gorelem
Asistan
- Katılım
- 10 Aralık 2008
- Mesajlar
- 298
- Reaksiyon puanı
- 5
- Puanları
- 0
SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİ
I.BÖLÜM: SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Doğumu
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, 1888 (h. 1304) yılında Silistre’nin Hezargrad kasabasının Ferhatlar köyünde doğmuştur. Tuna Nehri’nin güney kıyısında bulunan Silistre, önceleri Rumeli Eyaleti’nin önemli sancakları arasındayken Kanuni devrinin son dönemlerinden itibaren Özi Eyaleti’nin Paşa Sancağı haline getirilmiştir. Hezargrad ise, önceleri Silistre Sancağı’nın kaza merkezedir ve Tanzimat’tan sonra sancak merkezi bir kasaba haline gelmiştir. Asıl adı, Bulgarca’da “virane” demek olan“Razgrad”dır. Kuzeydoğusunda Silistre yer almaktadır. Bu yer şu anda Bulgaristan sınırları içerisindedir.
Süleyman Efendinin soyu Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşayan İdris Bey’e kadar dayanmaktadır. Fatih, İdris Bey’i Tuna Han’ı tayin etmiş ve ayrıca kendisine kız kardeşini vermiştir. Dedeleri ise Kaymak Hafız ismiyle tanınan bir zattır. Babası Hocazade Osman Efendi, tahsil hayatını İstanbul’da tamamladıktan sonra memleketi Silistre’ye dönmüş ve buradaki Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik yapmış meşhur bir alimdir. Annesinin ismi ise Hatice’dir.
Osman Efendi ilmiyle mil, takva sahibi bir insandır. Bu zat, tahsil hayatını geçirdiği İstanbul’da bir gece rüyasında vücudundan kopan bir parçanın gökyüzüne çıktığını ve etrafa ışıklar saçtığını görür. Osman Efendi daha sonra bu rüyayı kendisinden gelecek olan ve dünyayı manen aydınlatacak hayırlı bir evlada yorumlar. Osman Efendi tahsilini tamamladıktan sonra memleketi Silistre’ye gelir, evlenmek için saliha bir kız araştırır ve neticede Hatice isminde bir hanımla evlenir. Bu evliliği neticesinde Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerinde dört erkek evladı olur.
Osman Efendi Silistre Satırlı Medresesi’nde müderris olduğu için çocuklarının ilk tahsillerini kendisi vermektedir. Bu arada o, rüyasında kendisine işaret edilen çocuğunun hangisi olduğunu anlayabilmek için merak ve ilgiyle onların hal ve tavırlarını izlemektedir. Bu ilk tahsil sırasında Süleyman Hilmi, zeka, anlayış, öğrenme kabiliyeti ve bilhassa kılı kırk yararcasına bir İslmî hayat yaşamasıyla günden güne tebarüz etmekte ve diğer kardeşlerinden farklı olduğunu hissettirmektedir.
Bu gelişmeler üzerine Osman Efendi rüyasında kendisine işaret edilen evladının Süleyman Hilmi olduğunu anlar ve daha sonra gelecekte önemli bir misyon yüklenecek olan oğluna maddi-manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak ayrı bir ilgi ve alaka göstererek onu yetiştirir.
Tahsil Hayatı
Süleyman Efendi, ilk tahsilini kendi memleketindeki Rüştiye Mektebinde yaptıktan sonra bir müddet babasının da müderrislik yaptığı Satırlı Medresesinde ilim tahsil etmiştir. Daha sonra babası Osman Efendi, oğlunu yüksek tahsil yapması için İstanbul’a göndermiş ve ona şu nasihatlerde bulunmuştur:
- İstanbul’da parasız kalmak, ahirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
- Usul-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun.
- Mantık ilminde iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun...
Süleyman Efendi evvela Fatih Camii dersiamlarından Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin yanında “ulûm-u aliye” olarak isimlendirilen sarf, nahiv, belağat, mantık ve münazara gibi ilimleri ve “ulûm-u liye” denilen tefsir, hadis, fıkıh ve bu ilimlerin usullerini tahsil ederek birincilikle hocasından iczetnamesini (diploma) almıştır. (1916) Süleyman Efendi derslere olan iştiyakı ve üstün zekasıyla hemen dikkatleri üzerine çekmiş ve medrese muhitlerinde kendi hakkında “yetişirse iyi bir lim olacak” görüşü yaygınlaşmıştır.
Süleyman Efendi, Ahmed Hamdi Efendi’den icazet aldıktan sonra Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi kısm-ı âli (İlahiyat Fakültesi) bölümüne kayıt yaptırmış, daha önce yapmış olduğu medrese tahsilinden dolayı buraya üçüncü sınıftan başlamış ve iki yıl sonra da mezun olmuştur.
Üstün başarı ile üniversite tahsilini bitiren Süleyman Efendi günümüz ifadesiyle akademik kariyer yapmak için Süleymaniye Medresesi’ne bağlı “Medrestü’l-Mütehassisîn”e (yüksek lisans-doktora) kaydolmuştur. Bu okulun tefsir ve hadis, fıkıh, kelam ve hikmet, edebiyat olmak üzere dört bölümü vardır. O bu bölümlerden tefsir ve hadisi seçmiştir. Süleyman Efendi buradaki tahsilinin ilk iki yılını tamamladıktan sonra “İstanbul Müderrisliği Ruusu” unvanını almıştır. (1918) 27 Mayıs 1919 yılında ise Medrestü’l-Mütehassisîn’in tefsir ve hadis bölümünü birincilikle bitirmiştir.
Süleyman Efendinin Medrestü’l-Mütehassisîn’de okuduğu dersler ve aldığı notlar şunlardır:
- Tefsir-i Şerif 10
- Usűl-i Hadis ve Nakd-i Rical 10
- Hadis-i Şerif 10
- Tabakat-ı Kurra ve Müfessirîn 10
- Risale (tez) 9.2
Ayrıca Süleyman Efendi Tanzimat’tan sonra ilk defa açılan ve bugün Hukuk Fakültesi karşılığında olan “Medresetü’l-Kuzat”ı birincilikle kazanmış ve burada Roma Hukuku, Sakk-ı Şer’î, Ticaret-i Berriyye Hukuku, Ticaret-i Bahriye Hukuku, Hukuk-u Düvel gibi dersleri başarıyla okuyarak mezun olmuştur. Hatta o bu okulu birincilikle kazandığını telgrafla babasına bildirmiş ancak babası hüküm verme konumundaki insanların büyük bir mesuliyet altında olduklarını ve adaleti gerçekleştiremeyenlerin ise cehennemlik olacaklarını bildiren hadisler ışığında oğluna şu cevabı göndermiştir: “Süleyman! Ben seni cehenneme göndermek için İstanbul’a yollamadım.” Bunun üzerine Süleyman Efendi babasına bir mektup yazmış ve mektubunda kendi maksadının hakimlik yapmayıp zamanının bütün din ilimlerinde en zirve noktaya çıkmak istediğini dile getirmiştir. Nitekim daha sonraki hayatına bakıldığında da onun hakimlik yapmadığı görülecekti.
Bu şekilde Süleyman Efendi, yüksek tahsilini ve akademik kariyerini de üstün bir başarıyla tamamlayarak devrinin seçkin alimleri arasına girmiştir.
Eserleri
Süleyman Efendi fazlaca kitap telif etmemiştir. Kendisine neden kitap yazmıyorsun diyenlere ise şu cevabı vermiştir:
“Selefin mum ışığında yazdığı baha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”
Bununla birlikte Süleyman Efendinin kaleme aldığı eserleri şunlardır:
1) Yepyeni Usul ve Tertiple Kur’an Harf ve Harekeleri: Süleyman Efendi Kur’an’ın öğretilmesi amacıyla tertip bu eserinde yeni ve kolay bir usulle Kur’an-ı Kerim’i öğretmeyi hedeflemektedir. Ve bunda da başarılı olmuş bu eser sayesinde pek çok kişi Kur’an’ı okumayı öğrenmiştir.
2) Mektuplar ve Bazı Mesil-i Mühimme: Bu eserde Süleyman Efendi’ye ait mektup ve bazı yazıları toplanmıştır. Bu eserde tarikat erbabanın hallerinden, sohbet ve adabından ve tarikat ehlinin kaçınması gerekli olan şeylerden bahsedilmektedir.
3) Risale-i Kibrît-i Ahmer: Bu eserde kelam ve tasavvufla alakalı değişik mevzular işlenmektedir.Ayrıca bu eserlerinden başka “Risale-i İksîr-i Ulûm ve Ma’rifet” isimli bir eserinin daha olduğu bilinmektedir.
Vefatı
Süleyman Efendi, yüksek derecede şekerden dolayı 16 Eylül 1959 tarihde 71 yaşında iken dr-i bekaya irtihal eylemişlerdir.
Hastalığının ağırlaştığı demlerde zamanın hükümetinin de izniyle Fatih Camiinde Fatih türbesinin yanına defnedilmesi kararlaştırılır. Ancak daha sonra bizzat içişleri bakanı Namık Gedik’in emriyle Karaca Ahmet mezarlığında açtırılan mezara gömülmesi için yakınları zorlanmıştır. Altunizade’den büyük bir cemaatle yola çıkan cenaze, yolu kesilerek Karaca Ahmet istikametine döndürülmüştür. Cenaze sahipleri feraset ve dirayetle hadise çıkarmadan bu karara rıza göstermişler ve Süleyman Efendi’yi Karaca Ahmet mezarlığına defnetmişlerdir.
Bugün Karaca Ahmet’teki kabri her gün binlerce talebesi tarafından ziyaret edilip Fatiha okunurken; cenazelerini engelleyen Namık Gedik’in öldükten sonra cesedi bilinmiyen bir çukura atılmıştır. Burada Düzceli Hafız Hilmi Ak’ın anlattığı ve aynı zamanda Süleyman Efendinin açık bir kerameti olan şu hadiseyi zikretmekte fayda mülahaza ediyorum:
“Ben İstanbul’da okurken Süleyman Efendi Hazretleri zaman zaman beni yanına alırlar, sohbet meclislerinde bana Kur’an-ı Kerim okutturur ve “aferin küçük hafız” diyerek iltifat ederlerdi. 1938 yılında yine böyle bir sohbet meclisinde Efendi Hazretleri başını göğsüne eğerek bir müddet tefekküre daldı ve daha sonra başını kaldırıp şunları söyledi
“Öyle devlet adamları, öyle hükümetler gelecek ki, bizim için kazdırılan mezarımıza bile bizi koymayacaklar.”
Ancak ben bu sözlerin manasını ancak 16 Eylül 1959 günü anlayabildim...”
II. BÖLÜM: SÜLEYMAN EFENDİ’NİN HİZMET ANLAYIŞI, TALEBE YETİŞTİRME METODU VE BU UĞURDA ÇEKTİĞİ ÇİLEL
2.1. İlk Müderrisliği ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Kabulüyle Gelişen Hadiseler
Süleyman Efendi, 1 Haziran 1920 tarihinde Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinde müderrisliğe başlamıştır. Ancak onun müderrislik hayatı fazla uzun sürmemiş 3 Mart 1924 yılında tevhid-i tedrisat kanunu gereğince medreseler kapatılınca müderrisliği bırakmak zorunda kalmıştır.
Medreselerin kapatılması haberi İstanbul’daki medreselerin müderrislerinin cemiyetinde hararetli tartışmalar sebep olmuştur. O dönemde bu müderrislerin sayısı 500-520 civarındadır. Bu kanunla hepsinin asil vazifesi olan müderrisliklerine son verilecek, kendileri de hükümetin uygun göreceği imamlık, vaizlik veya emeklilik gibi yeni vazifelere tayin edileceklerdir. Müderrislerin hemen hepsi bu fiili durumu kabullenmiş gibi görünüyorlardır. Yalnız Süleyman Efendi, bu hadisenin din ilimlerinin ve Kur’an ilimlerinin kaybolmasına sebep olacağını düşünmüş ve diğer arkadaşlarına şu ikazları yapmıştır:
“Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi oturup, onlara dini öğretirseniz asgari 50 sene bir-iki nesil boyu İslam’ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u İlahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.”
Fakat zamanın idaresinin dine bakış açısını bilen müderrisler, hiç de istekli görünmemişlerdir. Süleyman Efendi sonunda arkadaşlarının bazılarını, “Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, hükümetimizin hara-i umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mali müzayaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dini ve İslami ilimleri fahriyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..” şeklinde devam eden telgraf çekmeye ikna edebilmiştir. Fakat cevaben gelen telgrafta şöyle denmektedir: “Memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket eden şiddetle cezayı müstelzimdir.”
Böylelikle Süleyman Efendinin müderrisliği sona ermiş ve kendisi İstanbul vaizliğine atanmıştır. Bu durum karşısında hemen teslim bayrağını çeken diğer müderris arkadaşları ona şu öğütte bulunmuşlardır: “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.” O ise bu sözlere şu cevabi vermiştir: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, Allah’ın, Rasulullah’ın, Kitabullah’ın ve din-i mübin-i İslam’ın tebliğ memurluğudur.”
Süleyman Efendi İstanbul vaizliğine tayin edilmiştir ve önünde iki yol vardır: O da diğer arkadaşları gibi ya vaizlik yapıp köşesine çekilecek, hiçbir şeye karışmayacak ve yahut da dedelerinin uğrunda oluk oluk kan döktüğü Kur’an’ı ve ondan neşet eden ilimleri, o şehitlerin torunlarına da öğretme davasını omuzlamak suretiyle ruhundan, özünden koparılmaya çalışılan yeni İslam ve Türk nesline feyz-i İlahi’yi, nur-u İlahi’yi aşılama davasını üstlenecekti. Birinci yol ne kadar rahat ve kolaysa ikinci yol da o kadar meşakkatli ve zordu. O ikinci yolu tercih etmiş ve o günden sonra talebe okutmayı hayatinin bir davası olarak görmüştür.
2.2. Dini Öğretmek İçin Verdiği Mücadeleler
Her şeyden evvel Süleyman Efendi gerek tertemiz ve şerefli nesebi itibariyle gerek zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve gerekse de şeriat-ı garca-i Muhammedi’yeydi harfiyken yaşama gayreti sebebiyle, ulum-u diniyeyi öğretmeye tam ehil bir zattı. İşte bu ehliyet ve dirayet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme sevdasında onu israrli kildi.
O, talebe okutmayı seçmişti fakat talebe bulunmuyordu. O günkü idarenin din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı, “Allah” demekten bile korkuyorlardı. İslam’ın 5 temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur duası merasiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hürriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını, Müslümanlar Müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı.
Süleyman Efendi Allah’ın dinini öğretme işinin kendisine yüklendiğini ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu biliyordu. Çünkü kendisi ilim tahsil etmişti ve bildiği şeyleri başkalarına öğretmesi gerekiyordu. Öğretmez ise Allah indinde mesul olacağını da biliyordu. Kendisine “kendini niçin bu kadar yıpratıyorsun?” diyenlere şu cevabı veriyordu:“Yarın hesap günü var. Allah Teali “Süleyman! Verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim?” derse ne cevap veririm. Zamane alimlerinin bu husustaki gafletleri büyüktür. Sözde varis-i enbiyayız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye’ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarını dahi öğretmiyorlar.”
Evet onlar okutmuyor, Süleyman Efendi ise okutmak istediği halde talebe bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiam arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan, “Nerede.. böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki...” cevabını alınca çok üzülür ve kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu da kabul görmezdi.
O zor günleri Süleyman Efendinin kendi ifadelerinden okuyalım:
“Okutma imkanı yoktu fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz dedim. Fakat sonradan Cenaba-ı Hake sebepler halketti ve talebe okutma imkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor... Bütün bunlar, Cenaba-ı Hakk’ın bize lütfudur.”
Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve hususi sohbetleriyle, ilmiye sınıfını maddeten ve manen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa’daki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendi’yle oluşan halkaya, daha sonra Biletçi Hüseyin Efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dahil oluyor...
Yeni yeni tutuşan kandillerin etrafında yeni halkalar oluşuyordu. Topçular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakçı’ya oradan Kuşkaya mağarasına...
Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed’in evlatları cehenneme birsel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kardır”diyordu. Vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince koşarız”demişti.
Halisane niyetle yola çıkıldığı için halka yavaş yavaş genişliyordu. Küçük de olsa bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekabül ediyordu. Süleyman Efendi 1924 yılından bu yıllara kadar çalışıp didinmiş, gözyaşları dökmüş ve bunların bir semeresi olarak bu sevindirici tabloların ilk temelleri teessüs etmişti.
İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı çeken Süleyman Efendi elindeki talebelere hem ders okumanın faziletlerini öğretiyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Onlara bir anne ve babanın çocuklarına gösteremeyecekleri ilgi ve şefkati gösteriyordu. Talebe onun velinimetiydi. Süleyman Efendi talebenin her şeyiyle ilgileniyor, her türlü sıkıntılarını gideriyor ve onlarla hemhal oluyordu.
Bir gün bir zat Süleyman Efendi’ye müracaatla, “Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum ne ücret alıyorsunuz?” diye sordu. Süleyman Efendi ise “Sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin” buyurdular. O, eski bir adeti değiştirip yerine bu usulü ihdas etmiştir
Süleyman Efendi talebenin iaşesini kendi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı paranın bir kuruşunu bile kendisi için harcamamıştır. Hatta bu hususta şahsi mülklerini bile satarak talebelere harcamıştır. Her gün derse başlamadan önce talebelerinin halini hatırını sorar, bir sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, bazen de latifeler yapar ve bu şekilde derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yönden zinde tutardı. Bu sayede talebeler onu bir hocadan ziyade kendileri üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.
Talebelerine maişet endişesi içinde olmamalarını tavsiye eder, Allah için okuyan kimsenin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi. Talebelerine “Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp istikbal sevdasına daldıkları şu günlerde Mevla’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren li bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah Rasulü’ne yönelen, gölge gibi dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahreti kazanamaz. Zira Ahiret hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölge de beraberinde gelir.” diye malumat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu yumuşak muameleden talebeleri fevkalade memnun olup etkileniyorlar ve hocalarının istediği gibi bir talebe olmaya çalışıyorlardı.
Talebelik yapmak için Anadolu’dan çarıklarını sürüyerek gelen köylü çocukları izinli olarak veya Ramazan ayı münasebetiyle evlerine İstanbul beyefendisi olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden halka vaaz etmesi milleti hayretler içinde bırakıyordu.
Ders okuturken çok sıkı takibat altında olduğu zamanlarda bile hiçbir şekilde pes etmemiş, bunun için değişik metodlar uygulamıştır:
1) Sık sık yer değiştirme: Süleyman Efendi bir gün Şehzadebaşı’ndaki caminin müezzin odasında, diğer gün Erenköy’de bir talebesinin evinde, öbür gün bir apartmanın bodrumunda, bir sonraki gün bir başka yerde olmak üzere sık sık yer değiştirerek dersler okutmuştur. Bu sayede polislerin takibatından da kısmen kurtulmuştur. Bu arada vaazlarını hiç ihmal etmemiş, akşam namazının haricindeki her vakitte etrafındaki cemaate nasihatler etmiştir.
2) Çiftlikler kiralama:1930-36 yılları arasında Çatalca’da kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakça Çitliğinde o gün bulabildiği birkaç talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, diğer taraftan da Sirkeci’ye gelerek, Anadolu’dan çalışmak için gelen gençlere birer lira vererek okutmak için yanına alıyordu. Kabakça çitliğinde 5 ayrı değirmende talebe okutup derse devam ederken bu durumdan şüphelenen polisler bu kadar gencin çalışmasında bir iş var diyerek takibe alıyorlar. Çünkü Süleyman Efendi, talebeleri işçi olarak gösteriyordu. Süleyman Efendi bu takipten kurtulabilmek için talebeleriyle oraya 20 km uzakta olan Kuşkay dağına gitmek zorunda kalıyor, eşya ve kitaplar sırtlarında oldukları halde orada bir kulübede derse yine devam ediyorlar. Ancak bunu haber alan jandarmalar Süleyman Efendi’yi orada Kur’an öğretirken yakalıyorlar. Karakola götürülürken Hazret jandarma yüzbaşısına şöyle diyor:
“Ben hocalığı bir tarafa bırakayım. Sen de komutanlığı bir tarafa bırak. Seninle bir konuşalım.”
Komutan: “Buyur hocam” deyince, Süleyman Efendi;
“Hayır, hocam demeyeceksin. Şimdi sen komutanlığı bir tarafa bırak, ben de hocalığı bir tarafa bıraktım. Birer vatandaş olarak konuşuyoruz” diyor.
Komutan da “peki buyurun” deyince, Hazret komutana;
“Allah iyi ki seni bir tazı olarak yaratmamış. Eğer öyle olsaydı, şu ormanlarda yakalamadık tavşan bırakmazdın. Şu dağların tepesinde Allah’ın kitabını okutuyor diye geldin beni karakola götürüyorsun değil mi?” diyor.
Bunun üzerine komutan başını yere eğip hiçbir cevap vermiyor.
Yine Süleyman Efendi Lüleburgaz’da pancar çiftliği kiralamış, çapa adı altında talebe okutmuştur. Aynı maksatla Anadolu’ya geçmiş, Konya Ereğlisi kırlarında ve yolu olmayan ancak aşiretlerin çadır kurup hayvan otlattığı Toros dağlarının tepelerinde mandıracılık yapmış, onu vesile kılarak talebe okutmakla meşgul olmuştur. Kazancını ise hep bu uğurda sarf etmiştir.
Süleyman Efendi her türlü sıkıntılara rağmen hizmetini devam ettiriyordu. Ancak maddi tazyikler ve tecritlerle bu büyük dava adamını yıldıramayanlar, bu sefer takip ve tevkiflerle ona baskı yapmaya başladılar. 1939 yılında bir gün evinden alınarak İstanbul Emniyeti Birinci Şubeye getirilir. Oradaki üç günlük çilesine dostları ve yakınları da ortak edilir. Fakat mahkemeye çıkarıldığında bütün tertipler boşa çıkar. Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından salıverilir. Tutuksuz olarak aylarca devam eden mahkeme sonunda da beraat eder. Ancak o bulabildiği birkaç talebeye, başta çocukları olmak üzere ders vermeye devam etmektedir.
<>1936 yılı yaz mevsiminde kendisiyle tanıştığını ifade eden talebesi ve damadı Kemal Kaçar Efendinin anlattıklarına göre bu dönem Süleyman Efendi Hazretleri için bir çile dönemidir. Evine sayısız denecek kadar polisler gelmiş,kendisi Emniyet Müdürlüğüne getirilip tazyik edilmiş ve özel eşyaları bile didik didik edilmiştir. 1939 yılında beraatle sonuçlanan tevkiften dört yıl sonra 1943 yılında başka bir engel daha çıkarırlar. Tevkiften de bir şey çıkaramayanlar 1943 yılında Diyanet İşlerindeki bazı insanları da kullanarak vaizlik yetkisini elinden alırlar ve camilerde vaaz etmekten ali koyarlar. Süleyman Efendi bir yıl sonra 1944 yılında ikinci bir takip ve arkasından da tevkife uğrar. Sulh Ceza Mahkemesi tutuklanmasına karar verir. Bu defa tabutluklardaki işkence 8 gün sürer. Burada binlerce mumluk ampuller altında uykusuz günler geçirir. Arkasından Asliye Ceza Mahkemesi tarafından yine kefaletle tahliye ve sonuçta da yine suçsuz görülerek beraat eder.
Evet işte Süleyman Efendi böyle bin bir ızdırap ve çile ile talebeler okutup yetiştirmiş ve yetiştirdiği bu talebelerine “Evlatlarım! Görüyorsunuz dinin en garip olduğu bir devirde geldik. Ben sizi bunca zor şartlar altında okuttum. Sizden para istemiyorum. Sizden istediğim tek şey şudur: Siz de gidip Anadolu’nun her yerine kurslar, yurtlar açın ve ümmet-i Muhammed’in evlatlarına dininizi ve kitabınızı öğretin.” şeklinde vasiyetlerde bulunmuştur.
2.3. Kur’an Kursları’nın Resmen Açılmasından Sonraki Faaliyet ve Hizmetleri
1949’da resmi Kur’an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda hızlı inkişaf etti.
1950’lere gelindiğinde oluşan serbestlik havası içinde, dînî faaliyetler kısmen rahatladı. Ve 1951’de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in Çamlıca’daki evinin birinci katında ilk Kur’an kursu açıldı. İlk resmi Kur’an kursu ise 1952’de Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin çilehanesinin yanında bulunan bir binada Üsküdar Müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Devlet tarafından açılmasına izin verilen bu Kur’an kurslarında Kur’an’ın sadece yüzünden okutulmasına müsaade edilmişti. Ancak Süleyman Efendi bu isim altında bütün dini ilimleri tam ve kamil şekilde öğretiyor, talebelerini gayet iyi yetiştiriyordu.
Süleyman Efendi talebenin her türle derdiyle bizzat meşgul oluyordu. Bir gün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuşlardı. Talebe başkanı, “İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yaninda domates salatası yapıp yiyoruz.” deyince, Süleyman Efendi iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir 50 lirayı başkana uzatarak, “Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin” buyurmuştu.
O, daha önce de ifade edildiği gibi “talebeden para alınmaz, talebeye para verilir” düsturunun ve böyle bir merhametin sahibiydi. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarf etmişti.
<>Süleyman Efendinin bütün faaliyetleri tarassut altındaydı. Sık sık takibatlara uğruyor fakat o, bunlara fazlaca ehemmiyet vermiyor, ders okutmaktan ve Allah’ın dinine hizmet etmekten bir an bile geri durmuyordu. Bütün bunları yaparken ciddi sağlık problemleri de vardır. Yıllarca soğuk camii müezzinlikleri ve apartman bodrumlarında ders okuta okuta romatizmaya yakalanmıştır.Ayrıca bir şekerden rahatsızlığı vardır. Bir gün bir talebesi “Efendim! Herkesin rahatsızlığıyla meşgul oluyor, iyileşmelerine vesile oluyorsunuz. Biraz da kendi rahatsızlığınız ile meşgul olsanız” dediğinde o şunları söylemiştir:“Evladım! Kendime yirmi dakika ayırabilsem hiçbir rahatsızlığım kalmayacak. Fakat onu bile ayıramıyorum.
Bu arada Süleyman Efendi Anadolu ve İstanbul’da yetişen talebeleri vatanın çeşitli yerlerine hizmete, talebe okutma ve halkı irşad etmeye gönderiyordu. Onlardan aldığı hizmet haberleri, en sevdiği şeylerdendi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Bir gün Prof. Dr. Asaf Ataseven, Süleyman Efendi’yi ziyarete gittiğinde, Süleyman Efendinin arkasında bazı yerleri işaretlenmiş bir harita görerek mahiyetini sormuş, o da bunların, açılan Kur’an kurslarının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Talebelerinin hizmete şevkle gitmesi onu sevince garkederdi. Bolu’da bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere yaşlıca bir zat: “- Nereye gönderilse gider misiniz?” diye sormuş, talebelerin hepsi ayni cevabi vermişti: “- Nereye olsa gideriz çünkü Hz. Üstad bizi yalnız bırakmaz.” “- Siz Hz. Üstad’ı annenizden babanızdan daha mı çok seviyorsunuz?” “-Evet, biz Hz. Üstad’ı annemizden, babamızdan daha çok seviyoruz.” Bunun üzerine o zat, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatır. Efendi Hazretleri de: “- Tabii... Anne babaları onların bu denî dünyaya gelmelerine vesile olmuştur. Biz ise onları lem-i ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer ve sualden geçirip, cennet ve cemal-i İlahiye kadar götürüyoruz” buyururlar. 1951 yılında Süleyman Efendi, Şehzadebaşı’dan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı. Bütün bu zorlu yıllar boyunca, Valide Sultan, Efendi Hazretleri’ne destek oluyor, sıkıntıları, zorlukları paylaşıyordu.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin birinde Valide Sultan, “60 talebenin bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60 kurban keseceğim” diye nezretmişti. 1955’lerde sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Valide Sultanımız da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getiriyordu.
Süleyman Efendi, Anadolu’da kurs açma faaliyeti üzerinde çok titiz duruyor, bu işin manevi mesuliyetini de hesaba kattığı için hiç gevşeklik göstermiyordu. Yeni bir Kur’an kursunun açıldığı haberi geldi mi sanki dünya onun oluyordu. Ders okutuyor veya sohbet ediyor olsa bile ara verip hemen şükür namazı kılıyordu. Yetiştirmiş olduğu talebesini Anadolu’ya göndermek istediği zaman talebeleri de şevkle o hizmete talip olurlardı. Çünkü onlar üstadlarının gittikleri her yerde kendileriyle beraber olduğuna ve kendilerini yalnız bırakmayacağına inanırlardı. Onu annelerinden ve babalarından daha çok seviyorlardı. Bunun hikmetini Süleyman Efendi’ye soran Hacı Ahmet Şen’e Efendi Hazretleri’nin verdiği cevap gayet manidardır: “Anne ve babaları onların dünyaya gelmelerine sebeb-i zahiri oldu. Biz ise onları bu alemden aldığımız gibi alem-i berzahtan, mahşerden, sırattan geçirip cennet ve cemal-i İlahiye kadar götüreceğiz.”
Talebelerinin zevkle hizmete talip olmaları onu ziyadesiyle sevindiriyor, onlara dünya ve Ahiret saadeti için dualar ediyordu. Hizmete gönderdiği talebelerinin hepsi de üzerlerine düşen vazifeleri eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Dine, Kur’an’a, ezana susamış olan halka hemen bir bütünlük içine girmişlerdi. Halk bu din, ilim, hizmet aşıklarını en samimi duygularla bağrına basmıştı.Aynı zamanda da hayrete düşüyorlardı.
Çünkü bu talebelerin yaşları çok genç, hepsi de delikanlı çağında insanlar ama tabir-i caizse her biri bir iman kalesi ve ilim deryası idiler. Nasibi olan Müslümanlar “Sizin hocanız kim? Sizleri yetiştiren zat kim? Beni ona götürür müsün” gibi ifadeleri sarf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Bu hal clib-i dikkattir. Çünkü daha emsalleri sokaklarda oynarken bu talebeler hakikat-i Muhammedi kürsüsünden insanlığı hidayete erdirmek için inciler saçıyor, vaaz ediyorlardı.
Büyük muharrir Necip Fazıl, bu talebeleri “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde şöyle destanlaştırmaktadır:
“Süleyman Efendi, beni bu gençlerle temasa geçirmiş ve bahçemizde yattığı halde farkında olmadığımız bir hazinenin keşfi gibi, hayretle karşılık bir takdir duygusuna boğmuştur. Evet, o zamana kadar cansız bir ezber zemini üzerinde öne arkaya sallantılı, papağanvri bir tekrarlama işinden ibaret zannettiğim ve İslam’ın, fezayı milyonlarca projektörle delici kainat görüşlerine yabancı saydığım Kur’an kursları faaliyeti hayret ve saadetle gördüm ki: Gökten necaset yağan bir devirde üzerlerine tek kir bulaşmamış, zeka ve irfanları her inceliğe ulaşmış güdücüler elindedir. Ve bu genç güdücüler mevki ve istikamet tayini noktasından bütün dost ve düşman kutupları, doktorların sıhhat ve marazı tanıdıkları gibi teşhis ehliyetindedir. Diyebilirim ki, Türkiye’de, Kur’an kursları topluluğu ayarında vahdet, merkeziyet ve davalarında salabet belirtici ikinci bir teşekkül mevcut değildir. Bu topluluk, terbiyesini Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan’dan alanların veya alanlardan alanların tablolaştırdığı kadrodur ve bu tabloda şahıs, fikir, ilim, usul, her unsurun doğrudan doğruya bağlı olduğu tek mihrak, tek kelimeyle şeriattır. İşte bağlılıklarındaki kuvvete bu manayı verdiğim, bütün gençliğe tavsiyem gibi şeriatı bu manada idealleştirmelerini ve şeriat aşkını bu manada şuurlaştırmalarını beklediğim ve kendilerini yeni iman neslinin en saf ve en temiz damarlarından biri saydığım Kur’an kursları topluluğuna yakınlığım buradan geliyor.”
Ne hazindir ki, diyanet camiasında bazıları bu din alimi ordusundan rahatsız olmuş ve onları diyanetten tasfiye etmek için değişik iftira ve bühtanlar ortaya atarak kasıtlı senaryolar hazırlayıp kendilerine kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Üzülerek belirtmek gerekir ki her devirde böyle iftiralara ve iftiracılara inanan ve ona taraftar olanlar çıkmıştır. Bu ve buna benzer iftiralarla kamuoyu karıştırılmış ve bu genç hizmet ordusunu diyanetten tasfiye işi başlamıştır.
Yine Necip Fazılbu tür insanların maksatlarını şöyle dile getirmektedir:
“Herkes pireler gibi deliklerine saklanır ve ortaya çıkmazken tam 33 yıl bu davanın çilesini çekmiş ve büyük meselenin nirengi noktalarını göstermiş biri olarak kaydedeyim ki; din öğreticiliği bahsinde Süleymancılar diye yaftalanan topluluğa dil uzatanlar ve onları köstekleyenler hakikatten uzak, sadece çekememe duygusuna bağlı, nefsine emin olmama uhdesinden gelen tepkilerden ibarettir. Bu da pek çoklarınca gayenin İslam değil, şahıs ve zümre hırsı olduğunun şaşmaz ifadesidir.
2.4. Kur’an ve Arapça Tedris Usulü ve Takip Ettiği Yöntemler
Süleyman Efendi ders okutma metodu olarak medreselerden farklı bir metod uygulamıştır. O, bugün eğitimcilerin ısrarla uygulanmasını istediği“talebeyi faal hale getiren, uygulama metodunu”kullanmıştır. Zira bu metod daha kalıcı olmakta ve daha kısa sürede daha yüksek verim vermektedir. Medreselerde takrir metodu uygulanıyor, hoca dersi anlatıyor talebe de hocasını dinliyor ve bütün kitapları kuru kuruya ezberliyordu. Dolayısıyla beyinlere aşırı yük yükleniyor ve talebe yıllarca ders okuyordu. Süleyman Efendi ise bazı dersler hariç ezberletme yapmıyor, dersi talebenin kendisini okutturuyor ve onun eksikliklerini tamamlıyordu. Bu sayede hem talebeye değer verildiği için güven geliyor, hem de dersler uygulamalı olduğu için daha kalıcı oluyordu.
Süleyman Efendi, dersleri tercüme kitaplardan öğretmek yerine emsileden başlayarak bütün büyük ulemanın bilhassa Osmanlı medreselerinde takip edilen temel kitaplar vasıtasıyla İslamiyet’i kaynağından orijinal dili olan Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir. O, eser yazmak ile vakit geçirmektense, yazılı olan eserleri okutup, insan yetiştirmeyi, onlara ruh vermeyi tercih etmiştir. Osmanlı medreselerini kendine numune olarak almış ve talebelerine Osmanlı’yı misal olarak göstermiştir. Yok olmaya yüz tutan, iman, itikat ve ibadetleri tekrar yeşertip yaşartmak ve muhafaza edebilmek için İslam akaidinin ve ehl-i sünnet düşüncesinin temeli yani usul-ü dinde asil olan tahkiki, füru-u dinde asil olan taklidi öğretirken şerh-i akaidi günümüzdeki ve tarihteki sapıklıkları tanıtmış ve dalalet fırkalarına düşmekten muhafaza etmiştir.
Süleyman Efendi, medreselerde 15-20 senede ancak okutulup öğretilen kitapları azami 3-5 senede okutmaya muvaffak olmuştur. Bunun sebebi elbette ihlaslı zahiri gayretleri yanında manevi tasarruflarıydı. Onun “Cenaba-ı Hakk’ın yüz esmasının tasarrufları bize çevrildi. Biz bunlardan ancak bir tanesini kullanıyoruz. O da talebelerimizi çabuk yetiştirmektir.” ifadeleri bu hakikati bildirmektedir.
Onun ilim öğretme hususunda talebe ile nasıl meşgul olduğunu, onlara nasıl ders anlattığını Hacı Ali Şeker şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün Konyalı Hacı Mustafa Efendi ile Kısıklı’daki kursa gitmiştik. Efendi Hazretleri sohbet ederken bir ara talebeleri çağırdı. Nasıl ders okuttuğunu ve niçin çabuk meyveler alındığını bize şöyle gösterdi: Efendi Hazretleri gayet mülayim bir tavır ve kendine mahsus bir eda ile;
“- Oku bakayım evladım” dedi. En baştaki talebe de kitaptan ibare okumaya başladı. Ve kendi bildiği kadar mana verdi. Eksiklerini Efendi Hazretleri tamamladı. O mevzuda ilave bilgiler verdi. Sıra ikinci talebeye gelmişti. Müteakip ibareyi o da okudu. Verebildiği kadar mana verdi. Talebeye yardımcı olabilmek için bazı hatırlatıcı sorular sordu. Talebe o soruların cevabını verdikten sonra önündeki ibareyi daha kolay çözmeye başladı. Talebe bir taraftan da hocasının önünde kendi bilgilerini hatırlayarak ibareyi çözünce, iştiyaka geliyor ve daha ilerisini okumak istiyordu. Bu esnada Efendi Hazretleri’nin mülayim bir baba gibi okşayıcı sesi yetişiyordu:
“Sen oku evladım.. zamire dikkat et.. ikinci baçtan okuyacaksın.. naib-i faili unutma...”Biz bu ders okuma şekline hayran olmuştuk. O yaşıma rağmen bende ders okuma iştiyakı doğdu.”
Süleyman Efendi talebelerinin ezbercilik yerine dersin özünü kavramalarına önem verirdi. İbarenin bütünü ve anlatmak isteneni anlayabilmişlerse telaffuz ve irab hatalarına kızmaz, “dumanı doğru çıksın yeter” derdi. Halkadaki bütün talebeye ibare okuturdu. Bu yüzden talebeler dersten önce derse hazırlanmış olarak gelirlerdi.
Onun en önemli eğitim metodlarından biri de sevgidir. O, talebelerine bir ana-baba şefkatiyle yaklaşıyor, onların her türlü dertleriyle dertleniyor ve çaresi için maddi-manevi elinden gelen bütün fedakarlıkları gösteriyordu.
Süleyman Efendi, bu şekilde Osmanlı’da koskoca bir müessese olan medreseyi tek başına yaşatmış ve halen talebeleri de onun bu usulünü devam ettirmektedirler. Onun vefatıyla bu hizmetlerde ve ders okutma şekillerinde aksama olmamış ve bunlar ondan alınan manevi terbiye ve feyzle sanki bugün ihdas edilmiş gibi tazeliğini ve orjinalligini korumaktadır.
2.5. Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu
Kur’an kursu faaliyetleri “Kur’an Kursları Federasyonu” adı altında resmi olarak yürütülmektedir. Çeşitli evrelerden sonra bu federasyon “Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu” adını alarak faaliyetlerine devam etmektedir. Bu federasyonun bugünkü tüzüğünde yer alan bazı maddeleri, onların faaliyetlerinin boyutunu göstermesi açısından burada kısaca zikretmek istiyoruz.
Federasyonun şu andaki tüzüğüne göre gayesi, kurs ve okul talebelerine yardim gayesiyle kurularak faaliyette bulunan bilumum üye derneklere ve bunların himaye ettikleri talebelere maddeten ve manen yardımcı olmak ve onları her bakımdan korumak, üye derneklerin faaliyetlerinde düzenli çalışmayı ve işbirliğini temin etmek, münferit olarak halline muvaffak olamadıkları meseleleri halletmede kendilerine yardımcı olmaktır.
Federasyon bu gayeyi gerçekleştirmek için aşağıda belirtilen hususlarda çalışmalar yapmaktadır:
1. Üye derneklerin mevzuata göre her türlü hak ve menfaatlerini korumak ve üyeler arasındaki sosyal dayanışma ve yardımlaşma şuurunu geliştirmek için lüzum eden çalışmaları yapmak, tedbirleri almak.
2. Üye derneklerin ve bunların ilgilendikleri talebelerin haklarını ve menfaatlerini korumak, bunlara mevzuat dahilinde daha geniş haklar ve menfaat temini için gayret göstermek
3. Millî, ananevî, örf ve adetlerimize uygun, sosyal, ahlkî, manevî, iktisdî ve kültürel hususlarda gayr-i siyasi mahiyette ilmî konferanslar, seminerler, toplantılar ve dersler tertip etmek, dergi, gazete ve broşür neşretmek suretiyle üye dernek mensuplarının ve talebelerinin kültür seviyelerinin yükselmesine yardım etmek.
4. Üye derneklerden ihtiyacı olanlara, kendi imkanları elverdiği ölçüde, menkul ve gayri menkuller de dahil olmak üzere her türlü mal ve para yardımı yapmak.
5. Yukarıda sayılan hususların tahakkuku için gayri menkul mal edinmek, bina inşa ettirmek ve mezkur binaları ve müştemilatını hizmete açmak, bina ve daire kiralamak.
6. Binaların muhafazası için icap eden bakımı ve tamiratı yapmak.
7. Vakıf mevzuatına uygun olarak federasyonun gayesine uygun vakıf kurmak.
Görüldüğü gibi talebe yurdu faaliyetleri bugün resmiyet yönünden de ciddi esaslara oturtulmuş ve herhangi bir resmi engele mahal bırakmadan hizmete devam etmektedir. Bu topluluğun maddi ve manevi ruh mimarı olan Süleyman Efendi hakkında M. Necati Bursalı şöyle bir tespitte bulunmaktadır: “Süleyman Efendinin en büyük hususiyetlerinden biri de şüphesiz ki Allah’ın kelamı olan Kur’an-i Kerim’e ettiği hizmetlerdir. Allah demenin bile yasak edildiği o karanlık günlerde bu işi başarabilmek için insanda Uhud Dağı gibi yürek olması gerek. Büyük insanların çileleri de büyük olur. Süleyman Efendi de pek çok ezalar, cefalar çekmiştir.
O, hiçbir zulüm ve cefadan yılmadı. Kur’an caddesinde ömür arabasını son nefesine kadar sürdü.”
Süleyman Efendi büyük bir mücadele ve dava ruhuna sahipti. Onu, muasırlarında nadiren rastlanan bir aksiyon insanı olarak müşahede ediyoruz. Hatta sadece kendilerine değil, ondan feyz almış, rahle-i tedrisinde bulunmuş nice talebelerinde dahi günümüzde ayni hasleti müşahede ediyoruz. Onun aksiyon cephesini ifade etmesi bakımından talebelerine söylediği şu sözleri burada aynen zikretmek istiyorum: “Biz, ömrümüzde bir defa olsun sırtımızı yaslayıp rahat oturmadık, huzur-u İlhî’de böyle bir kaydımız yoktur. Allah (c.c) ve Rasulü buna şahittir. Aklınızı başınıza alın.”
Buradan da anlaşıldığına göre Süleyman Efendi, gecesi ve gündüzüyle bütün ömrünü Ümmet-i Muhammed’e hizmet için tahsis etmiştir. O, “aklinizi başınıza alin” derken fani olan bu dünyada yapılacak en iyi işin Allah’ın dinine ve kitabına hizmet olduğunu, ümmet-i Muhammed’i hidayete erdirmek olduğunu tembih etmekte ve bu uğurda da talebelerinin gece-gündüz çalışmalarını, zevk ü sefa peşinde koşmamalarını istemektedir.
Yine vazifelerinin ne olduğunu evlatlarına hatırlatan ve ömür boyu hizmet düsturları olan bir sözünü talebelerinden Mehmet Bozkır şöyle anlatmaktadır:
“Evlatlarım! Bugün insanların pek çokları vadilerden akan sel gibi cehenneme doğru hızla akmaktadırlar. Nasıl ki bir afet olur, dağda derede sel ne bulursa alıp götürürse; dinsizlik, ahlaksızlık ve cehalet de insanları böylesine cehenneme götürüyor. İnsanlar bu selden kendilerine lazım olanları kurtarmak için nasıl çırpınırlarsa; biz ve benim evlatlarım, ilim ve cihadla cehenneme gitmekte olan bu insanlardan elimizden geldiği kadar kurtarmaya çalışacağız.”
<>Peki günümüzde sayıları üç binlerle ifade edilen ve dünyanın her köşesine yayılmış olan bu talebe yurtlarının (Kur’an kurslarının) maddi ihtiyaçları nasıl karşılanıyor? Bazılarının tabiriyle değirmenin suyu nereden geliyor? Vaktiyle kimileri “Bunlar Mussolini’den para yardımı alıyorlar” demişler hatta bu mevzuda Alanya’da mahkemeye verilmişler. Günlerce süren asılsız dava beraat ile neticelenmiştir.
Süleyman Efendi cemaati, halka hizmeti Hak’a hizmet olarak telakki etmişler ve maddi finansı da zekat ve öşür müessesini ihya ederek halktan temin etmişlerdir. Zekat ve mahsulün zekatı olan öşür Allah’ın kullarına bir emridir. Süleyman Efendi bu husus üzerinde ısrarla durmuştur. Ayni hassasiyeti bugün talebeleri de göstermektedir. Talebeleri mahsullerin öşrünü İslam’da emredildiği şekliyle hesaplayıp gerekli olan yerlere vermekte ve diğer Müslümanların da öşürlerini vermelerine vesile olmaktadırlar. Bu şekilde bu kurslar zekat, öşür ve yardımsever zenginlerin yardımlarıyla finanse edilmektedir. 2.6. Cezayir Müslümanları İçin Ettiği Dua ve Kütahya-Bursa Hadiseleri
Süleyman Efendi dünyadaki bütün Müslümanların derdini kendine dert edinmişti. 1956’da Cezayir Müslümanları Fransızlara karşı istiklal mücadelesi verirken Türkiye hükümeti beynelmilel mahfillerde Fransızları desteklemiş ve Milletler Cemiyeti’ndeki oylamanın Cezayirliler aleyhine neticelenmesinde etkili olmuştu. İslam dünyasında Türkiye’ye olan itimadın, yıllarca sürecek şekilde, kaybedilmesine sebep olan bu politika on binlerce müslümanin kanının Fransızlarca akıtılmasına da alet olmuştu.Cezayirli kardeşlerimizin sızısını içinde duyan Süleyman Efendi, dayanamamış, vaazlarda “Cezayirli kardeşlerimize hiç olmazsa dua edelim!” sözleriyle gönlünün feryadını aksettirmiştir. Bu dua üzerine defaatle ifadesi alınmıştır. 1956’larda tekrar baskı ortamı oluşmaya başlamıştı. Zira rejimin sadece partisi değişmiş, zihniyeti değişmemişti. Hükümet kendi kuyusunu kazarak Müslümanlara nefes aldirmamaya başlamıştı. Küfrün en ağır zulümleri yine en ağır vazifeyi yüklenene geldi: Bursa’da düzmece Mehdi hadisesi olarak bildiğimiz tertip...
Namaz kılmasını bile bilmeyen bir takım kişiler, akşam vakti Ulu Camiye geldiler. Ertesi gün Cuma namazında hutbe esnasında hadise çıkartıp, müdahale edenlere de saldırdılar. Yakalandıkları vakit, tertip gereği kendilerini Süleyman Efendinin gönderdiğini iddia ettiler.
Bunun üzerine Süleyman Efendi, 59 gün Kütahya Hapishanesinde tutuldu. Lakin o, orada bile Kur’an-ı Kerim’e hizmetten geri kalmayıp nice mahkumların hidayetlerine vesile oldu. Mahkemede
Süleyman Efendi tarafından gönderildiklerini iddia eden kimseler, Süleyman Efendinin “hazirundan hangisi olduğu”nu bilemediler ve hakim tarafından kovuldular. Süleyman Efendi beraat etti ama 59 günlük hapsin telafisi mümkün değildi...
Hapisten çıkınca “Efendim, rahatsızsınız biraz dinlenin” diyenlere: “Tekeri patlayan şoför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı gider. biz de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışıp kapatalım” buyurmuşlardır. (4)
Bediüzzaman Said Nursi
Süleyman efendi’nin yakın talebelerinden muhterem Mehmed Emre hocaefendi anlatıyor: “Sivrihisar’da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral’a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ’a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur’an Kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte üstadı ziyarete gittik.Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur’an Kursu’nun tam karşısındaydı.Sokak kapısından içeri girince elle yazılmış bir kağıdın kapısının arkasına raptedildiğini gördüm. Ve merak saikasıyla yaklaşıp okudum.
Üstadın ifadesiyle kaleme alınmış bulunan yazıda şöyle deniyordu: “Ben yaşlı ve hasta bir Said’im. Beni ziyaret etmek isteyenler kitaplarımı okusunlar.Böylece daha çok istifade ederler.”
Üstad Hazretlerinin hizmetinde bulunan Zübeyr, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenince kapının arasındaki kağıdı gösterdi. Ben “O yazıyı siz gelmeden önce okudum. Buna rağmen ziyaret etmek istiyorum. Kabul etmezlerse geri gideriz” dedim. Yukarıya gidip geldi ve üstadın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim.
Odadan içeri girdiğimizde üstad,oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi hazretleri kendine mahsus şivesiyle ;
“Müftü deyince yaşlı,ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?” dedi. Ben: “Süleyman efendi hazretlerinde” cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, “Ben kendini görmemişem. Fakat manen tanırım. Ulema-i su İslam dininin şerefini ayak altına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum.” dedi.
Pırıl pırıl parlayan gözleri,zekasındaki fevkaladeliği yansıtmaktaydı. Bakışlarındaki maveralara uzanan bir ruh hasleti müşahede olunuyordu. Kemalatını aynelyakin müşahede ederek yarım saat kadar huzurunda bulunduktan sonra duasını ve müsaadesini talep ederek ayrıldım.”
(Mehmed Emre-Hatıralarım.s:55-56-Erhan yay.)
Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:
“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetle rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla
“Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.”
(Prof.Ahmed Akgündüz-Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan-Osav yay.)
Süleyman efendinin bendelerinden Arif Hikmet Köklü beyefendi 14.09.2001'de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;
"Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı.Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman efendi hazretlerine "Biz Said Nursi'yi nasıl bileceğiz?" diye sordum. "Bu Bediüzzaman hazretleri Türkiye'de en sevdiğim zattır" dediler.Yanından bir zat çıkıyordu,onu kast ederek "Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş.Ayağa kalkarak: "Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum" dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik:"Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz."
...Yine Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: "Said Nursi'ye makamını bizzat Resulullah vermiştir.En yüksek dereceye çıkmıştır.Hz.Allah'ın ilham ettiği şekilde yazacak,onun hizmeti de öyle..."
...Halen Hollanda'da bulunan Abdullah Tekin hocaefendi de şöyle bir hatıra naklediyorlar: "Risale-i nurları okumakla birlikte çeşitli hocaefendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman efendi hazretlerinden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim nurlarla irtibatımızı biliyordu.Bir gün yakın talebelerine; "Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır...Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor.Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz." buyurdu.
M.Fethullah Gülen :
Hocaefendi bir makalesinde Süleyman efendi' için şunları yazmaktadır:
"Silistre'de soylu bir ailenin çocuğu.. Hoca oğlu hoca.. Rûhî zenginliğini İstanbul âfâkının irfanıyla kıvamına getirince, ciddî bir vefa hissiyle maskat-i re'si olan beldeyi müderrislikle
kucaklar.Onunla alâkalı derin bir beklenti içinde bulunan aile fertleri,etrafını saran talebe, dost ve kardeşlerinin sadâkat ve vefâsında onun misyonunu ve yarınlarını görür, talihlerine tebessümler yağdırırlar.
Süleyman Efendi, aksiyonu önde, eşine ender rastlanır yorulma bilmeyen bir mücâhede insanıdır. Hayatı boyunca, ehl-i sünnet ve'l-cemaat düşüncesinin sadık ve kararlı bir müdâfii olarak yaşamış.. dinî duygu ve dinî düşüncenin üst üste sarsıntılar yasadığı bir dönemde "sath-ı mücadele" demiş; dinî düşünce ve tarih şuurunu bir kanaviçe gibi kullanarak, ruhumuzun dantelsini örmüş.. bir baştan bir başa ülkenin her yanında açtığı kurslar, yurtlar ve pansiyonlarla gönüllerimize varlığımızın esaslarını duyurmaya çalışmış.. ruhların ve ruhânilerin tayerân ettiği âleme yürüyeceği âna kadar da, bu misyonunu edadan geri durmamıştır..
Ben, şu birkaç satırla bu büyük hareket adamını anlatma iddiasında değilim; olamam da. Bu kadar az bir zaman içinde, Edirne'den Ardahan'a kadar, ülkenin her yanını, hem de engellemelere rağmen, ilim ve irfanla bezeyen bir ruh ve mânâ insanını anlatmak, değil birkaç paragrafla, mücellitleri bile aşan bir mevzudur.(Ruhumuzun heykelini dikerken adlı eserinden)
Hocaefendi İzmir'de 1970'li yıllarda yaptığı bir sohbetinde bir soru münasebetiyle Süleyman efendiden şöyle bahsetmektedir:. "Benim bildiğim bir şey var, Türkiye'nin en hücra yerlerine, en ücra köylerine, dere dibindeki nahiyelerine, beldelerine, karyelerine kadar bu memleketin karanlık gecesinde bir tek şafağın çakmadığı günlerde, Süleyman efendi merhumun talebeleri gitti, Kur’an Kursu açtı, vatan evladına Kur’an öğrettiler.İmam hatip yoktu, enstitü de yoktu, başka dini müessese de yoktu, İlahiyat da bir tane adam çıkarmıyordu. Müftü oldu, vaiz oldu, imam oldu, Kur’an Kursu muallimi oldu bu işin bir yönüydü, böyle bir sâyi hafife almak bir mü'min için caiz değildir..
Ama sen daha makul, daha sistemli, devrin dönen çarklarına daha muvafık bir hizmet şekli biliyorsan, çık Allah rızası için hizmet et, seni de ileride gelecek nesiller hizmetinle alkışlasın, dualarıyla yad etsinler. Fakat hizmet etmiş, görünüşü itibarıyla büyük işler yapmış kimselerin tan ve teşniini açık-kapalı ifade ve işmam eder şeylerden içtinap etmek lazım. Hususiyle büyük hayırlara medar olmuş kimseleri yapacağımız şey, sadece hayırla yad etmektir, içimizi aşamıyorsak en azından hayırla yad etmektir. Saniyen, benim hayranı olduğum bir husus var, bunu da belki elli defa nakletmişim.
İnsanlık tarihinde diyorum, Aleyhissalatü vesselamdan sonra, aksiyoner olarak gördüğüm bir-iki şahıs var, bir tanesi de Tuna boylu Süleyman Hilmi efendidir. Başka hususlarını nakletmeyin ama, bir aksiyoner görmek istiyorsanız ona bakacaksınız.
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi
"Bu zat daha ne yapsın ki? Almanya’da ve yurtta her vilayette bu kadar Kur’an kursları var. Her çocuğu Kuran’a bağladı. Arapça’yı sevdirdi. Tedrisatı sevdirdi. Bu kadar insanin kalbini Kuran’a bağlamak Hilmi Tunahan’a nasip oldu. Allah ondan razı ol. (Aksiyon dergisi-sayı-37)
Mehmed Kırkıncı Hoca, dersiamlardan Dursun efendi’nin Süleyman efendi hakkındaki bir sözünü de şöyle anlatmaktadır:
“1970’li yıllarda dersiâmlardan ve Mahmud Efendi’nin hocası olan Of’lu Hacı Dursun Efendi, Erzurum’daki Kümbet Medresemizi ziyaret etmişti. Her yönüyle büyük bir alim olan Dursun Efendi’ye herkesi sordum ve o da anlattı. Mesele Silistre’li Süleyman Efendi’ye gelince aynen şu cümleleri söyledi: “Süleyman Efendi de dersiâmdır; ancak o Allah’ın hususi bir inayet ve ihsanına mazhardır ve akranlarından farklı bir simadır. Başından beri onun böyle olduğunu hissediyorduk.”(Ahmed Akgündüz.age.)
EMEKLİ PİLOT ALBAY KEMAL SEZGİN BEY ÜSTAZINI ANLATIYOR (6)
25 YIL PİLOTLUK YAPTIM. ÇOK TEHLİKELİ ANIMDA O’NDAN İSTİMDÂD ETTİM. ALLAH’IN LÜTFÜYLE İŞTE BUGÜN YAŞIYORUM.
Efendi Hazretleri hakkında hatıralarım pek çok. Bir tanesini anlatayım: Dedem Fevzi Bey emekli binbaşı idi. Bende bir zamanlar onun yanında kalıyordum. Dedem çok sade bir hayat yaşarlardı. Hatta bir odası vardı. Orada devamlı ibadet,zikir ve fikirle meşgul olurdu. Odasında bazı kere kilim veya halının üzerinde yatardı. Odası öyle pek mutazam değildi. Bir gün Efendi hazretleri yine dedemin evine teşrif ettiler. Bizde ordaydık. Efendi hazretleri: “Oh maşallah! Odan ne kadar güzel, süslü!” diye dedeme iltifatta bulundular. Biz şaşırdık, oda okadar güzel ve süslü değildi. Neden böyle dedi diye sözündeki inceliği anlayamamıştık. Efendi hazretleri gittikten sonra dedeme sorduk: dedem dedi ki: “Evladım Efendi hazretleri odanın zahiri görüntüsünden bahsetmedi. O, içerisinde zikir ve ibadet yapıldığı için manen süslü olduğunu gördü de onun için böyle buyurdu.” Öyledir. İbadet yapılan yerler manen çok güzeldir ve çok süslüdür. Ama onu kalp gözü açık olanlar görür ve bilir. Bir gün yine dedem bana şöyle bir hatırasını anlattı: Efendi hazretleri İstanbul’un çeşitli camilerinde ve bu meyanda Üsküdar’da vaaz ediyordu. Üsküdar’da Aziz Mahmud-u Hudai (K.S.) o camide vaaz vermişler. Vaazdan sonra cemaat çıkıp gider ve bir o imamla birde dedem kalır. Dedem o imam ve Efendi hazretleri Aziz Mahmud-u Hudai’yi ziyarete gitmişler. Efendi Hazretleri türbenin bir tarafında bir müddet murakabede kaldıktan sonra dedemle imamda arkada bekliyorlarmış. Dedem diyor ki: “Efendi hazretleri uzun müddet murakabede kaldıktan sonra bize döndü ve imama şöyle dedi. Aziz Mahmud-u Hüdai hazretleri buyuruyor ki: Sen zaman zaman imamlığı başkalarına bırakıyorsun? Biz onu buraya seçtik de getirdik. İmamlığı başkalarına bırakmasın! Bir mazeret dolayısıyla namazı başkasına bırakırsa o namazın parasını namazı kıldırana vermesi lazım. Veya helalleşmesi gerekir.Aksi halde kıldırmadığı namazlardan dolayı alacağı para ona haram olur. Haram para yiyen imamı da biz buraya bırakmayız. Biz onu seçtik de getirdik. Söyle de dikkat etsin..! Bunları duyan imam efendi hüngür hüngür ağlamaya başlıyor ve Efendi hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapanıyor. Böyle daha bir çok hatıraları vardır.
Yine başka bir hatıra şöyle: Bunu ben bizzat kendi gözlerimle görmedim ama, Efendi hazretlerine çok yakın bir büyüğümüzden işittim. Efendi hazretleri irtihal buyurdukları zaman defin ruhsatı için bir doktor çağırıyorlar. Doktor Müslümanlıkla pek yakın ilgisi olan birisi de değil.
Doktor geliyor. Efendi hazretlerinin üzerindeki çarşafı kaldırıp göğsünü açıp bakıyor. Doktor Efendi hazretlerinin üzerini açar açmaz bir de ne görsün! Efendi hazretlerinin bütün vücudu nur saçıyor. Bunu gören doktor, bir acayip oluyor ve kendisini tutamıyor. Orada Efendi hazretlerinin ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş: “Seni sağlığında tanıyamamışım! Sen evliyaların evliyasısın!...İşte defin ruhsatı vermek için ona bakmaya gelen bir doktorun onun büyüklüğünü görünce ağlamaktan ve onun ayaklarına kapanmaktan kendini alamamıştır.
Zaten Efendi hazretleri pek keramet göstermek istemezlerdi. Şöyle buyururlardı: “Evlatlarım! En büyük keramet, ümmeti Muhammedin kalbine iman,nur ve feyizaşılamaktır.” Onun için daima keramet göstermekten kaçınırlardı. Onun en büyük gayreti dine hizmet ümmeti Muhammedi düşmüş olduğu bataklıktan kurtarmak ve onlara iman ve ahlak vermekti. Hayatı boyunca bunun mücadelesini vermişti. Korkmadan yılmadan bütün varlığını bu yolda harcamıştır. İşte onun en büyük kerameti dine olan hizmetidir. Bundan daha büyük keramet düşünemiyorum.Bugün eserleri meydandadır. Dünyanın her yerinde onun eserlerine rastlamak mümkündür.
Efendi hazretlerinin hizmet verdiği devirler çok korkunç ve tehlikeli devirlerdi. Hiç kimse bu işe cesaret gösteremedi. Herkes korkudan ne yapacağını şaşırdı. Bir çoklarının kaçacak delik aradıkları o korkunç devirde Efendi hazretleri hiç durmadan, korkmadan ve yılmadan hayatı boyunca Din-i Celil-i İslam’ı okuttu, öğretti ve din alimi yetiştirdi. Nasıl anlatayım. Yetişen nesiller tamamen cahil ve din duygusundan mahrum olarak yetişiyorlardı. Ben vazifeli olarak bir çok yerlere gittim. İngiltere ve Amerika’ya gittim. Oralarda Hıristiyanların dinlerine ne şekilde bağlı olduklarını gördüm. Bizden giden müslümanlar oralarda çok zayıf kalıyordu. Hatta bizim Türklerden birisi Amerika’ya gidip orda bir hıristiyan kızıyla evlenmiş ve kızı kendi dini ile alenen ibadet yapıyordu. Fakat müslüman olan erkek bir şey bilmediği için ne yapacağını şaşırmıştı.Kendisiyle alay etmişlerdi. Öyle ya, Hıristiyansan kiliseye gidersin, müslümansan camiye.... Sen hiç birisine gitmiyorsun, o halde nesin? Diye.. Adam çok utanmış ve bizden ilmihal kitapları istemişti. “ Aman ne olur bana namaz kılacak kadar bir şeyler öğrenebilmem için bazı dini kitaplar gönder” diye yalvarmıştı.
İşte Efendi hazretleri müslümanların dini bakımdan bu kadar zayıf olduğu devirde dini ihya etmeye çalışmıştır. Cenaze namazı kıldıracak hoca kalmamıştı. Böyle bir devirde hem de ne zahmetler çekerek dine hizmet etti. Hatta Efendi hazretleri üç gün kadar dedemle de nezarete alındılar. Bunun gibi daha bir çok sıkıntı ve zahmetlere katlanmış fakat hiçbir zaman yılmamıştır. Ölünceye kadar bu vazifeyi devam ettirmiştir.
Hatta dedem anlatırdı. O zamanlar Efendi hazretleri çeşitli yerlerde sohbetler yapardı. İsmet İnönü’nün kardeşi Ahmet beyde Efendi hazretlerinin sohbetine gelirlermiş. Bütün sohbetlerinde Efendi hazretleri polis nezaretinde tutulurmuş, yani polis onu devamlı takip edermiş.
Ben Efendi hazretlerini ara sıra ziyarete giderdim. Bana haber gönderdi ki; “Beni fazla ziyaret etmesin, belki kendisine (yani bana)bir zarar gelir diye.” Bu kadar
sıkı takip ediliyordu. Bu şartlar altında hizmet verdi ki, her zaman ölüm, hapis ve ceza tehdidi altındaydı. Sağlığında çok güç şartlar altında hizmet ediyorlardı, ama hamdolsun şimdi onun talebeleri çok daha rahat, onun yolunu devam ettiriyorlar.
Efendi hazretlerinin batını hallerinden biz ancak anlayabildiğimiz kadar bahsederiz. Onu tam olarak anlamamız ve anlatmamız mümkün değildir. Ben üç dört tane imtihan kazanmıştım. Ve mutlaka Amerika’ya gitmem gerekiyordu. Fakat bütün çalışmalarımıza rağmen bir türlü buna muvaffak olamadık. Bir yandan mutlaka Amerika’ya gitmem gerekirken, diğer yandan bir türlü tayin emrim çıkmıyordu.
Kendi kendime üzülüyor ve düşünüp duruyordum. Bir defasında da şöyle düşündüm: “Ah efendi hazretleri sağ olsaydı da kendilerine sorsaydım. Amerika’ya gidebilecek miyim, gidemeyecek miyim?” Ki, ben bu durumla karşılaştığım zaman Efendi hazretleri irtihal etmişler ve irtihallerinden sonra bir sene geçmişti. Ben böyle düşünürken, hemen o akşam rüyamda kendisini gördüm. Rüyada bana aynen şöyle dedi. “Merak etme evladım, yakında gideceksin” Aradan üç-dört gün geçti ve hemen bizim tayin emrimiz çıktı.Böylece biz Amerika’ya gittik. Daha böyle nice hatıralar...
Küçükken rahmetli annem bana şöyle derdi: “Oğlum sıkıştığın zaman Abdülkadir Geylani Hazretlerinden ve Efendi hazretlerinden yardım iste” Zaten Efendi hazretleri Nakşi olduğu kadar da kadiri kolundan tasarruf sahibiydi.
Ben de 25 sene pilotluk yaptım. Tabii havada uçuyorsun. Hava bozuk oluyor, nice tehlikelerle karşılaşırsın. Öyle an olur ki, Allah ile başbaşa kalırsın. Başka kimse bulamazsın. İşte ben çok tehlikeli anlarda bile, efendi hazretlerinin çok büyük yardımlarını gördüm. Ve hamdolsun hiçbir şey olmadan yirmi beş sene bu vazifeyi yaptım. Hayatım boyunca onun yardımlarını gördüm.O nun büyüklüğünü nasıl anlatayım...
Çocukları görünce onları çok severdi. Onları okşayıp gönüllerini alırdı. Bizleri görünce çok sevinirlerdi. Bunlar bugün bu kelimelerle anlatılmaz...
I.BÖLÜM: SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Doğumu
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, 1888 (h. 1304) yılında Silistre’nin Hezargrad kasabasının Ferhatlar köyünde doğmuştur. Tuna Nehri’nin güney kıyısında bulunan Silistre, önceleri Rumeli Eyaleti’nin önemli sancakları arasındayken Kanuni devrinin son dönemlerinden itibaren Özi Eyaleti’nin Paşa Sancağı haline getirilmiştir. Hezargrad ise, önceleri Silistre Sancağı’nın kaza merkezedir ve Tanzimat’tan sonra sancak merkezi bir kasaba haline gelmiştir. Asıl adı, Bulgarca’da “virane” demek olan“Razgrad”dır. Kuzeydoğusunda Silistre yer almaktadır. Bu yer şu anda Bulgaristan sınırları içerisindedir.
Süleyman Efendinin soyu Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşayan İdris Bey’e kadar dayanmaktadır. Fatih, İdris Bey’i Tuna Han’ı tayin etmiş ve ayrıca kendisine kız kardeşini vermiştir. Dedeleri ise Kaymak Hafız ismiyle tanınan bir zattır. Babası Hocazade Osman Efendi, tahsil hayatını İstanbul’da tamamladıktan sonra memleketi Silistre’ye dönmüş ve buradaki Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik yapmış meşhur bir alimdir. Annesinin ismi ise Hatice’dir.
Osman Efendi ilmiyle mil, takva sahibi bir insandır. Bu zat, tahsil hayatını geçirdiği İstanbul’da bir gece rüyasında vücudundan kopan bir parçanın gökyüzüne çıktığını ve etrafa ışıklar saçtığını görür. Osman Efendi daha sonra bu rüyayı kendisinden gelecek olan ve dünyayı manen aydınlatacak hayırlı bir evlada yorumlar. Osman Efendi tahsilini tamamladıktan sonra memleketi Silistre’ye gelir, evlenmek için saliha bir kız araştırır ve neticede Hatice isminde bir hanımla evlenir. Bu evliliği neticesinde Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerinde dört erkek evladı olur.
Osman Efendi Silistre Satırlı Medresesi’nde müderris olduğu için çocuklarının ilk tahsillerini kendisi vermektedir. Bu arada o, rüyasında kendisine işaret edilen çocuğunun hangisi olduğunu anlayabilmek için merak ve ilgiyle onların hal ve tavırlarını izlemektedir. Bu ilk tahsil sırasında Süleyman Hilmi, zeka, anlayış, öğrenme kabiliyeti ve bilhassa kılı kırk yararcasına bir İslmî hayat yaşamasıyla günden güne tebarüz etmekte ve diğer kardeşlerinden farklı olduğunu hissettirmektedir.
Bu gelişmeler üzerine Osman Efendi rüyasında kendisine işaret edilen evladının Süleyman Hilmi olduğunu anlar ve daha sonra gelecekte önemli bir misyon yüklenecek olan oğluna maddi-manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak ayrı bir ilgi ve alaka göstererek onu yetiştirir.
Tahsil Hayatı
Süleyman Efendi, ilk tahsilini kendi memleketindeki Rüştiye Mektebinde yaptıktan sonra bir müddet babasının da müderrislik yaptığı Satırlı Medresesinde ilim tahsil etmiştir. Daha sonra babası Osman Efendi, oğlunu yüksek tahsil yapması için İstanbul’a göndermiş ve ona şu nasihatlerde bulunmuştur:
- İstanbul’da parasız kalmak, ahirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
- Usul-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun.
- Mantık ilminde iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun...
Süleyman Efendi evvela Fatih Camii dersiamlarından Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin yanında “ulûm-u aliye” olarak isimlendirilen sarf, nahiv, belağat, mantık ve münazara gibi ilimleri ve “ulûm-u liye” denilen tefsir, hadis, fıkıh ve bu ilimlerin usullerini tahsil ederek birincilikle hocasından iczetnamesini (diploma) almıştır. (1916) Süleyman Efendi derslere olan iştiyakı ve üstün zekasıyla hemen dikkatleri üzerine çekmiş ve medrese muhitlerinde kendi hakkında “yetişirse iyi bir lim olacak” görüşü yaygınlaşmıştır.
Süleyman Efendi, Ahmed Hamdi Efendi’den icazet aldıktan sonra Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi kısm-ı âli (İlahiyat Fakültesi) bölümüne kayıt yaptırmış, daha önce yapmış olduğu medrese tahsilinden dolayı buraya üçüncü sınıftan başlamış ve iki yıl sonra da mezun olmuştur.
Üstün başarı ile üniversite tahsilini bitiren Süleyman Efendi günümüz ifadesiyle akademik kariyer yapmak için Süleymaniye Medresesi’ne bağlı “Medrestü’l-Mütehassisîn”e (yüksek lisans-doktora) kaydolmuştur. Bu okulun tefsir ve hadis, fıkıh, kelam ve hikmet, edebiyat olmak üzere dört bölümü vardır. O bu bölümlerden tefsir ve hadisi seçmiştir. Süleyman Efendi buradaki tahsilinin ilk iki yılını tamamladıktan sonra “İstanbul Müderrisliği Ruusu” unvanını almıştır. (1918) 27 Mayıs 1919 yılında ise Medrestü’l-Mütehassisîn’in tefsir ve hadis bölümünü birincilikle bitirmiştir.
Süleyman Efendinin Medrestü’l-Mütehassisîn’de okuduğu dersler ve aldığı notlar şunlardır:
- Tefsir-i Şerif 10
- Usűl-i Hadis ve Nakd-i Rical 10
- Hadis-i Şerif 10
- Tabakat-ı Kurra ve Müfessirîn 10
- Risale (tez) 9.2
Ayrıca Süleyman Efendi Tanzimat’tan sonra ilk defa açılan ve bugün Hukuk Fakültesi karşılığında olan “Medresetü’l-Kuzat”ı birincilikle kazanmış ve burada Roma Hukuku, Sakk-ı Şer’î, Ticaret-i Berriyye Hukuku, Ticaret-i Bahriye Hukuku, Hukuk-u Düvel gibi dersleri başarıyla okuyarak mezun olmuştur. Hatta o bu okulu birincilikle kazandığını telgrafla babasına bildirmiş ancak babası hüküm verme konumundaki insanların büyük bir mesuliyet altında olduklarını ve adaleti gerçekleştiremeyenlerin ise cehennemlik olacaklarını bildiren hadisler ışığında oğluna şu cevabı göndermiştir: “Süleyman! Ben seni cehenneme göndermek için İstanbul’a yollamadım.” Bunun üzerine Süleyman Efendi babasına bir mektup yazmış ve mektubunda kendi maksadının hakimlik yapmayıp zamanının bütün din ilimlerinde en zirve noktaya çıkmak istediğini dile getirmiştir. Nitekim daha sonraki hayatına bakıldığında da onun hakimlik yapmadığı görülecekti.
Bu şekilde Süleyman Efendi, yüksek tahsilini ve akademik kariyerini de üstün bir başarıyla tamamlayarak devrinin seçkin alimleri arasına girmiştir.
Eserleri
Süleyman Efendi fazlaca kitap telif etmemiştir. Kendisine neden kitap yazmıyorsun diyenlere ise şu cevabı vermiştir:
“Selefin mum ışığında yazdığı baha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”
Bununla birlikte Süleyman Efendinin kaleme aldığı eserleri şunlardır:
1) Yepyeni Usul ve Tertiple Kur’an Harf ve Harekeleri: Süleyman Efendi Kur’an’ın öğretilmesi amacıyla tertip bu eserinde yeni ve kolay bir usulle Kur’an-ı Kerim’i öğretmeyi hedeflemektedir. Ve bunda da başarılı olmuş bu eser sayesinde pek çok kişi Kur’an’ı okumayı öğrenmiştir.
2) Mektuplar ve Bazı Mesil-i Mühimme: Bu eserde Süleyman Efendi’ye ait mektup ve bazı yazıları toplanmıştır. Bu eserde tarikat erbabanın hallerinden, sohbet ve adabından ve tarikat ehlinin kaçınması gerekli olan şeylerden bahsedilmektedir.
3) Risale-i Kibrît-i Ahmer: Bu eserde kelam ve tasavvufla alakalı değişik mevzular işlenmektedir.Ayrıca bu eserlerinden başka “Risale-i İksîr-i Ulûm ve Ma’rifet” isimli bir eserinin daha olduğu bilinmektedir.
Vefatı
Süleyman Efendi, yüksek derecede şekerden dolayı 16 Eylül 1959 tarihde 71 yaşında iken dr-i bekaya irtihal eylemişlerdir.
Hastalığının ağırlaştığı demlerde zamanın hükümetinin de izniyle Fatih Camiinde Fatih türbesinin yanına defnedilmesi kararlaştırılır. Ancak daha sonra bizzat içişleri bakanı Namık Gedik’in emriyle Karaca Ahmet mezarlığında açtırılan mezara gömülmesi için yakınları zorlanmıştır. Altunizade’den büyük bir cemaatle yola çıkan cenaze, yolu kesilerek Karaca Ahmet istikametine döndürülmüştür. Cenaze sahipleri feraset ve dirayetle hadise çıkarmadan bu karara rıza göstermişler ve Süleyman Efendi’yi Karaca Ahmet mezarlığına defnetmişlerdir.
Bugün Karaca Ahmet’teki kabri her gün binlerce talebesi tarafından ziyaret edilip Fatiha okunurken; cenazelerini engelleyen Namık Gedik’in öldükten sonra cesedi bilinmiyen bir çukura atılmıştır. Burada Düzceli Hafız Hilmi Ak’ın anlattığı ve aynı zamanda Süleyman Efendinin açık bir kerameti olan şu hadiseyi zikretmekte fayda mülahaza ediyorum:
“Ben İstanbul’da okurken Süleyman Efendi Hazretleri zaman zaman beni yanına alırlar, sohbet meclislerinde bana Kur’an-ı Kerim okutturur ve “aferin küçük hafız” diyerek iltifat ederlerdi. 1938 yılında yine böyle bir sohbet meclisinde Efendi Hazretleri başını göğsüne eğerek bir müddet tefekküre daldı ve daha sonra başını kaldırıp şunları söyledi
“Öyle devlet adamları, öyle hükümetler gelecek ki, bizim için kazdırılan mezarımıza bile bizi koymayacaklar.”
Ancak ben bu sözlerin manasını ancak 16 Eylül 1959 günü anlayabildim...”
II. BÖLÜM: SÜLEYMAN EFENDİ’NİN HİZMET ANLAYIŞI, TALEBE YETİŞTİRME METODU VE BU UĞURDA ÇEKTİĞİ ÇİLEL
2.1. İlk Müderrisliği ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Kabulüyle Gelişen Hadiseler
Süleyman Efendi, 1 Haziran 1920 tarihinde Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinde müderrisliğe başlamıştır. Ancak onun müderrislik hayatı fazla uzun sürmemiş 3 Mart 1924 yılında tevhid-i tedrisat kanunu gereğince medreseler kapatılınca müderrisliği bırakmak zorunda kalmıştır.
Medreselerin kapatılması haberi İstanbul’daki medreselerin müderrislerinin cemiyetinde hararetli tartışmalar sebep olmuştur. O dönemde bu müderrislerin sayısı 500-520 civarındadır. Bu kanunla hepsinin asil vazifesi olan müderrisliklerine son verilecek, kendileri de hükümetin uygun göreceği imamlık, vaizlik veya emeklilik gibi yeni vazifelere tayin edileceklerdir. Müderrislerin hemen hepsi bu fiili durumu kabullenmiş gibi görünüyorlardır. Yalnız Süleyman Efendi, bu hadisenin din ilimlerinin ve Kur’an ilimlerinin kaybolmasına sebep olacağını düşünmüş ve diğer arkadaşlarına şu ikazları yapmıştır:
“Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi oturup, onlara dini öğretirseniz asgari 50 sene bir-iki nesil boyu İslam’ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u İlahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.”
Fakat zamanın idaresinin dine bakış açısını bilen müderrisler, hiç de istekli görünmemişlerdir. Süleyman Efendi sonunda arkadaşlarının bazılarını, “Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, hükümetimizin hara-i umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mali müzayaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dini ve İslami ilimleri fahriyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..” şeklinde devam eden telgraf çekmeye ikna edebilmiştir. Fakat cevaben gelen telgrafta şöyle denmektedir: “Memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket eden şiddetle cezayı müstelzimdir.”
Böylelikle Süleyman Efendinin müderrisliği sona ermiş ve kendisi İstanbul vaizliğine atanmıştır. Bu durum karşısında hemen teslim bayrağını çeken diğer müderris arkadaşları ona şu öğütte bulunmuşlardır: “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.” O ise bu sözlere şu cevabi vermiştir: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, Allah’ın, Rasulullah’ın, Kitabullah’ın ve din-i mübin-i İslam’ın tebliğ memurluğudur.”
Süleyman Efendi İstanbul vaizliğine tayin edilmiştir ve önünde iki yol vardır: O da diğer arkadaşları gibi ya vaizlik yapıp köşesine çekilecek, hiçbir şeye karışmayacak ve yahut da dedelerinin uğrunda oluk oluk kan döktüğü Kur’an’ı ve ondan neşet eden ilimleri, o şehitlerin torunlarına da öğretme davasını omuzlamak suretiyle ruhundan, özünden koparılmaya çalışılan yeni İslam ve Türk nesline feyz-i İlahi’yi, nur-u İlahi’yi aşılama davasını üstlenecekti. Birinci yol ne kadar rahat ve kolaysa ikinci yol da o kadar meşakkatli ve zordu. O ikinci yolu tercih etmiş ve o günden sonra talebe okutmayı hayatinin bir davası olarak görmüştür.
2.2. Dini Öğretmek İçin Verdiği Mücadeleler
Her şeyden evvel Süleyman Efendi gerek tertemiz ve şerefli nesebi itibariyle gerek zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve gerekse de şeriat-ı garca-i Muhammedi’yeydi harfiyken yaşama gayreti sebebiyle, ulum-u diniyeyi öğretmeye tam ehil bir zattı. İşte bu ehliyet ve dirayet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme sevdasında onu israrli kildi.
O, talebe okutmayı seçmişti fakat talebe bulunmuyordu. O günkü idarenin din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı, “Allah” demekten bile korkuyorlardı. İslam’ın 5 temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur duası merasiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hürriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını, Müslümanlar Müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı.
Süleyman Efendi Allah’ın dinini öğretme işinin kendisine yüklendiğini ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu biliyordu. Çünkü kendisi ilim tahsil etmişti ve bildiği şeyleri başkalarına öğretmesi gerekiyordu. Öğretmez ise Allah indinde mesul olacağını da biliyordu. Kendisine “kendini niçin bu kadar yıpratıyorsun?” diyenlere şu cevabı veriyordu:“Yarın hesap günü var. Allah Teali “Süleyman! Verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim?” derse ne cevap veririm. Zamane alimlerinin bu husustaki gafletleri büyüktür. Sözde varis-i enbiyayız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye’ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarını dahi öğretmiyorlar.”
Evet onlar okutmuyor, Süleyman Efendi ise okutmak istediği halde talebe bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiam arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan, “Nerede.. böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki...” cevabını alınca çok üzülür ve kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu da kabul görmezdi.
O zor günleri Süleyman Efendinin kendi ifadelerinden okuyalım:
“Okutma imkanı yoktu fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz dedim. Fakat sonradan Cenaba-ı Hake sebepler halketti ve talebe okutma imkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor... Bütün bunlar, Cenaba-ı Hakk’ın bize lütfudur.”
Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve hususi sohbetleriyle, ilmiye sınıfını maddeten ve manen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa’daki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendi’yle oluşan halkaya, daha sonra Biletçi Hüseyin Efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dahil oluyor...
Yeni yeni tutuşan kandillerin etrafında yeni halkalar oluşuyordu. Topçular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakçı’ya oradan Kuşkaya mağarasına...
Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed’in evlatları cehenneme birsel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kardır”diyordu. Vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince koşarız”demişti.
Halisane niyetle yola çıkıldığı için halka yavaş yavaş genişliyordu. Küçük de olsa bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekabül ediyordu. Süleyman Efendi 1924 yılından bu yıllara kadar çalışıp didinmiş, gözyaşları dökmüş ve bunların bir semeresi olarak bu sevindirici tabloların ilk temelleri teessüs etmişti.
İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı çeken Süleyman Efendi elindeki talebelere hem ders okumanın faziletlerini öğretiyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Onlara bir anne ve babanın çocuklarına gösteremeyecekleri ilgi ve şefkati gösteriyordu. Talebe onun velinimetiydi. Süleyman Efendi talebenin her şeyiyle ilgileniyor, her türlü sıkıntılarını gideriyor ve onlarla hemhal oluyordu.
Bir gün bir zat Süleyman Efendi’ye müracaatla, “Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum ne ücret alıyorsunuz?” diye sordu. Süleyman Efendi ise “Sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin” buyurdular. O, eski bir adeti değiştirip yerine bu usulü ihdas etmiştir
Süleyman Efendi talebenin iaşesini kendi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı paranın bir kuruşunu bile kendisi için harcamamıştır. Hatta bu hususta şahsi mülklerini bile satarak talebelere harcamıştır. Her gün derse başlamadan önce talebelerinin halini hatırını sorar, bir sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, bazen de latifeler yapar ve bu şekilde derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yönden zinde tutardı. Bu sayede talebeler onu bir hocadan ziyade kendileri üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.
Talebelerine maişet endişesi içinde olmamalarını tavsiye eder, Allah için okuyan kimsenin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi. Talebelerine “Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp istikbal sevdasına daldıkları şu günlerde Mevla’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren li bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah Rasulü’ne yönelen, gölge gibi dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahreti kazanamaz. Zira Ahiret hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölge de beraberinde gelir.” diye malumat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu yumuşak muameleden talebeleri fevkalade memnun olup etkileniyorlar ve hocalarının istediği gibi bir talebe olmaya çalışıyorlardı.
Talebelik yapmak için Anadolu’dan çarıklarını sürüyerek gelen köylü çocukları izinli olarak veya Ramazan ayı münasebetiyle evlerine İstanbul beyefendisi olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden halka vaaz etmesi milleti hayretler içinde bırakıyordu.
Ders okuturken çok sıkı takibat altında olduğu zamanlarda bile hiçbir şekilde pes etmemiş, bunun için değişik metodlar uygulamıştır:
1) Sık sık yer değiştirme: Süleyman Efendi bir gün Şehzadebaşı’ndaki caminin müezzin odasında, diğer gün Erenköy’de bir talebesinin evinde, öbür gün bir apartmanın bodrumunda, bir sonraki gün bir başka yerde olmak üzere sık sık yer değiştirerek dersler okutmuştur. Bu sayede polislerin takibatından da kısmen kurtulmuştur. Bu arada vaazlarını hiç ihmal etmemiş, akşam namazının haricindeki her vakitte etrafındaki cemaate nasihatler etmiştir.
2) Çiftlikler kiralama:1930-36 yılları arasında Çatalca’da kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakça Çitliğinde o gün bulabildiği birkaç talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, diğer taraftan da Sirkeci’ye gelerek, Anadolu’dan çalışmak için gelen gençlere birer lira vererek okutmak için yanına alıyordu. Kabakça çitliğinde 5 ayrı değirmende talebe okutup derse devam ederken bu durumdan şüphelenen polisler bu kadar gencin çalışmasında bir iş var diyerek takibe alıyorlar. Çünkü Süleyman Efendi, talebeleri işçi olarak gösteriyordu. Süleyman Efendi bu takipten kurtulabilmek için talebeleriyle oraya 20 km uzakta olan Kuşkay dağına gitmek zorunda kalıyor, eşya ve kitaplar sırtlarında oldukları halde orada bir kulübede derse yine devam ediyorlar. Ancak bunu haber alan jandarmalar Süleyman Efendi’yi orada Kur’an öğretirken yakalıyorlar. Karakola götürülürken Hazret jandarma yüzbaşısına şöyle diyor:
“Ben hocalığı bir tarafa bırakayım. Sen de komutanlığı bir tarafa bırak. Seninle bir konuşalım.”
Komutan: “Buyur hocam” deyince, Süleyman Efendi;
“Hayır, hocam demeyeceksin. Şimdi sen komutanlığı bir tarafa bırak, ben de hocalığı bir tarafa bıraktım. Birer vatandaş olarak konuşuyoruz” diyor.
Komutan da “peki buyurun” deyince, Hazret komutana;
“Allah iyi ki seni bir tazı olarak yaratmamış. Eğer öyle olsaydı, şu ormanlarda yakalamadık tavşan bırakmazdın. Şu dağların tepesinde Allah’ın kitabını okutuyor diye geldin beni karakola götürüyorsun değil mi?” diyor.
Bunun üzerine komutan başını yere eğip hiçbir cevap vermiyor.
Yine Süleyman Efendi Lüleburgaz’da pancar çiftliği kiralamış, çapa adı altında talebe okutmuştur. Aynı maksatla Anadolu’ya geçmiş, Konya Ereğlisi kırlarında ve yolu olmayan ancak aşiretlerin çadır kurup hayvan otlattığı Toros dağlarının tepelerinde mandıracılık yapmış, onu vesile kılarak talebe okutmakla meşgul olmuştur. Kazancını ise hep bu uğurda sarf etmiştir.
Süleyman Efendi her türlü sıkıntılara rağmen hizmetini devam ettiriyordu. Ancak maddi tazyikler ve tecritlerle bu büyük dava adamını yıldıramayanlar, bu sefer takip ve tevkiflerle ona baskı yapmaya başladılar. 1939 yılında bir gün evinden alınarak İstanbul Emniyeti Birinci Şubeye getirilir. Oradaki üç günlük çilesine dostları ve yakınları da ortak edilir. Fakat mahkemeye çıkarıldığında bütün tertipler boşa çıkar. Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından salıverilir. Tutuksuz olarak aylarca devam eden mahkeme sonunda da beraat eder. Ancak o bulabildiği birkaç talebeye, başta çocukları olmak üzere ders vermeye devam etmektedir.
<>1936 yılı yaz mevsiminde kendisiyle tanıştığını ifade eden talebesi ve damadı Kemal Kaçar Efendinin anlattıklarına göre bu dönem Süleyman Efendi Hazretleri için bir çile dönemidir. Evine sayısız denecek kadar polisler gelmiş,kendisi Emniyet Müdürlüğüne getirilip tazyik edilmiş ve özel eşyaları bile didik didik edilmiştir. 1939 yılında beraatle sonuçlanan tevkiften dört yıl sonra 1943 yılında başka bir engel daha çıkarırlar. Tevkiften de bir şey çıkaramayanlar 1943 yılında Diyanet İşlerindeki bazı insanları da kullanarak vaizlik yetkisini elinden alırlar ve camilerde vaaz etmekten ali koyarlar. Süleyman Efendi bir yıl sonra 1944 yılında ikinci bir takip ve arkasından da tevkife uğrar. Sulh Ceza Mahkemesi tutuklanmasına karar verir. Bu defa tabutluklardaki işkence 8 gün sürer. Burada binlerce mumluk ampuller altında uykusuz günler geçirir. Arkasından Asliye Ceza Mahkemesi tarafından yine kefaletle tahliye ve sonuçta da yine suçsuz görülerek beraat eder.
Evet işte Süleyman Efendi böyle bin bir ızdırap ve çile ile talebeler okutup yetiştirmiş ve yetiştirdiği bu talebelerine “Evlatlarım! Görüyorsunuz dinin en garip olduğu bir devirde geldik. Ben sizi bunca zor şartlar altında okuttum. Sizden para istemiyorum. Sizden istediğim tek şey şudur: Siz de gidip Anadolu’nun her yerine kurslar, yurtlar açın ve ümmet-i Muhammed’in evlatlarına dininizi ve kitabınızı öğretin.” şeklinde vasiyetlerde bulunmuştur.
2.3. Kur’an Kursları’nın Resmen Açılmasından Sonraki Faaliyet ve Hizmetleri
1949’da resmi Kur’an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda hızlı inkişaf etti.
1950’lere gelindiğinde oluşan serbestlik havası içinde, dînî faaliyetler kısmen rahatladı. Ve 1951’de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in Çamlıca’daki evinin birinci katında ilk Kur’an kursu açıldı. İlk resmi Kur’an kursu ise 1952’de Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin çilehanesinin yanında bulunan bir binada Üsküdar Müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Devlet tarafından açılmasına izin verilen bu Kur’an kurslarında Kur’an’ın sadece yüzünden okutulmasına müsaade edilmişti. Ancak Süleyman Efendi bu isim altında bütün dini ilimleri tam ve kamil şekilde öğretiyor, talebelerini gayet iyi yetiştiriyordu.
Süleyman Efendi talebenin her türle derdiyle bizzat meşgul oluyordu. Bir gün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuşlardı. Talebe başkanı, “İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yaninda domates salatası yapıp yiyoruz.” deyince, Süleyman Efendi iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir 50 lirayı başkana uzatarak, “Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin” buyurmuştu.
O, daha önce de ifade edildiği gibi “talebeden para alınmaz, talebeye para verilir” düsturunun ve böyle bir merhametin sahibiydi. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarf etmişti.
<>Süleyman Efendinin bütün faaliyetleri tarassut altındaydı. Sık sık takibatlara uğruyor fakat o, bunlara fazlaca ehemmiyet vermiyor, ders okutmaktan ve Allah’ın dinine hizmet etmekten bir an bile geri durmuyordu. Bütün bunları yaparken ciddi sağlık problemleri de vardır. Yıllarca soğuk camii müezzinlikleri ve apartman bodrumlarında ders okuta okuta romatizmaya yakalanmıştır.Ayrıca bir şekerden rahatsızlığı vardır. Bir gün bir talebesi “Efendim! Herkesin rahatsızlığıyla meşgul oluyor, iyileşmelerine vesile oluyorsunuz. Biraz da kendi rahatsızlığınız ile meşgul olsanız” dediğinde o şunları söylemiştir:“Evladım! Kendime yirmi dakika ayırabilsem hiçbir rahatsızlığım kalmayacak. Fakat onu bile ayıramıyorum.
Bu arada Süleyman Efendi Anadolu ve İstanbul’da yetişen talebeleri vatanın çeşitli yerlerine hizmete, talebe okutma ve halkı irşad etmeye gönderiyordu. Onlardan aldığı hizmet haberleri, en sevdiği şeylerdendi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Bir gün Prof. Dr. Asaf Ataseven, Süleyman Efendi’yi ziyarete gittiğinde, Süleyman Efendinin arkasında bazı yerleri işaretlenmiş bir harita görerek mahiyetini sormuş, o da bunların, açılan Kur’an kurslarının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Talebelerinin hizmete şevkle gitmesi onu sevince garkederdi. Bolu’da bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere yaşlıca bir zat: “- Nereye gönderilse gider misiniz?” diye sormuş, talebelerin hepsi ayni cevabi vermişti: “- Nereye olsa gideriz çünkü Hz. Üstad bizi yalnız bırakmaz.” “- Siz Hz. Üstad’ı annenizden babanızdan daha mı çok seviyorsunuz?” “-Evet, biz Hz. Üstad’ı annemizden, babamızdan daha çok seviyoruz.” Bunun üzerine o zat, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatır. Efendi Hazretleri de: “- Tabii... Anne babaları onların bu denî dünyaya gelmelerine vesile olmuştur. Biz ise onları lem-i ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer ve sualden geçirip, cennet ve cemal-i İlahiye kadar götürüyoruz” buyururlar. 1951 yılında Süleyman Efendi, Şehzadebaşı’dan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı. Bütün bu zorlu yıllar boyunca, Valide Sultan, Efendi Hazretleri’ne destek oluyor, sıkıntıları, zorlukları paylaşıyordu.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin birinde Valide Sultan, “60 talebenin bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60 kurban keseceğim” diye nezretmişti. 1955’lerde sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Valide Sultanımız da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getiriyordu.
Süleyman Efendi, Anadolu’da kurs açma faaliyeti üzerinde çok titiz duruyor, bu işin manevi mesuliyetini de hesaba kattığı için hiç gevşeklik göstermiyordu. Yeni bir Kur’an kursunun açıldığı haberi geldi mi sanki dünya onun oluyordu. Ders okutuyor veya sohbet ediyor olsa bile ara verip hemen şükür namazı kılıyordu. Yetiştirmiş olduğu talebesini Anadolu’ya göndermek istediği zaman talebeleri de şevkle o hizmete talip olurlardı. Çünkü onlar üstadlarının gittikleri her yerde kendileriyle beraber olduğuna ve kendilerini yalnız bırakmayacağına inanırlardı. Onu annelerinden ve babalarından daha çok seviyorlardı. Bunun hikmetini Süleyman Efendi’ye soran Hacı Ahmet Şen’e Efendi Hazretleri’nin verdiği cevap gayet manidardır: “Anne ve babaları onların dünyaya gelmelerine sebeb-i zahiri oldu. Biz ise onları bu alemden aldığımız gibi alem-i berzahtan, mahşerden, sırattan geçirip cennet ve cemal-i İlahiye kadar götüreceğiz.”
Talebelerinin zevkle hizmete talip olmaları onu ziyadesiyle sevindiriyor, onlara dünya ve Ahiret saadeti için dualar ediyordu. Hizmete gönderdiği talebelerinin hepsi de üzerlerine düşen vazifeleri eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Dine, Kur’an’a, ezana susamış olan halka hemen bir bütünlük içine girmişlerdi. Halk bu din, ilim, hizmet aşıklarını en samimi duygularla bağrına basmıştı.Aynı zamanda da hayrete düşüyorlardı.
Çünkü bu talebelerin yaşları çok genç, hepsi de delikanlı çağında insanlar ama tabir-i caizse her biri bir iman kalesi ve ilim deryası idiler. Nasibi olan Müslümanlar “Sizin hocanız kim? Sizleri yetiştiren zat kim? Beni ona götürür müsün” gibi ifadeleri sarf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Bu hal clib-i dikkattir. Çünkü daha emsalleri sokaklarda oynarken bu talebeler hakikat-i Muhammedi kürsüsünden insanlığı hidayete erdirmek için inciler saçıyor, vaaz ediyorlardı.
Büyük muharrir Necip Fazıl, bu talebeleri “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde şöyle destanlaştırmaktadır:
“Süleyman Efendi, beni bu gençlerle temasa geçirmiş ve bahçemizde yattığı halde farkında olmadığımız bir hazinenin keşfi gibi, hayretle karşılık bir takdir duygusuna boğmuştur. Evet, o zamana kadar cansız bir ezber zemini üzerinde öne arkaya sallantılı, papağanvri bir tekrarlama işinden ibaret zannettiğim ve İslam’ın, fezayı milyonlarca projektörle delici kainat görüşlerine yabancı saydığım Kur’an kursları faaliyeti hayret ve saadetle gördüm ki: Gökten necaset yağan bir devirde üzerlerine tek kir bulaşmamış, zeka ve irfanları her inceliğe ulaşmış güdücüler elindedir. Ve bu genç güdücüler mevki ve istikamet tayini noktasından bütün dost ve düşman kutupları, doktorların sıhhat ve marazı tanıdıkları gibi teşhis ehliyetindedir. Diyebilirim ki, Türkiye’de, Kur’an kursları topluluğu ayarında vahdet, merkeziyet ve davalarında salabet belirtici ikinci bir teşekkül mevcut değildir. Bu topluluk, terbiyesini Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan’dan alanların veya alanlardan alanların tablolaştırdığı kadrodur ve bu tabloda şahıs, fikir, ilim, usul, her unsurun doğrudan doğruya bağlı olduğu tek mihrak, tek kelimeyle şeriattır. İşte bağlılıklarındaki kuvvete bu manayı verdiğim, bütün gençliğe tavsiyem gibi şeriatı bu manada idealleştirmelerini ve şeriat aşkını bu manada şuurlaştırmalarını beklediğim ve kendilerini yeni iman neslinin en saf ve en temiz damarlarından biri saydığım Kur’an kursları topluluğuna yakınlığım buradan geliyor.”
Ne hazindir ki, diyanet camiasında bazıları bu din alimi ordusundan rahatsız olmuş ve onları diyanetten tasfiye etmek için değişik iftira ve bühtanlar ortaya atarak kasıtlı senaryolar hazırlayıp kendilerine kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Üzülerek belirtmek gerekir ki her devirde böyle iftiralara ve iftiracılara inanan ve ona taraftar olanlar çıkmıştır. Bu ve buna benzer iftiralarla kamuoyu karıştırılmış ve bu genç hizmet ordusunu diyanetten tasfiye işi başlamıştır.
Yine Necip Fazılbu tür insanların maksatlarını şöyle dile getirmektedir:
“Herkes pireler gibi deliklerine saklanır ve ortaya çıkmazken tam 33 yıl bu davanın çilesini çekmiş ve büyük meselenin nirengi noktalarını göstermiş biri olarak kaydedeyim ki; din öğreticiliği bahsinde Süleymancılar diye yaftalanan topluluğa dil uzatanlar ve onları köstekleyenler hakikatten uzak, sadece çekememe duygusuna bağlı, nefsine emin olmama uhdesinden gelen tepkilerden ibarettir. Bu da pek çoklarınca gayenin İslam değil, şahıs ve zümre hırsı olduğunun şaşmaz ifadesidir.
2.4. Kur’an ve Arapça Tedris Usulü ve Takip Ettiği Yöntemler
Süleyman Efendi ders okutma metodu olarak medreselerden farklı bir metod uygulamıştır. O, bugün eğitimcilerin ısrarla uygulanmasını istediği“talebeyi faal hale getiren, uygulama metodunu”kullanmıştır. Zira bu metod daha kalıcı olmakta ve daha kısa sürede daha yüksek verim vermektedir. Medreselerde takrir metodu uygulanıyor, hoca dersi anlatıyor talebe de hocasını dinliyor ve bütün kitapları kuru kuruya ezberliyordu. Dolayısıyla beyinlere aşırı yük yükleniyor ve talebe yıllarca ders okuyordu. Süleyman Efendi ise bazı dersler hariç ezberletme yapmıyor, dersi talebenin kendisini okutturuyor ve onun eksikliklerini tamamlıyordu. Bu sayede hem talebeye değer verildiği için güven geliyor, hem de dersler uygulamalı olduğu için daha kalıcı oluyordu.
Süleyman Efendi, dersleri tercüme kitaplardan öğretmek yerine emsileden başlayarak bütün büyük ulemanın bilhassa Osmanlı medreselerinde takip edilen temel kitaplar vasıtasıyla İslamiyet’i kaynağından orijinal dili olan Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir. O, eser yazmak ile vakit geçirmektense, yazılı olan eserleri okutup, insan yetiştirmeyi, onlara ruh vermeyi tercih etmiştir. Osmanlı medreselerini kendine numune olarak almış ve talebelerine Osmanlı’yı misal olarak göstermiştir. Yok olmaya yüz tutan, iman, itikat ve ibadetleri tekrar yeşertip yaşartmak ve muhafaza edebilmek için İslam akaidinin ve ehl-i sünnet düşüncesinin temeli yani usul-ü dinde asil olan tahkiki, füru-u dinde asil olan taklidi öğretirken şerh-i akaidi günümüzdeki ve tarihteki sapıklıkları tanıtmış ve dalalet fırkalarına düşmekten muhafaza etmiştir.
Süleyman Efendi, medreselerde 15-20 senede ancak okutulup öğretilen kitapları azami 3-5 senede okutmaya muvaffak olmuştur. Bunun sebebi elbette ihlaslı zahiri gayretleri yanında manevi tasarruflarıydı. Onun “Cenaba-ı Hakk’ın yüz esmasının tasarrufları bize çevrildi. Biz bunlardan ancak bir tanesini kullanıyoruz. O da talebelerimizi çabuk yetiştirmektir.” ifadeleri bu hakikati bildirmektedir.
Onun ilim öğretme hususunda talebe ile nasıl meşgul olduğunu, onlara nasıl ders anlattığını Hacı Ali Şeker şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün Konyalı Hacı Mustafa Efendi ile Kısıklı’daki kursa gitmiştik. Efendi Hazretleri sohbet ederken bir ara talebeleri çağırdı. Nasıl ders okuttuğunu ve niçin çabuk meyveler alındığını bize şöyle gösterdi: Efendi Hazretleri gayet mülayim bir tavır ve kendine mahsus bir eda ile;
“- Oku bakayım evladım” dedi. En baştaki talebe de kitaptan ibare okumaya başladı. Ve kendi bildiği kadar mana verdi. Eksiklerini Efendi Hazretleri tamamladı. O mevzuda ilave bilgiler verdi. Sıra ikinci talebeye gelmişti. Müteakip ibareyi o da okudu. Verebildiği kadar mana verdi. Talebeye yardımcı olabilmek için bazı hatırlatıcı sorular sordu. Talebe o soruların cevabını verdikten sonra önündeki ibareyi daha kolay çözmeye başladı. Talebe bir taraftan da hocasının önünde kendi bilgilerini hatırlayarak ibareyi çözünce, iştiyaka geliyor ve daha ilerisini okumak istiyordu. Bu esnada Efendi Hazretleri’nin mülayim bir baba gibi okşayıcı sesi yetişiyordu:
“Sen oku evladım.. zamire dikkat et.. ikinci baçtan okuyacaksın.. naib-i faili unutma...”Biz bu ders okuma şekline hayran olmuştuk. O yaşıma rağmen bende ders okuma iştiyakı doğdu.”
Süleyman Efendi talebelerinin ezbercilik yerine dersin özünü kavramalarına önem verirdi. İbarenin bütünü ve anlatmak isteneni anlayabilmişlerse telaffuz ve irab hatalarına kızmaz, “dumanı doğru çıksın yeter” derdi. Halkadaki bütün talebeye ibare okuturdu. Bu yüzden talebeler dersten önce derse hazırlanmış olarak gelirlerdi.
Onun en önemli eğitim metodlarından biri de sevgidir. O, talebelerine bir ana-baba şefkatiyle yaklaşıyor, onların her türlü dertleriyle dertleniyor ve çaresi için maddi-manevi elinden gelen bütün fedakarlıkları gösteriyordu.
Süleyman Efendi, bu şekilde Osmanlı’da koskoca bir müessese olan medreseyi tek başına yaşatmış ve halen talebeleri de onun bu usulünü devam ettirmektedirler. Onun vefatıyla bu hizmetlerde ve ders okutma şekillerinde aksama olmamış ve bunlar ondan alınan manevi terbiye ve feyzle sanki bugün ihdas edilmiş gibi tazeliğini ve orjinalligini korumaktadır.
2.5. Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu
Kur’an kursu faaliyetleri “Kur’an Kursları Federasyonu” adı altında resmi olarak yürütülmektedir. Çeşitli evrelerden sonra bu federasyon “Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu” adını alarak faaliyetlerine devam etmektedir. Bu federasyonun bugünkü tüzüğünde yer alan bazı maddeleri, onların faaliyetlerinin boyutunu göstermesi açısından burada kısaca zikretmek istiyoruz.
Federasyonun şu andaki tüzüğüne göre gayesi, kurs ve okul talebelerine yardim gayesiyle kurularak faaliyette bulunan bilumum üye derneklere ve bunların himaye ettikleri talebelere maddeten ve manen yardımcı olmak ve onları her bakımdan korumak, üye derneklerin faaliyetlerinde düzenli çalışmayı ve işbirliğini temin etmek, münferit olarak halline muvaffak olamadıkları meseleleri halletmede kendilerine yardımcı olmaktır.
Federasyon bu gayeyi gerçekleştirmek için aşağıda belirtilen hususlarda çalışmalar yapmaktadır:
1. Üye derneklerin mevzuata göre her türlü hak ve menfaatlerini korumak ve üyeler arasındaki sosyal dayanışma ve yardımlaşma şuurunu geliştirmek için lüzum eden çalışmaları yapmak, tedbirleri almak.
2. Üye derneklerin ve bunların ilgilendikleri talebelerin haklarını ve menfaatlerini korumak, bunlara mevzuat dahilinde daha geniş haklar ve menfaat temini için gayret göstermek
3. Millî, ananevî, örf ve adetlerimize uygun, sosyal, ahlkî, manevî, iktisdî ve kültürel hususlarda gayr-i siyasi mahiyette ilmî konferanslar, seminerler, toplantılar ve dersler tertip etmek, dergi, gazete ve broşür neşretmek suretiyle üye dernek mensuplarının ve talebelerinin kültür seviyelerinin yükselmesine yardım etmek.
4. Üye derneklerden ihtiyacı olanlara, kendi imkanları elverdiği ölçüde, menkul ve gayri menkuller de dahil olmak üzere her türlü mal ve para yardımı yapmak.
5. Yukarıda sayılan hususların tahakkuku için gayri menkul mal edinmek, bina inşa ettirmek ve mezkur binaları ve müştemilatını hizmete açmak, bina ve daire kiralamak.
6. Binaların muhafazası için icap eden bakımı ve tamiratı yapmak.
7. Vakıf mevzuatına uygun olarak federasyonun gayesine uygun vakıf kurmak.
Görüldüğü gibi talebe yurdu faaliyetleri bugün resmiyet yönünden de ciddi esaslara oturtulmuş ve herhangi bir resmi engele mahal bırakmadan hizmete devam etmektedir. Bu topluluğun maddi ve manevi ruh mimarı olan Süleyman Efendi hakkında M. Necati Bursalı şöyle bir tespitte bulunmaktadır: “Süleyman Efendinin en büyük hususiyetlerinden biri de şüphesiz ki Allah’ın kelamı olan Kur’an-i Kerim’e ettiği hizmetlerdir. Allah demenin bile yasak edildiği o karanlık günlerde bu işi başarabilmek için insanda Uhud Dağı gibi yürek olması gerek. Büyük insanların çileleri de büyük olur. Süleyman Efendi de pek çok ezalar, cefalar çekmiştir.
O, hiçbir zulüm ve cefadan yılmadı. Kur’an caddesinde ömür arabasını son nefesine kadar sürdü.”
Süleyman Efendi büyük bir mücadele ve dava ruhuna sahipti. Onu, muasırlarında nadiren rastlanan bir aksiyon insanı olarak müşahede ediyoruz. Hatta sadece kendilerine değil, ondan feyz almış, rahle-i tedrisinde bulunmuş nice talebelerinde dahi günümüzde ayni hasleti müşahede ediyoruz. Onun aksiyon cephesini ifade etmesi bakımından talebelerine söylediği şu sözleri burada aynen zikretmek istiyorum: “Biz, ömrümüzde bir defa olsun sırtımızı yaslayıp rahat oturmadık, huzur-u İlhî’de böyle bir kaydımız yoktur. Allah (c.c) ve Rasulü buna şahittir. Aklınızı başınıza alın.”
Buradan da anlaşıldığına göre Süleyman Efendi, gecesi ve gündüzüyle bütün ömrünü Ümmet-i Muhammed’e hizmet için tahsis etmiştir. O, “aklinizi başınıza alin” derken fani olan bu dünyada yapılacak en iyi işin Allah’ın dinine ve kitabına hizmet olduğunu, ümmet-i Muhammed’i hidayete erdirmek olduğunu tembih etmekte ve bu uğurda da talebelerinin gece-gündüz çalışmalarını, zevk ü sefa peşinde koşmamalarını istemektedir.
Yine vazifelerinin ne olduğunu evlatlarına hatırlatan ve ömür boyu hizmet düsturları olan bir sözünü talebelerinden Mehmet Bozkır şöyle anlatmaktadır:
“Evlatlarım! Bugün insanların pek çokları vadilerden akan sel gibi cehenneme doğru hızla akmaktadırlar. Nasıl ki bir afet olur, dağda derede sel ne bulursa alıp götürürse; dinsizlik, ahlaksızlık ve cehalet de insanları böylesine cehenneme götürüyor. İnsanlar bu selden kendilerine lazım olanları kurtarmak için nasıl çırpınırlarsa; biz ve benim evlatlarım, ilim ve cihadla cehenneme gitmekte olan bu insanlardan elimizden geldiği kadar kurtarmaya çalışacağız.”
<>Peki günümüzde sayıları üç binlerle ifade edilen ve dünyanın her köşesine yayılmış olan bu talebe yurtlarının (Kur’an kurslarının) maddi ihtiyaçları nasıl karşılanıyor? Bazılarının tabiriyle değirmenin suyu nereden geliyor? Vaktiyle kimileri “Bunlar Mussolini’den para yardımı alıyorlar” demişler hatta bu mevzuda Alanya’da mahkemeye verilmişler. Günlerce süren asılsız dava beraat ile neticelenmiştir.
Süleyman Efendi cemaati, halka hizmeti Hak’a hizmet olarak telakki etmişler ve maddi finansı da zekat ve öşür müessesini ihya ederek halktan temin etmişlerdir. Zekat ve mahsulün zekatı olan öşür Allah’ın kullarına bir emridir. Süleyman Efendi bu husus üzerinde ısrarla durmuştur. Ayni hassasiyeti bugün talebeleri de göstermektedir. Talebeleri mahsullerin öşrünü İslam’da emredildiği şekliyle hesaplayıp gerekli olan yerlere vermekte ve diğer Müslümanların da öşürlerini vermelerine vesile olmaktadırlar. Bu şekilde bu kurslar zekat, öşür ve yardımsever zenginlerin yardımlarıyla finanse edilmektedir. 2.6. Cezayir Müslümanları İçin Ettiği Dua ve Kütahya-Bursa Hadiseleri
Süleyman Efendi dünyadaki bütün Müslümanların derdini kendine dert edinmişti. 1956’da Cezayir Müslümanları Fransızlara karşı istiklal mücadelesi verirken Türkiye hükümeti beynelmilel mahfillerde Fransızları desteklemiş ve Milletler Cemiyeti’ndeki oylamanın Cezayirliler aleyhine neticelenmesinde etkili olmuştu. İslam dünyasında Türkiye’ye olan itimadın, yıllarca sürecek şekilde, kaybedilmesine sebep olan bu politika on binlerce müslümanin kanının Fransızlarca akıtılmasına da alet olmuştu.Cezayirli kardeşlerimizin sızısını içinde duyan Süleyman Efendi, dayanamamış, vaazlarda “Cezayirli kardeşlerimize hiç olmazsa dua edelim!” sözleriyle gönlünün feryadını aksettirmiştir. Bu dua üzerine defaatle ifadesi alınmıştır. 1956’larda tekrar baskı ortamı oluşmaya başlamıştı. Zira rejimin sadece partisi değişmiş, zihniyeti değişmemişti. Hükümet kendi kuyusunu kazarak Müslümanlara nefes aldirmamaya başlamıştı. Küfrün en ağır zulümleri yine en ağır vazifeyi yüklenene geldi: Bursa’da düzmece Mehdi hadisesi olarak bildiğimiz tertip...
Namaz kılmasını bile bilmeyen bir takım kişiler, akşam vakti Ulu Camiye geldiler. Ertesi gün Cuma namazında hutbe esnasında hadise çıkartıp, müdahale edenlere de saldırdılar. Yakalandıkları vakit, tertip gereği kendilerini Süleyman Efendinin gönderdiğini iddia ettiler.
Bunun üzerine Süleyman Efendi, 59 gün Kütahya Hapishanesinde tutuldu. Lakin o, orada bile Kur’an-ı Kerim’e hizmetten geri kalmayıp nice mahkumların hidayetlerine vesile oldu. Mahkemede
Süleyman Efendi tarafından gönderildiklerini iddia eden kimseler, Süleyman Efendinin “hazirundan hangisi olduğu”nu bilemediler ve hakim tarafından kovuldular. Süleyman Efendi beraat etti ama 59 günlük hapsin telafisi mümkün değildi...
Hapisten çıkınca “Efendim, rahatsızsınız biraz dinlenin” diyenlere: “Tekeri patlayan şoför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı gider. biz de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışıp kapatalım” buyurmuşlardır. (4)
Bediüzzaman Said Nursi
Süleyman efendi’nin yakın talebelerinden muhterem Mehmed Emre hocaefendi anlatıyor: “Sivrihisar’da vazifeye başladığım sırada ziyaretime gelen Emirdağ Müftüsü Mehmet Oral’a iade-i ziyarette bulunmak üzere Emirdağ’a gitmiştim. Bahsi geçen zat beni birkaç gün misafir etti.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ilçede bulunduğunu öğrenince Kur’an Kursu öğreticisi Hafız İbrahim ile birlikte üstadı ziyarete gittik.Bu muhterem zatın ikamet ettiği ev, Kur’an Kursu’nun tam karşısındaydı.Sokak kapısından içeri girince elle yazılmış bir kağıdın kapısının arkasına raptedildiğini gördüm. Ve merak saikasıyla yaklaşıp okudum.
Üstadın ifadesiyle kaleme alınmış bulunan yazıda şöyle deniyordu: “Ben yaşlı ve hasta bir Said’im. Beni ziyaret etmek isteyenler kitaplarımı okusunlar.Böylece daha çok istifade ederler.”
Üstad Hazretlerinin hizmetinde bulunan Zübeyr, bizi görünce aşağı indi ve maksadımızı öğrenince kapının arasındaki kağıdı gösterdi. Ben “O yazıyı siz gelmeden önce okudum. Buna rağmen ziyaret etmek istiyorum. Kabul etmezlerse geri gideriz” dedim. Yukarıya gidip geldi ve üstadın huzuruna kabul edileceğimizi haber verdi, sevindim.
Odadan içeri girdiğimizde üstad,oturmakta bulunduğu karyolanın üzerinde iki dizi üzerine gelerek boynuma sarıldı. Ben de elini öpüp oturdum. Said Nursi hazretleri kendine mahsus şivesiyle ;
“Müftü deyince yaşlı,ihtiyar bir kimse tasavvur ediyordum. Sen gençmişsin. Kimde okudun?” dedi. Ben: “Süleyman efendi hazretlerinde” cevabını verdim. Bunun üzerine; Üstad, “Ben kendini görmemişem. Fakat manen tanırım. Ulema-i su İslam dininin şerefini ayak altına düşürdüler. Fakat o bunu minarenin şerefesi gibi yükseltti. Onu ve talebelerini okuduğum evradın sevabına ortak kılıyorum.” dedi.
Pırıl pırıl parlayan gözleri,zekasındaki fevkaladeliği yansıtmaktaydı. Bakışlarındaki maveralara uzanan bir ruh hasleti müşahede olunuyordu. Kemalatını aynelyakin müşahede ederek yarım saat kadar huzurunda bulunduktan sonra duasını ve müsaadesini talep ederek ayrıldım.”
(Mehmed Emre-Hatıralarım.s:55-56-Erhan yay.)
Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur şöyle bir hatıra nakletmektedir:
“16 Eylül 1959 tarihiydi. Bediüzzaman Hazretleri aniden şiddetle rahatsız oldu. Bu rahatsızlığı üç gün devam etti. Gazete okumadığından ve radyo dinlemediğinden hâl-i âlemden haberi yoktu. Üç gün sonra İstanbul’dan Rüşdü Bey isimli talebesi geldi. Onu görünce hemen ahvâl-i âlemden ve İstanbul’da ne olup bittiğinden sordu. O da “Üstadım, Süleyman Efendi vefat etti” deyince, üstad birden kalkarak “Kardeşim, Şeyh Süleyman mı? Şeyh Süleyman mı?” diyerek dikkatle sordu. “Evet üstadım, Şeyh Süleyman” deyince Bediüzzaman şöyle dedi: “Kardeşim ne zaman vefat etti?” Bu soruya verilen cevap bizi daha da hayrete düşürmüştü. Zira tam vefat ettiği saat Bediüzzaman hastalanmış ve bu manevi elemi hissetmişti. Bediüzzaman, devamla
“Kardeşim, Allah rahmet eylesin, Allah rahmet eylesin, mübarek veli bir zattı, mühim hizmetler ifa etti. Allah rahmet eylesin.”
(Prof.Ahmed Akgündüz-Arşiv belgeleri ışığında Süleyman Hilmi Tunahan-Osav yay.)
Süleyman efendinin bendelerinden Arif Hikmet Köklü beyefendi 14.09.2001'de şu enteresan hatırayı anlatmışlardır;
"Bazı kimseler Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde neşriyatta bulunuyorlardı.Onların tesirinde kalarak Şeyh Süleyman efendi hazretlerine "Biz Said Nursi'yi nasıl bileceğiz?" diye sordum. "Bu Bediüzzaman hazretleri Türkiye'de en sevdiğim zattır" dediler.Yanından bir zat çıkıyordu,onu kast ederek "Siz gelmeden önce bir zat gelmişti. Said Nursi hazretlerinin yanından gelmiş ve sohbetinde bulunmuş. Sohbette bizim bahsimiz olmuş.Ayağa kalkarak: "Ne kadar sevap kazanmışsam yarısını Şeyh Süleyman efendiye veriyorum" dediğini bize nakletti. Biz de o zata dedik:"Biz de bu güne kadar sevap ve hayır namına ne kazandı isek hepsini Said Nursi hazretlerine hediye ediyoruz. Bunu kendisine bildirirsiniz."
...Yine Arif beyin nakline göre Süleyman efendi şöyle buyurmuş: "Said Nursi'ye makamını bizzat Resulullah vermiştir.En yüksek dereceye çıkmıştır.Hz.Allah'ın ilham ettiği şekilde yazacak,onun hizmeti de öyle..."
...Halen Hollanda'da bulunan Abdullah Tekin hocaefendi de şöyle bir hatıra naklediyorlar: "Risale-i nurları okumakla birlikte çeşitli hocaefendilerimizden dersler de alıyorduk. Hacı Süleyman efendi hazretlerinden de uzun zaman ders aldık. Merhum bizim nurlarla irtibatımızı biliyordu.Bir gün yakın talebelerine; "Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleriyle aranızda zerre miktar bir ihtilaf çıkarırsanız huzur-u ilahide iki elim yakanızdadır...Abdullah evladımız iki yerden feyiz alıyor.Bediüzzaman hazretleri o vazife ile tavzif edilmiş, biz de bu vazife ile tavzif edilmişiz." buyurdu.
M.Fethullah Gülen :
Hocaefendi bir makalesinde Süleyman efendi' için şunları yazmaktadır:
"Silistre'de soylu bir ailenin çocuğu.. Hoca oğlu hoca.. Rûhî zenginliğini İstanbul âfâkının irfanıyla kıvamına getirince, ciddî bir vefa hissiyle maskat-i re'si olan beldeyi müderrislikle
kucaklar.Onunla alâkalı derin bir beklenti içinde bulunan aile fertleri,etrafını saran talebe, dost ve kardeşlerinin sadâkat ve vefâsında onun misyonunu ve yarınlarını görür, talihlerine tebessümler yağdırırlar.
Süleyman Efendi, aksiyonu önde, eşine ender rastlanır yorulma bilmeyen bir mücâhede insanıdır. Hayatı boyunca, ehl-i sünnet ve'l-cemaat düşüncesinin sadık ve kararlı bir müdâfii olarak yaşamış.. dinî duygu ve dinî düşüncenin üst üste sarsıntılar yasadığı bir dönemde "sath-ı mücadele" demiş; dinî düşünce ve tarih şuurunu bir kanaviçe gibi kullanarak, ruhumuzun dantelsini örmüş.. bir baştan bir başa ülkenin her yanında açtığı kurslar, yurtlar ve pansiyonlarla gönüllerimize varlığımızın esaslarını duyurmaya çalışmış.. ruhların ve ruhânilerin tayerân ettiği âleme yürüyeceği âna kadar da, bu misyonunu edadan geri durmamıştır..
Ben, şu birkaç satırla bu büyük hareket adamını anlatma iddiasında değilim; olamam da. Bu kadar az bir zaman içinde, Edirne'den Ardahan'a kadar, ülkenin her yanını, hem de engellemelere rağmen, ilim ve irfanla bezeyen bir ruh ve mânâ insanını anlatmak, değil birkaç paragrafla, mücellitleri bile aşan bir mevzudur.(Ruhumuzun heykelini dikerken adlı eserinden)
Hocaefendi İzmir'de 1970'li yıllarda yaptığı bir sohbetinde bir soru münasebetiyle Süleyman efendiden şöyle bahsetmektedir:. "Benim bildiğim bir şey var, Türkiye'nin en hücra yerlerine, en ücra köylerine, dere dibindeki nahiyelerine, beldelerine, karyelerine kadar bu memleketin karanlık gecesinde bir tek şafağın çakmadığı günlerde, Süleyman efendi merhumun talebeleri gitti, Kur’an Kursu açtı, vatan evladına Kur’an öğrettiler.İmam hatip yoktu, enstitü de yoktu, başka dini müessese de yoktu, İlahiyat da bir tane adam çıkarmıyordu. Müftü oldu, vaiz oldu, imam oldu, Kur’an Kursu muallimi oldu bu işin bir yönüydü, böyle bir sâyi hafife almak bir mü'min için caiz değildir..
Ama sen daha makul, daha sistemli, devrin dönen çarklarına daha muvafık bir hizmet şekli biliyorsan, çık Allah rızası için hizmet et, seni de ileride gelecek nesiller hizmetinle alkışlasın, dualarıyla yad etsinler. Fakat hizmet etmiş, görünüşü itibarıyla büyük işler yapmış kimselerin tan ve teşniini açık-kapalı ifade ve işmam eder şeylerden içtinap etmek lazım. Hususiyle büyük hayırlara medar olmuş kimseleri yapacağımız şey, sadece hayırla yad etmektir, içimizi aşamıyorsak en azından hayırla yad etmektir. Saniyen, benim hayranı olduğum bir husus var, bunu da belki elli defa nakletmişim.
İnsanlık tarihinde diyorum, Aleyhissalatü vesselamdan sonra, aksiyoner olarak gördüğüm bir-iki şahıs var, bir tanesi de Tuna boylu Süleyman Hilmi efendidir. Başka hususlarını nakletmeyin ama, bir aksiyoner görmek istiyorsanız ona bakacaksınız.
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi
"Bu zat daha ne yapsın ki? Almanya’da ve yurtta her vilayette bu kadar Kur’an kursları var. Her çocuğu Kuran’a bağladı. Arapça’yı sevdirdi. Tedrisatı sevdirdi. Bu kadar insanin kalbini Kuran’a bağlamak Hilmi Tunahan’a nasip oldu. Allah ondan razı ol. (Aksiyon dergisi-sayı-37)
Mehmed Kırkıncı Hoca, dersiamlardan Dursun efendi’nin Süleyman efendi hakkındaki bir sözünü de şöyle anlatmaktadır:
“1970’li yıllarda dersiâmlardan ve Mahmud Efendi’nin hocası olan Of’lu Hacı Dursun Efendi, Erzurum’daki Kümbet Medresemizi ziyaret etmişti. Her yönüyle büyük bir alim olan Dursun Efendi’ye herkesi sordum ve o da anlattı. Mesele Silistre’li Süleyman Efendi’ye gelince aynen şu cümleleri söyledi: “Süleyman Efendi de dersiâmdır; ancak o Allah’ın hususi bir inayet ve ihsanına mazhardır ve akranlarından farklı bir simadır. Başından beri onun böyle olduğunu hissediyorduk.”(Ahmed Akgündüz.age.)
EMEKLİ PİLOT ALBAY KEMAL SEZGİN BEY ÜSTAZINI ANLATIYOR (6)
25 YIL PİLOTLUK YAPTIM. ÇOK TEHLİKELİ ANIMDA O’NDAN İSTİMDÂD ETTİM. ALLAH’IN LÜTFÜYLE İŞTE BUGÜN YAŞIYORUM.
Efendi Hazretleri hakkında hatıralarım pek çok. Bir tanesini anlatayım: Dedem Fevzi Bey emekli binbaşı idi. Bende bir zamanlar onun yanında kalıyordum. Dedem çok sade bir hayat yaşarlardı. Hatta bir odası vardı. Orada devamlı ibadet,zikir ve fikirle meşgul olurdu. Odasında bazı kere kilim veya halının üzerinde yatardı. Odası öyle pek mutazam değildi. Bir gün Efendi hazretleri yine dedemin evine teşrif ettiler. Bizde ordaydık. Efendi hazretleri: “Oh maşallah! Odan ne kadar güzel, süslü!” diye dedeme iltifatta bulundular. Biz şaşırdık, oda okadar güzel ve süslü değildi. Neden böyle dedi diye sözündeki inceliği anlayamamıştık. Efendi hazretleri gittikten sonra dedeme sorduk: dedem dedi ki: “Evladım Efendi hazretleri odanın zahiri görüntüsünden bahsetmedi. O, içerisinde zikir ve ibadet yapıldığı için manen süslü olduğunu gördü de onun için böyle buyurdu.” Öyledir. İbadet yapılan yerler manen çok güzeldir ve çok süslüdür. Ama onu kalp gözü açık olanlar görür ve bilir. Bir gün yine dedem bana şöyle bir hatırasını anlattı: Efendi hazretleri İstanbul’un çeşitli camilerinde ve bu meyanda Üsküdar’da vaaz ediyordu. Üsküdar’da Aziz Mahmud-u Hudai (K.S.) o camide vaaz vermişler. Vaazdan sonra cemaat çıkıp gider ve bir o imamla birde dedem kalır. Dedem o imam ve Efendi hazretleri Aziz Mahmud-u Hudai’yi ziyarete gitmişler. Efendi Hazretleri türbenin bir tarafında bir müddet murakabede kaldıktan sonra dedemle imamda arkada bekliyorlarmış. Dedem diyor ki: “Efendi hazretleri uzun müddet murakabede kaldıktan sonra bize döndü ve imama şöyle dedi. Aziz Mahmud-u Hüdai hazretleri buyuruyor ki: Sen zaman zaman imamlığı başkalarına bırakıyorsun? Biz onu buraya seçtik de getirdik. İmamlığı başkalarına bırakmasın! Bir mazeret dolayısıyla namazı başkasına bırakırsa o namazın parasını namazı kıldırana vermesi lazım. Veya helalleşmesi gerekir.Aksi halde kıldırmadığı namazlardan dolayı alacağı para ona haram olur. Haram para yiyen imamı da biz buraya bırakmayız. Biz onu seçtik de getirdik. Söyle de dikkat etsin..! Bunları duyan imam efendi hüngür hüngür ağlamaya başlıyor ve Efendi hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapanıyor. Böyle daha bir çok hatıraları vardır.
Yine başka bir hatıra şöyle: Bunu ben bizzat kendi gözlerimle görmedim ama, Efendi hazretlerine çok yakın bir büyüğümüzden işittim. Efendi hazretleri irtihal buyurdukları zaman defin ruhsatı için bir doktor çağırıyorlar. Doktor Müslümanlıkla pek yakın ilgisi olan birisi de değil.
Doktor geliyor. Efendi hazretlerinin üzerindeki çarşafı kaldırıp göğsünü açıp bakıyor. Doktor Efendi hazretlerinin üzerini açar açmaz bir de ne görsün! Efendi hazretlerinin bütün vücudu nur saçıyor. Bunu gören doktor, bir acayip oluyor ve kendisini tutamıyor. Orada Efendi hazretlerinin ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş: “Seni sağlığında tanıyamamışım! Sen evliyaların evliyasısın!...İşte defin ruhsatı vermek için ona bakmaya gelen bir doktorun onun büyüklüğünü görünce ağlamaktan ve onun ayaklarına kapanmaktan kendini alamamıştır.
Zaten Efendi hazretleri pek keramet göstermek istemezlerdi. Şöyle buyururlardı: “Evlatlarım! En büyük keramet, ümmeti Muhammedin kalbine iman,nur ve feyizaşılamaktır.” Onun için daima keramet göstermekten kaçınırlardı. Onun en büyük gayreti dine hizmet ümmeti Muhammedi düşmüş olduğu bataklıktan kurtarmak ve onlara iman ve ahlak vermekti. Hayatı boyunca bunun mücadelesini vermişti. Korkmadan yılmadan bütün varlığını bu yolda harcamıştır. İşte onun en büyük kerameti dine olan hizmetidir. Bundan daha büyük keramet düşünemiyorum.Bugün eserleri meydandadır. Dünyanın her yerinde onun eserlerine rastlamak mümkündür.
Efendi hazretlerinin hizmet verdiği devirler çok korkunç ve tehlikeli devirlerdi. Hiç kimse bu işe cesaret gösteremedi. Herkes korkudan ne yapacağını şaşırdı. Bir çoklarının kaçacak delik aradıkları o korkunç devirde Efendi hazretleri hiç durmadan, korkmadan ve yılmadan hayatı boyunca Din-i Celil-i İslam’ı okuttu, öğretti ve din alimi yetiştirdi. Nasıl anlatayım. Yetişen nesiller tamamen cahil ve din duygusundan mahrum olarak yetişiyorlardı. Ben vazifeli olarak bir çok yerlere gittim. İngiltere ve Amerika’ya gittim. Oralarda Hıristiyanların dinlerine ne şekilde bağlı olduklarını gördüm. Bizden giden müslümanlar oralarda çok zayıf kalıyordu. Hatta bizim Türklerden birisi Amerika’ya gidip orda bir hıristiyan kızıyla evlenmiş ve kızı kendi dini ile alenen ibadet yapıyordu. Fakat müslüman olan erkek bir şey bilmediği için ne yapacağını şaşırmıştı.Kendisiyle alay etmişlerdi. Öyle ya, Hıristiyansan kiliseye gidersin, müslümansan camiye.... Sen hiç birisine gitmiyorsun, o halde nesin? Diye.. Adam çok utanmış ve bizden ilmihal kitapları istemişti. “ Aman ne olur bana namaz kılacak kadar bir şeyler öğrenebilmem için bazı dini kitaplar gönder” diye yalvarmıştı.
İşte Efendi hazretleri müslümanların dini bakımdan bu kadar zayıf olduğu devirde dini ihya etmeye çalışmıştır. Cenaze namazı kıldıracak hoca kalmamıştı. Böyle bir devirde hem de ne zahmetler çekerek dine hizmet etti. Hatta Efendi hazretleri üç gün kadar dedemle de nezarete alındılar. Bunun gibi daha bir çok sıkıntı ve zahmetlere katlanmış fakat hiçbir zaman yılmamıştır. Ölünceye kadar bu vazifeyi devam ettirmiştir.
Hatta dedem anlatırdı. O zamanlar Efendi hazretleri çeşitli yerlerde sohbetler yapardı. İsmet İnönü’nün kardeşi Ahmet beyde Efendi hazretlerinin sohbetine gelirlermiş. Bütün sohbetlerinde Efendi hazretleri polis nezaretinde tutulurmuş, yani polis onu devamlı takip edermiş.
Ben Efendi hazretlerini ara sıra ziyarete giderdim. Bana haber gönderdi ki; “Beni fazla ziyaret etmesin, belki kendisine (yani bana)bir zarar gelir diye.” Bu kadar
Efendi hazretlerinin batını hallerinden biz ancak anlayabildiğimiz kadar bahsederiz. Onu tam olarak anlamamız ve anlatmamız mümkün değildir. Ben üç dört tane imtihan kazanmıştım. Ve mutlaka Amerika’ya gitmem gerekiyordu. Fakat bütün çalışmalarımıza rağmen bir türlü buna muvaffak olamadık. Bir yandan mutlaka Amerika’ya gitmem gerekirken, diğer yandan bir türlü tayin emrim çıkmıyordu.
Kendi kendime üzülüyor ve düşünüp duruyordum. Bir defasında da şöyle düşündüm: “Ah efendi hazretleri sağ olsaydı da kendilerine sorsaydım. Amerika’ya gidebilecek miyim, gidemeyecek miyim?” Ki, ben bu durumla karşılaştığım zaman Efendi hazretleri irtihal etmişler ve irtihallerinden sonra bir sene geçmişti. Ben böyle düşünürken, hemen o akşam rüyamda kendisini gördüm. Rüyada bana aynen şöyle dedi. “Merak etme evladım, yakında gideceksin” Aradan üç-dört gün geçti ve hemen bizim tayin emrimiz çıktı.Böylece biz Amerika’ya gittik. Daha böyle nice hatıralar...
Küçükken rahmetli annem bana şöyle derdi: “Oğlum sıkıştığın zaman Abdülkadir Geylani Hazretlerinden ve Efendi hazretlerinden yardım iste” Zaten Efendi hazretleri Nakşi olduğu kadar da kadiri kolundan tasarruf sahibiydi.
Ben de 25 sene pilotluk yaptım. Tabii havada uçuyorsun. Hava bozuk oluyor, nice tehlikelerle karşılaşırsın. Öyle an olur ki, Allah ile başbaşa kalırsın. Başka kimse bulamazsın. İşte ben çok tehlikeli anlarda bile, efendi hazretlerinin çok büyük yardımlarını gördüm. Ve hamdolsun hiçbir şey olmadan yirmi beş sene bu vazifeyi yaptım. Hayatım boyunca onun yardımlarını gördüm.O nun büyüklüğünü nasıl anlatayım...
Çocukları görünce onları çok severdi. Onları okşayıp gönüllerini alırdı. Bizleri görünce çok sevinirlerdi. Bunlar bugün bu kelimelerle anlatılmaz...