Söyleşi ve Röportaj Köşemiz

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
Sanatla, Sinemayla yaşayanlar :) Bu köşeyi ben başlatıyorum ve sizlerinde katkıda bulunacağına eminim ;)
Söyleşiler, Röportajlar...
Not: Her ay güncellenecektir.

 

Hakkı Alkan

Rektör
Yönetici
Katılım
2 Haziran 2005
Mesajlar
13,887
Reaksiyon puanı
2,168
Puanları
3,358
güzel bir başlık olmuş.

söyleşilerde, hiçbir yerde olmayan bilgiler olabiliyor.
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
214394~Jim-Carrey-Posters.jpg

OlafMovieJimCarrey.jpg

carrey.gif

Sizi bu çılgın komedi filminde oynamaya iten ne oldu?
İki şizofrenik karakterin aynı insana aşık olma fikrini gerçekten çok sevdim. Filmde, hem iki karakteri oynayabilir hemde birbirleriyle karşılaştırabilirdim. Bu geriye dönüp hiç bir şeye umursamadan seyircilere istediklerini vermek demekti. Güzel bir zaman geçirdim.

Bu sizin Farrelly kardeşlerle ikinci filminiz. (Dumb and Dumber ilk filmiydi) Siz komedi konusunda onlarla aynı zevki paylaşıyorsunuz. Bu gibi fikirlerle üçünüz nasıl biraraya geliyorsunuz?


Genelde filme hazırlanmak için bir iki saatliğine karavanıma gidip uyuşturucularımı alırım. Ve sonra çıkıp onlara "evet, hangi hasta, sapık fantaziyi yapmamı istiyorsunuz" derim.

Bu gerçek cevabınız mı?
Gerçek, sizin içinizden ne geldiğidir. Filmde ırkçılık veya bu türden sinirlenebilecek bir çok şey bulabilirsiniz ama bunların hepsi saçma. İnsanlar iyi düşüncelerle doludur ve filmi böyle görürler.

Yani bu şekilde oluyor. Güldürmek için yapmayacağınız şey yok mu?
Hııııımmmm... hayvanlık yapmam diyecektim ama onu da yaptım. Sınırı nedir bilmiyorum. Bu filmdeki tavuk sahnesindeki gibi, ilk gördüğümde zor bir şey demiştim ama birkaç kez seyircilerle birlikte izlerken onların istediklerinin bu olduğunu anladım.

Fakat sizinde bazı sahneler hakkında "acayip" düşünceleriniz olmuştur, mesela Hank'in bebek emziren bir anneden süt emmeye çalışması gibi.

Evet bu çok utanç vericiydi. Tam bir paparazzi gazetesi başlığı olurdu değil mi?

Tabular var, bunlar insanın seksüel kimliğini gizlemesi filan gibi değil. Bende bu Jimmy Swaggart tipi yok. Bilirsiniz işte, insanlar parmaklarıyla işaret ederek bu çok kötü bir şey derler. Asıl o insanların içi kötüdür. Bundan dolayı kendilerini başka insanlarda görmekten nefret ederler.

Bir çok kabul etmemiz gereken kötü bilinen şeyler var. Mesela herkesin mastürbasyon yapması ama kimsenin "hala" konuşamaması. Fakat bunları komediye dökerek anlatmanın yolları var.

Peki sizin canınızı sıkan şeyler nedir?



Başkalarının ve de benim hayatımın teşhir edilmesine karşıyım, bu kimseyi ilgilendirmeyen ve özel olan şeyler.

Renée ile olan ilişkiniz gibi mi?


Bunun fazla bir kısmını paylaşmıyorum çünkü tüm dünyayla paylaşılamayacak kadar özel. Demek istediğim tüm dünyaya saygı duyuyorum, insanların benin filmlerime gitmelerini seviyorum ama bu kişisel birşey.


Şöyle demem yeterli olacaktır herhalde Renee çok değerli bir insan ve çok iyi bir aktrist.

Tamam

Bir saniye bir şey daha söylemek istiyorum. Bizim çok masum bir ilişkimiz var ve çok iyi vakit geçiriyoruz.

Senin adına sevindim.
Ve biz nişanlı değiliz, bir çok söylenti olsa dahi. Fakat şu anda çok iyi bir seviyedeyiz.

Senin bu konu hakkında fazla konuşmak istemediğini zannetmiştim.

Biliyorum, aptal gibi gözüktüm. Fakat söylemek istediğim bazı şeyler vardı.

Hazır bazı şeyleri söylerken, kötü bir çocukluk geçirdiğini, buraya gelmek için verdiğin mücadeleyi ve ilişkilerinin hepsini biliyoruz. Komedilerinde çok fazkla öfke var, bunlar duyduğun kötü hislerin yansıması mı?
Komedi bir terapidir. Komedyenler genelde utangaç insanlardır. Sahnede bir bütün halde gördüğünüzde tüm cevapları vermeye hazır, en az 20 tane sıkıştırıcı cümleleri olan, zıpkın gibi sorulara cevap verebilecek tipten insanlardır. Fakat aslında bu gizlenmiş büyük bir öfkedir.


Benimde yaşamında bazı şeylere karşı nefretim oldu. Esas önemli olan bunlardan komik şeyler çıkarmak.

İnsanlar, Man on the Moon filmi için Andy Kaufman halinde dolaşmaya başladığınızda sizin ruh sağlığınız hakkında endişelendiler. Şimdi de iki karakterli bir insanı inandırıcı bir şekilde oynuyorsunuz. Hiç psikolojik dengenizi kaybetmekten korkmuyor musunuz?

Bence her aktör ruh sağlığını kaybetmekten biraz korkar. Ne kadar sağlıklı olursanız o kadar iyi oynarsınız. Bunu kabul etmezseniz iyi bir aktör olmanız zordur.

O zaman Akademi'yi (Oscar Ödülü) seviyor olmalısın. İki yıl üst üste çok iyi bir performans sergilediğin halde (İki kez üst üste Altın Küre almasına rağmen) Oscar'a aday gösterilmedin. Seni neden küçümsedikleri hakkında bir fikrin var mı?

Hepsi alçaklar. Biliyorsunuz ne dediğime dikkat etmeliyim. Lütfen yine sululuğu üzerindeydi deyin.

Bu olduğu zaman ki oldu zaten, Hollywood'taki her psikolojist ve medya bu durumun sizi harap ettiği hakında konuşuyor.

Ben bu yeteneğe sahip olduğum için Tanrıya şükrediyorum ve bu gibi şeylerin üzerinde fazla durmuyorum.

Hollywood'ta sizin komedilerden daha az ücret almanıza rağmen drama türünden filmlere daha çok motive olmanız biliniyor. Bu neden?

Her türden rolü oynamak istiyorum. Ben bir aktörüm. Komedyen olarak her zaman karakterleri tasarlar sonra oynarım. Bu yaşa bağlı bir şey herhalde bulunduğunuz yerden daha ileri gitmek istiyorsunuz.


Sizden ilk sıkılacak kişi, ben bu adamı bu rollerde sevmiyorum diyen olacaktır çünkü zaten sizi o tür rollerde kabul etmişlerdir. Sizde zik zak çizersiniz, onlara sadece istediklerini veremezsiniz. Bu insanlara biraz ihanet gibi geliyor.

Peki bize birazda en son zik zak çizişinden, How the Grinch Stole Christmas 'tan bahset.

Grinch, benim için parçası olmaktan büyük gurur duyduğum bir projeydi. Grinch'i oynamayı piyangodan çıkmış büyük bir fırsat olarak gördüm. Onu sadece sinirli bir tip olarak ele almadım çünkü hiç kimse sadece sinirli değildir. İncinmişizdir. Bu ya kişiseldir ya bir şeyler olmuştur yada neyse işte bir şekilde üzülmüşüzdür ve bu da öfkeyi ortaya çıkarır. Bu tip şeyler beni karakteri sempatik yapmaya itti çünkü o biçim bir makyajla korkutucu gözükebilir ve çocuklar izlemekten korkabilirlerdi.
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
Selin Demiratar İle Söyleşi

acihayat.jpg


Tuba Parlak

Osman Sınav'ın Acı Hayat dizisindeki Nermin karakteri ile bir anda büyük ilgi ve beğeni toplayan Selin Demiratar ile yeni filmi O Kadın ve oyunculuk üzerine keyifli bir sohbet yaptık.

Selin Demiratar O Kadın'da başrolde izleyeceğiz sizi? Bu filmde rol alma süreciniz nasıl gelişti, bu rolü tercih etme sebepleriniz nelerdi?

Aslında filme en son dahil olan ben oldum o yüzden çok ön hazırlık gibi bir durum olmadı. Ben tatildeydim, geldim; hemen geldiğim gün görüştük. Böyle acil durum gibi bir şey oldu. Film, hikayesi kadın hikayesi olması itibariyle beni heyecanlandırdı. Çünkü çok fazla kadın hikayesi çekilmiyor, benim için artısı bu. Yönetmenimiz Korhan Bozkurt çok genç bir yönetmen ve çok güzel bir elektriği var. Çok da güzel anlattı senaryoyu bizlere. Ve tabiki Sezen Aksu faktörü bu filmde rol almayı kabul etmemdeki en önemli faktörlerden biri.


Siz bakışlarıyla oynayan bir oyuncusunuz. Hüzünlü bakışlarınız hem sevenlerinizi hem de bir röportajda belirttiğiniz gibi Osman Sınav'ı çok etkilemiş. Bu anlamda, film repliksiz bir film olduğu için, belki de bu rol için biçilmiş kaftasınız. Sizce yönetmen ve yapımcıların sizi tercih etme sebepleri bu olabilir mi?

Teşekkür ederim. Yok aslında, filmde çok fazla tanıdık isimler olmasın denerek başlanmış projeye. Yönetmenimiz Korhan Bozkurt beni hiç bilmiyor, diziden filan da tanımıyor. Çünkü reklamdan gelen ve dizi izlemeyen bir yönetmen. Biz çekimlere başladıktan sonra öğrendi ve hatta bana "Aah bu kadar tanınıyor musun sen? Ben başlangıçta hiç böyle düşünmemiştim" dedi. Çünkü özellikle O Kadın'ı, yani başroldeki kadını, aslında no name istiyormuş. Durumu o da sonradan farketti yani, başlangıçta hiçbir bilgisi yoktu benim hakkımda.



Acı HayatPeki rol için görüşmeye gittiğinizde ne hissettiniz proje hakkında?

Aslında görüşmelerde genelde soğuk bulurlar beni, çok tepkisizimdir hikayelere karşı. Hiç heyecanlanmadığımı düşünürler. Korhan da büyük ihtimalle ilk anda ne kadar duygusuz bir kız, beğendi mi beğenmedi mi hiç tepki vermiyor, diye düşündü hakkımda. Onun da aslında görüşmede söylediği şey şuydu; ben Mona Lisa gibi bir kadın arıyorum, yani hüznüyle tebessümü karışık bir kadın arıyorum. Hikayedeki karakter benim Acı Hayat'ta oynadığım karaktare tamamen zıt bir karakter. Gerek yapısı gerek sosyoekonomik durumu açısından tamamen farklı bir kadın. Ama böyle çok da hareketli bir kadın tipi de değil aslında. O yüzden de yönetmenimiz beni görünce dedi ki ben senle çalışmak istiyorum. Ben de hikayeye baktım ve kabul ettim.

Tamamen repliksiz bir rol mü?


Çok az. Hikayenin anlatıcısı Erol Günaydın, o hikayeleri anlatıyor. Birkaç yerde küçücük diyaloglar var, yani yok denecek kadar az repliğim var aslında. Ama izlediğiniz zaman diyalog olması gerektiğini hissetmiyorsunuz.

Selin Demiratar Canlandırdığınız karakteri sizin bakış açınızla sizden dinlemek istesek, nasıl bir kadın Yeşim?


Aslında bütün kadınlar gibi... Yani şey vardır ya, hani insan hayatta her şey çok güzel giderken diğer taraftan da içinde bir eksiklik hisseder ve ne olduğunu bilemez. Hepimize aslında zaman zaman olan bir şey, tamamen ilişkiler ve kadın psikolojisi üstüne bir film bu. Yeşim de hayatında her şey böyle mükemmel giderken, süper yakışıklı, maddi durumu da iyi olan bir sevgilisi varken; kendisi de hayatta son derece başarılı bir kadın ve dışardan bakıldığında çok düzgün bir yaşantısı var, bunlara rağmen içinde bir eksiklik hissediyor, ama bunun ne olduğunu çözemiyor. Sonrasında, sevgilisi Bülent'te bulamadığını başka bir adamda buluyor. Alışılmışın dışında bir şey buluyor onda. Ama şöyle de biikilem var ki bir tarafı seçse diğer bir tarafı üzülecek. Filmin tam söylediği şey de bu, "acını seçmekte özgürsün" deniyor. Diğer yandan aklında söyle bir şey de var Yeşim'in, ilerleyen zamanda belki bu yeni ilişkide de bir önceki ilişkisinde yaşadığı aynı rutine dönmüş olacak. Nihayetinde bilirsiniz ki ilişkiler kendini tekrarlar zamanla. Bir de, bir çok insanın hayatında o kadın denilen bir faktör vardır, ismi dahi söylenmez.

Selin DemiratarBen de tam bunu sormayı düşünüyordum aslında, Yeşim neden O Kadın?

Hikayede etrafındaki diğer insanların ilişkilerinde de "işte o kadın" olarak addedilen bir kadın Yeşim. Kendi çocukluğunda, anne babasının ilişkisinde de bir o kadın varmış, onun da etkilerini yaşayan ve benzeri daha sonra kendi başına gelen bir kadın.

r1.jpg


Peki siz Yeşim'in duygularını hissetmeye çalışan biri hatta belki de bu anlamda en çok çabayı sarfeden kişi olarak, dışardan bakıp onu benzer bir tamlamayla anlatmak durumunda kalsanız nasıl bir şey seçerdiniz Yeşim için, "O Kadın" yerine?

O Kadın hep şöyle bir şey aslında, yani eşiniz ya da sevgilinizin hayatında başka bir kadının varlığını hissettiğiniz anda onun için o kadın dersiniz, hiçbir zaman ismi geçmez. Yeşim kendi de kendisini o kadın olarak görüyor, bu anlamda yaşadığı bir bocalama dönemi de var aslında.

Rolunüze nasıl hazırlandınız, sahnelerin fonunda çalan şarkıları dinleyerek mi mesela, repliksiz bir role nasıl çalışılır?

Parçaları dinledim tabi, ama dediğim gibi projeye en son ben dahil oldum o yüzden ön hazırlık yapmak için fazla da bir vaktim olmadı aslında. Çekimlere bir hafta kala kesinleşti rolüm. Yeşim'in modacı olmasından dolayı modacımız Sibel Karakaş ve moda editürümüz Tuba Ataç'tan faydalanmaya çalıştım. Zaten filmde beş kostümü Sibel hazırladı. Onun ofisine kostüm provası için gittiğimde terziyle diyaloglarına, kostümleri elinde nasıl tuttuğuna filan dikkat ettim. Hemen hemen herşeyi inceledim aslında. Ben biraz röntgenciyim sadece, izliyorum. Napıyor, nasıl yapıyor, tavrı nasıl, otururken nasıl, her kadının farklı bir duruşu bakışları filan vardır ya, bunlara bakıyorum. Yeşim biraz hani bu Nişantaşı kadını dediğimiz tarzda bir kadın. O yüzden genel gözlemlerimden faydalanabildim. Senaryoyu elime aldığımda tek fark üstüne o kadın gibi hissetmeye çalışıyor olmam. Hangi karakteri canlandırmaya çalışıyorsam sadece hissederek yapmaya çalışıyorum. Onun için vakitsizlik de bir yana, ön hazırlığa pek gerek de yoktu aslında, benim bilmediğim bir dünya değildi sonuçta. En azından daha rahat gözlemlenebilecek bir kadın karakteri vardı; ben sadece ona biraz duygu kattım. Hayatımın içinde her yere girip çıkabilen biri olduğum için her çeşit insanı gözlemleyebiliyorum, bir de asker çocuğu olduğum için çok gezdim çok fazla insan gördüm. Bunlardan da yararlanıyorum ama bir şizofreni canlandırsam farklı olur tabiki. Gerçekten ciddi ciddi uzun süre çalışmam, onlarla vakit geçirmem gerekir. O da ağır bir iş. Allahtan Yeşim'de çok böyle bir durum yoktu ki vakitsizlik engelini artırmadı.

Selin DemiratarAsker çocuğu olduğunuzu söylediniz, asıl idealiniz de asker olmakmış, Neden askerlik?

Askeriyenin yapısını seviyorum, içinde olmaktan hoşnut oluyorum. Hayatta en çok hayran olduğum kişi babam, onun çok etkisi var herhalde. İşten gelirken üstünde gördüğüm elbiseler çok hoş duruyordu. Annem duymasın tabi ama çok büyük hayranlık duyuyorum babama. Tabi o çok istemiyordu asker olmamı. Çocukken çok yaramaz ve erkeksi bir çocuktum, asker olursa evde kalır bu diye korkuyolardı herhalde. (gülüyor)

Tiyatro eğitimi alarak başlamışsınız, tiyatro yapmayı düşünüyor musunuz?


Konservatuar eğitimim yok tabi. Tiyatro için ciddi bir vakit ayırmak gerekiyor. Hem televizyon hem sinemada çalıştığım için buna cesaret edemiyorum. Bir de tiyatro için gerçekten kendimi hazır hissetmem gerekiyor. İki tane oyundan teklif geldi ama geçen seneki programımda öyle bir şeye girişmem imkansızdı, bir de kendime şu an çok güvenmiyorum açıkçası. Yani tiyatro için biraz daha pişmem gerekiyor galiba, biraz daha dışardan eğitim almam gerekiyor. Ara ara eğitim alıyorum zaten belli hocalardan ama tabi bu da zaman gerektiriyor. Bir de bazen popüler bir dizide oynadığım için mi teklif geliyor diye şüpheyle yaklaşıyorum duruma. Çünkü popüler oldukları için tiyatroda tercih edilen bir sürü oyuncu var. Ben o konuma düşmek istemiyorum.

Kendinizi özellikle içinde görmek istediğiniz roller ya da asla altından kalkamam veya bu rolle ekranlara yansımak istemem dediğiniz roller var mı?


Mutlaka ki altından kalkamayacağım roller vardır, ama en zevklisi de altından kalkmak için çabalayacağım karakterlerdir. Sağır ve dilsizi oynamak istiyorum mesela. Ama bu rolle ekranlara yansımak istemem dediğim bir rol yok, her türlü karakteri oynayabilirim, ne kadar farklı karakter canlandırırsam benim için avantaj. Ama dizi çekerken maalesef hikayelerde çok fazla değişik kadın karakter yok. Olsa olsa sinemada. Bu yüzden ya kendi projeni yazacaksın ya da bekleyeceksin. O yüzden en sonunda kendim yazacakmışım gibi hissediyorum.

F49DAC3A492291418DDD57A1r.jpg


Adettendir diye soruyorum özellikle beraber çalışmak istediğiniz oyuncular ya da yönetmenler?

Çok var, yönetmen olarak Çağan Irmak, Fatih Akın var. İlker Aksum'la karşılıklı oynamak isterim mesela, Berk Hakman'la karşılıklı oynamak isterim, onu Joaquin Phoenix'e benzetiyorum ben. Pek çok iyi oyuncu var. Gerçekten işini seven, enerjisini ekrana çok iyi geçiren oyuncularla çalışmak istiyorum.

O Kadın - Selin DemiratarOyunculuk anlamında kendisini örnek aldığınız isimler var mı ya da oyunculuğundan çok etkilendiğiniz isimler?

Örnek aldığım birisi yok ama beğendiğim bir sürü isim var. Mesela Türkan Şoray muhteşem bir oyuncu, köylüyü köylü gibi oynuyor, şehirliyi şehirli gibi oynuyor, çingeneyi çingene gibi oynuyor. Ve hem bu kadar güzel olup hem bu kadar iyi oyunculuk, ki onun ilk çıktığı döneme baktığımız zaman, 1960'larda çok fazla film izleme imkanı da yok. Bu tamamen içsel bir şey. Türkan Şoray Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusudur.

Genelde kadın oyuncular oyunculuklarında örnek aldıkları isimleri söylerken kadın oyuncuları erkekler de erkek oyuncuları sayarlar. Sizin oyunculuğundan örnek alma anlamında çok etkilendiğiniz erkek oyuncular var mıdır?

Oyunculuğundan çok etkilendiğim erkek isimler çok var, çok klasik olacağı için söylemek istemedim ilk etapta aslında. Uğur Yücel'i çok beğeniyorum mesela ben, Haluk Bilginer'i herkes söylüyordur zaten. Çok fazla iyi oyuncu var, saymak çok zor. Sadece gerçekten çok fazla sinema projesi olmadığı için bunların çoğu kendilerini gösteremiyorlar. Kendini gösterebilme oranının en fazla olduğu yer televizyon, bu yüzden erkek oyuncularda iyileri saymak çok daha kolay çünkü daha önce de söylediğim gibi televizyonda onların canlandırabileceği karakterlerin çeşitliliği çok daha fazla kadınlara göre.
Selin Demiratar'ın En Sevdikleri:

Müzik:

En son Diana Krall'un bir albümünü ve Ambience of Nişantaşı'nı aldım. Almodovar'ın son filmi Volver'in soundtrackini aldım filmi çok beğendiğim için. Mor ve Ötesi ile Rebel Moves'u çok beğeniyorum. Depeche Mode, çok sevdiğim bir gruptur. İbrahim Ferrer'in parçalarını çok seviyorum.

Sinema:

En son Nicole Kidman'ın Sıradışı aldı filmini izledim. Son dönem izlediğim yerli filmler arasında Hacivatla Karagöz Neden Öldürüldü? Ve Kader'i çok beğendim. Son izlediğim yabancı filmlerden Blood Diamond'ı çok beğendim. Yabancı yönetmenlerden favorim Martin Scorsese, Pedro Almodovar'ın filmlerini de çok beğeniyorum. O kadar sıradan hikayeleri abartısız çekerek o kadar güzel bir şekilde anlatıyor ki çok beğeniyorum. Miloş Forman'ın Amadeus'u ve Closer benim için çok özel olan filmler. En iyi bulduğum performans da Charlize Theron'un cani karakteri, bunun kendi projesi olduğunu duymuştum. Ona da büyük ihtimalle hep güzel kadın karakterleri geldiği için, gerçek bir hikayeden uzun süre araştırıp çalışarak kendi projesini yapmış. Bence çok akıllıca bir projeydi ve çok iyi bir performanstı.

Edebiyat:
Nihat Genç'i çok beğeniyorum. Amin Maulouf'un tüm kitaplarını okudum. Çok eğlenceli bulduğum Mehmet Murat Somer'in bütün kitaplarını okudum, üslubunu çok beğeniyorum. En son ise Orhan Pamuk'tan Beyaz Kale'yi okudum.
Kaynak: film.gen.tr
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
hlyakoyiitqx2ug9.jpg

Şu sıralar, ‘Politika mı yapayım, dizilerde mi oynayayım, film mi çekeyim?’ diyen, yılların oyuncusu Hülya Koçyiğit’in tek amacı, yeni neslin de onayını almak üzere iz bırakan filmlerde oynamak. Sanatçı, sinemasal açıdan Yılmaz Güney’den çok etkilenmiş vaktiyle…

HIZIR TÜZEL

İSTANBUL - Bir insan bu kadar mı değişmez?.. 20 yıl önce söyleşi yaptığım, o zamanların popüler yıldızı Hülya Koçyiğit’i, yine aynı buldum. Bir kere, hiç yaşlanmamış; fizik olarak, fikir olarak, insan olarak, sanatçı olarak. Bir hanımefendilik ki, bir Hülya Koçyiğit’liktir ki, sürüp gitmiş. Hep de öyle gidecek gibi görünüyor. Yani zamanımız starlarıyla hiç uyuşmuyor, alakası yok. Yalnız bir tek derdi olduğunu fark ettim: Unutulmak…

Geçmiş zamanlarda filmlerini izleyenler onu hiç unutmayacaklar. Ben de onu 1963′te Metin Erksan’ın yönettiği ve Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı Ödülü alan ‘Susuz Yaz’dan beri hatırlıyorum. Ama yeni nesilde küçük bir sorun var. Hülya Koçyiğit yerine Hülya Avşar’a takılıyorlar. Bir yerde yeni nesil de haksız değil aslında. Koçyiğit uzun zamandır ortalarda yok. Kendisini yakalayıp sordum.

200 küsur film çevirdiniz, doydunuz mu artık, bıraktınız mı?

Doyum çok zor benim mesleğimde, son yok. Sanat insanı geliştiren bir şey. Ruh yapısını, kararlarını bile bazen etkiliyor. Hayata dair şevkiniz, heyecanınız artıyor ama sadece sinema filmi görerek değil, bir tiyatro oyunu izleyerek, bir resme bakarak, bir müze gezerek… İyi ki böyle bir şeyler yapabiliyorum. Şimdi sadece benimle birlikte yaşlananların değil, bir sonraki neslin de onayını almak istiyorum.

Çok şey istiyorsunuz sanki…

Sahip olduklarımda mütevazıyımdır da, isteklerimde değilim. Hayallerim çok. İlk 10 yıldan sonra, biraz etlenip butlanıp, fikir ve görgü sahibi

olup, daha Türkiye’yle ilgili düşünmeye başladığım filmlerimi düşünüyorum. ‘Gelin’, ‘Düğün’, ‘Diyet’… Beni harekete geçiren filmlerdi, düşünce yapımın olgunlaşmaya başladığı dönemlerdi. Kırılma noktam oldular. ‘Almanya Acı Vatan’, ‘Firar’, ‘Derman’, ‘Kurbağalar’. Bunlar zaten Türk sinemasının da önemli filmleri. Bilinçle yapıldı bunlar.

Ben ‘Zeyno’yu da çok severim.

Yılmaz Güney, nur içinde yatsın, büyük bir saygıyla anıyorum, Türk sineması için çok önemli bir adamdı. Daha önce elinde tabancası, macera filmleriyle, avantür denilen filmlerle öne çıkmıştı. ‘Zeyno’ ilk salon filmlerinden biri. Atıf Yılmaz’ın onu bu filme ikna etmesi çok zor olmuş. Ustası olmasaydı kolay ikna olmazdı. Mesela orada bir zeybek dansı vardır, en güzel sahnelerden biri. Yılmaz Güney, ‘Nasıl kalkar da burada oynarım?’ diye seti terk etmişti. Atıf Abi, ‘Döner’ dedi. Bir gün sonra döndü, filme devam ettik.

Yıldızlar yaş ilerledikçe mutsuz olur, var mı böyle bir durumunuz?


Yok ama katılıyorum ben de buna. Gençlik enerjisi diye bir şey var, hayatta var olan her şeye karşı bir açgözlülükle sahip olabilme durumuna sokuyor insanı. Tatmin olmaları çok zor. Yaş ilerledikçe kendinizi bazı şiddetli duygulardan kurtarıyorsunuz yavaş yavaş. Peşinde koştuğun bir sürü şeyin senin için hayırlı olmadığını fark etmiş oluyorsun. ‘Ateşi elleme elin yanar’ deseler de, elliyorsun, yanınca anlıyorsun. Ders almayan insanlar da çok, tadını çıkaramamış. Yaşlılıkta da mutsuz, huysuz ihtiyarlar oluyorlar…

38851_0.jpg

Seçim dönemlerinde hep adınız geçer, var mı yine politik teklifler?

Evet, seçim dönemlerinde geliyor. Hayatımda bir kez ilgilendim, heyecanla takip ediyordum. Özellikle Türk sinemasıyla, telif kanunuyla ilgili, ‘Sinemanın çok önemli iletişim aracı olduğunu düşünüyorum, önünü açmak istiyorum’ sözleri etkilemişti. Turgut Özal’ı lider olarak çok beğeniyordum. Sonraki tekliflerden etkilenmedim.

Hükümeti nasıl buluyorsunuz?

Halkın ihtiyaçlarının karşılanması bakımından çok zayıf buluyorum. Ben bir politikacıdan çok, sinema sanatçısı kimliğiyle daha etkili olabileceğime

inanıyorum. Konuştuğum her kelime kadınlar için zaten. Bir bakanın yapabileceğinden daha etkili olur benim yapacaklarım. Çok önemli ve ses getirecek filmler yapamıyorum son yıllarda. Çok mu ciddiye mi alıyorum hayatı ya da kendimi, bilmiyorum neden, doğru zamanda doğru şeyler söylemek istiyorum. ‘Lay lay lom’ bir dönemde yapacağım şey gerektiği yere ulaşmazsa üzülürüm. Öyle bir film yapmalı ki bütün insanlar durup düşünsün, yoksa ne manası var! Ama günümüzde bir heyecan var, insanlar evlerinden çıkıp sinemaya gidiyor yine. Bu çok güzel.

Günümüz sineması nasıl peki?

Ne yazık ki, Yılmaz Güney gibi birini yetiştiremedik. Ama şimdi Çağan Irmak var, o bir ışık. Yeniden bir Türk sineması yaratacak. Bazı beyinler var çok parlak ama kendileri için bazı şeyler yapıyorlar, teknik olağanüstü, sahneler filan, sonra bitiyor, o kadar. Derdini anlatamıyor, hikâyeyi sunamıyor. Ama Çağan Irmak hikâyesini anlatan bir yönetmen bana göre. Bir de son yıllarda muazzam bir şiddet var hayatımızda, dolayısıyla sinemada da şiddeti anlatan çok film gördük. Örneğin, ‘Barda’yı izledim. Şiddet zaten her yanımızda, niye bana yine bunu seyrettiriyorsun? Aslında çok iyi bir yönetmen Serdar Akar. ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ çok iyiydi, bu olmamış. Sinemanın altı kırmızı kalemle çizilmemiş bir tür mesaj kaygısı olmalı. Bir dönem yaşıyoruz ve iyiye gidiyoruz sinema açısından. Çok umutluyum.

Kaynak
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
Anthony Hopkins

"The Silence of the Lambs" ve "Hannibal"ın yazarı olan Thomas Harris'in okuyucuya Hannibal Lecter'ı tanıtan ilk kitabı olma özelliğini taşıyan "Red Dragon", daha önce 1986 yılında bir kez daha filme çekilmişti. Michael Mann'in yönetmenliğini üstlendiği "Manhunter" adlı o filmde Hannibal Lecter'ı İngiliz aktör Brian Cox canlandırmıştı. O filmin yapımcısı da De Laurentiis çiftiydi.Aşağıda Anthony Hopkins ile "Red Dragon" üzerine yapılmış bir söyleşiyi okuyabilirsiniz.

anthonyhopkins.jpg

Yeni filminiz 'Red Dragon'un çekim süresinde 'Silence of the Lambs'teki çalışmanızı anımsadınız mı? 'Lambs'i bitirişinizin hemen sonrasında sizinle bir söyleşi yapmıştım. O film daha gösterime girmeden çok büyük bir film olacağını biliyor gibiydiniz…

O filmin iyi olacağını en başından beri biliyordum. Eldeki senaryo çok iyiydi. Jonathan Demme harika bir yönetmendi. Jodie Foster da kusursuz bir oyuncuydu. Bunların hepsi bir araya gelince filmin iyi olması kaçınılmaz sonuçtu.

Eğer 'Red Dragon'u 'Hannibal' ile karşılaştıracak olursak ondan daha karanlık ve tehditkar bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca birçok açıdan 'Silence of the Lambs'e benziyor. Aynı fikirde misiniz?

Böyle düşünmenize memnun oldum. Üçüncüsünü yapma konusunda bir hayli çekingen davrandım. Bunu kabul ediyorum. Aslında ikincisinin yapılacağını bile düşünmemiştim. Ama Dino çok ısrarcı davrandı. 'Red Dragon'u çekeceklerini, bu filmde Hannibal'ın gençlik yıllarına dönüleceğini, 'The Silence of the Lambs' ve 'Hannibal'dan daha büyük film olacağını söyledi. Bunun üzerine ajansımla konuştum. Onlar da okey verdiler. Buna rağmen yine de hemen 'evet' demedim. Bir süre düşünmek istediğimi söyledim. Sonradan senaryoyu Ted Tally'nin yazdığını öğrenince daha sıcak bakmaya başladım. Senaryoyu okuduğumda çok iyi olduğunu gördüm.

Filmin açılış sahnesine gelelim. Lecter'in henüz özgür olduğunu, çok güzel kırmızı şarapların sunulduğu bir partiye ev sahipliği yaptığını görüyoruz. Sinemasal açıdan seyircinin neler olup bittiği konusunda fikir sahibi olmasını sağlayan çok iyi bir sahne bu… Siz ne düşünüyorsunuz?

Açılış sahnesi konusunda çok emin değildim. Böyle bir sahnenin biraz kalitesiz olabileceğini düşünmüştüm. Sonra Brett Ratner ile görüştüm. Bu sahnenin konulması gerektiğini, iyi bir giriş olacağını söyledi. Cinayetle sonuçlanacak bu sahnenin çok uzun tutulmaması gerektiğini anlattım. Bana hak vererek, 'Hayır, zaten olabildiğince kısa tutacağız. Öylesine çabuk ve net olacak ki, seyirciler koltuğunda zıplayacak' dedi.

230px-AnthonyHopkins.jpg

Lecter karakterini üçüncü kez oynama konusundaki yaklaşımınız nasıldı?

Brett'le olan konuşmamda bazı isteklerimi dile getirdim. Örneğin açılışta Lecter'ın Ed Norton'la göründüğü sahnede Lecter'ın bir katil olduğu konusunda ipucu olmamasını istedim. Kültürlü, iyi konuşan, normal bir adam görüntüsü vermeliydim. Seyirci bunu hissedecek, gerilim dozu daha en başta artacaktı. Üzerinde kafa yorduğum bir başka sahne de, Lecter'ı hücresinde ilk kez gördüğümüz sahneydi. Filmin prodüksiyon tasarınları için 'Silence of the Lambs'te de görev yapmış olan Kristi Zea ile anlaşmalarına memnun olduğumu özellikle söylemeliyim. Kristi Zea hücreyi yeniden tasarlayıp inşa edecekti. Brett Ratner'i arayıp, 'Yatağım da hücrenin içinde mi?' diye sordum. Bu konu üzerinde düşündüğünü, bir bakması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine 'Silence of the Lambs'in videosunu alıp izledim. Hücrede bir yatak vardı. Yeni hücre tasarımında da yatak aynı yere konulmuştu. Böyle olması da doğaldı. Çünkü öyküye yakın düşüyordu. Seyircinin Lecter'ın gücünü hissetmesini istiyordum. Bu yüzden de o rolü tam anlamıyla erkeksi biçimde oynadım. Seyirci onun nasıl bir canavar olduğunu görmeliydi. Çünkü o gerçek bir canavardı.

Üçlemenin artık tamamlandığına göre kendinizi iyi hissediyor musunuz?

Evet. Bitirmiş olmak çok güzel. Artık serinin bittiğini düşünüyorum. Gerçi Dino'ya kalsa daha fazlasını istiyor ve tıpkı James Bond gibi seri haline getirmeyi planlıyor ama artık yeter diyorum. Böyle bir seriyi başardığımız, insanların iyi zaman geçirmesini sağladığımız için memnunum. Hannibal Lecter karakterinin çok sevilmesinden yola çıkarak, 'Seyircinin yamyam bir katili sevmesinden rahatsız oluyor musun?' diye soruyorlar. Bundan herhangi bir rahatsızlık duymuyorum. Çünkü ortada sağlıksız bir takıntı yok. Ben bu sevginin sağlıklı bir sevgi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar genellikle hayaletlerden, hortlaklardan hoşlanıyorlar. Karanlığın getirdiği korkuyu seviyorlar. Çocukken babam beni 'Dracula'ya götürmüştü. Çok korkmuştum ama bir o kadar da harika bulmuştum. Dracula'yı, özellikle de Bella Lugosi'yi görmek harikaydı. Karanlığın ortasından çıkagelen bembeyaz yüzü geceler boyunca benim kabusum olmuştu. Aynı şekilde 'Psycho' ve 'Rear Window'da çok başarılı bulduğum gerilim filmleridir.

Peki, bu şekilde korkutulmaktan neden hoşlanıyoruz? Bunu hiç düşündünüz mü?

Bunlardan hoşlanıyoruz çünkü ruhumuzun derinliğinde yer alan ilkel duyguları harekete geçiriyor. Aslında bu söylediğim çok bilinen birşeydir. Olayın bir de sinemaya gitme boyutu var. Geçen gün kendi filmimi izlemek için sinemaya gittiğimde bu konuyla ilgili yeni birtakım sonuçlar çıkarttım. Aktörlüğün doğası konusunda epeyce kafa yordum. Toplumdaki rolümüzün ne olduğunu düşündüm. Konuyu derinlemesine düşününce sinemaya gitme olayının başlıbaşına olağanüstü bir deneyim olduğu sonucuna vardım. Gittiğiniz filmin türü önemli değil. Western olabileceği gibi 'Shane', 'Gunfight At The OK Coral', 'Some Like It Hot' ya da 'Psycho' gibi degişik tarzdaki filmler olabilir. Sonuçta karanlık bir salonda 800 kişiyle, 1000 kişiyle aynı anda hipnotik bir trans haline geçiyoruz. Salonda her meslekten insan var. Gazeteciler, doktorlar, mühendisler… Hepimiz aynı anda cehennemin içine düşüyor, endişeleniyor ve perde olup bitenleri kabulleniyoruz. Bunların gerçek olmadığını herkes biliyor ama o iki saat boyunca içimizdeki duygular harekete geçiyor.

Alıntı
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
Mayın Tarlasına Umut Eken Adam: Bahman Ghobadi

İranlı yönetmen Bahman Ghobadi’nin yeni filmi Kaplumbağalar da Uçar, yönetmenin diğer filmleri gibi son derece dokunaklı ve güçlü bir yapım. Kuzey Irak’ta mayın tarlalarından çıkardıkları mayınları satarak geçinen çocukların öyküsünü anlatan Kaplumbağalar da Uçar, tüm dünyada yoğun ilgi gördü. Film PiFilm sayesinde ülkemizde de vizyona girdi. Filminin tanıtımı için Türkiye’ye gelen Ghobadi ile yeni filmi ve sineması üzerine sohbet ettik, çay içtik…

0607150345080607090345274453b.jpg

Daha önceki filmlerinizde birlikte çalıştığınız çocuk oyunculardan birini asistan olarak yanınıza aldığınızı biliyoruz. Bu filmdeki oyunculardan birini de öyle. Siz de oyunculuktan mı yönetmenliğe mi geçtiniz?

Hayır, ben bu işe fotoğraf çekerek başladım. Uzun metraj filmlerimi çekmeden önce de otuza yakın kısa film yaptım pek bilinmeyen. Oyunculuktan da hiç hoşlanmıyorum, pek hoşuma gitmeden yaptım diğer filmlerimde oyunculuğu da…

Son yıllarda genellikle çocukların öykülerini anlatan filmlerle gündeme geldiniz. Sürekli çocuk oyuncularla çalışmak sizin tercihiniz midir?

Bahsettiğim gibi, kısa filmler dâhil toplamda 36 film yaptım. Bunların çoğu büyüklerle ilgiliydi. Ama Irak’a her gidişimde çocukların durumu daha da içime işledi. Çünkü onlar şimdinin bir yansıması olduğu kadar geleceğin de yansıması. Onların yaşamlarını, gelecekte yaşayacaklarını merak ettim. Zaten onların durumu beni film yapmaya mecbur bıraktı.

Yaşadığınız coğrafyanın çektiğiniz filmleri nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Kuzey Irak’ın ve kürtlerin yaşadığı bölgelerin sorunları, orada yaşayan insanların yaşamı beni her zaman etkiledi. Kendimi buraya ait hikâyeleri anlatmakla yükümlü hissettim…

Baktığımız zaman İran ve Kuzey Irak’ta yaşayan halkın sürekli yaşamakta olduğu bir savaş hali var. Bu durum nesillere nasıl yansıyor?

Bizde tek bir nesil yoktur ki savaş görmemiş olsun. Gerçekten de benim yetiştiğim bölgede 20 yaş ve üstü hemen bütün insanlar ya savaşın içerisinde büyümüş, ya da savaşın etkilerini üzerinde hissetmiş insanlardır. Ne İran kürtleri ne de Kuzey Irak kürtleri arasında savaşsız bir hayat sürebilen bir nesil maalesef olmadı. Şimdi de çocuklar yine bir savaşın içerisindeler. Bu böyle devam ediyor. Barış dönemleri bölgede en fazla 8-10 yıl sürebiliyor.

Filmleriniz Avrupa’da ve Amerika’da büyük ilgi görüyor. Ama bunun bir nedeni de anlattığınız hikâyelerin bölgede yaşanan gerçek hikâyeler olması ve çok acıklı olması. Bu filmleri yapmamış olmayı diler miydiniz?

Elbette, elbette dilerdim. Ümit ederim ki ilerde bölgenin çehresi değişsin, yeniden rengine kavuşsun da ben de neşeli filmler yapayım, daha renkli filmler çekeyim. Mesela bir İstanbul gibi olabilse ne kadar farklı olurdu…

İstanbul’un da hali pek iç açıcı değil…

Ama bir tarihi, bir Beyoğlu caddesi, müzeleri, kültürel bir rengi var. Bu çok önemli bir şey. Orada böyle bir şey söz konusu bile değil. Kuzey Irak bir müzik ve renk coğrafyasıdır. Ümit ediyorum ki en kısa zamanda toparlanacaktır, bölgedeki sorunlar az da olsa çözülecektir.

hhv.jpg

Filmde kalabalık bir çocuk oyuncu kadrosu var. Çocuklarla çalışmak sizin için zor oldu mu?

Ben çocuklara âşığım, onları çok seviyorum. Çünkü hepsi bana küçüklüğümü hatırlatıyorlar. Ben de onlarla aynı şartlarda büyüdüm, onların yaşadıklarına benzer şeyler yaşadım. Bir de oradaki çocuklar sadece görünüş itibariyle çocuklar. Yani fizikleri çocuk gibi görünebilir, ama çalışmaları, yaşamda verdikleri mücadele büyük insanlardan farksız. Çok zor şartlarda yaşamaya direnen çocuklar. Hatta şöyle diyebilirim ki; benim filmimde çocuklar yok, çocuk görünümlü büyükler var. Elbette onlarla çalışmak sabır isteyen bir iş. Onların psikolojisini çok iyi bilmek gerekiyor. Onlarla ben yedi ay yaşadım. Onları sete kendi arabamla getiriyordum, yemek servisi yapıldığında önce onlara servis yapılıyordu; ki önemli bir iş yaptıklarını önemsendiklerini bilsinler. (Not olarak yönetmenin filmde kör bir çocuğu oynayan ve gerçekte de kör olan bir çocuk oyuncuyu ameliyat ettirdiğini de belirtelim)

Kaplumbağalar da Uçar’ın bir sahnesinde Amerikan Ordusu’na ait askerleri, helikopterleri görüyoruz. Tüm bunları prodüksiyona dâhil etmek zor olmadı mı?

Filmin en zorlayıcı tarafı oydu. Ben iki buçuk ay ABD ordusu yetkililerinin yanına gittim, Helikopter ve asker istedim film için. Onların hepsi orada görev yapan insanlardı. Ama bizi kandırmadan duramadılar yine. Zira bir sahnede 8000 kişi bir tepeye çıkıyor ve ABD helikopterlerini bekliyor. Bu sahneyi çekerken o kadar insanı o tepeye çıkardık, ABD helikopteri ise söz vermiş olmalarına rağmen gelmedi… Bu sahneyi çekmek için o kadar insanı yeniden bir araya getirmemiz ancak iki ay sonra gerçekleşebildi.

Filmde çocuklar hayatlarını kazanabilmek için mayın çıkarıp hurda niyetine pazarda satıyorlar. Bu bölgede gözlemlediğiniz bir durum mu, yoksa sizin senaryoya dâhil ettiğiniz bir şey mi? Filmdekilerin ne kadarı gerçek, ne kadarı hikâye?

Ben Kuzey Irak’a ilk önce savaş karşıtı bir belgesel yapmak için gitmiştim. Gittiğim bölgede uçak mermisi ve mayın hurdaları gördüm. Tank parçalarını gördüm. Bunları bulmak için de çocuklar çalışıyordu. Bu bölgeden yararlanmak istedim ve senaryoyu yazdım. Ancak daha sonra gittiğimde tüm bu hurdaların kaçakçılar tarafından satıldığını öğrendim; hepsi gitmişti. Bu nedenle bölgeye kendi cebimden para ödeyip hurda depolarından mermiler, mayınlar getirttim. On üç tırla taşıdık hepsini…
Bahman_Ghobadi-3.jpg

Tüm bunlar için maddi desteği nasıl elde ettiniz?


Birçok şirkete gittim, filmlerim onca iş yapmasına rağmen bana bir türlü imkân verilmedi. Onun için kendim gidip bankadan kredi aldım, kendi bütçemle filmimi yaptım. Ayrıca Kürt yerel hükümetinin de büyük bir desteği oldu. Film bitmeden önce filmi satıp oradan da bir miktar para aldım. Film 30 ülkeye satılmış olmasına rağmen halen hakkımı alabilmiş değilim. Çünkü ülke olarak bizim hakkımızı çok yerler yurt dışında. Bir türlü paramızı alamayız…

Yine filmden bir sahneye dönersek, filmde askerlerin küçük bir kıza tecavüz ettiği bir sahne var. Ancak askerlerin nereye ait olduğu belli olmuyor. O askerler hangi ülkenin askerleri?

O sahne kızın geçmişi hatırladığı bir sahne. Filmde kızın Halepçe’den geldiğini biliyoruz, o olaylar da Halepçe baskını olayları sırasında gerçekleşiyor. Ve o askerler elbette Irak askerleri.

Yeni filminizi Türkiye’de çekeceğinizi biliyoruz. Hangi bölgelerde çalışmayı düşünüyorsunuz?

Aslında ben filmimi Ermenistan’da çekmeyi planlıyordum. Çünkü Türkiye’de bizlere zorluk çıkarılabileceği söyleniyordu. Ancak kaç kişiyle konuştum bilemezsiniz, bu kadar zamandır buradayım. Herkes tam tersini söylüyor, Türkiye’nin bu tip konularda çok iyimser olduğunu belirtiyor. Bu nedenle fikrim değişti, filmi Türkiye’de yapmaya karar verdim. Okuyamayan kızlar üzerine yapacağım bu filmimde, doğuda kürtlerin yaşadığı bölgeleri ve İstanbul’u mekân olarak kullanacağım. Filmde olaylar, kızların eğitimden faydalanamadıklarını başbakana şikâyet etmeleriyle başlayacak.

Tayyip Erdoğan da belki filmde rol alır?

Bunu gerçekten çok isterim...

İran sineması sizce bölgenin mevcut durumunu istismar ediyor mu?


Ben öyle düşünmüyorum, elbette birçok film halinden yakınan, sürekli acıklı şeyler gösteren bir tablo çiziyor. Ancak olaylara fazla sanatsal açıdan yaklaşılıyor. Hepsi bence aynı zamanda iyi birer sinema filmi, içeriğinin bu kadar acıklı olması filmlerin değerini düşürmemeli.

ABD bölgedeki konumunu bir müdahale olarak görüyor. Siz bu durumu nasıl karşılıyorsunuz. Buna müdahale mi yoksa işgal mi diyorsunuz?

Müdahale zaten “İşgal”in kibarca söylenmiş hali. ABD’liler kibarlık ediyorlar. Eğer ABD insanlığı çok düşünüyor ise ilk önce kendi insanlarının, mesela Güney Amerika’daki insanların sefaletine çare bulmalı. Afrika, Somali keza öyle. Orada olmalarının tek nedeninin petrol olduğunu artık çocuklar bile biliyor. Ama onlar hâlâ buna “müdahale” diyeceklerse desinler, ne yapalım.

Söyleşi
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
Larry Bishop yılın en çok konuşulacak filmlerinden biri olan 'Hell Ride'ı anlatıyor.

Quentin Tarantino bugüne kadar birçok projede karşımıza çıktı. En son "Grindhouse" projesi ile sinema dünyasını hafiften bir sallayan Tarantino, bu kez bir motorcu filmi karşımızda.

Tarantino'nun yapımcılığını üstlendiği 'Hell Ride'ın yönetmen koltuğunda ise 70'lerde 'The Savage Seven', 'Angel Unchained', 'Chrome and Hot Leather' gibi bu tip ucuz filmlerde oynayan Larry Bishop var.

"Hell Ride" ile hayatının fırsatını yakalayan Bishop'un filminin ülkemizde gösterime girip girmeyeceği henüz belli değil. Ancak sinema dünyasını sitemizden takip eden sinefiller, Bishop'un kendi ağzından proje hakkında biraz fikir sahibi olsunlar istedik:

imageKAU.JPG

- Anladığım kadarıyla, bu senin uzun yıllardır hayata geçirmek istediğin bir proje?

Larry Bishop: Gebelik süresinin bu kadar uzun sürmesinin, farklı yolları birleştirmek gibi bazı faydaları oldu. En zor olan insanların kafasındaki, benim bu Allahın belası filmi çekebileceğime dair endişeleriydi. Böyle bir sorunum yoktu halbuki, çünkü 5-6 yıl önce Quentin Tarantino ile tanışmıştım. Filmde Dani'yi oynayan aktris, Laura Cayouette, beni aradı ve Tarantino’nun yanında oturduğunu söyledi ve adam bana en büyük hayranlarımdan biri olduğunu söyledi. Onun kim olduğunu bile bilmiyordum. 30 yıl önce yaptığım Motosikletçi filmlerini seviyordu. Kimse bu filmleri sevmez. Birkaç motorcu grup var filmi seven ama bunları yaparken çok gençtim, aileme bile göstermeye utanıyordum.

- Böylece Tarantino ile bağlantıya geçmiş oldunuz?

Larry Bishop: Evet, bana evine gidip, benim 1967 yılında oynadığım "The Savage Seven" adlı motorcu filmini izlemek ister miyim diye sordu. O daha bunu sorarken, benim başımda kavak yelleri esmeye başlamıştı bile. 60'larda büyürken acid aldığınızda herkes sizi uçurduğunu söylerdi, Tarantino ile konuşmak da kafamı uçuruyordu. Sürreal bir şeydi, Salvador Dali tabloları gibi. Filmi görmeye evine gittim ve çok klastı çünkü adamın evinde 30-40 koltuklu bir sinema salonu vardı. Bir koridoru vardı ve koridorun her yerine benim posterlerim asılıydı. Filmi görmeden evvel Larry Bishop filmleri konulu traillerını göstermeye başladı. 8 tane trailer! Filmin sonunda ışıklar yandı. Ona döndüm ve "ne yapmak istiyorsun?" diye sordum. Cevabı, "gel seninle yapılmış en iyi motorcu filmini çekelim" oldu.

- Ne zaman önceydi bu anlattıkların?

Larry Bishop: Altı ya da yedi yıl evvel. Şöyle dedi: "Larry yazmak, yönetmek ve bir motorcu filminde yıldız olmak senin kaderin". Quentin Tarantino ve kader sözcüğü. Olanları kafamda bir türlü kuramıyordum bu yüzden bu kadar uzun zamanımı aldı. O da 'Kill Bill'e başladı o sıra. Bu filmi bitirene kadar ona senaryomu vermedim. Sonra The Weinsteins ile Disney ayrıldılar falan, böyle geçti işte.

- Bize biraz da oyuncu kadrosu ile ilgili nasıl bir çalışma yaptığından bahseder misin? Michael Madsen ikinizin 'Kill Bill' sayesinde tanıştığınızı söyledi.

Larry Bishop: Onunla bundan 10 yıl önce tanışmıştım. Birlikte yapabileceğimiz bir film bulmaya çalışmıştık. Onu aradım ve Quentin ile birlikte bir film yapacağımı söylediğimde hazırdı. Hemen onun bölümlerini yazdım. Bitirdiğimde Eric [Balfour] gelip kendi bölümlerini okudu. Bir deste serseri ile deneme çekimi yaptım. Eric içeriye girdiğinde… Bak ben de bir aktörüm ve biri mükemmelse bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir sürü şey konusunda uzman bir sürü yönetmen vardır, fakat birinin ne kadar iyi olduğunu anlamak için aktör olan bir yönetmen olmak gerekir. Eric çok iyiydi. Dennis zaten fantastik biri. Tanıştığımızda da çok cooldu. 19 yaşımdayken görmüştüm onu. Tuhaftı, Barney's Beanery barından dışarı tekmelenmiştim. Oranın neresi olduğunu bilir misin?

- Çok iyi hem de.

Larry Bishop:
Barney, tanrı onu korusun, çok cool bir adamdı ve bana hayatımın tekmesini atmıştı. Bana "evlat hayatının sonuna kadar burası sana yasak olacak" dedi çünkü bir grup serseri kıza cesaret gösterisi yapmaya heveslenmiştim. Küfür ve alkol! Gerçekten çok gürültülüydüm. Beni ayağa kaldırdı ve kapıya kadar eşlik etti. Daha önce hiç kimse ordan dışarıya benim gibi tekmelenmemişti. Dışarı çıkarılırken son gördüğüm kişi Dennis Hooper olmuştu. Benim kovulduğum yere o buyur ediliyordu. Bu hikayeyi her zaman Dennis'e anlatmak istemişimdir. Neyse, ertesi gün aynı bara tekrar gittim, Barney hiçbir şey demedi zaten.

- Yaratıcılık dinamiğin Quentin'le çalışırken nasıldı?

Larry Bishop: İkimiz de Sergio Leone'den büyüleniyorduk. Bu westernleri seviyorduk. Fransız gangster filmleri ve Leone uyuşturucu gibiydi. Tabii ki, Quentin’in bu filmler konusunda ansiklopedik bir bilgi dağarcığı var. Bir filmin yapımında kendimi farklı bir sürü alanda tutabilirim, fakat Tarantino'nun serçe parmağındaki bilgi, benim tüm vücudumun bildiklerinden daha fazla. Bir keresinde filme başlamak üzereyken, Quentin ve ben bir gece buluştuk ve bana oynamam için Pistolero karakterini verdi. Böylece başlamam için start bayrağını kaldırmış oldu. "Tamam yarın gelirim ve hikayenin bir sonraki aşamasını konuşuruz" dedim ama o bana "Hayır, şimdi git. Bu senaryoyla ne yapabileceğini görmek istiyorum" dedi. Hepsi bu. Beni yalnız bırakmıştı.

Alıntı
 

cathlack

Profesör
Katılım
3 Mayıs 2007
Mesajlar
2,225
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
john-rambo-poster-0.jpg


İlk Rambo filminde bu yana 25 yıldan uzun bir süre geçti. 80'lerin en tartışmalı anti-kahramanı John Rambo, serinin 4. filmi ile geri dönüyor. Üstelik Stallone bu filmde yönetmenlik koltuğunda. Rocky serisini harika bir sonla tamamlayan Sly'nin, Rambo serisinde neler başardığını görmeden evvel kendisine kulak vermek de fayda var.

İşte Stallone'nin kendi ağzından "John Rambo" filmi:

- Bir adamın kafasını yumrukla kopardığınız sahneye ne oldu?

Sylvester Stallone: Burda görsel bir kafa karışıklığı oldu. Çünkü orda bıçak vardı, kötü bir negatif olduğu için yumruğumla koparıyormuşum gibi gözüktü. Hayır, sahne kesinlikle böyleydi. Bir blog tutuyorum ve orda şöyle dedim: “Beyler, yakından bakın. Hiç kimse bir yumrukla kelle koparamaz.”

- Hiç 'First Blood' kitabının sonundaki gibi Rambo’nun öldüğünü ve bunca yıl onsuz olabileceğini düşündün mü?

Sylvester Stallone: Evet bazen bunun üzerine düşünürüm. Bu konuda benim hata yaptığımı düşünen Quentin Tarantino ile bazen tartışırım. Ona “biliyorsun sanatsal seviyede sen haklısın” derim ama aynı zamanda gazilerle ilgili araştırmalar yaparken çok zaman harcadım. Rambo ölseydi tamamen korkunç olurdu, nihilist son, tüm bu keder içinde bir parça eğlenceydi. Aynı zamanda elimizde intihar etmiş çeyrek milyon Vietnam’lı vardı. Sonra böyle mi bitsin yoksa onu biraz daha sistemin kurban biri olarak mı göstermek mi istiyorum diye bir düşündüm. Bu şunun gibi bir şey, bir pit bull’u alırsınız ve bir katile dönüştürürsünüz. Peki bu köpek biraz serbest kaldığında ne olacak? Ama sonra fark edersiniz ki, o kadar da kötü biri değildir ve her nasılsa bir şekilde onu kurtarabilirsiniz. Bu bana daha ilginç bir öykü olarak geldi. Kirk Douglas’ın da dediği gibi, “sanatsal değil, fakat ticari”.

- Rolünüze adapte olabilmek için geriye doğru gidip, eski Rambo filmlerini tekrar izlediniz mi?

Sylvester Stallone: Evet, bilirsin yaşla gelen bir ağırlık oluyor. Sıkletinizin algısı, bilginizin algısı, aşırı şey bilmek, saflığın eksikliği nedeniyle hayatta var olan şeyler; bunlar beni bir aşama daha ileriye götürdü. Rambo’yu daha güçlü, cüsseli yapmak istedim. Bu yüzden filmdeki ilk cümlesi oldukça olumsuz. Her şeyi bırakmış, hiçin teki. Diğer Rambo’larda kendimi çok fazla enerjik hissederdim, onlar biraz daha dinçlerdi. Biraz beyhude, anlamsız çatışmalar vardı. Tanklar toplar, yaptığı şeylerin gaddarlığından ziyade bunların hepsi bedensel hareketliliği gerektiriyordu. Bu karakter benim daha ilgimi çekti. 'İlk Kan'dan hoşlanıyorum bir de bundan. Tıpkı ve 'Rocky' ve 'Rocky Balboa' da olduğu gibi.

- Bu kadar film şirketini nasıl sağladın?

Sylvester Stallone: Hiçbirini tanımıyorum. Weinstein 12 yıl önce geldiğinde oldu her şey. “Bir Rambo filmi yapmak ister misin” dediler, “tamam” dedim. “Camp David saldırısının olduğu yerde geçen harika bir fikrim” var dedi, “ben yokum” dedim. Bu olamazdı ki. Doğa bu karakterin bir parçası, ilkel bir adamla ilgili bir şeyler var ortada. Nerdeyse Kızılderili. Bunu şehre taşımak işe yaramazdı. Bu nedenle proje 10 yıl kadar ölü kaldı. Sonra Mark Burnett ile konuştuk, o da gerçekleşmedi. Sonra Harvey Weinstein’ı aradım ve ona Afganistan’a giden misyoner grupları anlattım. “Bu ilginç bir proje dedim” ama hayır kimse bir daha beni geri aramadı. Neyse sonra Avi Lerner satın aldı, New Millennium. Bütün bu hikâyeyi o buldu, ona göre Meksika’da geçen bir şeyler yapabilirdik. Ben “bu da işe yaramaz daha uluslar arası bir şey bulalım” dedim. Sonra Burma’yı bulduk, yeryüzündeki bir cehennem deliği. Çok ekzotik bir yerdi ve Vietnam’a da yakındı.

- Filmden önceki mekan araştırmalarında, filme alınmalarıyla ilgili şartları oldu mu?

Sylvester Stallone: Olunmayacak yerlere gittik, her yer Taylandlı ajanlarla doluydu ve imajları ile ilgili çok ama çok hassastılar. Özellikle de Mae Sai’de, burası çok ciddi bir yerleşim alanı. İmajları ile ilgili çok üzgündüler, bu yüzden biz de biraz daha kuzeye Chiang Mai’e gidip daha farklı bir yer bulmaya çalıştık.

- Rocky ve Rambo’yu nasıl güncelleştirebildiniz?

Sylvester Stallone: Eğer genç izleyicilerin peşinden gitseydik, zamana uygun bir şeyler bulmaya çalışsaydık, müzik kullanımı vs. , ruhunlarına ihanet etmiş olurduk. Asla değişmeyecek olan şeyler ve bazı dünyasal gerçekler vardır. Siz büyüdükçe bu karakterler hayatın ne kadar zor olduğunu size daha iyi anlatıyor, Rocky’nin konuşmasında dediği gibi yumruk yemekle ilgili bir şey ve hayat sizi devamlı yumrukluyor. Eğer gençler Rocky’i benim yaşımda olanlardan bile daha çok desteklediyse bence bu dersleri gerçekten benimsemek lazım. Bence burada devam eden ders bir bakıma şu, savaş cehennemdir ve kazananı yoktur.

- Filmi yaparken karşılaştığınız en büyük zorluk neydi?

Sylvester Stallone: ‘Rocky Balboa’yı 60 kişiyle yapmıştık, bu kez 570 kişi vardı. Ormanın içinde hareket etmek çok zordu. Son 94 yılın en sıcak günleriydi. Buna kızartıcı sezon diyorlardı. Her şey kontrol dışıydı. Sıcaktan yakıyordu, yakıyordu ve yakıyordu. İnsanlar hasta olmaya başladılar. 165 çeşit yılan var Tayland’da ve bunların 90’ı zehirli. Isırılan insanlarla ilgili sabit bir problemimiz oluşmaya başlamıştı.

Kaynak
 
Üst