Osmanlı Sultanlarının Ehl-i Beyt sevgisi
Sultan İkinci Abdülhamid Han, Peygamber efendimize olan tazim ve muhabbetini, Onun kutsal beldesine hizmetler götürerek ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çalışarak göstermiştir.
Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel örneği olmuştur.
Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultanın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Peygamber efendimize olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misaldir:
“Mümkün olan aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların mübarek ruhları rahatsız olmasın!..”
Kulaklarım bereketlensin
Sultan Abdülmecid Han son hastalığında, yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunup irade-i şahane alınıyordu. Sıradaki bir yazı için, Medine halkının bir dilekçesi okunacak denildi.
(Durun, okumayın, beni oturtun) buyurdu.
Arkasına yastık konup, oturtuldu.
(Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten haya ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Ertesi gün vefat etti.
Hadimül-haremeyn deyin
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de Sultanül-haremeyn diyen hatibi susturup, (Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hadimül-haremeyn deyin) buyurmuştur.
Surre alayları
Sultan Birinci Mehmed Han, Haremeyne her sene Surre alayı göndermek güzel âdetini çıkarmıştır.
Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerifeyn ahalisine, zahidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyalara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Her şeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne layık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler. Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi.
Gönderilirken, Kur’an-ı kerim ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, dualar edilirdi. Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirakı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi. Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler.
Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi. Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı.
Yüzün sür kademine o gülün
İstanbul’da Sultan Ahmed Camiini yaptıran, Birinci Ahmed Han, İslamiyet’e ve Resulullah efendimize gönülden bağlı idi. Beytullahın ve Hucre-i seadetin perdeleri Mısır’da dokunurdu. Ahmed han, İstanbul'da dokutup saygı ile göndermiştir.
Bahtî mahlasıyla şiir de yazan Ahmed Han, Nakş-ı kadem-i şerîf [Peygamber efendimizin mübarek ayak izi] şeklinde murassâ bir sorguç yaptırmış, ortasına da mavi mine üzerine altınla kendisine ait şu mısraları yazdırmıştı:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol hazret-i şâh-ı Rüsülün
Göl-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir.
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Sultan Ahmed Han, Cuma ve Bayram günlerinde ve diğer mübarek günlerde başına bu sorgucu takardı.
Kimim var hazretinden gayrı
Sultan İkinci Mahmud Han’ın, Hücre-i saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki yazı, Osmanlı sultanlarının Resulullah efendimize olan hürmet ve muhabbetlerinin başka bir vesikasıdır.
Şamdan ihdaya eyledim cüret ya Resulallah!
Muradım der-i ulyaya hizmet, ya Resulallah!
Değildir ravdaya şayeste, destaviz-i naçizim,
Kabulünle kıl ihsan u inayet, ya Resulallah!
Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam,
Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resulallah!
Dahilek, el'eman, sad el- eman, dergahına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resulallah!
Dü- alemde kıl istishab bu Han Mahmud-i Adliyi,
Senindir evvel ü âhırda devlet ya Resulallah!
“Nakibü’l Eşraflık” müessesesi
Devlet-i Âliye; Fahri Kâinat Efendimiz ve Onun kutlu soyu Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini, müesseseler kurarak da fiilen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dahilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid ve Şerifleri tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak “Nakibü’l Eşraflık” müessesesi ihdas etmiş ve başına da Âl-i Beyt’e mensup “Nakibü’l Eşraf” isimli bir memur atamıştır.
Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyazlarla, topraklarımızda dağınık halde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır.
Osmanlı, Nakibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki, bazı padişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merasimlerinde onlara, kılıç dahi kuşattırmıştır.
Mesela, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa Han’a, Şeyhülislam ile beraber Nakibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nakibü’l Eşraf bağlılığını arzedip dua etmiştir. Savaşlarda ise, padişahla beraber Nakibü’l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazret-i Peygamberin sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif’in İstanbul’dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nakibü’l Eşraf ile maiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salevat getiriyorlardı...
SAKIN TERK-İ EDEBDEN
Nabi:” Na ve bi” menfi (olumsuzluk) eklerini birleştirerek kendisine isim yapacak kadar mütevazi olan meşhur Divan Edebiyatı şairi Yusuf Nabi,1678 yılında, çoğunluğu Osmanlı Devlet adamlarından müteşekkil Hacc kafilesiyle birlikte yola çıkar.Kafile Resulullah Efendimizi ziyaret etmek için Medine-i Münevvere’ye yönelir.
Kafilenin şehre yaklaştığı bir gecede son defa mola verilir.Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya dalarlar.
Gözüne günlerdir uyku girmeyen Peygamber aşığı Nabi ise o gece de uyumamaktadır.Gözleri yaşlı, Mescid-i Nebevi’ye kavuşacağı anı beklemektedir.
Rasulullah Efendimize bu kadar yakın olmanın hazzı sebebiyle de yerinde duramayıp gezerken gözüne birisi takılır.Yüksek rutbeli devlet memurlarından biri ayağını o yöne doğru uzatmış bir halde uyumaktadır.
O anda bu zatı uyaracak ve uyandıracak tarzda şu mübarek mısraları söylemeye başlar.
Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-i Hüdadır bu;
Nazargah-ı ilahidir makam-ı Mustafadır bu.
Habib-i Kibriyanın habgahıdır fazilette
Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenab-ı Kibriyadır bu.
diye devam eden mısraları söyler.
Manası:
Edebi terketmekten sakın;
Burası Allah Tealanın Habibinin yeridir.
Burası Allah Teala’nın nazar ettiği,
Mustafa (s.a.v)’nın makamıdır.
Habibi Kibriyanın yeridir ki;
Fazilette üstünlük bakımından Allahü Tealanın arşının üstündedir.
Bu mısraları işiten o zat hemen ayaklarını toplayarak doğrulur ve:
-“Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?” diye sorar.
Yusuf Nabi’de:
“ Daha önce hiç söylememiştim.Şu anda sizi bu halde uzanmış görünce, elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım.İkimizden başka bilen yok.”der.
Bu sözler üzerine rahat bir nefes alan zat:
-“Madem ki bu şiiri burada söyledin,burada kalsın.İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz.” diye ikaz eder.Ancak takdir-i ilahi bu zatın istediği şekilde olmamıştır.
Kafile, sabah namazı vakti Medine-i Münevvere’ye ulaşır.Onlar Mescid-i Nebevi’ye girerken müezzinler Ezan-ı Muhammedi’den evvel Nabi’nin:
“Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-i Hüdadır bu;
Nazargah-ı ilahidir makam-ı Mustafadır bu”
Mısralarıyla başlayan naatını okuyorlardı.Nabi hayretler içindedir.Birkaç saat önce çölün ortasında okuduğu bu şiiri, şimdi Mescid-i Nebevi müezzinlerinin yanık seslerinden dinlemektedir.Sabah namazını eda ettikten sonra o yüksek rütbeli memurla birlikte müezzinlerin yanına gider.
Ve müezzinlerden birine:
-“Allah aşkına Peygamber aşkına ne olursun söyle, ezandan önce okuduğun o naatı kimden,nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar.
Müezzin de büyük bir heyecan içinde:
-“Resul-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescid-i Nebevideki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek:
Ümmetimden Nabi isimli biri beni ziyarete geliyor.Bana olan aşkı herşeyin üstündedir.Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın.” buyurdular.
Biz de Rasulullah Efendimiz’in emirlerini yerine getirdik” der.
Kulaklarına inanamayan Nabi gözyaşları içinde müezzine:
-Sahiden ümmetimden mi dedi?[URL="http://www.dervisler.net/forum/Smileys/favori/agla.gif"]
[/URL]
Diye sorar ve:
Evet, cevabını alınca düşüp bayılır.
bizede ümmetim desin YaRabbim..[URL="http://www.dervisler.net/forum/Smileys/favori/agla.gif"]
[/URL]
Sultan İkinci Abdülhamid Han, Peygamber efendimize olan tazim ve muhabbetini, Onun kutsal beldesine hizmetler götürerek ve İslam Birliği gayesini gerçekleştirmeye çalışarak göstermiştir.
Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesafeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel örneği olmuştur.
Demiryolu yapımının Medine’ye ulaştığı esnada, Sultanın verdiği şu çok özel talimat; onun, Ehl-i Beyt’in şahsında Peygamber efendimize olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misaldir:
“Mümkün olan aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların mübarek ruhları rahatsız olmasın!..”
Kulaklarım bereketlensin
Sultan Abdülmecid Han son hastalığında, yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunup irade-i şahane alınıyordu. Sıradaki bir yazı için, Medine halkının bir dilekçesi okunacak denildi.
(Durun, okumayın, beni oturtun) buyurdu.
Arkasına yastık konup, oturtuldu.
(Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten haya ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Ertesi gün vefat etti.
Hadimül-haremeyn deyin
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de Sultanül-haremeyn diyen hatibi susturup, (Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hadimül-haremeyn deyin) buyurmuştur.
Surre alayları
Sultan Birinci Mehmed Han, Haremeyne her sene Surre alayı göndermek güzel âdetini çıkarmıştır.
Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerifeyn ahalisine, zahidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyalara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Her şeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne layık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler. Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi.
Gönderilirken, Kur’an-ı kerim ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, dualar edilirdi. Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirakı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi. Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler.
Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi. Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı.
Yüzün sür kademine o gülün
İstanbul’da Sultan Ahmed Camiini yaptıran, Birinci Ahmed Han, İslamiyet’e ve Resulullah efendimize gönülden bağlı idi. Beytullahın ve Hucre-i seadetin perdeleri Mısır’da dokunurdu. Ahmed han, İstanbul'da dokutup saygı ile göndermiştir.
Bahtî mahlasıyla şiir de yazan Ahmed Han, Nakş-ı kadem-i şerîf [Peygamber efendimizin mübarek ayak izi] şeklinde murassâ bir sorguç yaptırmış, ortasına da mavi mine üzerine altınla kendisine ait şu mısraları yazdırmıştı:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol hazret-i şâh-ı Rüsülün
Göl-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir.
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Sultan Ahmed Han, Cuma ve Bayram günlerinde ve diğer mübarek günlerde başına bu sorgucu takardı.
Kimim var hazretinden gayrı
Sultan İkinci Mahmud Han’ın, Hücre-i saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki yazı, Osmanlı sultanlarının Resulullah efendimize olan hürmet ve muhabbetlerinin başka bir vesikasıdır.
Şamdan ihdaya eyledim cüret ya Resulallah!
Muradım der-i ulyaya hizmet, ya Resulallah!
Değildir ravdaya şayeste, destaviz-i naçizim,
Kabulünle kıl ihsan u inayet, ya Resulallah!
Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam,
Cenabındandır ihsan u mürüvvet, ya Resulallah!
Dahilek, el'eman, sad el- eman, dergahına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefaat ya Resulallah!
Dü- alemde kıl istishab bu Han Mahmud-i Adliyi,
Senindir evvel ü âhırda devlet ya Resulallah!
“Nakibü’l Eşraflık” müessesesi
Devlet-i Âliye; Fahri Kâinat Efendimiz ve Onun kutlu soyu Ehl-i Beyt’e hürmet ve hizmetini, müesseseler kurarak da fiilen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dahilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid ve Şerifleri tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak “Nakibü’l Eşraflık” müessesesi ihdas etmiş ve başına da Âl-i Beyt’e mensup “Nakibü’l Eşraf” isimli bir memur atamıştır.
Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyazlarla, topraklarımızda dağınık halde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır.
Osmanlı, Nakibü’l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri gitmiştir ki, bazı padişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merasimlerinde onlara, kılıç dahi kuşattırmıştır.
Mesela, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa Han’a, Şeyhülislam ile beraber Nakibü’l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nakibü’l Eşraf bağlılığını arzedip dua etmiştir. Savaşlarda ise, padişahla beraber Nakibü’l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazret-i Peygamberin sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif’in İstanbul’dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nakibü’l Eşraf ile maiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salevat getiriyorlardı...
SAKIN TERK-İ EDEBDEN
Nabi:” Na ve bi” menfi (olumsuzluk) eklerini birleştirerek kendisine isim yapacak kadar mütevazi olan meşhur Divan Edebiyatı şairi Yusuf Nabi,1678 yılında, çoğunluğu Osmanlı Devlet adamlarından müteşekkil Hacc kafilesiyle birlikte yola çıkar.Kafile Resulullah Efendimizi ziyaret etmek için Medine-i Münevvere’ye yönelir.
Kafilenin şehre yaklaştığı bir gecede son defa mola verilir.Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya dalarlar.
Gözüne günlerdir uyku girmeyen Peygamber aşığı Nabi ise o gece de uyumamaktadır.Gözleri yaşlı, Mescid-i Nebevi’ye kavuşacağı anı beklemektedir.
Rasulullah Efendimize bu kadar yakın olmanın hazzı sebebiyle de yerinde duramayıp gezerken gözüne birisi takılır.Yüksek rutbeli devlet memurlarından biri ayağını o yöne doğru uzatmış bir halde uyumaktadır.
O anda bu zatı uyaracak ve uyandıracak tarzda şu mübarek mısraları söylemeye başlar.
Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-i Hüdadır bu;
Nazargah-ı ilahidir makam-ı Mustafadır bu.
Habib-i Kibriyanın habgahıdır fazilette
Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenab-ı Kibriyadır bu.
diye devam eden mısraları söyler.
Manası:
Edebi terketmekten sakın;
Burası Allah Tealanın Habibinin yeridir.
Burası Allah Teala’nın nazar ettiği,
Mustafa (s.a.v)’nın makamıdır.
Habibi Kibriyanın yeridir ki;
Fazilette üstünlük bakımından Allahü Tealanın arşının üstündedir.
Bu mısraları işiten o zat hemen ayaklarını toplayarak doğrulur ve:
-“Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?” diye sorar.
Yusuf Nabi’de:
“ Daha önce hiç söylememiştim.Şu anda sizi bu halde uzanmış görünce, elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım.İkimizden başka bilen yok.”der.
Bu sözler üzerine rahat bir nefes alan zat:
-“Madem ki bu şiiri burada söyledin,burada kalsın.İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz.” diye ikaz eder.Ancak takdir-i ilahi bu zatın istediği şekilde olmamıştır.
Kafile, sabah namazı vakti Medine-i Münevvere’ye ulaşır.Onlar Mescid-i Nebevi’ye girerken müezzinler Ezan-ı Muhammedi’den evvel Nabi’nin:
“Sakın terk-i edebden kuy-ı mahbub-i Hüdadır bu;
Nazargah-ı ilahidir makam-ı Mustafadır bu”
Mısralarıyla başlayan naatını okuyorlardı.Nabi hayretler içindedir.Birkaç saat önce çölün ortasında okuduğu bu şiiri, şimdi Mescid-i Nebevi müezzinlerinin yanık seslerinden dinlemektedir.Sabah namazını eda ettikten sonra o yüksek rütbeli memurla birlikte müezzinlerin yanına gider.
Ve müezzinlerden birine:
-“Allah aşkına Peygamber aşkına ne olursun söyle, ezandan önce okuduğun o naatı kimden,nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar.
Müezzin de büyük bir heyecan içinde:
-“Resul-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescid-i Nebevideki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek:
Ümmetimden Nabi isimli biri beni ziyarete geliyor.Bana olan aşkı herşeyin üstündedir.Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın.” buyurdular.
Biz de Rasulullah Efendimiz’in emirlerini yerine getirdik” der.
Kulaklarına inanamayan Nabi gözyaşları içinde müezzine:
-Sahiden ümmetimden mi dedi?[URL="http://www.dervisler.net/forum/Smileys/favori/agla.gif"]

Diye sorar ve:
Evet, cevabını alınca düşüp bayılır.
bizede ümmetim desin YaRabbim..[URL="http://www.dervisler.net/forum/Smileys/favori/agla.gif"]
