Haber Mount & Blade: Ceylan Han - Hikaye Kurgusu 1. Bölüm

Penetrator God

Doçent
Katılım
14 Ocak 2020
Mesajlar
901
Çözümler
1
Reaksiyon puanı
541
Puanları
93
Yaş
26
Nadira 17. Yüzyılın başlarında, Kırım Hanlığı'nın idaresi altındaki Akkirman şehrinde çiftçi bir Tatar ailenin 4. çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Bebeğin babası bu sefer kız değil erkek olmasını ümit etmiş. Ancak Yüce Mevla ona yine bir kız evlat vermiş. Bu yüzden karısına yeni doğmuş kız çocuğunu Cami'nin önüne bırakmasını söylemiş. O yıl kış ayı pek de sert geçiyormuş. Soğuktan donmadan önce bebek yerli bir varlıklı tüccar tarafından cuma namazı çıkış bulunmuş. Adam ciyaklayan bu minik şeye acımış ve onu kucağına aldığı gibi evine getirmiş.

Ahmed Bey iyi bir insan, dini bütün bir Müslümanmış. Allah'ın, kendisine bir emaneti olarak kabullenmiş bu yavrucağı. "Nadira" ona bu ismi vermişler ve onu öz evlatları bilmişler. Ayrıca onu evlatlık alan aile yıllardır çok uğraşmış olmalarına rağmen o zamana kadar Allah onlara bir çocuk nasip etmemiş. Akkirman şehri kıştan yeni çıkmıştı. Mart ayının son günleri yaşanıyordu. Ağaçlar erken çiçek açmıştı bu sene... Bahçeler adeta bahar şenliğiyle renklenmişti. Nadira sabah yeni yuvasında açtı gözlerini.

Ahmed Efendi kundaktakı yeni uyanmış, nur topu gibi Nadira bebeğin güzelliğini seyrediyordu. Nadira'nın yüzü pencereden ışık saçarak parlayan bahar güneşi gibi aydınlıktı. Ardından Ahmed Efendi ellerini açıp dua etmeye başladı. "Onu karşıma çıkardığın için şükerler olsun sana Rabbim! Sen şahidim ol ki bende gücüm ve ömrüm yettiğince Nadira'mın en iyi şekilde büyütüp, yetiştireceğime ve ülkemize hayırlı bir evlat olması için çabalayacağıma yemin ediyorum."

Ve dediğini yaptı da... 1642 yılına gelindiğinde, Nadira 7 yaşındayken onu Mektepe gönderip okuma yazma öğrenmesini sağlamıştı. O vakitler mezun olanların sayısı bir elin parmaklarınca azmış. O parmakların arasına ilerleyen yıllarda Nadira da dahil olacaktı. Nadira zeki, yetenekli ve çalışkanmış. Birçok yönden yaşıtlarından üstün olduğunu daha ilk mektepteyken kanıtlamış. Üstelik kız olduğu halde yaşının çok üstünde bir güç ve cesarete sahipmiş Nadira. Ondaki bu özelikler değme babayiğitlerde yokmuş. O, bunu da yaşıtlarıyla oynadığı oyunlarında ispat etmiş.

Çocukluk zamanlarında en çok cenk oyunlarını severdi Nadira. O yıllar Kırım Hanlığı'nın bitmek tükenmek bilmeyen savaş yıllarıydı. Askere gidenlerin çoğunluğu geri dönmüyordu. Dönenler ise bir uzvunu yitirerek savaş dışı kalanlardı. Yeni nesil çocuklar, bu gazilerden dinledikleri gerçek kahramanlık hikayeleriyle büyüyorlardı. Bu nedenle de oyunlarının pek çoğu vurdulu kırdılı savaş oyunlarıydı.

Nadira da bu tür oyunları seviyor, başkalarına itibar etmiyordu. Bütün oyunların başkahramanı oydu. Grup oyunlarında hep komutan olurdu. Bu kendisinin değil, takım arkadaşlarının tercihiydi. Çünkü güç ve cesaret gerektiren bu oyunlarda onun üstüne yoktu.

Oyun kararlaştırılıp da ekipler kurulurken, bir tartışma başlardı çocuklar arasında:

- Nadira bizdendir.

- Hayır, geçen sefer sizin taraftandı.

- İyi ya işte. Eski dosttan düşman olur mu? O, bizim komutanımız.

- Ama olmuyor ki! O zaman hep siz kazanıyorsunuz.

- Öyleyse bire karşı iki... Nadira'ya karşılık bir kişi fazla olun siz.

İki fazla, üç eksik fark etmezdi. Sonunda kazanan yine Nadira'nın savaşçıları olurdu. Zira oynanan oyunlar, gerçek savaşlarda olduğu gibi bilek ve yürek gücü gerektiriyordu. Örneğin "Kale bizim" adlı cenk oyununda olduğu gibi:

Bunun için ağaçlık bir alan seçiliyordu. Ağaçların etrafı, büyük kayalarla örülüyordu. Kaleyi fethetmek için bu surlarda gedik açmak gerekiyordu. Tıpkı gerçek fetihlerde olduğu gibi. İki üç kişinin zor kaldırabildiği kayaları söküp atmak için bilek gücüne ihtiyaç vardı. Ancak gedik açabilmek için bu da yeterli değildi. Çünkü bir taraf bu zorlu uğraşı sürdürürken diğer tarafın askerleri buna engel olmaya çalışıyorlardı. Kaleyi savunanlar, tahtadan kılıç, kalkan, kalın ağaç dallarından mızrak, çubuktan ok atmak, kozalakları Humbara gibi fırlatmak veya sopaları tüfek ya da piştov gibi kullanarak kayaların üstünden saldıranları püskürtmek için her yolu deniyorlardı.

Fetih ordusu için bir yandan bu tehlikeli saldırılara karşı koyarken bir yandan da surlarda gedik açmaya çalışmak bilek gücü kadar cesaret gerektiriyordu. Güç ve cesaret... İşte bu ikisi birden, Nadira'da fazlasıyla varolan niteliklerdendi. Birliğin komutanı en önce o ileri atılıyordu. Tek başına, hem kendisine yapılan saldırılara karşı korunmaya çalışıyor hem de koca koca kayaları tuttuğu gibi sağa sola savuruyordu. Yani beş altı kişilik taarruz birliğinde, bütün işin neredeyse yarısını Nadira üstleniyordu.

Diğerleri ancak ona yardımcı oluyorlardı. Gedik açıldıktan sonra fetih kuvvetleri, kaleye giriyorlardı. Ama buz kez de şehrin sahipleri, ağaçlara yapışmış oluyorlardı. Onları, sarıldıkları ağaç gövdelerinden birer birer söküp yere yatırmak ve ellerini bağlayarak esir almak da büyük oranda komutana düşüyordu. Mahalledeki bu tip oynanan oyunlarda Nadira'nın paylaşılamaması işte bu sebeptendi. Onun bulunduğu taraf ister savunmada olsun ister taarruzda, mutlaka kazanıyordu. Çünkü Nadira yaşıtı olan kız arkadaşlarının hatta erkek çocuklarının bile hepsinden hem daha cesur hem de her birinden iki üç misli daha kuvvetliydi.

Tarih 1651, Kırım Hanlığı'nda savaş yılları devam ediyordu. Askerlik çağına gelenler, kısa bir eğitimden sonra kendilerini, Avrupa'nın onca uzak diyarlarındaki cephelerde buluyorlardı. Nadira'da o zamanlar on altısında çocukluktan yeni çıkmış dünya güzeli genç bir kızdı. Mahalledeki evlenme vakti yaklaşan erkeklerin dilinden de gönlünden de düşmez olmuştu. Yüce Mevla, güç ve cesarette olduğu gibi yüz güzelliğinde de tekten yaratmıştı onu Akkirman'da.

Nadira dillere destan bir esmer güzeliydi. Öyle bir güzel ki görenler ona gönlünü verip tutuluyordu. Onun suratını bir görenin bir daha unutması imkansızdı. Ama o, gözünü de gönlünü de kapatmıştı. Hayatta tek aşkı ve arzusu vardı, o da vatan savunmasına koşup kavuşmaktı. Askere gitmek için sabırsızlıkla gün sayıyordu. Nadira'daki sevinç ve heyecana karşılık onu evlatlık alan ailesinin içini bir keder bir korku sarmıştı. Ahmed Bey, iki gözü iki çeşme ağlıyor; sanki biricik kızına bir mesaj vermeye çalışıyordu:

- Nadira'm... Gözümüzün nuru, tek evladımızsın. Nasıl kıyacaksın babacığınla annene? Nasıl sensiz bırakıpta gideceksin bizi? Biz nasıl kıyacağız sana da ölümün kucağına atacağız biricik ceylanımızı!...

- Güzel anam, güzel babam... Biliyorum, bana karşı çok yufkadır yüreğiniz... Tamam da bu kadar mı olur? Ne demek istiyorsunuz anlamıyorum ki... Askerlikten kaçmam mıdır isteğiniz? Sakın ha! Sakın!... Bunu aklınızdan bile geçirmeyin. Ben Tatar değil miyim vatanım tehlikedeyken sizin dizinizin dibinde oturayım? Ben Müslüman değil miyim ki dinim benden savaş beklerken, ben sizin gözyaşlarınıza sığınayım.?

Ahmed Bey söze başlayacakken, birden Alsu Hanım araya girdi:

- Nadira'm!... Anasının kuzucuğu... Biz sana 'askerlikten kaç' demiyoruz ki... Sadece, 'henüz vakti değildir' diyoruz.

Ailesinin umduğu gibi olur ve Nadira biraz yumuşar gibi olup sonrasında da yatışır. Ahmed Bey ve Alsu Hanım biricik kızlarını, gittiği gibi çabuk dönemeyeceği askerlikten şimdilik alıkoyabildikleri için mutluydu. Nadira babasıyla annesinin elini öptü. Ardından bir çocuk gibi Nadira'yı sarıp sarmalayarak bağırlarına bastılar. Uzun bir süre öylece kalakaldılar. Aradan birkaç yıl geçmişti... Nadira neredeyse tamamen büyüyüp serpilmiş ve genç bir kadın haline gelmişti ki erkek yaşıtları askere gitmeye başladı.

Eskiden mahallede oyunlar oynadığı arkadaşlarının vatan için cepheye koşarken, kendisinin evde kalması çok zoruna gitmişti. Evi, sokağı, mahallesi; bütün bir Akkirman dar gelmeye başladı ona. Nihayet daha fazla dayanamadı. Bir gün babasına ve annesine haber vermeden gönüllü olarak askere gitmek için gerekli müracaatı yaptı. Elbette kadın olduğu için hemen kabul edilmedi başvurusu. Ancak Nadira'nın yiğitlikte ki namının, şimdiden bütün Akkirman çevresinin yöresi tarafından bilinmekteydi.

Ve Kırım Hanlığı tarihine adını ilk kadın asker olarak altın harflerle yazdırmıştı Nadira. Kadın oluşu, onu askerlik görevinin dışında tuttuğu halde Nadira; vatanı için, milleti için , dini için cepheye koşmayı tercih etti.

Tarih 23 Mart 1655... Ayrılık günü, sabah namazından sonra Nadira, Ahmed Beyin karşısına oturdu. Ağlamadan, lafını bölmeden kendisini dinlemesini istedi ondan. Ahmed Bey İstemeyerek olsada 'tamam' dedikten sonra Nadira gece Alsu Hanıma söylediklerini bu kez de ona söyledi:

"Güzel babam... Bilirim ki dünyadaki her şeyden çok seversin beni. Kendi canından bile. Gözünden esirger, ayağıma diken batsın istemezsin. Ama babacığım... Sen beni düşünürken memleketin bağrına hançer dayanmış. Dilim dilim etmeye uğraşılmakta aziz vatanımız. Allah muhafaza, düşmanlarımız bu hain emellerine ulaşırsa ne olur, düşündün mü hiç? Ne olacak babacığım; geriye yaşayabilmek adına hiç bir şeyimiz kalmaz. Ülkemizin her bir dilimi, kapanın elinde kalır.

Bizler halk olarakta her bir dilimde, her an yutulmaya hazır bir lokmadan başka bir şey olmayız. Vatan tehlikedeyse şerefimiz, namusumuz, hüriyetimiz, dinimiz, bütün varlığımız tehlikede demektir babacığım. Peki, kapımızda bunca tehlike varken hep yiğitliğiyle övündüğün kızın kendisini nasıl dört duvar arasına gizler. Hayır benim güzel babam. Senin kızın böylesine bir alçalmayı asla kabullenemez. Kabullenemediği içinde bugünden tezi yok vatan imdadına koşar. İzin ver, elini öpeyim, İzin ver, helallik dileyeyim."

Ahmed Bey, Nadira'yı sözünü bitirene kadar, tek kelime etmeksizin sessizce dinledi. Kendini tutmaya çalıştı ama kızının son cümlesinden sonra daha fazla zaptedemedi gözyaşlarını, ağladı. Alsu Hanım, gece aynı şeyler kendisine söylenirken tek damla yaş dökmemişti. Nadira baktı ki anneside ağlıyor, daha fazla bir şey demedi. İki acı çeken yürek, gözyaşına verip uzun bir süre boşalttılar içlerindeki üzüntüleri... Daha sonra sildiler gözlerini.

Ahmed Bey sıkı sıkı sarıldı biricik kızına... Bir bebeği sever gibi okşadı onun yüzünü. Biraz önce ağlayan kendisi değilmiş gibi yiğitçe bir ifade ile onay verdi Nadira'nın kararına:

- Git Nadira'm... Biz seni bugünler için yetiştirdik. Madem vatan yardım bekler. Koş git hadi bir ceylan gibi. Hangi cepheye gideceksen. Gözün arkada kalmasın, bir de bizim için üzülmeyesin sakın. Bir damla göz yaşı yok artık sen dönünceye kadar.

Bunları söylerken Alsu Hanım'â baktı. Onu da ortak etmek istedi verdiği söze:

- Değil mi hatun? Ağlamak yok artık, değil mi.?

Alsu Hanım hiç düşünmeden aynı kararlılıkla cevap verdi:

- Hayır bey, ağlamak yok artık. İnşallah, vatan kurtulup da Nadira döndüğünde ağlarım belki bir daha. Sevinçten ağlarım o zaman.

Verilen sözler tutuldu. Nadira giderken babasıda anneside ağlayıp sızlanmadılar. Gözyaşlarını, yüreklerinde gizlediler. Dışarıya vermediler. Önce karşısında, sonra arkasında yolcu ettikleri yiğit gibi yiğitçe ve dimdik durarak uğurladılar Nadira'yı vatanın o an için bilinmez bir cephesine.

Nadira, üç aylık acemi eğitiminin ardından cephelerin en uzağına Çerkesk'e gönderildi. 'Nogay' bölgesindeki bir alaya katıldı. Katılır katılmaz da kendisini, Ruslara karşı verilen savaşın içinde buldu. Nadira, 1655 yılında Nogay bölgesindeki birliğine katıldığında, Rus Çarlığı ile Kırım Hanlığı arasında çok şiddetli çarpışmalar yaşanıyordu. Nadira, Nogay'a vardığı andan itibaren, en tehlikeli çatışma bölgelerinde Ruslara karşı savaşmaya başladı.

Er olarak katılmıştı ilk birliğine Nadira. Sahip olduğu zeka, güç ve cesaret çok kısa bir sürede komutanlarının dikkatini çekti. O döneme göre mektep mezunu olarak tahsili de uygundu. Daha ilk aylarda katıldığı çarpışmalarda gösterdiği kahramanlıklar, ona tez zamanda başçavuşluk rütbesini kazandırdı.

Birliğindeki erler, bütün komutanlardan daha çok onu seviyor, ona güveniyorlardı. Sadece erlerin değil komutanların da en güvendiği askerdi Nadira Başçavuş. En tehlikeli vazifeleri, hiç tereddüt etmeden ona veriyorlardı. O da üslendiği her görevde, kendisine duyulan güvenin hakkını layıkıyla veriyordu.

Bir süre sonra adı, kendi birliği dışında da bilinir, söylenir hale geldi. Komutanlar, kendi erlerine ve çavuşlarına hep onu örnek gösteriyorlardı. 'Nadira Başçavuş' ismi, Nogay bölgesindeki bütün birliklerden hemen her gün bir bahaneyle anılır olmuştu...

"Nadira Başçavuş gibi yiğit..."

"Nadira Başçavuş gibi yürekli..."

"Nadira Başçavuş gibi vatanını seven..."

"Amma, Nadira Başçavuş gibi akıllıca..."

"Amma velakin, Nadira Başçavuş gibi işini bilir..."

Bir gün, merkez karargahtaki bir toplantıda alay komutanlarından birisi, bir başka albaya sordu:

- Albayım, sizin alayda Nadira isminde kadın bir başçavuş varmış. Nasıl bir yiğit, nasıl bir kahramandır ki bizim birliklerde bile övülür olmuş.

Sorunun muhatabı olan komutan, gururla gülümsedi:

- Emin olun, ben bugüne kadar böylesini görmedim. En tehlikeli vazifelere gözünü kırpmadan atılıyor. Mükemmel bir askerin bütün özelliklerine sahip: Kuvvetli,zeki,cesur,atak... Ayrıca çokta güzel. Ne demek lazım gelir bilmem ki... Yerine göre kurt... Yerine göre ceylan.

İşte o gün, Alay Komutanı'nın onu tanımlamak için dillendirdiği o sıfat nasıl olduysa kısa sürede, 'Nadira Başçavuş' isminin yerini aldı. O günden sonra Nadira, 'Ceylan' olup bütün birliklerde bu namıyla koşturdu. Kişiliğine uygun 'han'lıkla da birleşen 'Ceylan' adı, birkaç hafta içinde bütün Cerkesk ellerine yayıldı. Bu şanlı isim, her gün bir başka kahramanlığın öznesi oldu:

"Ceylan Han, bir manga düşmanın içine dalmış."

"Ceylan Han, on eriyle bir takım düşmanı önüne katmış."

"Ceylan Han, bir bölük düşmana tek adım attırmamış."

"Ceylan Han, tek başına düşman cephaneliğini havaya uçurmuş."

"Ceylan Han, namını Ruslarada ezberletmiş."

Ceylan Han, sadece kendi alayında değil Nogay bölgesindeki bütün birlikler içinde en namlı kahramandı. Elbette alaydaki tek kahraman da o değildi. Ceylan Han kadar değilse de daha nice yiğitler, kahramanlar mevcuttu birliklerde. Öyle ki düşmanın o alayla baş edebilmesi için Tatar alayındaki asker sayısının bir kaç katı bir kuvvetle karşı çıkması gerekiyordu.

Ruslar sonunda anladı ki Kırım Hanlığı Ordusunu Çerkesk'ten çıkarabilmek için önce bu alayın bertaraf edilmesi lazım. Bu anlayışla planlar yapıldı. Bölgedeki ordularına çok büyük para ve silah takviyesi yaptılar. Ve bir gün, ağır silahlara sahip çok kalabalık bir Rus Çarlığı birliği tarafından Tatar Alayı kuşatıldı.

Alay'ın bulunduğu Kızılyar Kalesi'nin dört bir tarafını çevreleyen kuşatmada, iğne deliği kadar bir geçit bırakılmamıştı. Bütün ikmal yolları kesilmişti. Ne Alay'dan bir kişi dışarı çıkabiliyor, ne Alay'a bir tek ekmek girebiliyordu. Bu amansız sarma aylarca sürdü. Rus Çarlığı'nın amacı belliydi: Tatar askerini, dar bir alana aç susuz hapsederek teslime zorlamak.. Tatar komutanlar ise bir ümit, kendilerine yardım gelmesini bekliyorlardı. Ama ne yardım gelebildi ne de kuşatma kalktı.

Tam tersine, yeni gelen Rus askerleriyle, kuşatma daha da güçlendirildi. Çevirme süresince zaman zaman, kısmi olarak yarma harekatına girişildiyse de başarılı olunamadı. Alay Komutanı bütün alayı tehlikeye atmamak için topyekün bir harekatı göze alamıyordu. Birkaç bölükten oluşan harekat birlikleri de çok kalabalık Rus askerleri tarafından geri püskürtülüyordu. Bu harekatların birine kahraman Alay Komutanı da katılmış ve maalesef şehit edilmişti.

Gün geldi, Kale'de tek öğünlük yiyecek kalmadı. Herhangi bir yardım konusunda da bütün ümitler tükendi. Kale'nin komutası, vekaleten en kıdemli tabur komutanındaydı. Onun başkanlığında bir toplantı düzenlendi. Şiddetli tartışmaların yaşandığı toplantıda, çoğunluğun fikri doğrultusunda başka çare kalmadığı kabullenilerek teslim kararı alındı. Karar, toplantının hemen ardından askerlere duyuruldu. Ertesi sabah kalenin burcuna beyaz bayrak çekilecekti.

Bu kararı duyan Başçavuş Ceylan, öfkeden deliye döndü. Vuruşmadan, savaşmadan teslim olmak da neyin nesiydi? Bir Tatar, alayı için bu olacak iş miydi? Derhal kemerini kuşandı. Tüfeğiyle kılıcını eline alıp yüksekçe bir yere çıktı. Onu gören birçok asker hemen etrafında toplandı. Ceylan Han, şimşek gibi parıldayan bakışlarını, kendisini dinleyen askerlerin üzerinde gezdirerek çoşkulu, yiğitlik ve kahramanlık içeren ama oldukça kısa bir konuşma yaptı:

"Yiğitlerim, gazilerim!... Bildiğiniz üzere komutanlarımız, bizlerin fikrini bile almadan Kale'mizin, şanlı Alay'ımızın teslimine karar vermişlerdir. Biliyorum ki teslimiyet de zorunlu hallerde savaşların bir gerçeği, duruma göre doğal sayılabilecek bir neticesidir. Ancak Tatar askeri savaşmadan, bütün gücünü ortaya koyup tamamıyla tüketmeden teslim olmaz. Biz henüz bunu yapmadık. Kızılyar kahramanları için henüz teslim şartları oluşmamıştır...

Şimdi... Ben tek başıma da kalsam, bu talihsiz kararı kabul etmiyorum. Yarın, peşimden bir tek kişi gelmese bile tek başıma da olsam, düşmanların üzerine yürüyeceğim. Şanımla, şerefimle şehit olacağım. Ama Rus Çarlığı'na asla teslim olmayacağım... Benimle aynı düşüncede olan varsa peşimden gelir... Yoksa da canınız sağ olsun... Hakkınızı helal edin."

Konuşması biter bitmez, çıktığı yükseltiden atlayıp kararlı, sert adımlarla kararğaha yöneldi. Onu dinleyenlerin bir kısmı, ne yapmaları gerektiği konusunda kararsız kalmıştı. Ama yaklaşık yüz kadar vatansever kahraman, hiç düşünmeksizin Ceylan Han'ın peşine takıldı.

Ceylan Han, Kararğah'a varır varmaz Komutan'ın huzuruna çıktı. Aldığı kararı Alay komutanlığına vakalet eden Yarbay'a da bildirdi. Bu arada Yarbay, pencere önündeydi. Dışarıda toplanan öfkeli ve çoşkulu kalabalığı gördü. Ceylan Han'a dönerek:

- Nedir şimdi bu? İsyan mı çıkarmaya çalışıyorsun.?

Ceylan Han, öfkesini gizleyemediği bir ses tonuyla:

- Hayır komutanım. Sadece böylesi önemli bir konuda askerlerin de fikri alınsın istiyorum. Eğer karar değişmezse de şahsi kararımı bildiriyorum. Tek başıma da kalsam teslim olmayı kabul etmiyorum.

Düşmanlara teslim olmaktansa vatanım için şehit olmayı tercih ediyorum. Bu da benim kararım. Elbette Alay'la ilgili son kararı siz vereceksiniz. Ama bilmenizi isterim ki beni şehit olmaktan alıkoyamayacaksınız. Bu büyük vatanseverlik ve kahramanlık karşısında, Yarbay önce ne karar vereceğini bilemedi. Sonra tabur komutanlarını yeniden toplantıya çağırdı. Durumu açıkladı:

"Bence Ceylan doğru söylüyor. Askerlerin de fikrini almak lazım."

Bu iş uzun sürmedi. Alay'daki bütün askerler, neredeyse sözbirliği, oybirliğiyle Ceylan Han'ın fikrini destekleyip vatan için şehit olmaya hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Kararğah'ın kararı da değişti. Neye mal olursa olsun, teslim olunmayacaktı. Kuşatmayı yarmak için ertesi gün hava aydınlanmadan harekete geçilecekti. Gece boyunca, komuta kademesinde kimse gözünü kırpmadı. Planın gerektirdiği bütün hazırlıklar tamamlandı. Sabaha epeyce bir vakit varken Kale kapıları açıldı. Gecenin zifiri karanlığından da faydalanılarak, Ruslara fark ettirilmeden Kale dışındaki uygun yerlerde siperlere yatıldı. Güneş doğmaya başlamadan bütün birlikler aynı anda hücuma geçti.

Rus askerler, uykuda gafil avlanmıştı. Böyle bir harekatı hiç beklemiyorlardı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, Kale'ye buyur edileceklerini sanıyorlardı. Birdenbire yeri ğöğü saran "Allah Allah!" nidalarıyla neye uğradıklarını şaşırarak uykularından fırladılar. Onlar ne olup bittiğini anlayana kadar Tatar aslanları, düşman mevzilerine ulaşmıştı. Hücüm hattının en önünde Ceylan Han vardı. Bir yandan tabancasını diğer yandan kılıcını kullanarak birer ikişer karşısına çıkan Rusları yere seriyor, sesinin yettiğince de haykırıyordu:

"Haydi aslanlarım! Haydi yiğitlerim! Vurun vatan aşkına; Tatarlık için vurun! Vurun Allah aşkına, dinimiz hakkı için vurun!"

Harekat beklenenden kolay olmuş, beklenenden kısa sürmüştü. İnanılmaz bir zafer kazanılmıştı. Aşılmaz sanılan kuşatma, birkaç yerinden yarılmış, genel planda belirlenen güvenli bölgeye ulaşılmıştı. Bu zaferden sonra olayı bütün ayrıntılarıyla öğrenen Çerkesk'teki Kırım Hanlığı Ordusu'nun Başkomutanı, Ceylan Han'ı huzuruna getirtti. Önce layık olduğu övgülerle ödüllendirdi onu. Alnından öptü. Sonra da bu korkusuz kahramanı subaylığa terfi ettirdi.

Nadira Başçavuş, namıdiğer Ceylan Han; Kırım Hanlığı Ordusu'nda artık ünlü bir teğmen idi.

Akkirman'da Eylül sonu. Gün daha batmamış ancak hava kararmaya yüz tutmuş. Gökyüzü bulutlarla kaplı. Yağmur her an inmek üzere. Ağaçlarda yaprak kalmamış. Bir önceki gün sabahtan akşama kadar hiç hız kesmeyen rüzgar, bütün dalları vurup kırmış. Yaprakların hepsi kopmuş uçarak savrulmuş. Ağaçların dalları çırılçıplak kalmış.

Toprak bile kararmış. Yer yer küf sarısı... Kokusu bile sanki küf gibi. Akkirman da bütün bir memleketin hali gibi ne havasında ümit var ne bağında bahçesinde... Tıpkı insanlarında olduğu gibi... Çerkesk'e de çok asker gitmiş Akkirman'dan. Geri dönmelerinden ümitler kesilmiş. Ceylan Han'ın Akkirman'daki evinde de aynı hüzün havası... Alsu Hanım, pencere önündeki divana oturmuş... Bahçe demeye bin şahit ister o çöplüğe dikmiş üzgün bakışlarını. Dalıp gitmiş uzaklara.

Patladı patlayacak derken, duvarları sarsan bir gürültüyle kükredi gökyüzü. Hemen arkasından da bardaktan boşanırcasına bir yağmur. Sanki gökyüzü Alsu Hanım'ın haline ağlıyordu. Ama o hala ağlayamaz. Çünkü kızına verdiği söze sadık hala... Onca hasrete, ıstıraba rahmen sadece bir damla gözyaşı iniyor yanaklarından. Aklı yağmurda... Gökyüzünün kükremesiyle beraber boşalan yağmur için 'böylesini görmediğini' düşünmüştü bir an... O an ile sınırlı kaldı yavrusundan başka bir şeyle meşgul olması zihninin... Gökyüzüne baktı sonra yağmurla beraber yine, küf kokulu toprağa indi gözleri.

Toprak da görünmez olmuştu şimdi. Bir bulanık, bir kirli gölcük vardı artık görüş alanında. Kirli bulanık suda çırpınan küflü, çürük yapraklarda donuklaştı bakışları yeniden. Bir ara omuzlarında yumuşacık bir dokunuş hissetti. Yavaşça dönüp geriye baktı. Ahmed Bey, omuz başında durmuş, gözlerinin içine bakıyordu. O şefkatli ellerden biri, omzundan yüzüne kaydı Alsu Hanım'ın. Sanki korkulu bir fısıltıyla, adeta yalvardı hanımına Ahmed Bey:

- Yeter artık kendini harap ettiğin! İstersen öde kefaretini, boz ettiğin yemini. Kızına verdiğin sözden dön istersen... Ağla dilediğince, boşalt içindeki bu amansız zehri... Ben artık senin bu haline dayanamıyorum.

Alsu Hanım, bu sözler üzerine bağırıp haykırmadı ama gözlerinden yanaklarına ılıcacık süzülen birkaç damia yaşa da engel olamadı. Ahmed Bey'e sarıldı.

- Peki bey, sen üzülme yeter ki. Ben artık sessiz sedasız beklerim Nadira'mın yolunu...

Kızılyar Kalesi'ndeki savaştan sonra Çerkesk'teki Nogay bölgesinde yer alan bazı birlikler başka cephelere sevk edilmek üzere Bahçesaray'a gönderildi. Başkent'e giden askerler yeni cepheye sevk edilmeden önce, kendilerine verilen kısa süreli izinlerle, memleketlerine gitmişlerdi. Bu imkan kendisine de tanındığı halde Ceylan Han, Akkirman'a gitmek istemiyordu. Sevdikleri gözünde tütmesine rağmen o, vatanı için tekrar savaşa koşmayı tercih ediyordu.

Ancak Ceylan Han, komutanlarının emir niteliğindeki ısrarlarına karşı koyamayarak, kısa süreli bir izinle Akkirman'a 1656 yılında geldi. O gelmeden önce, bileği ve yüreğiyle yazdığı kahramanlık hikayeleri, memleketine çok evvelden ulaşmıştı. Akkirman, bağrından çıkardığı bu efsanevi kahramanı, layık olduğu üzre büyük bir sevgi ve saygıyla kucakladı. Onun geldiğini duyan herkes, Ceylan Han'ın evine koştu. Ceylan Han, Akkirman'da sadece on gün kalabildi. Bu süre boyunca, evi tam bir bayram yeriydi.

Ahmed Bey'in ve Alsu Hanım'ın hayatlarındaki en uzun ve en mutlu bayram oldu bu... Yaklaşık on altı ay aralıksız süren acılar unutuldu Ceylan Han'ın evinde. Ama ona olan hasreti bitirmek için çok yetersiz kalmıştı on gün... Babacığı da Anacığı da ona doyamadan veda vakti geldi. Çünkü Ceylan Han da bütün varlığıyla vatan için savaşmanın haz ve şerefine doyamamıştı. Hayatındaki her şeyden, hatta kendi canından bile çok daha değerli ükesinin, ona herkesten çok ihtiyacı vardı. Ahmed Bey'den de Alsu Hanım'dan da daha çok...

Şevk ve heyecanla yeni cephesine koştu Ceylan Han. Kendisine gösterilen sevginin karşılığı olarak her katıldığı muharebeden yeni kahramanlık hikayeleri hediye etti sevgili Akkirman'nına...
 
Üst