O gerçekten hak mıdır? diye senden soruyorlar. De ki: Rabbime yemin olsun ki o haktır.”[2]

Tespitlerimize göre Allahu Teala’nın zatı üzerine yemin ettiği yerler Kur’an’da sadece beş yerdedir. İkisini zikrettik. Diğer birisi Nisa sûresinde olup ilahî hükümlere teslim olmakla ilgilidir. Ayet şöyledir:

“Hayır, Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı olmadan teslim olmadıkça gerçekten inanmış olmazlar.”[3]

Bir diğer ayet Tegâbün sûresindedir. Bu ayet, inkar edenlerin ve çocuklarının ölümden sonra diriltilmesiyle ilgilidir. Ayet-i kerime şöyledir:

“İnkar edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini sandılar. De ki: “Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir.”[4]

Bir diğer ayet ise Meâric sûresinde olup insanların yok edilip yerlerine daha hayırlı bir ümmetin getirilmesiyle ilgili şu ayettir:

“Hayır! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki biz, onların yerine kendilerinden daha hayırlı bir millet getirmeye kâdiriz. Bizim önümüze geçilemez.”[5]

Üstte gördüğümüz iki yemin doğrudan Allahu Teala’nın zatına ait yeminlerdir. Diğer yeminler, fiillere ilişkindir.

Bir kulun rızkı, halk içinden kendisine bakmakla yükümlü birisine yüklenmiş olabilir. Kul eğer kendi kazancı ve elinin emeği ile rızkını elde etmiyorsa, başkasının kazancı ve elinin emeği ile rızıklandırılır. Fakat Allah’ın seçkin kullarının asıl meşguliyeti ahiret işleriyle meşgul olmak, kendilerini Allah’a yaklaştıracak geçmişte kaçırdıkları ibadetleri telafi etmeye çalışmak ve Yüce Mevla’nın kendilerine havale ettiği hizmetlerde koşmaktır. Çünkü eğer onlar bu işleri yerine getirmezlerse, onların yerine bunları yapacak başka birilerini bulamazlar. Dünyadan hiçbir şey bu işlerin yerine geçmez.

Bu hakikatleri şu ayet-i kerimelerde görmekteyiz:

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”[6]

“O gün bazı yüzler mutludur ve çalışmasından razıdır.”[7]

“Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.”[8]

“Her kim ahiret ürününü/sevabını isterse, biz onun sevabını arttırırız.”[9]

Allahu Teala aynı ifadeyi dünya rızıkları için kullanmamıştır.

Ayette geçen artışın anlamı; Allahu Teala’nın dünyada verdiği rızıktan dolayı kulunu hesaba çekmeyeceğidir. Çünkü kulun kendisine takdir edilen rızıkta zaten bir artış olmaz.

Denilmiştir ki: “Allahu Teala ahiret niyetine karşılık dünyayı verir, fakat dünya niyetine karşılık ahireti vermez.”

Bu durum, ahiretin yüceliğinden ve faziletinden, dünyanın ise noksanlığından ileri gelmektedir. Hz. Ali (k.v) şöyle derdi: “Dikkat ediniz, dünyanın ürünü mal ve mülktür, ahiretin ürünü ise salih amellerdir. Allahu Teala bazı kulları için her ikisini birlikte vermiştir.”

Denilmiştir ki: “Ahirette kula verilecek fazla nimetler, derece ve makamlarının yükseltilmesidir. Bu da niyet ve hedefinde samimi olup ona göre amel eden kimselere verilecek bir nimettir.

Allah’ın seçkin kullarının/âriflerin asıl meşguliyeti, kendilerinden yapılması istenilen işlerdir. Bir de onlar adına kimsenin yapmayacağı ve üstlenemeyeceği işleri yaparlar. Buna karşılık onların dünya işlerini ise diğer insanlar üstlenir. (Yani, arifler avam insanların beceremediği yüksek ahlakları ve güzel kulluğu yerine getirirler; buna karşılık insanlar da onların dünyalık ihtiyaçlarını temin ederler; böylece her iki iş görülmüş olur.)

Hz. Davud’la (a.s) ilgili haberlerde, Allahu Teala’nın şöyle buyurduğu nakledilmiştir;

“Ben Muhammed’i kendim için yarattım. Adem’i Muhammed için (onun dünyaya geliş sebebi olarak) yarattım. Diğer yarattığım her şeyi de Adem için yarattım. Kullarımdan her kim benim yarattıklarımla meşgul olursa, onu zatımdan perdelerim. Kim de benimle meşgul olursa, kendisi için yarattığım dünyayı ona sevk ederim.”

SEÇKİN KULLARIN SAHİP OLDUKLARI TEVEKKÜL ÇEŞİTLERİ

Seçkin kulların Allah’a tevekkül ettikleri konulardan birisi de insanlardan gelen sözlü ve fiilî eziyetlere sabırdır. Çünkü Allahu Teala Resûlü Hz. Muhammed’e s.a.v) bu konuda şöyle emretmiştir:

“Öyleyse O’nu vekil tut ve onların söylediklerine sabret.”[10]

Kur’an’da diğer peygamberlerin de şöyle dedikleri belirtilmiştir;

“Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edip güvenenler ancak Allah’a güvensinler.”[11]

Allahu Teala, Resûlüne (s.a.v) kendinden önceki peygamberlere uymasını emrederek şöyle buyurmuştur:

“Onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.”[12]

“Kafirlere ve münafıklara itaat etme. 0nların eziyetlerine aldırma Allah’a dayan. Vekil olarak Allah yeter.”[13]

“Azimet sahibi peygamberler gibi sabret. Ve o müşrikler için gelecek azabı acele isteme.”[14]

Ariflerden biri şöyle demişti: “Halkın övmesi ile kötülemesi bir olup her ikisi de kalpten atılmadıkça, kendisine eziyet edilip ona sabretmedikçe hiç kimse gerçek tevekkül makamını elde edemez. Bu şekilde kulun içindeki halk ile huzur ve sükun bulma hastalığı dışarı atılır ve kul nazarını Allahu Teala’nın önceden takdir ettiği ilmine çevirir, işin hikmetine bakar.

Sonra sabırda tevekkül; insanlara karşı güzel muamele ve çekişmeye girerek hak talep etmeyi terk şeklinde gerçekleşir. Tevekkül sahibi bunu, Allahu Teala’dan haya ettiğinden, Onu yücelttiğinden, Ondan korktuğundan ve onu sevdiğinden yapar. Allahu Teala, gerçek tevekkül sahiplerinin zâhiren ve bâtınen bu sıfatta olduklarını belirtmiştir.

Onların zâhiri sıfatlarını şu ayet ifade etmektedir:

“Salih amel edenlerin ecri/mükafatı ne güzeldir. Onlar, sabreden ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir.”[15]

Onlar, gerçeği bildikleri için, ilimlerini uygun olarak sabrettiler; sonra bütün bu işlerde Allaha tevekkül ettiler. O da kendilerine yaptıklarının karşılığını verdi onlara bol ahiret nimetleri hazırlardı.

Onların içyüzlerini şu ayet-i kerime haber vermektedir:

“Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bu yaptığımıza karşılık olarak sizden hiç bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.”[16]

Onların Allah ve ahiret korkusu, kendilerine yaptıkları iyiliğe karşılık bir şey istemekten alıkoymuştur. Ayetteki “minküm = sizden” lafzının ince ve güzel bir manası vardır. Bu, ayetin gizli manasıdır. Ona göre anlamı şu olur: “Biz, sizden her hangi bir bedel istemiyoruz.”

Bu tür bir mana şu ayete de mevcuttur:

“Eğer dileseydik size bedel yeryüzünde sizin yerinizi tutacak melekler var ederdik.”[17]

Bu ayette, insanı meleğe çevirirdik denmek istenmiyor. Ayetin manası: “sizin yerinize melekleri getirirdik” şeklinde olmaktadır. Ayete verilecek manalardan birisi budur ve o, en uygun olanıdır.

Onlar, yaptıkları iyiliklere karşılık bir bedel ve karşılık beklemeyip: “biz Rabbimizden korkarız” dediklerinde, Allahu Teala kendilerine en güzel mükafatı verdi ve kendilerine sonsuz ihsanlarda bulundu. Bu durum ayette şöyle ifade edilmektedir:

“Rableri onlara cennette tertemiz bir içki içirir. Onlara: “bu sizin dünyada yapmış olduğunuz iyiliklerin karşılığıdır. Sizin gayretiniz en güzel karşılığı bulmuştur.” Denir.”[18]

Onlar, yaptıkları iyiliklere karşı insanlardan bir karşılık ve teşekkür beklemedikleri için, Allahu Teala onların mükafatını tertemiz cennet içeceği yaptı ve onların gayretlerini katında kabul ederek karşılık verilmeye layık gördü.

Allah’a tevekkülün bir şekli de, Onun hükümlerine teslimiyet göstermek ve razı olmak şeklinde ortaya çıkar.

Hz. Yakub Peygamberin (a.s): “Hüküm ancak Allah’ındır. Ben de O’na tevekkül ettim.”[19] Sözü, ilahi hükme teslimiyeti ve her şeyi bir hikmete göre yapan vekile (Yüce Allah’a) güvenmeyi ifade etmektedir.

Çünkü kul, yaşadığı hayatta nefsinin muradını istediği zaman, aslında her şeyde onun iradesi bulunmaz, şunu yakinen bilir ki her şeyde iradesi bulanan ve onun vekili olan Yüce Allah’tır. Her şey o vekilin isteğine göre olmaktadır. Bu durumda ona gereken, kendi istediği O’nun isteğine uymadığı zaman, Mevla’sının isteğini istemesidir. Hatta, Yüce Mevla’sının istedikleri, kul için daha sevili olmalı ve daha tercihe şayan bulunmalıdır. Çünkü Yüce Mevla’sının kul için istediği, onun için bir ceza ve Mevla’sının gazabını çekecek bir şey değilse, o şey, Allahu Teala için daha sevimli ve tercihlidir. Bu durumda Allahu Teala’nın muhabbeti kul için de daha öncelikli ve tercihe şayan olmalıdır. Çünkü, bütün işlerin sonu Allahu Teala’ya aittir. O, böylece muttaki kullarını şereflendirmiş ve onları basit dünya işlerinden uzak tutmuştur. Şu ayet bunu ifade etmektedir:

“Güzel son, takva sahiplerinindir.”[20]

Allahu Teala, Hz Musa’ya (a.s) şöyle vahyetmiştir: “Senin istediğin olmadığı zaman, olanı murad et. Eğer illa benim istediğim olsun dersen, istediğinde seni yorarım, sonuçta yine benim istediğim olur.”

Hasan-ı Basrî şöyle demişti: “Bütün Basralı’ların ailem olmasını ve bir buğday tanesinin de bir altına satılıyor olmasını isterdim.”

O’nun bu sözü, tevekkülde son noktadır. Bu ancak, ilahi hükümler nasıl cereyan ederse etsin, her halükârda ona teslimiyet ve rıza göstermekle ele geçecek bir makamdır. Aslında bu söz, aklın sınırlarını zorlayan bir ifadedir.

Vüheyb b. El-Verd el-Mekkî şöyle derdi ki: “Gök bakır, yer demir olsa, sonra ben rızkım konusunda endişe etsem, kendimi şirke düşmüş kabul ederim.”

Denilmiştir ki: “Kim yarının rızkı bugünden elinde olduğu halde, yarın ne yiyeceğim diye endişe etse, amel defterine günah olarak yazılır.

Süfyan-ı Sevrî (rah) şöyle demiştir: “Oruçlu olan biri, daha günün başındayken gece iftarda ne yiyeceğim diye rızkının derdine düşse, kendisine bir günah yazılır.”

Sehl (rah) ise bu hususta: “Bu tür bir davranış orucun sevabını azaltır” demiştir.

Sehl (rah), bu konuda şöyle bir olay anlatır:

“Basra’da muhteşem bir mezar biliyorum. Orada bulunanların yiyecekleri cennetten getirilir. Sabah akşam da cennetteki saraylarını görürler. Ama kalplerini daraltan öyle büyük bir sıkıntıları vardır ki, onların canlarını daraltan bu sıkıntıları Basralı’ların kalplerine dağıtılsa hepsi sıkıntıdan ölürdü.” Kendisine: “Neden? diye sorulunca şöyle demiştir: “Çünkü onlar sabah kahvaltısını yaptıklarında akşam ne yiyeceklerini düşünüyorlardı. Akşam yemeğinden sonra da sabah ne yiyeceklerini düşünüyorlardı. Onların tevekkülden ve rızadan zerre kadar nasipleri yoktur.”

Buraya kadar anlattıklarımız tevekkülün faziletlerine dair makamlardır. Bunların haricinde bir kitapta anlatılamayacak incelikte sıddıkların keşifleri ve ariflerin müşahedeleri vardır. Allahu Teala bu kullarını, isimlerinin sırlarına muttali kılarak onlara “kün” emrinin tecellî ve yetkisini ihsan etmiştir. Onlar ise Allahu Teala’ya güvenmeleri sebebiyle bu yetkiyi kullanmaktan çekinmişler, böyle bir tasarruftan gönüllerini çekmişlerdir. Bunu, Allahu Teala’nın kudretinde kendisiyle yarışmaktan, O’nun takdirinden yüz çevirmekten yahut yaratma işinde kendisine benzemekten haya ederek yapmışlardır. Çünkü, onlara göre Allah’ın işleri tedbir etmesi en hikmetli ve en güzeldir. Yüce Allah, işlerin sonuçlarını en iyi bilen ve her şeyden en iyi haberdar olandır. Bu makamda olan tevekkül sahipleri, bizim güç yetiremeyeceğimiz ve bilmeyeceğimiz ölçüde Allahu Teala’yı en layıkıyla yücelten ve tazim eden kimselerdir.

Yeme içme konusunda Allahu Teala’ya tevekkül etmeye gelince, bu, marifet ehli nazarında farz olan tevekkül kısmına girer.

İlahi takdîre teslim olmak, acısıyla tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle, her şeyin Allah’ın hikmet ve adaletinin gereği olarak meydana geldiğine inanıp rıza göstermek de farz olan tevekküldür. Allah Resûlü (s.a.v) bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Acizlik ve zekilik dahil her şey kaza ve kader iledir.”[21]

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: “Bil ki sana takdir edilmeyen şey, asla başına gelmez. Başına gelmesi takdir edilen şey ise, seni atlayıp başkasına gitmez.”[22]

Aynı şekilde Allahu Teala: “Büyük küçük her şey (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”[23] Buyurmuştur.

Her şeyin bu şekilde ilahi ilim ve iradeyle meydana geldiğini bilmek, bunu kalp huzuru ile kabul etmek, bu işlerden birisi başa geldiğinde onu sakin bir akılla karşılamak, aklî değerlendirmeler ile sıkıntı ve ızdıraba düşmemek, Allahu Teala’nın işlerini kulların işlerine benzetmemek ve onlarla aynı görmemek, evet alimlere göre bu saydığımız hususlar imanın farzındandır. Kul, bütün bunlara teslim olmadıkça imanı sahih olmaz. Hem bunlar, bahsini ettiğimiz tevekkülden ayrı bir şeydir; onlar zaten her müminden istenmektedir.

İbnu Abbas (r.a) şöyle demiştir: “Kader, tevhid nizamıdır. Kim Allah’ın birliğine inanır da kaderi yalanlarsa, bu yalanlaması tevhid inancını noksan yapar.”

Görüldüğü gibi İbnu Abbas (r.a), bütün kaderlerin Allah’ın irade ve hikmetiyle olduğuna iman etmeyi, üzerine tesbih tanelerinin dizildiği ipe benzetmiştir. Tevhid de, bu inanç üzerine kuruludur. Bunun için İbnu Abbas: “Bu ip kesildiği zaman taneler düşer, dağılır. Aynı şekilde kul kaderi yalanlarsa, imanı gider.” Diyor.





--------------------------------------------------------------------------------

[1]Zâriyât, 51/23

[2]Yunus 10/53

[3] Nisa 4/65

[4] Tagâbün 64/7

[5] Mearic 70/40-41

[6]Necm 53/39

[7] Gaşiye 88/ 8

[8] A’la 87/17

[9] Şura 42/20

[10] Müzemmil 73/10

[11] İbrahim, 14/12

[12] En’am, 6/90

[13] 33/48

[14] Ahkaf, 46/35

[15] Ankebut, 29/58-59

[16] İnsan 76/9

[17] Zuhruf 43/60

[18] İnsan 76/21-22.

[19] Yusuf 12/67

[20] Kasas 28/83

[21] Müslim, Kader, 18; Malik, Muvatta, Kader, 4; Ahmed, Müsned, II, 110; İbnu Hıbban, Sahih, No: 6149.

[22] Ebu Davud, Sünnet, 16; İbnu Mace, Mukaddime, 10.

[23] Kamer, 54/53


TEVEKKÜLDE SEBEPLERİN YERİ VE DEĞERİ



Allahu Teala kudret ve hikmet sahibidir. O, kudret sıfatının bir tezahürü olarak birtakım şeyleri ortaya koymuştur. Hikmet sıfatının gereği olarak da birtakım şeyleri icra etmektedir. Tevekkül eden kul, O'nun kudretine ait şeylere bakıp O'nun hikmeti gereği ortaya koyduğu şeyleri yürürlükten kaldıramaz. Çünkü Allahu Teala, Hakimdir/her şeyi bir hikmet üzere yaratmıştır. Şu halde hikmet O’nun sıfatıdır.

Tevekkül eden kul, eşyayı ve varlıkları, kendi başına hükmedici, yaratıcı, fayda ve zarar verici olarak da göremez. Böyle yaptığı takdirde, tevhidine şirk bulaştırmış olur. Çünkü, her şeye gücü yeten sadece Allahu Teala’dır. Kudret O'nun sıfatıdır. Dilediği gibi hüküm veren, yaratan, fayda veya zarar veren sadece O’dur. O'nun isim ve sıfatlarında hiç bir ortağı olmadığı gibi; hükümlerinde de hiç bir yardımcısı yoktur. Allahu Teala bunu şöyle ifade buyurmuştur:

"Hüküm ancak Allah’a aittir."[1]

“O, hüküm ve hükümranlıkta hiç kimseyi ortak etmez.”[2]

“O müşriklerin taptığı putların yerlerde ve göklerde bir ortaklıkları yoktur. Ve Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.”[3]

Tevekkül eden kul, Allahu Teala'nın bütün varlıklar üzerindeki kudretini, Onun, takdir ve tedbirde tek olduğunu, bütün mülkü ve içindekileri ayakta tuttuğunu müşahede etmesinin yanında, Allahu Teala’nın kainatta cereyan eden bütün değişik olaylardaki hikmetleri en iyi bilen olduğunu görür. Allahu Teala varlık alemindeki bu işleri bir takım sebeplerle yapmaktadır. Bu sebepler insanlar ve diğer varlıklar için ortaya konmuştur. Allahu Teala bunu kulları üzerinde ilahi hükümlerini uygulamak ve yaptıkları iyilik veya kötülüğün karşılığını kendilerine vermek için yapmıştır.

Şu halde tevekkül eden kimse, her şeyde ilk hükmün Allahu Teala’ya ait olduğunu bilir ve her şeyin Onun takdiriyle olduğunu itiraf eder. Fakat bunun yanında o da dinin emir ve hükümlerini yerine getirmekle yükümlüdür. İlmin gereğine göre hareket etmekle sorumludur. Çünkü o, Rabbi'nin şu buyruğunu işitmiştir:

“Ona, yaptığından sorulmaz, ama onlar her yaptıklarından sorumludur..”[4]

Allahu Teala, ortaya koyduğu her şeyde, kudretini hikmetlerinde gizlemiştir. Ancak, bu hikmetler, ilahi hükümleri açığa vuran şeylerde ortaya çıkmış; bütün işlerin sonu Ona döndüğü için ve varlıklarda görünen sanat ve güzellikler, onun iç kısmıyla ilgili yakin bilgi verdiği için, kudreti eşya içinde gizli kalmıştır.

Allahu Teala bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Bu, her şeyi en güzel şekilde yapan Allah'ın yapısıdır.”[5]

Yani Allahu Teala'nın görünmeyen işleri, görünen tecellileri gibi çok güzel ve çok sağlamdır.

Allahu Teala, diğer bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Bütün iş O'na aittir.”

Yani gizli ya da açık her iş sonunda Allah'a dayanmaktadır. Allahu Teala bu ayetin devamında şöyle buyurmaktadır:

“Öyleyse (bütün bu işlerde) sen O'na kulluk yap ve O'na tevekkül et.”[6]

Allahu tevekkül eden bir arif için, O’nun gizli işlerinde ilahi kudreti ispat eden bir şahit vardır; arif o şahide bakar ve gereğini yerine getirir. Zahirdeki hikmetlerde ise arif için ortaya konan dinî bir ilim mevcuttur. Arif o ilme teslim olur ve gereğince amel eder. Bu, birbirinden derece bakımından farklı iş ve ibadetlerde tevhidin hakikatini müşahede etmektir. O, Rabbani alimlerin makamıdır.

Allah’a inanan her mümin, Ona tevekkül eder, fakat her kulun tevekkülü yakini miktarınca olur. Allahu Teala’nın havas/seçkin kullarının tevekküllerini, onların müşahedelerini ve hevalarını yok ederek ilahi tecellilere rıza göstermelerini açıklarken anlattığımız gibidir. Avam halkın tevekkülü ise; seçkin kulların tevekküllerinin peşinden açıkladığımız gibi, hayrı ve şerri ile kaderlere iman etmesidir.

Allahu Teala, kendisinin yaratıcı olduğu gibi aynı zamanda rızık veren, hayat veren ve öldüren olduğunu haber vermiştir. O, ayette hikmet sırasına göre bu dört sıfatını bir arada zikretmiştir. İlahi kudret bu sıraya göre tecelli etmektedir. Bu durumda onların hikmetleri nasıl birbirinden farklı olur? Yahut bir takım sebep ve vasıtaların ortaya konulmasıyla bu sıfatların bölündüğü nasıl düşünülebilir?

Allahu Teala, bu konuda şöyle buyurmuştur:

“O Allah ki, sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürecek ve sonra sizi diriltecektir.”[7]

Ayette anlatılan üç fiilde Allah’tan başka bir fail bulunmadığı gibi; dördüncü fiil olan rızık verme işinde de O’ndan başka hakiki fail yoktur. Mesela sen kalkıp da: “Beni babam yarattı” der misin?. Her ne kadar baban, senin yaratılışında bir vasıta olsa da, böyle söylemek uygun değildir. Aynı şekilde sen: “Bana falancı hayat verdi, filancı beni öldürdü” demezsin. Her ne kadar bazıları, hayat ve öldürme işinde vasıta yapılmış olsalar da böyle söylemek doğru değildir. Çünkü bu tür sözlerde açık bir şirk mevcuttur. Bunun kötülüğü herkes tarafından bilindiği için, kimse onu söylemez.

Allan Teala bu konuda şöyle buyurmuştur: “Attığınız meniyi gördünüz mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan biz miyiz?”[8];

“Ektiğinizi gördünüz mü? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitiren biz miyiz?”[9]

Görüldüğü gibi Allahu Teala, meniyi rahme atma ve toprağı ekme fiillerini bize nisbet etmiştir. Çünkü onlar, insanların yapacağı bir takım işlerdir. Bizler iş yapan kullarız. Bunlar bizim sıfatlarımızdır; hükümleri de bize aittir.

Allahu Teala, yaratma ve ekilen şeyi bitirme işlerinin ise kendi zatına ait olduğunu bildirmiştir. Çünkü bu işler, O’nun kudret ve hikmetini gösteren işaretlerdir. Allah, her şeye gücü yeten ve her işini hikmetle yapandır.

Kur’an’da insana ait olarak zikredilen bütün amel ve kazançlar, onu yapan azalara nisbet edilmiştir. Bununla, o işin ismi belirlenmiş olmaktadır. Bu işler, onların yapılmasına vasıta olan şeylere de nisbet edilmiştir. Allahu Teala’nın kudretine, iradesine ve zatına nisbet ettiği işlerde ise, ilk irade edenin ve en yüce güç sahibinin kendisinin olduğunu göstermek istemiştir.

Öyleyse Allah’ın sözünü iyi anla ki, birbirine benzer durumlarda kalbin haktan kaymasın

Sonra bazen kul:” ‘falan bana verdi, falan bana engel oldu’ der durur. Bu, gizli bir şirktir. Bunun sebebi şudur: Aradaki sebepler, kulların elinde ortaya konmakta ve onlar vasıtasıyla uygulanmaktadır. Bu durum onları, bütün sebepleri yaratan asıl sebepten perdelemekte; asıl veren ve engelleyen Yüce Zatın kudretini örtmektedir. Yakin sahibi ve müşahede ehli arifler yanında, bu tür gizli şirk, daha önce anlatılan açık şirk gibi kötü görülmektedir. Zira Allahu Teala, yaratma işinin sadece kendisine ait olduğu belirttiği gibi; rızık verme işinin de sadece Yüce Zatından ait olduğunu bildirmiştir. Bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek başka bir yaratıcı var mı?”[10]

Allahu Teala bu ayette, yaratma işi ile rızkın birlikte olduğunu, ikisinin de ilahi kudreti ispat eden en güzel sebepler olduğunu belirtmiştir.

Gerçek bir tevekkül sahibi şunu yakinen bilir ki, Allahu Teala istese daha evvel onu yaratmazdı; O, yaratmaya mecbur değildir; yaratmama yetkisi O’dadır. Yarattığı zaman ise ona rızkını vermek durumundadır.

Nitekim kudsi bir hadiste Allahu Teala’nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Ben bir mahluku yaratır da onu rızıksız bırakır mıyım?”

Allan Resulü (s.a.v) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “Ey Allahım! Senin verdiğini engelleyecek, engellediğini de verecek hiçbir güç yoktur. Sana karşı kimsenin çabası bir fayda vermez.”[11]

Allah Resulü (s.a.v) bunu, ‘falan konudaki çabam, filan işteki gayretim...’ gibi sözler sarfeden kimselere cevaben söylemiştir. Onlar, bu tür sözlerle, sebepleri kasdediyorlardı.

Efendimiz (s.a.v), namazında yaptığı bu dua ile onların sözünün bir hükmü olmadığını belirtmiş ve müslümanların şirke düşmesinden korkarak bu duayı onlara duyurmuştur. Bunun manası şudur: “Ya Rabbi, sen dilemedikçe kulun çaba ve gayreti kendisine bir fayda vermez.”

Bu konuda Allahu Teala şöyle buyurmuştur “Şu bir gerçek ki zanna dayalı şeyler, hak adına hiçbir şey ifade etmez.”[12]

Ebu Muhammed Sehl (rah) yukarıdaki hadisin manasını şöyle açıklamıştır: “Kim bir şeyi ele geçirmek için çaba sarfeder, hırs gösterir, fakat senin engeline takılırsa, onun gayreti ve hırsı kendisine bir fayda sağlamaz.”

Allahu Teala’nın: “Allah dilediğini siler, dilediğini ise sabit tutar.”[13] Ayetinin tefsirinde, Sehl (rah) şöyle demiştir:

“Allahu Teala arif kullarının kalplerinden sebepleri silip kudretini sabit yapar; gafillerin kalplerinden de müşahedeyi silip sebepleri sabit yapar.”

Yine o demiştir ki: “Allahu Teala nefsi hareketli olarak yaratmış, sonra ona sükuneti emretmiştir. İşte bu hâl, nefsin imtihanıdır. Eğer Allahu Teala özel koruması ile nefse destek verirse nefis sükunet kazanır, emre itaat eder. Bu, Allah’ın özel yardımıdır. Eğer onu kendi hâline terk ederse, nefis tabiatı ve yaratılışı gereği hareketlenip isyana yönelir. Bu da Allah’ın onu kendi hâline terk etmesidir.”

Lokman (a.s) oğluna vasiyetinde şöyle demiştir: “Ey oğul, bütün rağbetini Allah’a yönelt. Eğer O dilerse sana verir; dilerse vermez. Senin çarelerin/gayret ve çabaların Allahu Teala’nın sana takdir ettiği rızkın ne artmasını, ne de azalmasını sağlar. Rızkın konusunda yaratılışından ibret al. Eğer kendi çaren ve çaban ile yaratılışında bir fazlalık yapabilirsen, rızkının da artmasını sağlayabilirsin. Bu olmayacağına göre bil ki Allahu Teala, insanın yaratılışını şekillendirmiş ve rızkını taksim etmiştir. Sen bu ikisinden hiç birini arttıramazsın”

Nitekim öyle kurnaz, kuvvetli ve tuttuğunu koparan kimseler vardır ki, sürekli fakirleşirler. Fakat derdini anlatmaktan aciz, zayıf ve basit görülen öyle kimseler de vardır ki, servetleri sürekli artıp durur. Eğer gücün bir yararı olsaydı, kuvvetli kimseler her konuda zayıfları geçerlerdi. Ama yaratan ve rızık veren yalnız Allahu Teala olduğu için, kulların ellerinden hiçbir şey gelmemektedir.

Konuyla ilgili şöyle bir hikaye anlatılır: Zamanın birinde bir kral dönemin bilginlerinden birine şu soruyu sormuştu: “Nasıl oluyor, akıl sahiplerinin yoksul, akılsızların ise varlıklı olduğunu görüyorum?” Bilge, şu cevabı verdi: “Allahu Teala bu durumu kendi varlığına bir delil yapmıştır. Eğer her akıllı varlıklı, her akılsız da yoksul olsaydı, insanlar şöyle düşünebilirlerdi: Akıllı kendi rızkını buluyor, akılsız ise yoksul kalıyor. İnsanlar, gerçeğin tam aksi olduğunu gördüklerinde, rızık verenin yalnız yaratan olduğunu anlamaktadırlar.”

İbnu Mesud’dan (r.a) şu söz rivayet edilmiştir: “İnsana mal verilmesi de verilmemesi de bir fitnedir. Kendisine mal verilen kimse, onu asıl vereni unutur, başkasını över. Kendisine mal verilmeyen kimse ise, onu asıl engelleyeni bilip rıza göstermez, kendisine mal vermedi diye insanları kınar.”

Bu ifadenin bir benzerini Mutarrıf, bir sahabiden nakletmiştir. Kûfe emiri olan bu sahabi, bir hutbesinde söyle demiştir:

“Muhakkak ki şu malın verilmesinde bir fitne, engellenmesinde de bir fitne vardır. Kişi yakın akrabasına gider ve ondan Allahu Teala’nın kendisi için yazmış olduğu bir yardımı ister. O da, bunu engelleyemediği için kendisine yazılmış olan şeyi istek sahibine verir. İstek sahibi bu yardımından dolayı ona teşekkür edip övgüler yağdırır.

Ertesi yıl yine aynı kimseye gidip Allahu Teala’nın kendisine yazmamış olduğu bir yardımı talep ettiğinde, o kimse bu yardımı veremez. Önceki yıl vermeyi engelleyemezken, bu yıl verme gücüne sahip olamaz. Bunun üzerine yardım isteyen kimse, onu günahkar görüp kötüler. Dikkat ediniz servetin verilmesinde de, engellenmesinde de bir fitne/imtihan vardır. Allah Rasûlü (s.a.v) bize, bir hutbesinde böyle buyurmuştu.”[14] Hadiste geçen ‘fitne’ kelimesi, imtihan ve sınama anlamındadır.

Yakini iman sahipleri bu imtihanla iyilik için denenirken; gafiller de nasıl davranacaklarının görülmesi için imtihan edilirler. Yakini iman sahipleri sebeplerden ibret alıp onları Yaratan’a hayran olur, hidayet ve iman bakımından üst derecelere yükselirler. Çünkü onlar verme ve engelleme fiillerinin her ikisinde de veren ve engelleyenin sadece Allahu Teala olduğunu görürler ve dinin getirdiği hususlarda O’nun hikmetinin geçerli olduğunu bilirler. Böylelikle onlar için şükür ve sabır makamları sabit olur.

Gafiller ise bu işte hakikati göremeyip ızdıraba düşerler; bakışlarını sebeplere ve başka güçlere çevirirler. Kendilerine mal veren kimseleri överken; engelleyenleri kınarlar. Bu davranışları sebebiyle de sürekli derece kaybederler. Sonuç itibarıyla mal ve para, her iki grup için de bir imtihan olmakta, her ikisinin iman derecelerini ve kalplerinin takvasını ortaya çıkarmaktadır.

Bu konuda Allah Resulü’nün (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kul geceleyin dünya işlerinden bir ticarete veya başka işlerden birine niyetlenir. Eğer onu yapsa helak olabilir. Allahu Teala Arşı’nın üstünden ona bakar ve kendisini o işten alıkor. Kul işim olmadı diye karamsarlığa ve üzüntüye düşer. Uğursuzluğu komşusunda ve yakınlarında arar: ‘beni engelleyen, başımı belaya sokan onlar’ der durur. Halbuki, o işinin olmayışı kendisi için Allahu Teala’nın bir rahmetidir.”[15]

İbnu Mesud (r.a) şöyle demiştir: “Allah’a yaptığın kullukta insanların seni övmesinden hoşlanmaman, Allah’ın sana verdiği rızık için de insanları övmemen ihlastandır.”

Hz. İsa’dan (a.s), İbnu Mesud (r.a) ve diğerlerinden gelen bir haberde şöyle denmiştir:

“Allah’ın size verdiği bir rızıkta hiç kimseyi övmemeniz O’nun size vermediği şey için de kimseyi kınamamanız yakini imandandır.”.

İbnu Mesud (r.a) şöyle demiştir: “Sabır imanın yarısıdır. Şükür, imanın diğer yarısıdır. Yakin ise, imanın bütünüdür.”[16]

Ma’mer b. Eban’ın Hamran-Zühri-Urve kanalıyla Hz. Aişe’den (r.ah) naklettiği İfk hadisinde şu ifade geçmektedir: “Annem ve babam beni bağırlarına bastılar. Ben onlara: “Bu konuda ne size ne de dostunuz Allah Rasûlü’ne (s.a.v) teşekkür etmem. Sadece beni bu iftiradan aklayan ve yücelten Allah’a hamdederim.” Dedim.. Bu konuda rivayet edilen başka bir hadiste, Ebu Bekir’in (r.a) ona: “Kalk ve Allah Rasulü’nün (s.a.v) başını öp.” dediği rivayet edilir. Hz. Aişe (r.ah) ise:

“Vallahi bunu yapmam, ben bu işte Allah’tan başka hiç kimseye hamdetmem.” demiştir. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) de: “Onu kendi haline bırak ey Ebu Bekir.” buyurmuştur.[17]

Yukarıda zikrettiğimiz hep halka nazar etmek ve Allahu Teala’nın her şeye şahit oluşundan habersiz olmak gibi hususlar, yakin zayıflığından ve marifet noksanlığından ileri gelmektedir. Bu hâl, kulun içi alemini kaplayıp orada yerleştiği ve insanın söz ve fillerinde çokça görüldüğü zaman, kalpten imanın hakikati gider, imanın nuru iyice zayıflar. Bu hâl kalpte nifak/iki yüzlülük doğurur, orada şüphe tohumlarını eker.

Bu konuda Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: “Kul evinden imanı ile birlikte çıkar; fakat evine imanı adına hiçbir şeyi kalmamış olarak döner. Yolda bir adam görür. Bu adam, aslında ona ne bir fayda ne de bir zarar verebilir. O ise adama: “Sen çok büyüksün, anlısın şanlısın, der. Evine dönünceye kadar karşılaştığı insanlara bu tür sözler söyler. Belki bu sözleriyle bir şey de elde edemez ama, Allahu Teala ona gazap eder.”[18]

Ebu Muhammed Sehl’e, Tevrat’ta geçen: “Kim bir zengine boyun eğip yağcılık yaparsa dininin üçte ikisi gider.” sözünün manası sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: “İman akd/irade, söz ve fiilden oluşur. Dünyalık için bir zengini överek ona yağcılık yapan ve bunu hareketiyle ortaya kimsenin imanının üçte ikisi gider; geriye yalnız üçte biri kalır ki , o da irade kısmıdır.”

Sen rızık ve diğer konularda Allahu Teala’nın arada sebep olarak yaratığı şeyleri, o iş için ilk sebep gördüğünde, şunu bil: Bu şeyleri birer sebep olarak ortaya koyan Allahu Teala’dır. O, Kur’an’da bu sebepleri zikrettiği gibi; asıl işin kendisine ait olduğunu da belirtmiştir. Bunun örneği çoktur. Allahu Teala bir ayetinde şöyle buyurur:

“De ki sizin için görevlendirilmiş ölüm meleği canınızı alır.”[19] Diğer ayette ise bu aracıyı kaldırarak kendi zatını açıklamış ve: “Ölümleri anında canları Allah alır.”[20] buyurmuştur.

Allahu Teala, bir ayette: “Ektiğinizi görmüyor musunuz?”[21] buyurarak, ekini ekme işinde kulların fiilini zikretmiş; diğer ayetlerde ise aracıları kaldırarak, işin kendisine ait olduğunu şöyle belirtmiştir:

“Biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık ve orada daneler bitirdik.”[22]

Başka bir ayette: “Biz ona (Meryem’e) ruhumuzu/ruhu taşıyan meleğimizi gönderdik.”[23] Buyurmuş; sonra bu işi aracı ile birlikte nasıl gördüğünü şöyle belirtmiştir: “Ona ruhumuzdan üfledik.”[24] Burada ruhu üfleyen, Cebrail’dir.

Başka bir ayet-i kerimede Allahu Teala, Resulüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “O’nu/Kur’an’ı okuduğumuzda okunuşunu takip et.”[25] Tefsir alimleri demişlerdir ki: Bunun manası şudur: Rasûlüm, Cebrail (a.s) sana Kur’an’ı okuduğu zaman, ondan vahyi al. Bu ayet: “Onu tekrarlamak için dilini depretme.”[26] ayetinden sonra gelmektedir.

Aynı şekilde Cebrail (a.s), Hz. Meryem’e: “Sana tertemiz bir erkek çocuğu vereceğim.” Demiştir. Burada Hz. Cebrail (a.s), Allahu Teala’nın kendisine Meryem’e (a.s) ver diye hibe ettiği çocuğu, ben vereceğim diyerek kendisini zikretmiştir. Halbuki o bu esnada Rabbi’ni müşahede etmekte/aslında ruhu verenin Allahu Teala olduğunu görmekteydi.

Bu ayetin başka bir okunuşuna göre ayetin manası: “Allahu Teala sana çocuk vermek için beni gönderdi.” Şeklinde olmaktadır.

Bunun bir diğer örneği de şu ayettir. Hz. Musa (a.s): “Ben ancak kendime ve kardeşime malik/sahip olabilirim.”[27] Demiştir. Çünkü Allahu Teala başka bir ayette Musa (a.s) ve kardeşi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Biz ona rahmetimizin bir işareti olarak kardeşini verdik.”[28] Musa (a.s) gerçekte ne kendine, ne de kardeşine sahiptir. Çünkü gerçekte Allah’tan başka sahip yoktur.

Ayetin iki değişik okuma biçiminden birine göre anlam bu şekilde olmaktadır. İkinci okuyuş şekline göre ayetin anlamı: “Ben ancak kendime sahip olabilirim, kardeşim de sadece kendisine sahip olabilir.” Şeklindedir.

Allahu Teala başka bir ayet-i kerimede bu hususu daha da açıklayarak: “Müşrikleri öldürün.”[29] Emrini vermiştir.

Değir ayette aynı emirle birlikte bu işe vasıta edilen şey şöyle zikredilmiştir: “Onlarlar savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin.”[30] Daha sonra öldürme işinin asıl sahibi ile aradaki sebep birlikte zikredilerek şöyle buyurulmuştur: “Onları siz öldürmediniz, ancak Allah öldürdü.”[31]

Allahu Teala, bir diğer ayette, sebebi zikretmekle birlikte, hakikatte onu da ortadan kaldırarak şöyle buyurmaktadır: “Attığında aslında sen atmadın, ancak Allah attı.”[32]

Allahu Teala, hükmünü icra ederken kullandığı vasıtaları başka bir ayetinde şöyle zikretmiştir: “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah ancak onlara bunlarla azap etmek istemektedir.”[33]

Şu ayetler de konumuza örnek teşkil ediyor. Bir ayette: “O ki, kalemle (yazmayı) öğretti.”[34] Buyrulmuştur. Diğer ayetlerde ise:

“O Allah Rahman’dır. O Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti.”[35]

“Sonra onun açıklaması bize düşer.”[36] buyrulmaktadır.

Yüce Allah başka bir ayetinde, mülkün kullara ait olduğunu belirtmiş, bu mülkü tarafından bir ihsan ve ikram olarak kendilerinden bir bedel karşılığı satın aldığını şöyle haber vermiştir:

“Muhakkak ki Allah müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.”[37]

“Ancak, ellerinin altında mülkleri olan cariyeler bu hükmün dışındadır.”[38] Ayeti de, bir mülkün kula ait görülmesinin örneğidir.

Marifet ehline göre hakiki anlamda Allahu Teala’dan başka bir fâil/iş yapan yoktur. Çünkü gerçek fâil, herhangi bir alet ve sebep için başkasından yardım istemeyen kimsedir. Yine onlara göre hiçbir fiil, iki fâil tarafından yapılmaz. Aksi takdirde şirk ve ortaklık söz konusu olur. Fiili ortaya çıkaran ve icra eden ikinci fâil, aslında hakiki fâilin bu iş için kullandığı vasıta olup sonradan devreye girmiştir. Her şeyin ilki olan Allahu Teala ise aslî/ilk fâildir.

Yine marifet ehline göre hakiki malik, her şeyin yaratıcısı olan Allahu Teala’dır. Elinde bir mal bulunan kimse ise, bunun mülkiyetine sonradan sahip edilmiştir. Çünkü o kimse, kendi eliyle hiçbir şey yaratmamıştır. Onun elinde meydana getirilen fiiller, başkası/Allah tarafından yapılmıştır.

Allahu Teala, her şeyin evvelidir; varlığı başkasının elinde değildir. O, kendi zatı ile hayat sahibidir. Kimseden yardım istemez.. Allahu Teala hikmet ve izzeti gereği yaratmak ve hayat vermek için de bir vasıta yaratmıştır. Bu vasıta ana rahminde görevli olan bir melektir. Rivayete göre bu melek, ana rahmine girerek meniyi eline alır ve onu bir beden hâlinde şekillendirir. Sonra Allahu Teala’ya: “Ey Rabbim, bu, erkek mi kız mı, sağlıklı mı özürlü mü olsun?” diye sorar. Allahu Teala da dilediğini buyurur. Melek de O’nun emrini uygular.

Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır:

“Melek bebeği şekillendirir, sonra ona bedbahtlık/cehennemlik ya da cennetlik olacak ruhunu üfler.”[39]

Denilir ki: “Kendisine Rûh ismi verilen melek, bedenlere ruhları katar.” Başka bir yerde ise, bu meleğin sürekli nefes alıp verdiği ve bu nefeslerden her birinin de ölü bedene ruh kattığı söylenmiştir. Bu nedenle ona ‘Rûh’ ismi verilmiştir.

Allahu Teala kendi zatını tanıtırken el-Bâri=bütün kusurlardan temiz, el-Musavvir= yarattıklarına şekil veren sıfatlarının yanısıra ‘el-Hâlık=yaratıcı sıfatını da kullanmıştır.[40] Yine O, bir ayet-i kerimede: “O Allah ölümü ve hayatı yaratandır.”[41] buyurmaktadır.

Allahu Teala ölüm için bir vasıta yarattığı gibi: diriliş için de bir vasıta yaratmıştır. Bu vasıta İsrafil (as) adı verilen ve Sûr’a üflemekle görevli olan melektir. O Sûr’a ikinci kez üflediğinde bütün cansız varlıklar dirilirler. Ardından Allahu Teala o meleği kendine yükseltir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Ve o gün Sûr’a üfürülür.”[42]

TEVEKKÜLDE SEBEPLERİN YERİ VE DEĞERİ--2--
Allahu Teala zatını, hayat veren ve öldüren olarak tanıtmıştır. Bu konuda şöyle bir rivayet vardır: “Ölüm meleği ile hayat meleği birbirleriyle tartıştılar. Ölüm meleği: “Ben canlıları öldürürüm.” Dedi. Hayat meleği de: “Ben de bütün ölüleri diriltirim.” Dedi. Bunun üzerine Allahu Teala ikisine şöyle vahyetti: “Ben size ne görev vermişsem siz onunla meşgul olun. Asıl öldüren ve dirilten benim. Benden başka hiçbir öldüren ve dirilten yoktur.”

Allahu Teala’dan nakledilen bir haberde şöyle denmiştir:

“Zatım için asıl delil benim. Bana benden daha güzel bir delil yoktur.”

Yukarı sözü edilen vasıta ve sebeplerin varlığını kabul etmemiz, Allahu Teala’nın her şeyde ilk sebep ve her şeyin asıl faili oluşunu ortadan kaldırmaz. Nitekim hiçbir müslüman: ‘beni falan melek yarattı, beni Azrail öldürdü, İsrafil diriltti’ gibi ifadeler kullanmaz.

Yakin ve müşahede ehli bir kimsenin de, aynı şekilde ‘falan bana verdi, falan beni engelledi, filan rızkımı temin etti, falan benim için takdir etti’ türünden ifadeler kullanması asla uygun düşmez. Onlar sadece bu işlerde birer vasıta kılınmış ve Allahu Teala’nın takdir ettiği fiiller onların elleriyle icra edilmiştir. Çünkü vermek, rızıklandırmaktır; engellemek ise kaderdir.

Yakinî iman sahiplerine göre Allahu Teala’nın bu gibi isim ve sıfatlarında ortağı yoktur. Veren de, engelleyen de, fayda sağlayan da, zarara uğratan da yalnız O’dur. Aynı şekilde, hayat verip öldüren de yalnız Allah olup O’nun mülkünde hiçbir ortağı, yaratma işinde kullarından hiçbir destekçisi yoktur.

Yakinî iman sahiplerine göre bu tür ifade ve düşünceler kulun tevhidinin hakikatini zedeleyen gizli şirk alametidir. Allah Resulü (s.a.v) bu tehlike hakkında şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin içinde şirk, karıncanın karanlık gecedeki yürüyüşünden daha gizlidir.”[43]

Bir alim: “Onların çoğu Allah’a ancak şirk koşarak iman ederler.”[44] Ayetine şu manayı vermiştir: “Onlar, Allahu Teala’nın takdir ve tedbir sahibi olduğuna inandıkları halde, sebeplere güvenmek ve fiilleri bu sebeplere dayandırmak sûretiyle şirke düşerler.”

İhlas sahiplerine göre, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, O’dan başka rızık veren, rızkı engelleyen, hidayet veya sapıklığa sevkeden olmadığına inanmak ihlastandır. Onlara göre, kul nasıl Allah’tan başka ilah görmüyorsa, bu işlerde de ondan başka gerçek fail görmemelidir. İhlas sahiplerine göre, bunların hepsi birdir, onlar tek müşahede içinde görülecek gerçeklerdir ve bu, tevhidin ilk basamağını oluşturur.

Eğer “Allahu Teala’nın insanları hidayet ve dalalet yoluna sevk eden, onlara rızık veren ve rızka mani olan kimseleri yarattığı söylenir ve bunun yukarıdaki anlayış ile nasıl izah edileceği” düşünülürse, bunun cevabı şudur: Evet dünyada böyle kimseler vardır; ancak onlar bu işleri Allah’ın izni, iradesi ve hükmü ile yapmaktadırlar.

Allahu Teala değişik ayetlerinde, kendisinin yaratanların en güzeli,[45] rızık verenlerin en hayırlısı,[46] hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni[47] olduğunu belirtmektedir. Çünkü Ondan başka gerçek yaratıcı, rızık dağıtan ve hüküm veren yoktur. O hem insanları, hem de onların ortaya koyduğu şeyleri yaratır. Hem onlara, hem de onların rızık taşıdığı kimselere rızık verir. Aynı şekilde onları hidayete ulaştıran ve onları sebep yapıp diğer insanları hidayete sevk eden yine O’dur. Kullarını sapıklık içinde bırakan ve onları sebep yapıp başkalarını sapıklık içinde bırakan da aslında O’dur.

Sonuçta hidayete erenler O’nun sayesinde hidayet buldukları gibi; yoldan çıkanlar da O’nun takdiri ile sapıklığa düşmüşlerdir. Aynı şekilde varlıklar, O’nun yaratmasıyla vücut bulmuşlar, O’nun verdiği rızık ile rızıklarına kavuşmuşlardır. Nasıl böyle olmasın ki, şu ayetler bu durumu açıklamaktadır:

“Ey İsa! Hani benim iznimle kuş sûretinde bir şey yaratırdın/yoktan ortaya kordun.”[48];

“Eğer Allah bize bir hidayet verirse biz de size hidayet veririz.”[49]

“Biz sizleri yoldan çıkardık. Gerçekten bizler yoldan çıkmış kimselerdik.”[50]

Kul bu zikrettiğimiz gerçekleri müşahede ettiği zaman gizli şirkten kurtulur. Bu hâl, “lâ ilâhe illallah= Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, sözünün hakikatine ulaşmaktır. Bunun bir manası şudur: Kalpleri kendisine çekecek ve kendisine ibadet yapılacak Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.

Kul “Lâ ilâhe illallah” zikrinin peşinden: “vahdehû lâ şerike leh” zikrini söyler. Bununla şunu demiş olur: O Allah, kudretinde ve birliğinde tekdir; mülkünde yarattığı varlıklar içinde hiçbir ortağı yoktur. Sonra zikrine şöyle devam eder: “lehül mülkü” yani varlık alemine getirdiği bütün mülk O’nundur. Zikrine devam eder: “Ve lehül hamdü” Yani, verdiği ve vermediği bütün nimetlerde hamd/övgü O’na aittir; bütün hamdler/övgüler O’na layıktır. Ondan başka hiç kimse, böyle bir hamdi hak etmez. “Ve hüve alâ külli şeyin kadîr” Yaratma ve emirde O’nun her şeye gücü yeter. Bütün kudretler O’na aittir. Bütün yaratma işi O’na aittir. O, yarattığı bu varlıklar içinde hangi işe nasıl isterse öyle hükmeder, dilediğini emreder. Aradaki bütün sebepler, bir ustanın elindeki âletler gibidir. Bir işte alet değil, onu kullanana zikredilir. Mesela: ‘Bıçak deriyi kesti, kırbaç köleyi dövdü’ denmez. ‘Kunduracı deriyi kesti, falan kişi kölesini kırbaçladı.’ denir.

Bu ifadelerdeki vasıtalar, fiilleri bizzat gerçekleştiren unsurlar oldukları halde, sahiplerinin elinde bir alet/vasıta olmaktan öte gidemezler. Aynı şekilde insanlar da zahirde bir takım işleri yapıyor gözükebilirler. Ama onların ardında, gizli kudret ve iradesiyle her şeyi kuşatan, her şeye gücü yeten, bütün işleri yapan Allahu Teala vardır.

Mesela şu örneği düşünelim: ‘Kral bana şunu verdi, bana şunu giydirdi’ denildiği zaman bunu kralın bizzat kendi eli ile yapmış olması gerekmez. Aynı şekilde o hediyeyi kendisine getiren kimseyi zikrederek: ‘kralın hizmetçisi bana şunu verdi’ demek de uygun düşmez. Fiili gerçekleştiren hizmetçi olsa bile, onun hiçbir yetkisi olmadığı ve kralın mallarında kendi kararıyla tasarrufta bulunamayacağı herkesçe bilinir. Ancak: ‘kral onu kiminle sana verdi, kimin elinden aldın?’ şeklinde bir soru sorulur ve hediyeyi hangi hizmetçinin getirdiği öğrenilmek istenirse, o zaman hizmetçinin adı zikredilebilir.

Ama kendisine hediye verilen kimse, bu tür bir soru sorulmadığı takdirde kralın kendisine hediye verdiğini söylemekle yetinecektir. Hediyeyi getiren hizmetçinin adını belirtmesi tamamen gereksizdir. Çünkü kralın adıyla birlikte hizmetçinin belirtilmesine lüzum yoktur. Bu tür bir ifadede gaye, kral tarafından verilen hediyeyi ön plana çıkarmaktır. Hediyeyi taşıyan hizmetçinin belirtilmesinin hiçbir anlamı yoktur. Bunu iyi anla!

Şu örnek de konumuzla ilgilidir: Bir defasında Allah Resulü (s.a.v) hurma verdiği bir kişiye: “Onu al, sen ona gelmeseydin, o sana gelecekti.”[51] Buyurmuştur.

Hiç şüphesiz hurma kendi başına adama gitmeyecekti; fakat Allah Resulü (s.a.v): “Onu sana bir adam getirecekti.” de demedi. Çünkü bunu belirtmenin bir anlamı yoktu. Allah Rasûlü (s.a.v): “Ben yalnız Allah’a tövbe ederim, Muhammed’e tövbe etmem” diyen bir kişi için: ‘Hak sahibini tanıdı/tövbeyi kime yapacağını bildi.”[52] buyurmuştur.

Ancak Allahu Teala, kulu iyiliğe veya kötülüğe götüren sebepleri zikretmiştir. Çünkü ilahi isimler, bu sebeplerle zuhur etmektedir. İlahi hükümler, sevap ve cezalar bu sebeplere bağlıdır. Onları zikretmemek/görmemek uygun değildir. Bu durumda, hüküm vermek Yüce Allah’a aittir. Her şeyi o başlatır; her şey O’na döner. Hükmü önceden Allahu Teala verir, hükmün gereği ve sonucu kullara ait olur. İşte ölümü ve hayatı yaratmanın sebebi budur. Böylece Allahu Teala hiçbir zaman mahkum/hüküm verilen değil; hep hâkim/hüküm veren olur. Emir alan memur değil; her şeye hükmü geçen emir verici olur. Böylece işlerin sonucu, hüküm ve emir altında olanlara ait olur. Şu ayet bu duruma bir örmektir:

“Sizin yanınızda bulunan (dünya malı) tükenir. Allah’ın yanında bulunan (sevap ve ahiret nimetleri) ise devamlıdır.”[53]

Aslında bütün dünya ve ahirette ne varsa hepsi O’nun hazinelerindedir, her şey O’nundur. Ancak Allahu Teala, sonuç ve hükümlerinin bize olması ve kendisinden gönlümüzü çekmemiz için dünyayı ^sizin yanınızdaki/ elinizdeki dünya malı diyerek bize nispet etmiştir. Ahireti ise hususiyet ve faziletini belirtmek bir de rağbetimizi ona yöneltmemiz için Ônun katındakiler’ şeklinde kendi Zatı’na nispet etmiştir.

Kur’an’da Hz. İsa (a.s) hakkında “Topraktan kuş yaratırsın”[54] buyrulmuştur. Yetimlerin bakımını üstlenen ve mallarını görüp gözeten kimselere :“O mallardan kendilerine rızık/yiyecek verin”[55] emri verilmiştir. Allahu Teala, Hz. İsa’ya (a.s) ‘yaratan’ demiştir; halbuki onun elinde bu işi yapan kendisidir. Yetimleri de onlara bakanların eliyle rızıklandırdığı için buna sebep olanlara ‘rızık verici’ demiştir. Bunlar mecazi ifadelerdir.

Bana göre, şu ayette de durum aynıdır. Allahu Teala, Hz. Meryem’e (as): “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olgun taze hurma dökülsün.”[56] Buyurdu. Hz. Meryem (a.s), hurmanın kendi sallaması ile düşmediğini bilmekteydi. Onun sallama fiilinin hurma üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü hurma elle sallanarak düşürülecek bir meyve değildir. Ama Allahu Teala Meryem’e (a.s) kendi katındaki değerini göstermek istedi, bunun için onun elini bu işte bir alet yaptı.

Şu ayette de durum aynıdır: “Ayağını yere vur, işte yıkanacak ve içilecek bir su önünde!.”[57]

Ayağını vurması ile Hz. Eyub Peygamberin (a.s) önünde iki pınar kaynamış, onlardan birinden içmiş, diğeri ile yıkanmıştı; böylece içindeki ve dışındaki bütün hastalıklar iyileşmişti. Ama bu pınarların kaynamasında onun ayağının doğrudan etkisi yoktur. Fakat Allahu Teala bunu onun elinde yaratmış; kendisine bir ikram olarak bu yolla suyu akıtmıştır.

Büyük şair Lebid, kainattaki her fiili yalnız Allah’a ait görerek diğer varlıkları reddetmiş ve şöyle demiştir:

“Dikkat edin! Allah dışında her şey boştur!” Allah Resulü (s.a.v) onun bu şiirini dinlediği zaman: “Doğru söylemiş.” buyurmuştur.

Başka bir rivayette Allah Resulü (s.a.v): “Şairin söylediği en doğru söz, şu beyitteki sözüdür.”[58] Buyurarak, Lebid’in sözünü zikretmiştir.

Allah Resulü (s.a.v) varlık aleminde gerçekte bir takım vasıta ve sebeplerin bulunduğunu bilmekteydi. Fakat bu bilgisi onu şair lebid’in “Allah’tan başka her şey boştur” sözünü söylemekten alıkoymamıştır. Allah Rasülü (s.a.v) bunu, tevhidi koruma ve tek olan Yüce Zatı birleme gayreti ile yapmıştı. O bu gerçeği, içinde bulunduğu kavmi peygamberleri yalanma ve ilahî kitapları yok sayma hastalığından daha yeni kurtulmasına rağmen dile getirmişti. Fakat, şu alemdeki bütün varlıklar, bir zaman önce hiç yoktu; bir süre sonra da yine yok olacaklar. Bu durumda onlar, bir evveli ve hakiki varlığı olmayan, sonunda da sabit kalmayan boş şeye benzemektedirler. Allahu Teala’nın ise evveli yoktur, ezelîdir; sonu yoktur, ebedîdir. Ondan başka hiçbir varlık bu sıfatta değildir.

Her şeyin asıl sebebi ve ilk yaratıcısı olan Allahu Teala ile birlikte diğer vasıta ve sebeplerin zikredilmesi mümkündür. Bunun Kur’an’da örneği çoktur. Mesela Kur’an’da: “Allah şöyle dedi:” ifadesi geçer. Sen “Yusuf peygamber şöyle dedi, Salip peygamber şöyle dedi. Diyebilirsin. Bu kullanışların hepsi doğrudur. Sen: “Allahu Teala şöyle buyurdu...” dediğin zaman, Onun herkesten önce ilk söz söyleyen olduğunu, kendine has sıfatıyla konuştuğunu, herhangi bir vakte bağlı, sınırlamaya tabi olmaksızın, ezelî ilminden bir şeyi haber verdiğini anlatmış olursun.

“Salih dedi ki, Şuayb dedi ki” gibi bir ifade kullandığında ise, onların bu sözleri bir vasıta olarak söylediklerini ifade etmiş olursun. Çünkü onarın sözleri sonradan yaratılan, vakte bağlı olan, bir takım sebeplerle ortaya çıkan sözlerdir. Diğer bütün sebep ve vasıtalar da böyledir. Onlar, her şeyden evvel olan ve her şeyi ilk olarak ortaya koyan Allahu Teala’nın sonradan yaratması ile meydana gelen şeylerdir.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yusuf, 12/40

[2] Kehf 18/26.

[3] Sebe’ 34/22

[4] Enbiya 21/23

[5] Neml 77/88

[6] Hud 11/123

[7] 293 Rum, 30/40

[8] 294 Vâkıa, 56/58-59

[9] 295 Vâkıa, 56/63-64

[10] Fâtır 35/3

[11] Buhari, Ezan, 155; İ’tisam, 3; Müslim, Salat, 194; Ebu Davud, Salat, 140; Tirmizi, Salat, 108; Nesai, Tatbîk, 25; Darimi, Salat, 71.

[12] Necm, 53/28

[13] 299 Rad, 13/19

[14] Ahmed, Müsned, V, 58; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, III, 96.

[15] Ebu Nuaym, Hilye, III, 348;İbnu Receb, Camiu’l-Ulum, I, 368.

[16] Beyhaki, Şuabu’l-İman, No: 47; 9716, 9718; Ebu Nuaym, Hilye, V, 34; Elbani, Daife, No: 499.

[17] Bkz: Buhari, Tefsiru Sûre (24), 6; Müslim, 56; Ahmed, Müsned, VI, 195-197; Tabarani, el-Kebir, XXIII, 50 vd. (No:133-151)

[18] İbnu Mubarek, K. Zühd, No: 366.

[19] Secde, 32/11

[20] Zümer 39/42

[21] Vâkıa 56/63

[22] Abese 80/25-27

[23] Meryem 19/17

[24] Enbiya 21/91

[25] Kıyame 75/17

[26] Kıyame 75/16

[27] Maide, 5/25

[28] Meryem, 1953

[29] Tevbe, 9/5

[30] Tevbe, 9/17

[31] Enfal, 8/17

[32] Enfal, 8/17

[33] Tevbe, 9/55

[34] Alak, 96/4

[35] Rahman 55/1-4

[36] Kıyame, 75/19

[37] Tevbe, 9/111

[38] Nisa, 4/24

[39] Bkz: Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 1-6.

[40] Haşir 59/24

[41] Mülk, 67/20

[42] Neml, 87/87

[43] Ahmed, Müsned, IV, 403; Ebu Ya’la, Müsned, No: 54-55; Bezzar, Müsned, No: 3566; Heysemi, ez-Zevaid, X, 223-224.

[44] Yusuf, 12/106

[45] Müminun 23/14

[46] Müminun 23/72

[47] Hud 11/45.

[48] Maide, 5/110

[49] İbrahim, 14/21

[50] Sâffat, 37/32

[51] İbnu Hıbban, Sahih, No: 3240; Ebu Nuaym, Ahbâru Isfahan, I, 160; Beyhaki, Şuabu’l-İman, No: 1190.

[52] Ahmed, Müsned, III, 435; Tabarani, el-Kebir, No: 839; Heysemi, ez-Zevaid, X, 199.

[53] Nahl 16/96

[54] Maide 5/110.

[55] Nisa 4/5.

[56] Meryem 19/25

[57] Sad 38/42

[58] Buhari, Menakubu’l-Ensar, 26; Edeb, 90; Müslim, Şi’r, 3-7; İbnu Mace, Edeb, 41; Ahmed, Müsned, II, 248, 393.

http://irsadforum.net/forum/tasavvuf-(sems-i-islam)/tevekkul/


 

PROVDR

Asistan
Katılım
12 Eylül 2009
Mesajlar
353
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
daha bitirmedim ama unuturum diye tesekkur etmek istedim:)
cok tesekkurler...
 
Üst