MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİ[Vuslatı nedeniyle anarken...)

habibineccar

Asistan
Katılım
15 Mart 2009
Mesajlar
273
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİ

Altın Silsilenin 30.halkası, Halidiyye kolunun kurucusu, Mevlânâ Halid Ziyâüddin-i Bağdâdi Hazretlerini, vefatlarının 184. sene-i devriyesi olan 10 Haziran Çarşamba günü rahmetle andık

(1778?-1827)
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, “Silsile-i Aliyye” denilen büyük evliyâullâh halkasının bir tertibe göre otuzuncusudur.

İsmi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, lâkabı Ziyâüddîn’dir. Ayrıca Osmânî olarak da anılmıştır. Asrının müceddidi olan bu büyük Allâh dostunun nesebi, baba tarafından Osman bin Affân -radıyallâhü anh-’a, anne tarafından da Hazret-i Ali -radıyallâhü anh-’a ulaşır. Bağdad’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğmuştur.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, daha küçük yaşlarda iken keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanının aklî ve naklî ilimlerinde gâyet yüksek bir seviyeyi hâiz oldu. Hemen hemen bütün ilim sahalarında derinleşti. Hangi ilimden ne sorulsa derhal cevabını verir, ondaki kıvrak zekâ ve sonsuz bilgi ummânı karşısında herkes hayrette kalırdı. O, zamanının birçok büyük âlimlerinden ilim öğrenmiş ve icâzet almıştır. Böylece devrindeki ulemânın ve tasavvuf erbâbının en üstünü olmuştur.

Ömrü zühd ve takvâ ile geçen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’in esrârına son derece vâkıf idi. O, âlimlerin âlimiydi. “Şemsü’ş-şümûs”, yâni güneşler güneşiydi. Rûhâniyet dolunayının nûrlarına bir şafaktı. Hakîkatin sırlarına, sırların da hakîkatine muttalî idi.

O, daha icâzet almadan talebe sıfatını hâizken bile ilimde temâyüz etmiş ve herkesin alâkasını celbetmişti. Bu sırada kendisini ziyâret eden Süleymaniye mutasarrıfı Abdurrahman Paşa’nın, onun ilim ve irfânına hayran kalarak
“–Süleymaniye medreselerinden hangisini arzu ederseniz oranın müderrisi olunuz.” tarzındaki teklîfini, henüz icâzet almamış bulunduğu için ilim an’anesine hürmeten kabûl etmedi:

“–Bu hizmetin ehli değilim!..” dedi.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, 1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Bu arada Mustafa Kürdî adında bir zâttan Kâdirî icâzeti aldı. Ancak o, tevâzû ve mahviyet içinde bulunuyor ve kendisinin kemâlât yolunda daha da mesâfe kat etmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun için Medîne-i Münevvere’ye vardığında kâmil bir velî bulup ona teslîm olarak mâneviyatını ilerletmek arzûsundaydı.

İşte o büyük ilim deryâsı, bu hâlet-i rûhiyye ile Medine-i Münevverre’ye vardı. Birgün orada nûr yüzlü bir zâta rastladı. Yemenli olan bu Hakk dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı bir câhil kimsenin âlim bir kimseden nasîhat istemesi gibi ondan öğüt taleb etti. O zât da şöyle dedi:
“–Ey Hâlid! Mekke-i Mükerreme’ye vardığında Kâbe’de şayet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir tefsîrde bulunma! Gözünü ve kalbini tecessüsden uzakta tut! İç dünyân ile meşgul ol!”

İlk nazarda kapalı bir îkâz mâhiyetinde tahakkuk eden bu ifâde, gerçekte, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ile onu asıl mertebesine iletecek olan Pîr-i Kâmil arasındaki esrârengiz zuhûrâta bir işâretti.
Ancak Mekke-i Mükerreme’ye gittiğinde oradaki mânevî feyzin heyecanı karşısında âdetâ bir gönül sarhoşluğu içinde bulunan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu zâtın nasîhatini unutmuş olduğu halde bir cum’a günü dağınık kıyafetli, garib ve nûrânî bir dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:

«–Şu ne gâfil bir kimse ki, edebe mugâyir olarak Kâbe’ye sırt çevirmiş! Bu mübârek makamdan haberdar değil!» diye düşündü.
Bu esnâda sadır sadıra olan o zat, Hâlid-i Bağdâdî’ye:
“–Ey Hâlid! Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha efdaldir. Çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalb, beytullâhdır. Medîne’deki o sâlih zâtın nasîhatini gönlünde mahfuz tut!..” dedi.

Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden olduğunu idrâk ederek afv diledi ve hemen ellerine sarıldı:
“–Ey sâlih kişi! Ne olur bana himmet et, sâlikliğe kabûl eyle!” diye ricâ etti.
O esrârengiz derviş, ufukların sırlı derinliklerine bakarak:

“–Senin terbiyen bana âid değil! Sen Hindistan’ın Delhi Şehrinde bulunan Abdullâh Pîr-i Dehlevî Hazretleri’nin terbiyesinde kemâle ereceksin! Allâh muvaffak buyura!..” dedi ve ortalıktan kayboldu.

Bu ifâdeler, Mevlânâ Hâlid Hazretleri’ne derinden te’sîr etti. Hac vazîfesini îfâdan sonra memleketi Süleymaniye’ye dönmüştü. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. O, bu hâlet içinde mânevî ihtilaçlar yaşarken birgün Abdullâh-ı Dehlevî’nin talebelerinden Mirzâ Abdurrahîm isimli bir zât geldi. Mevlânâ Hâlid’e:

“–Ey Hâlid! Üstadımın size selâmı var: «Artık bu taraflara gelsin!» buyuruyorlar.” dedi.

Bu dâvet üzerine Mevlânâ Hâlid, derhal yol hazırlıklarına başladı. Medreseyi ve talebelerini bıraktı. Ancak kendisini çok seven talebeleri ve ahâlî onu Hindistan’a göndermek istemediler. Gideceği memleketin siyâsî bakımdan son derece karanlık ve tehlikeli bir yer olduğunu, bu sebeple kendisinin hayâtından endişe edeceklerini söylediler. Bütün bunlara rağmen Hâlid-i Bağdâdî, tıpkı Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ilâhî bir emirle Hızır -aleyhisselâm-’ı arayıp bulmak ve ondan hikmet tahsîl etmek yolunda gösterdiği azmi kendisine örnek alarak:

“Ab-ı hayat, zulûmatta bulunur.” dedi ve Hindistan’a gitmekten vazgeçmedi.

Nihâyet kısa zamanda hazırlıklarını tamamladı ve yanına refiklerini de alarak Mirzâ Abdurrahîm ile yola koyuldu. Yol üzerinde Tahran’a uğradılar. Burada Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin meşhûr şiî âlimi Kâşî ile câlib-i dikkat bir münâzarası oldu. Şöyle ki:

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, şiî âlimi Kâşî’nin bir âyeti tahrif ettiğine şâhid oldu. Daha önce de şiî tefsîr kitaplarını okumuş, âyetleri nasıl tahrif ettiklerini müşâhede etmişti. Şiî âlimi Kâşî, Enfâl Süresi’nin 70. âyetine
“Bedir gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allâh Teâlâ seni afvetti.” şeklinde meâl verince, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:
“–Peygamberler günah işler mi?” diye sordu.

Kâşî de:
“–Hayır onlar mâsûmdur.” dedi.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:
“–Fakat afv günahta geçerlidir. Burada Allâh afvettiğini söylüyor. O halde peygamber günah mı işlemiş oluyor?” diye sorunca Kâşî:
“–Hayır, bu âyet-i kerîme Ebû Bekir hakkındadır.” dedi.
Bunun üzerine Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri:
“–Mâdem bu âyet-i kerîme Hazret-i Ebû Bekir hakkındadır, öyleyse Allâh Teâlâ Hazret-i Ebû Bekir’i afvettiğini beyân buyuruyor. Fakat sizler niye afvetmiyorsunuz?” dedi.

Bu nükte karşısında Kâşî, hiçbir şey söyleyemeyip sustu; talebelerinin huzurunda mahcup ve rezil oldu.
Mevlânâ Hâlid, uğradığı her şehirde ilmi ve rûhâniyeti ile derin ve büyük te’sîrler bırakıyor ve ayrılırken şehrin âlimleri, vâlisi, kumandanları ve halkı tarafından büyük bir hayranlık ve alâka ile uğurlanıyordu. Bu arada Lahor şehrine bağlı bir kasabada Allâme Mevlânâ Senâullâh’ı ziyâret etti. Kendileri burada başından geçenleri şöyle anlatır:

“Bu kasabada bir gece kaldım. Rü’yâda Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin beni kuvvetle kendine doğru çektiğini gördüm. Hayretler içerisinde uyandım ve Mevlânâ Senâullâh’ın huzûruna gittim. Ben daha bir şey söylemeden:
«–Kardeşimiz ve seyyidimiz olan Abdullâh Dehlevî’nin huzûr ve hizmetlerini câna minnet bilmeli! Ey Hâlid! O’nun huzûrunda ve hizmetinde bulunmak, sana va’d olunan nîmetlere kavuşman için yegâne vesîledir. Bu vesîleye sımsıkı sarıl! İhlâs ve teslîmiyet düstûrunu bir an bile unutma!» dedi.”
Nihâyet Mevlânâ Hâlid Hazretleri, aylarca süren yolculuktan sonra Dehli’ye (Cihânâbâd) vardı. Bu yolculuğun bir sene sürdüğü rivâyet edilir.
Derhal Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin huzûruna varmak için can atan Mevlânâ Hâlid, refikleriyle beraber doğruca şeyhin dergâhına gitti. Kendilerine kapıyı açan dervişe, yanındakiler:

“–Süleymaniye, Şam ve Bağdad âlimlerinden el-Hâc Mevlânâ Hâlid Ziyâuddin, refikleri ile beraber Hazret-i Pîr’i ziyârete geldiler.” dediler.
Bu gelişten zaten mânen haberdar olan Abdullâh Dehlevî Hazretleri:
“–Hâlid kalsın! Diğerleri bir müddet misâfirlikten sonra memleketlerine dönsünler!..” buyurdu.

Emir yerine getirildi. Ardından ikinci bir emir geldi:
“–Hâlid, dergâhdaki abdesthânelerin temizliğine başlasın!”
Ancak bu şekilde talebeliğe kabul edilen ve daha Şeyh Hazretleri’yle halvet olmayan Mevlânâ Hâlid, bütün İslâm âlemini saran şöhretine ve ilmine rağmen hiçbir îtirâzda bulunmadı. Eline kovasını, süpürgesini alarak hemen hizmete başladı.

Bu temizlik için gerekli suyu dergâha belli bir mesâfede bulunan kuyudan te’mîn ederdi. Suyu doldurur ve kalın bir sopanın ucuna bağlayıp omuzunda taşırdı. Bu iş için her gün defalarca kuyu ile dergâh arasında gidip gelirdi. Dergâhı temizler ve abdest sularını hazırlardı. Böylece nefsini terbiye yolunda büyük bir azim ve gayret içinde bulunurdu. Şayet nefsi, yaptığı hizmetlerden dolayı herhangi bir isteksizlik veya serzenişte bulunacak olsa, derhal tevbe ve istiğfar ederdi. Bu şekilde aylar geçti.

Birgün helâ taşlarını temizleme işinde bir hayli yorulmuştu. Nefsi, o an Mevlânâ Hâlid’i zayıf bulup gönlüne birtakım iğvâlar vermeye başladı:
“–Ey Bağdad ve Şam diyârlarının eşsiz ilim deryâsı! Ey ağniyâ iklîminin Mevlânâ Hâlid’i! Deli mi, velî mi olduğu belirsiz bir kişinin sözüyle kalktın nice yollar aşarak tâ buralara kadar geldin. Hani aradığını buldun mu? Baksana ortada ne şeyh var, ne seyr u sülûk! Aylardır gece gündüz sana helâ temizletmekten başka ne yaptılar? Bu muydu senin aradığın ledünnî ilim?..”

Bu tehlikeli iğvâ karşısında şiddetle irkilen Hâlid-i Bağdâdî, nefsinin önüne çekmek istediği gaflet perdesini derhal samîmiyet ve ihlâs sâikasıyla parçalayıp haykırdı:

“–Ey nefsim! Şayet mübârek hocamın verdiği şu şerefli vazîfeyi minnet bilmeyip bir lahza imtinâ edecek olursan, sana yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpürtürüm!..” dedi.

Onun bu hâlini Abdullâh Dehlevî Hazretleri, uzaktan tebessümle seyrediyordu. Bu hâdiseyle birlikte nefsinin son hamlelerini de mağlûb eden Mevlânâ Hâlid’in kovasını ve süpürgesini artık meleklerin taşımaya başladığını gördü. Ayrıca o âna kadar su taşımaktan yara olmuş omuzlarından semâya doğru uzanan bir nûr parıldamaya başlamıştı. Buna son derece memnûn olan Hazret-i Pîr, bu müstesnâ talebesini yanına çağırdı:

“–Oğlum Hâlid! İlimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu mâneviyatla tezyîn etmen gerekliydi. Bunun için de nefs terbiyesi ve gönül tasfiyesine ihtiyacın zarûriydi. Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helâk edecekti. Elhamdülillah ki, şu an nefsini ayaklar altına alarak kemâlâtın zirvesine tırmandın. Artık işini melekler görür oldu.” dedi ve ekledi:

“–Evlâdım! Kendilerine intisab etmiş olduğumuz seyyidlerimiz, şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifete ermiş kimselerdir. Şimdi sen, bir müceddid olarak onların bir halkası oldun. Artık bütün iklîmlerin irşâdı seni bekliyor! Allâh Teâlâ himmetini âlî eylesin!”

Abdullâh-ı Dehlevî, hizmet, mücâhede ve çetin riyâzetlere me’mûr kıldığı bu büyük talebesi ile bundan sonra sık sık halvet oldu. Husûsî ve derûnî dersler okuttu. Neticede toplam altı ay kadar kısa bir süre içerisinde Mevlânâ Hâlid Hazretleri, huzûr ve müşâhede makâmına erdi. Hocası, kendisine Nakşibendiyye, Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden icâzet verdi. Üstadının kalbindeki bütün esrâra vâkıf oldu.

Nihâyet ayrılık vakti geldiğinde her iki mânâ sultanının da gözlerinde muhabbet damlaları vardı. Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin gelişi ile gidişi arasındaki fark ne kadar büyüktü. Zîrâ gelişinde onu istikbâl etmeyen Abdullâh Dehlevî Hazretleri, şimdi bizzat yolcu etmekteydi. Hattâ Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin bütün mahcûbiyyet ve edebine rağmen Hazret-i Pîr, atın üzengilerini tuttu ve bu azîz talebesini kendi mübârek elleriyle ata bindirdi. Dört millik mesâfeye kadar da uğurladı. Ardından yanındakilere:
“–Hâlid, her şeyi aldı, götürdü.” buyurdu.

Böyle bir uğurlayışla Bağdad ufuklarına doğru yol alan Mevlânâ Hâlid Hazretleri, otuzbeş yaşında irşâda başladı.

Dergâh-ı Şerîfi dolup taşıyordu. Ancak fazîletle yükselen her kimsenin karşısına âdetâ onu imtihân sadedinde mutlaka çekemeyenlerin çıkması gerçeğine binâen Mevlânâ Hâlid’i de kıskananlar çıktı. Bunlardan biri olan saray nâzırlarından Hâlet Efendi de, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve itibarını çekemiyordu. Nihâyet birgün fırsatını bulup onu pâdişâha çekiştirdi ve:
“–Sultanım! Onbinlerce adamı vardır. Bu hâl, devlet ve saltanat için ciddî bir tehlikelidir. Takdîr edersiniz ki, tehlike daha fazla büyümeden ortadan kaldırılması zarûrîdir.” dedi.

Sultan Mahmûd Han da:
“–Bu mübârek ehl-i dînden devlete zarar değil, fâide-i azîme vardır.” cevabını vererek Hâlet Efendi’nin sözüne kıymet vermedi.
Hâdiseyi işittiğinde son derece üzülen Mevlânâ Hâlid Hazretleri de, sultana hayır-duâ eyledikten sonra:
“–Hâlet Efendi’nin işi, pîri Celâleddin-i Rûmi Hazretleri’ne havâle olundu. Bizzat Hazret-i Mevlânâ, onu huzûruna çekip cezâsını verecektir.” buyurdu.
Bundan kısa bir müddet geçmişti ki, Mora İsyânı’na sebep olduğu için Hâlet Efendi Konya’ya sürüldü ve ardından da îdâm edildi.
Bu hâdise gibi birtakım menfî propagandalara rağmen gittikçe etrafındaki muhabbet hâlesi genişleyen Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin tâlim ü terbiyesine niceler can atıyorlardı. Kısa zamanda sayısız mürid ve birçok halîfe yetiştirdi. Hulefâsının 116 olduğu rivâyet edilir. Büyük Hanefî fakihî İbn-i Âbidîn ile Rûhu’l-Meânî adlı tefsîrin müellifi olan Âlûsî de onun halîfelerindendir.

Ruslarla yirmidört sene şan ve şerefle harb eden Kafkas cengâveri İmâm Şâmil de, bu silsilenin berekâtındandır. İfâde etmelidir ki, daha böyle nice mücâhid serdarlar yetiştiren tasavvuf, bazı gâfillerin iddiâ ettikleri gibi toplumdan tecrîd değil, zâhirî ve bâtınî cihâdı müştereken yürüten ulvî bir dinamizmdir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, yetiştirdiği talebelerinden kemâle erip yükselenlerin her birini bir ülkeye gönderirdi. Böylece her tarafa şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifetin feyizlerinin dağılmasını te’mîn yolunda büyük hizmetler etmiş olurdu. Ölü kalbleri canlandırır, mânevî bir bahar iklîminde yaşatırdı. Niceleri, nice uzaklardan gelip onun talebesi olmak için âdetâ bir yarış hâlindeydiler. İrşâdının bereketiyle kalblerdeki karabulutlar dağılırdı.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, ilim ve irfanda taneleri zor seçilen bir yağmur gibiydi. Bazen sorduğu suâli, hiç kimse çözemezdi. Neticede yine kendisi cevaplardı. Bazen de çok iyi bildiği bir mes’eleyi bilmezlikten gelerek gurur ve kibirden kendisini muhâfaza ederdi.

O, akla ve nakle dayalı ilimlerin kemâl noktasındaydı. İlimde eşi emsâli yoktu, bildiği her şeyi derin ve geniş bir şekilde bilirdi. İlmi ile âmil olan ulemâ için kâmil bir örnekti.

Sözü te’sîrliydi. İbâdetlerinde aslâ kolaya kaçmazdı. Kanâatkârdı. Zamanını hiçbir vakit boş geçirmez, en güzel şekilde değerlendirirdi. Her hâliyle senâya lâyık örnek bir şahsiyetti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-’dan sonra “Mevlânâ”, yâni “Efendimiz” sıfatıyla yâd edilen ikinci meşhûr bir kimse olmuştur. Bu, onun hizmet yolunda kaydettiği te’sîr ve nüfûzu göstermektedir. Öyle ki, Nakşîlik yolu, kendisinden sonra âdetâ Hâlidîlik olmuş ve bu kol, Osmanlı mülkünün en yaygın tasavvuf mektebi hâline gelmiştir.

Zîrâ Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şer’î ve mânevî ilimlere bir asr-ı seâdet neşvesi kazandırmışlardır. O devirde bâtıl itikad ve akîdelerin tehlikesine karşı dîn-i mübîni ve tasavvufî hayatı öz safveti ile müdâfaa etmişlerdir. Bu yüce himmetin nûru, her yana mukaddes bir güneş gibi ışık saçmıştır.
O’nun yüksek gayretlerinin bereketi neticesinde Bağdad, mecmau’l-bahreyn, yâni maddî ve mânevî iki deryânın birleştiği bir mekân oldu. İki ayın doğuş yeri hâline geldi. Yâni onun sayesinde şer’î ve tasavvufî ilimler yan yana yürümeye başladı. Şerîat nûrları ile tarîkat ve hakîkat nûrları aynı anda bir dolunay gibi doğar oldu.

Artık yeniden itikâdî ve amelî hükümler vazedilemeyeceği için Cenâb-ı Allâh, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ardından Kur’ân-ı Kerîm’in tahrîf ve tağyîre uğramaması husûsunda ilâhî bir te’mînat bahşetmiştir. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsını, beşerin kıyâmete kadar bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek müstesnâ ve eşsiz bir kemâle sahip kılmıştır. Ayrıca Hazret-i Peygamber’den sonra tebliğ ve irşâd vazîfesini yürütecek ulemâyı da müteselsil bir surette beşerin hizmeti için lutfetmiş ve edecektir. Buna ilâveten Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in en büyük vazîfelerinden biri olan nefisleri tezkiye ve kalbleri tasfiye vazîfesini de inkıtâya uğratmamış, bu mânevî sahayı verese-i enbiyâ olan evliyâullâha tevdî buyurmuştur.

Dolayısıyla mânevî hayat ve tasavvufî düşünce, bazı kimselerin iddiâ edegeldikleri üzere sonradan îcâd ve dîne ilâve olunmuş değildir. Zîrâ peygamberlerin tebliğ faâliyeti iyice tedkîk edildiğinde görülür ki, onların idrâk, iz’ân ve mânevî feyiz itibariyle istidâd sâhibi olan birkısım kimselere karşı yaptıkları tebliğlerdeki seviye, herkese mahsûs olandan çok farklıydı. Bundan dolayıdır ki tarîkat silsileleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- karşısında rûhî yakınlık bakımından ashâb arasında çok farklı bir durumda olan Hazret-i Ebû Bekir veya Hazret-i Alî’ye dayandırılır. Diğer taraftan “ehl-i suffa” denilen ve hayal ötesi bir surette zühd ü takvâ içinde yaşayan birkısım ashâb da, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in husûsî terbiyesi ile zirveleşerek ümmete nümûne olmuşlardır. Tebük seferi gibi en büyük ve en meşakkatli bir gazveden dönülürken Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in beyân ettiği:

“Küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” tarzındaki hikmet de, nefisle uğraşmanın hem güçlülüğünü ve ehemmiyetini, hem de onun zarûretini ifâde etmektedir. Tasavvufta sâlike kazandırılmak istenen de, fânî dünyâya karşı tavır, nefse galebe ve kalbin mâsivâdan korunmasıdır.

Burada Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bu âlemde îfâ ettiği vazîfelerin başlıcalarını umûmî bir nazarla hatırlatmak gerekir:
a. Allâh’ın âyetlerini okumak, Kitâb’ı ve hikmeti öğretmek, yâni Allâh Teâlâ’dan aldığı vahiyleri şerh ve îzâh etmek; gerektiğinde ictihâdda bulunmak,
b. Allâh’ın emir ve nehiylerini icrâ etmek ve ettirmek,
c. Kalbleri tasfiye ve nefisleri tezkiye etmek, bu vesîleyle rûhlarda tasarrufda bulunmak.
Bir de bunlara ilâveten Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in husûsî bir vazîfesi daha vardır ki, bu da Cenâb-ı Hakk’dan ahkâm tebellüğ etmektir.

İslâm âlimleri, Hazret-i Peygamber’in zâtına mahsûs olan Allâh’dan ahkâm tebellüğ etmek vazîfesinin dışındaki üç vazîfeyi de onun haleflerinde bir meşrûluk şartı görürler. Böyle bir halîfenin hilâfetine de “hilâfet-i kâmile” adını verirler. Ancak bu üç vazîfenin üçünü birden gerçekleştirmenin sohbet-i Peygamberî bereketiyle mümkün olabileceğini ifâde ederek bunların hepsini cemedemeyenlerin hilâfetine ise, “hilâfet-i sûriyye”,
yâni “şeklî hilâfet” adını verirler. Gerçek mânâda hilâfet-i kâmileyi de, hulefâ-i râşidîn diye vasıflandırılan ilk dört halîfeye tahsîs ederler. Onlardan sonra bu üç vazîfenin bir kişide toplanmasının mümkün olamayacağı noktasından hareketle ictihâdın zâhir ulemâsına, icrâın devlet reisine, nefisleri tezkiye ile rûhlarda tasarrufun ise meşâyıha tevdî edildiği şeklinde bir tasnîf yaparlar. Bunu da, maslahat sebebiyle meşrû kabûl ederler.
Bu tasnîf dolayısıyladır ki Osmanlı Devleti, şerîat işlerini yürütmeyi şeyhülislâma, icrâını pâdişâha ve mânevî terbiyeyi de mürşid-i kâmillere vermişti. Böylece Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yapmış olduğu vazîfeleri üç saç ayağına oturtarak ulvî bir tevhîd ile ilâ-yı kelimetullâh yolunda muazzam bir hizmet yürütebilmiştir.

Diğer taraftan ifâde etmelidir ki, hükümlerin herkese âid olanlarının ıstılâhî adı, kısaca “şerîat”tır. Şerîat, zâhirle uğraşır ve muhâtabın zâhirî ahvâlini düzeltmeye çalışır.
Ancak fiillere yön veren çoğu kere akıl ve idrâkten ziyâde hisler olduğundan aklın şer’î ölçülerle terbiye ve kontrolu kadar hislerin de İslâm’ın özüyle yoğrulması bir zarûrettir. Bu da, aklî faâliyetler kadar kalbî faâliyetlerin de düzenlenmesini gerektirir. İşte tarîkat, şerîate râm olmuş bir akılla zâhirini düzeltebilmiş olanların “mükemmel bir mü’min” olabilmek için hislerinin de terbiye edilip yönlendirilmesi ihtiyâcının eseridir. Bu demektir ki şerîat, zâhiri; tarîkat ise, bâtını düzeltme vâsıtasıdır. Dolayısıyla “şerîatsiz tarîkat olmaz” sözü, bu yolun kâmil erbâbı tarafından her vesîleyle tekrar edilegelmiştir. Bilinen bir tâbirle pergelin sâbit ayağı şerîat, seyyar ayağı ise tarîkat olarak ifâde edilmiştir.

Vazîfesi itibariyle tarîkat, insanların kalb âlemiyle meşgûl olduğu için kâinâtın yaratılış sebebi olan muhabbeti de tabiî olarak kullanmaya mecburdur. Bu yüzden o, “aşk
ve muhabbet yolu” olarak da vasıflandırılmıştır. Aşk, bir coşkunluk olduğundan irâdenin erimesi ve ayağın kolayca kayması gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirir. Bundan korunabilmek için zâhirî ilimler ile mânevî hayatı birleştirmiş olan kimselerin rehberliğinde yürümek lâzımdır.
Bununla beraber irşâd vazîfesiyle mükellef olanlar, zâhirî ilimlerde lüzumlu bir kudret ve seviyeye ulaşmadığı takdirde aşk ve muhabbet yolundaki tehlike yine büyüktür. Bunun bertarafı için “Tarîkat-i Nakşibendiyye”, mürşidlerini zâhirî ilimleri hazmetmiş insanlardan seçme usûlünü tercîh etmiştir. Böylece işâret edilen tehlikeden kendisini muhâfaza edebilmiştir. Bektâşîlik ve Mevlevîlik gibi bazı tarîkatlerde cezbe ve coşku sebebiyle görülen ayak kaymalarının, insanı zaman içinde şerîate muhâlif birtakım davranışlara götürdüğü de müşâhede edilmektedir.

Bunun için Osmanlılar, şerîat hükümlerini gerçekleştirmeyi devletlerine temel gâye edinmeleri yanında akıl ve irâdeleri kadar kalblerini de terbiye etmeyi vazîfe bilmelerinden dolayı -bilhassa son devir ulemâ ve devlet ricâlinde görüldüğü üzre- Nakşî tarîkatini diğerlerine nazaran daha çok tercih etmişler ve böylece bu tarîkat, Devlet-i Aliyye bünyesinde geniş bir sahaya yayılmıştır.

19. yüzyılda pozitivizmin neticesinde dînden uzaklaşan Avrupa’nın te’sîriyle memleketimizde de şer’î ve mânevî duygular zayıflamaya başlamıştı. İşte bu zamana tesâdüf eden Hâlidîliğin yayılması, başlayan bu menfî cereyanları durdurma husûsunda gördüğü vazîfe bakımından pek müstesnâ bir mevkîi hâizdir. İşte Mevlânâ Hâlid Hazretleri, böyle bir mevsimde vazîfe almış bulunan mürşid-i kâmillerin başında ve önünde gelir.

O, yüzlerce halîfe yetiştirerek yolunu imparatorluk dâhilinde daha da şümûllendirip olgun müslümanların adedini çoğaltma husûsunda pek büyük ve kıymetli bir hizmet yürütmüştür. Belki de millî tarîhimizin buhranlarını büyük ölçüde geciktiren âmillerin başında bu rûhânî yayılma ve genişleme gelir ki, bu da, halkın mâneviyatının korunmasında büyük bir âmil olmuştur. Dîn, bid’atlerden muhâfaza edilmiştir.

İlim ve tasavvufta bir şâh olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin şiir sahasında da müstesnâ bir liyâkati vardır. Söylemiş olduğu beyitler, onun bu rûhî derinliğinin terennümleri ile dolu bir esrâr ve hikmet deryâsıdır. Bu büyük deryânın toplandığı bir “Farsça Dîvân”ı vardır ki, akılları hayrette bırakır.
O, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in aşk ve muhabbetiyle yanan bir gönülle şunları söyler:

“Ey âsîlerin sığınağı! Sayısız hatâlarımla beni himâyene alman için kapına geldim. Âh o mübârek ayağını bastığın eşiği her zaman doya doya öpebilsem!”
“Bu gönül sevdâm sadece beni mi bu hâle koydu? Ârifler bilirler ki, mübârek ayağını öpmek aşk ve iştiyâkı, felekleri bile mecnûnun etmiştir! Şimdi onlar, kendilerinden geçmiş bir vaziyette hiç durmadan senin aşkınla dönüp duruyorlar.”
“Ey letâfet güneşi! Senin güzelliğin, teşbîh san’atını dahî yok eder. Zîrâ vasıfların yazıya da şiire de sığmıyor!”
“Akıl seni medh u senâda sıkıntıya düştü. Çünkü onun istidâdı, seni lâyıkıyla idrâke kâfî değil…”
“Ey Allâh’ın sevgilisi! Âlemleri bir zerreye sığdırmak mümkün olur, fakat seni lisana sığdırmak mümkün olmuyor.”
“Her yıl hacılar, Kâbe’yi tavâfa koşmakta, ancak Kâbe ise, senin Ravza-i Mutahhara’nı tavâf için can atıyor.”

“Senin hürmetine sudan inci, taştan cevher, dikenden de gül geliyor.”
“Yâ Rasûlallâh! Sonsuz merhametine sığınıp kapına geldim! Bana rahmet deryândan bir damla lutfet!”
“Günahım sayılamayacak kadar çok, yüzüm katran gibi karadır. Ey canımdan azîz cânân! Su ile temizlenmesi mümkün olmayan bu kirleri senin şeref verdiğin toprağa yüz sürerek temizlemeğe geldim!”
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin gönlündeki ulvî mahviyyet ve Hakk huzûrundaki hiçliğini ifâde eden şiirlerinden derlenerek Türkçe manzum hâle getirilmiş bir şiir de şöyledir:
Ömrüm boş şeylerle geçti; âh yazık!
Zaman bir kuş gibi uçtu; âh yazık!
Ben nereye tutup binâ kurmuşsam,
Bir el gelip toprak saçtı; âh yazık!
Hakk afveder deyip gafletle gezdim,
Kahrını unutup pek fazla azdım,
Hayrı terkettim de hep günah yazdım,
Dediler: Kervânın göçtü; âh yazık!
Mal-mülk, makâm için hayli uğraştım,
Cenneti bırakıp nâra bulaştım,
Eyvâh, Hakk yolundan, ben nasıl şaştım,
Kevserimi dünyâ içti; âh yazık!
Yarın hesap için denecek haydi!
Âh nasıl kurtulur bu Hâlid şimdi?
İşte mahşer, işte bir melek geldi,
Amel defterimi açtı; âh yazık!

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, şiirlerinde de görüldüğü üzere son derece tevâzû ve mahviyet hâlindedir. O koskoca ilim ve irfân deryâsı, bütün varlığıyla hiçlik katresinin sonsuz ufuklarına dalmış ve Hakk katında gittikçe artan bir mânevî zenginliğe ve erişilmez mertebelere nâil olmuştur.
Şâh Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ne yazdığı bir mektubunda, onun sahip olduğu mânevî kıymet ve dereceyi şöyle bildirmektedir:

“Rahmân ve Rahîm olan yüce Allâh’ın ism-i şerîfi ile mektubuma başlıyorum.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!
Ey Allâh Tealâ’nın sevgili kulu Mübârek Mevlânâ Hâlid!
Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakirin üzerine tecellî eden Yüce Rabbin nîmetlerine lâyıkıyla şükür ve hamd etmek, yazıya ve söze sığmaz.
Evlâdım! Bu büyük ve bereketli yolun feyizlerini tâliblere ikrâm eyleyin! Cenâb-ı Hakk sizi o memleketin feyz vâsıtası ve kutbu yapmıştır. Kötü maksadlı kimseler size bir zarar veremez. Onların birtakım iftirâları bizce makbul değildir. Başta da sonda da her mes’ele karşısında Allâh Teâlâ’ya hamd ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve selem-’e salât ü selâm olsun!

Evlâdım! Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazîfeleri yerine getirip seâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. «Üstâdına kötülük edenle iyi olursan, kelp senden daha iyidir» sözü meşhûrdur.
Bunun için bilhassa İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’ne itiraz edenlerden uzak durunuz. Çünkü İmâm-ı Rabbânî gibi bir zâtı, mü’min ve muttakîler severler. Ona buğz edenler, ancak münâfık ve şakîlerdir.
Diğer taraftan bulunduğun memleketin ulemâ, şurefâ ve ümerâsı da âgâh olup sizin mübârek varlığınızı ni’met bileler ve sizden istifâde edeler. Sakın size ta’zîm ve hürmette kusur etmeyeler. Muhâlif olup size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mânî olalar. Bu fakir, bunları nasîhat yollu yazdım. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: «Din nasîhattir!» buyurmuşlardır.

Cenâb-ı Hakk, sizi Şah-ı Nakşibend’in, Müceddid-i Elf-i Sânî’nin ve kalbimin, Mirza Sâhib’in halîfesi kılmıştır. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir.
Evlâdım! O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyaç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allâh Tealâ kendi rızâsına ve Habîbi’ne tâbî olmağa cümlemizi muvaffak buyursun!
Âmîn!”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri irşâda başladığı günlerde, Bağdad vâlisi Saîd Paşa ziyâretine gelmişti. Gördü ki, birçok âlim dahî sessiz bir şekilde ve başları önüne eğik, âdetâ hizmetçiler gibi edeple huzûrda oturmaktaydılar. O sırada içeri giren Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin heybetini görünce diz çöküp titremeye başladı. Kısık bir sesle duâ istedi. Mevlânâ Hâlid Hazretleri de ona duâ edip şu nasîhatte bulundu:

“Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Bunun için Hakk Teâlâ’dan ziyâdesiyle kork! Çünkü önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden analar, süt emen yavrularını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allâh Teâlâ’nın azâbı çok şiddetlidir.”
Bu sözler üzerine Sâid Paşa’nın titremesi arttı ve yüksek sesle ağlamaya başladı.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, sayısız talebe yetiştirmiştir. Bunlardan dörtbini, ilim ve tasavvufda pek yüksek derecelere nâil olup icâzet almışlardır. Talebelerinin Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ne olan teslîmiyyet ve bağlılıkları ise takdîre şâyândı. Nitekim Bağdad müftîsi Şeyh Sadruddin Hazretleri:
“–Eğer hocam Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bana: «–Şu süt kasasını başının üstüne al ve çarşı-pazar dolaşarak satıver!» diye emir buyursalar, hiç tereddüd etmeden emirlerine tâbî olurum!” şeklinde ifâde eylediği bir teslîmiyyet içindeydi.

Şeyh Ali Süveydî, ilim meclislerinde:
“–Mevlânâ Hâlid Hazretleri zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deryâ, biz ise bir damlayız.” derdi.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin nazarları çok güçlü ve te’sîrli idi. Birgün yolda yürürken Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ve gönlüne verdiği ilhâmıyla bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan o anda mânevî bir cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin ardına düştü. Kendisini kaplayan îmân atmosferinin teneffüsüyle Hazret-i Pîr’in evine girdi ve o mübârek kapıdan müslümân olarak çıktı. Gönlünden taşan sürûr ve nûr yüzünden aksediyordu.

Yahyâ isminde bir âlim vardı. Birkısım gâfillerin iğvâsına kapılarak Mevlânâ Hâlid Hazretleri’ni imtihân ve rezil etme maksadıyla bazı talebelerini de yanına alarak Hazret-i Pîr’in huzûruna çıktı. Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bu kimseyi hânesinin kapısında karşıladı ve müsâfaha ettikten sonra yanına oturttu. Misâfirinin gönlündeki birtakım ince ve zor mes’eleleri o daha dilini kıpırdatmadan:

“–Din ilimlerinde çok müşkil mes’eleler vardır. İşte biri şudur, cevabı da budur; diğeri şudur, cevabı da budur!” buyurup halletmiş oldu.
Son derece hayrette kalan Şeyh Yahyâ, ziyâretinde bulunduğu zâtın ne kadar üstün ve değerli bir evliyâullâh olduğunu anladı ve yaptığına pişman olup Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin büyük talebelerinden biri olmak şerefine erdi.

Şam’da müthiş bir tâun hastalığı zuhûr etmişti. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şehirden çıkmak istemediler. Ahâlîye de tâundan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfler okudular. Bu esnâda bir kimse geldi ve:
“–Efendim! Duâ edin de bana tâun bulaşmasın!” diye yalvardı. Hazret-i Pîr, duâ buyurdular ve bu kimse tâundan sâlim oldu. Ancak kendileri için:
“–Rabbime kavuşmağı istememekten hayâ ederim!” buyurdular.
Oğullarından önce Bahâüddîn, bir müddet sonra da Abdurrahman tâuna yakalanıp vefat eylediler.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, evlâdlarının definleri sırasında kendi rıhletinin de yakın olduğunu hissetti. Talebelerine kabrini hazırlamalarını söyledi ve nereye defnolunacağını bildirdi. Talebeleri, bu emri yerine getirme husûsunda gönüllerini saran ayrılık elemleri dolayısıyla biraz gevşeklik gösterdiler. Bunu gören Mevlânâ Hâlid Hazretleri, Şeyh Abdulkâdir’i yanına çağırdı ve ona:

“–Kabrimi muhakkak bugün kazın! Çünkü kazarken bir taşa rastlayacaksınız. Eğer onu kırmayı vefat günüme bırakırsanız, kabrimi belki vaktinde hazırlayamazsınız.” buyurdu.

Bunun üzerine emri yerine getirildi.
Birgün Mevlânâ Hâlid Hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzi’ye:
“–Bütün kitaplarımı vakfettim.” buyurdu.
O gün, vefât eden ikinci oğlu Abdurrahmân dolayısıyla tâziyeye gelenleri kabûl etti. Ziyâretçiler gittikten sonra Şeyh İsmâil Efendi’ye:
“–Bugün yanımda kalınız!” buyurdu.
Sonra da:
“–İnsanların: «Mevlânâ Hâlid kerâmet izhâr ediyor!» demelerinden korkmasaydım, bugün bütün ahbâb ü yârânımla vedâlaşırdım. Öyle zannediyorum ki bu cum’a gecesi büyük yolculuğa çıkıyorum.” buyurdu.
O esnâda kendisine getirilen yemeğe bakarak şöyle buyurdu:
“–Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim! Ölümü isteyen, hem de yemek yiyen hiçbir kimse gördünüz mü?”
Bir müddet geçmişti ki, talebelerinden İbn-i Âbidîn içeriye girdi ve derin düşüncelere dalmış bir vaziyette:
“–Efendim! Dün gece rü’yâmda Hazret-i Osmân’ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını da ben kıldırdım.” dedi.

Mevlânâ Hâlid Hazretleri de ona:

“–Ey İbn-i Âbidîn! Bu fakir Hazret-i Osmân’ın evlâdındandır. Bilesin ki vefât edeceğim ve sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazını kıldıracaksın…” buyurdu.
Bunu duyan İbn-i Âbidîn’in gözleri, buğulandı ve büyük bir keder ve hüzne garkoldu.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, hem-nâmı ve selefi olan Mevlânâ -kuddise sirruh- gibi ölümü âdetâ bir “şeb-i arûs” olarak karşılıyor ve etrafındakilere şu tavsıyelerde bulunuyordu:

“–Sırât-ı müstakîmden ayrılmayınız! Bu uğurda karşılaşacağınız meşakkat, çile ve imtihânlara sabır ve tahammül gösteriniz. Sakın benim ardımdan şekil ve şemâilimi sayarak ve bağırıp çağırarak ağlamak suretiyle rûhuma zahmet vermeyiniz. Her yana bu yollu mektuplar yazarak vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allâh rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm ve Fâtihalar ile hâlisâne duâlar ikrâm eylesin. Gâfil kimseler gibi: «Sadakanın sevabına muhtaç değilim. Sadece Fâtiha ve İhlâs-ı Şerîfler yeter!» demeyiniz. Sakın ola kabrimin üzerine şu cümleden başkasını yazmayınız:

«Bu, garîb Hâlid’in kabridir.»
O günün gecesi nihâyete erip sabah yaklaştığında Mevlânâ Hâlid Hazretleri, göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yattı. Murâkabe ve tefekküre daldı. Hastalığının şiddetinden “âh,vâh!” gibi sesler aslâ duyulmuyordu. Her âzâsında Hakk zikrinin alâmetleri vardı. Müezzin tatlı bir sesle sabah ezânını okumağa başladığında Mevlânâ Hâlid Hazretleri, Fecr Süresi’nin son âyetlerini okumağa başladı:

“Ey (îmânda sebât gösteren, Allâh’ı anmakta huzura kavuşan) itâatkâr nefs! Dön Rabb’ine (cennetle sana hazırladığı nîmetlere); sen O’ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak… Haydi gir (sâlih) kullarımın içine… Gir Cennetime…”
Bu âyet-i kerîmelerin tilâvetinden sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, büyük bir mânevî sürûr içinde muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.

Rahmetullâhi Aleyh!
Cenâzesinde o güne kadar görülmemiş büyük bir kalabalık toplandı. Cenâze namazı O’nun işaret buyurduğu gibi talebesi İbn-i Âbidîn tarafından kıldırıldı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, kabre konurken mübârek naaşlarından etrafa gâyet güzel bir koku yayıldı. Orada bulunan herkes, bu rûhları okşayan latîf kokuyu hissetti. Birkısım ehl-i hâl ziyâretçiler, bu güzel kokunun hâlâ hissedilmekte olduğunu söylerler.
Hakk dostlarının sertâcı, âlimler ve ârifler sultanı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin hâlâ feyzi cârî, himmeti âlîdir. Himmeti ile “kalbi sâlik pür-ziyâ” diye anılır.

Mektuplarından bazı bölümler:
“Âgâh olunuz! Eğer bir kimse kendisini bir başkasından üstün tutarsa, bu hareketi ulûhiyet dâvâsına kalkışmak demektir. Bu da onun sonsuz olarak rahmet-i ilâhiyyeden kovulmasına sebep olur. Allâh Teâlâ, bundan cümlemizi muhâfaza buyursun! İşte ibret olarak iblîsin hâli:
O Cenâb-ı Hakk’a karşı büyük bir edepsizlik ve gafletle:
«Ben Âdem’den üstünüm» dedi.
Tevbe de etmedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, onu ebediyyen rahmetinden kovdu.
Bunun içindir ki, Allâh yolunun yolcusu olan bir kimse, kendisini herkesten daha aşağı bir mertebede tefekkür etmelidir. Zîrâ nice günahkârlar vardır ki, samîmî bir nedâmete nâil olup titrek ellerle Allâh Teâlâ’nın yüce dergâhına yönelmiş ve ehl-i istikâmet olarak sâlihler defterine kaydolmuşlardır. Bununla beraber nice zâhidler vardır ki, sonunda fâcirler tarafına kaymıştır.

Biliniz ki evliyânın amelleri görünüşte diğer insanlarınkine benzerse de hakikatte başkadır.
Ey Hakk yolcuları! Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in dîninde gevşeklik ve tembelliğe aslâ cevaz ve imkân vermeyiniz! Zîrâ bu yolda istikâmet ve gayret, sayısız keşf ü kerâmetten efdaldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşf ve kerâmet, dînin emirlerine riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa belâdan başka bir şey değildir. Çeşitli vesîlelerle dâimâ söyledim; yine söylüyorum ki, cümle evliyâ-yı kirâm, bu dîn-i mübînin emir ve yasaklarına riâyetkâr olmayan tarîkatçılığın ilhad ve zındıklık olduğu husûsunda ittifak hâlindedirler.
Bununla beraber seyr u sülük yoluna girmeden de ebediyyet yolculuğunda istikâmet üzre yürüyebilmek, pek müşkildir. Çünkü nefs-i emmârenin insanı helâk eden türlü türlü belâ ve fitneleri vardır. Öyle ki eğer bir kimse kitaplardan bütün ilimleri ezberlese, onun yine de nefsin hîlelerinden kurtulması mümkün değildir. Bu hîleler, ancak bir mürşid-i kâmilin terbiye ve tasarrufuyla bertaraf olur. Yoksa kul, gönlü mâmûr edecek olan mânevi tecellîlere mazhar olamaz ve dîn-i mübîn yolunda samîmiyet ve ihlâs ile ilerleyemez.

Dolayısıyla idrâk etmelidir ki, tasavvuf denilen yol, İslâm dîninin emirlerini lâyıkıyla yapabilmek için gerekli şevk ve canlılığı sağlayan mânevî bir müessirdir.

O halde bâtınsız bir ilim vebâl, dînimizin emir ve yasaklarına aykırı olan bâtın da sapıklıktır. Her ikisinden de Allâh’a sığınırız…”
Birgün mürîdlerine şöyle buyurdu:

“Câhiliyye âdetlerini terkedip sünnet-i seniyyeye sarılınız! Ahâlînin arasında sırf bedenini beslemeye ehemmiyet verenlerle dostluk kurmayınız! Ayrıca kendilerinden bir şeyler beklemek suretiyle makam ve mevkî sahipleri ile görüşmeyi terk etmenizi de tavsıye ederim. Birtakım zarûretler sâikıyla yapmak mecbûriyetinde kaldığınız iki bozuk işle karşılaştığınızda, onların en hafif olanını tercîh ediniz! İçinizden en çok sevdiğim kimseler, dünyâ ehline rağbet ve alâkası en az olan, başkasına yük olmayan, fıkıh ve hadîsle meşgul olanlarınızdır.

Bu fakir der ki: Herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para ve elbiseler değildir. Kul, canla başla neye rağbet eder ve elde etmeye çalışırsa, onun dünyâsı odur. Sevdiklerimiz hakkında talebimiz, yarın Hakk dîvânında yüzlerini ak edecek amel-i sâlihlerle meşgul olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el-aman! Biliniz ki, sâlih amel de kötü amel de onları yapanın kendinedir.”
Talebelerinden birine şöyle yazmıştı:
“Var olduğun müddetçe Allâh Tealâ’nın emir ve yasaklarına sıkıca yapış! Her hâlükârda Allâh Tealâ’yı çokça zikret! Yalnız O’na sığın ve tevekkül et! Aldatıcı ve geçici olan dünyâya gönül verme! Ebedî olana rağbet eyle! Ölümü, kabirdeki yalnızlığı ve hesap gününü unutma! Bunlara gerekli hazırlığı lâyıkıyla yap! Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’e ve sünnet-i seniyyeye sarıl! Bid’atlerden yüz çevir! Müslümanların muvaffakiyeti, dîn düşmanlarının ve mürtedlerin hezîmeti için duâ eyle!
Takvâ üzere ol! İnsanlara eziyet ve sıkıntı verme! Buna bilhassa Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere haremlerinde dikkat et! Seni gıybet etseler bile sen hiç kimseyi gıybet etme! Herkesi kendinden üstün bil! Yaptığın hayır işlerini unut ki, nefsin pay almasın! Yâni kendini hiçbir hayır iş yapmamış kabûl et! Bununla beraber kendini her hayırda iflâs etmiş kabûl etsen de Allâh Tealâ’nın rahmetinden ümîdini kesme!
Allâh Tealâ’nın bir kimseye ihsânda bulunması, o kimsenin amelinin insanlar ve cinlerin amelinin mecmûu kadar olmasından hayırlıdır. Kalb zikrine ve murâkabeye devam et! Bunlarda gevşek olma! Bu yolun büyüklerinin rûhâniyetlerine sarıl! İlim ve Kur’ân ehline itibar eyle! Mümkün olduğu kadar Kur’ân oku! Fıkıh ilmi ile de çok meşgûl ol! Kalbî huzuru muhâfaza etme düşüncesi seni bundan alıkoymasın. Zîrâ fıkıhsız ibâdet olmaz!
Teheccüd, işrâk, duhâ, evvâbîn namazlarına devam et! Devamlı abdestli ol! Az uyu! Dâimâ elindeki mevcûdla kanâat eyle. Hakk yolunda gece gündüz çalışmaya bak!..”

Yâ Rabbî! Senin ulvî yolunda gece gündüz hizmet edip dîn-i mübîni lâyık-ı vechile yaşamaya çalışarak rızânı elde etme husûsunda büyük bir rütbeye ulaşan Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin sadır iklîminden bizlere ve bütün ihvân-ı dîne hisseler nasîb eyle!
Âmîn!

ABİDE ŞAHSİYETLERİ VE MÜESSESELERİYLE OSMANLI MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİ
 
Üst