HAKAN34
Asistan
- Katılım
- 5 Ekim 2008
- Mesajlar
- 193
- Reaksiyon puanı
- 0
- Puanları
- 0
‘Hayali cemaatler’ ve Kürt sorunu
DTP’nin kapatılması PKK’nın ekmeğine yağ sürecek ve Kürtlerin kimlik talepleri gene Meclis dışına, sistem dışı marjinal-kanallara itilecek.
26/10/2008
MAYA ARAKON (Arşivi) / SAMİM AKGÖNÜL
Türkler ve Kürtler birbirini ‘öteki’ olarak algılamaya devam ettiği, bütün Kürt vatandaşlar Türkler tarafından potansiyel terörist ve bölücü örgüt üyesi olarak algılandığı sürece, bu toplumsal kırılmadan nemalanacak tek taraf PKK olacak
16 Ekim 2008 tarihli yazısında, Nuray Mert önemli bir noktaya dikkat çekiyor: Siyasi toplumbilimde “hayal” kavramına. Benedict Anderson’dan yola çıkarak Kürt kimliğinin, bütün kimlikler gibi kurgusal olduğunu belirtiyor. Bu tespit kanımızca bir kavram kargaşasına yol açıyor. Anderson’un tezinde hayali olan kimlik değil ‘cemaat’tir, diğer bir deyişle kolektif aidiyet duygusu. “Kimliğim kimseye benzemememdir” der Amin Maalouf, yani bireysel kimliğini tekilleştirir. “Kimlik ‘aynılık’tan başka bir şey değildir” der Voltaire, yani bireysel kimliğin, “aynı” olduğunu düşündüğümüz diğer bireylerle beraber bir grup oluşturmadıktan sonra bir anlamı olmadığının altını çizer. Kısaca ‘bireysel kimlik kolektif kimliğin bir alt ürünüdür’ demeye getirir, dolayısıyla kolektif kimlik bireysel kimliklerin toplamı değildir.
Bizimle aynı ulustan olduğuna inandığımız bireye, onunla hiç tanışmasak da yakınlık hissederiz. Bu da ait olduğumuz grubu ‘kurgulamamız’ demektir. Elbette Anderson’un millet ve dolayısıyla milliyetçilik kavramlarına getirdiği kurgusallık açıklaması, konu üzerine biraz kafa yormuş kişiler için kabul edilmesi son derece doğal bir açıklama. Ancak konu hakkında iki tespit daha yapmak gerek.
Bunlardan birincisi, ulusların inşası ve ulusçuluk hakkında bu tezden başka birçok tezin varolduğudur. Anderson’un “hayalî cemaatler”i ‘modernist teoriler’ kategorisine yerleştirilebilir. Bu teorilerde millet modernitenin gerektirdiği bir sürece aittir ve toplumsal iletişimin ürünüdür. ‘İlkellikçiler’ diyebileceğimiz Geertz ve Isaacs gibi bazı düşünürler ise, ulus kavramının doğuşunda moderniteden önce kimi doğal verilerin de olduğunu, her bireyin kendi istemi dışında birçok şeyi miras olarak aldığını (deri rengi, vücut, içinde doğulan dil, inanç, vs) ve ulusta kurgusallığın son derece marjinal kaldığını savunurlar. Barth gibi ‘Aletçiler’ grubu bilim insanları ise, ulusun başka amaçlara ulaşılmada kullanılmak için var edildiğini düşünürler. Barth’a göre ulusu tanımlayan tek şey o ulusun sınırlarıdır. Bu sınır sadece coğrafî değil, aynı zamanda kimliksel bir sınırdır. “Kim bizden, kim bizden değil” soruları dinamiktir. Bu soruya cevaplar yatay olarak (coğrafyada) ve dikey olarak (zaman içinde) değişir. Bu üç teorik çerçevenin sentezini en iyi yapan Armstrong, ulusa ‘gelişmeci’ teoriyi uygular. Ona göre ulus, ulusçuluktan önce de vardır ancak ulusçuluk ulusun “varlığının bilincine varma” sürecidir.
Kurgu
Görüldüğü gibi Nuray Mert’in Kürt milletine ve milliyetçiliğine uyguladığı teori tek değil. Ancak bu tespit Kürt milliyetçiliğini ve bu milliyetçiliğin ortaya çıkardığı şiddeti açıklamakta yetersiz. Bütün milliyetçilikler (Kürt, Türk, Fransız, Yunan, Ermeni...) kendi milletlerinin inşa edilmiş bir kavram, yani kurgusal olduğunu reddederler. Onlara göre grup ‘doğal’ olarak ‘vardır’ ve varlığını devam ettirmek için şiddet meşrudur. Bu meşruiyet duygusu şiddetin kime karşı uygulanacağı sorusunu getirir. Milliyetçiler hem fiziki hem de sembolik şiddeti, grubun varlığına tehdit olarak gördükleri her unsura uygulamak durumunda hissederler kendilerini. Bu da karşıt milliyetçiliktir. Diğer bir deyişle zıt olarak görünse bile Kürt milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliği sürekli bir etkileşim içindedir ve birbirlerinden beslenir, karşıt söylemi inşa edebilmek için birbirlerinin varlığına ihtiyaç duyarlar.
Bugün yaşadığımız Kürt sorununu bu bağlamlardan soyutlayarak analiz etmek mümkün değildir. PKK’nın çıkış noktasını, temelini Kürt kimliğinin inkârından alan tepkisel bir meşruiyet çabası olarak nitelendirmek yanlış olmasa da, sorunun bugün aldığı boyutu sadece bununla açıklamak olanak dışıdır. Bugün gelinen noktada, Kürt-Türk milliyetçiliklerinin çatışmasından PKK lehine bir durumun ortaya çıktığını görmek, sorunu çözmekte atılacak ilk adım olacaktır. Zira silahlı mücadelesini, ‘ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkı’ prensibine dayandırmaya çalışan PKK’nın altındaki zemin artık kayıyor. DTP’nin kapatılması tam da bu yüzden PKK’nın ekmeğine yağ sürecek ve Kürtlerin kimlik talepleri gene Meclis dışına, sistem dışı marjinal kanallara itilecek. Bu da PKK’nın son yıllarda kaybetmeye başladığı meşru zeminin yeniden inşasından başka bir işe yaramayacak. Türk milliyetçiliği ve Kürt milliyetçiliği bu şekilde karşılıklı olarak birbirini beslediği sürece, bu durumdan fayda sağlayacak tek odak noktası PKK’dır. Başka bir deyişle, Türkler ve Kürtler birbirini “öteki” olarak algılamaya devam ettiği, Türkler tarafından bütün Kürt vatandaşlar potansiyel terörist ve bölücü örgüt üyesi olarak algılandığı sürece, bu toplumsal kırılmadan nemalanacak tek taraf PKK olacaktır. PKK’nın her bir saldırısının Türk milliyetçiliğini besleyen yönünü gözönünde tutarken, bu milliyetçiliğin karşıt milliyetçilik olan Kürt milliyetçiliğini beslemeye devam ettiğini de unutmamak gerekir. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz bu karşılıklı etkileşim kısır döngüsünden, ancak bir tarafın sağduyuyla yaklaşımının açacağı diyalog yoluyla çıkmak mümkündür. Günümüz şartlarında bu diyaloğun adresi DTP olarak görünüyor. Yasal siyasi yapılanmayla geliştirilecek bir diyalog, başta PKK’nınki olmak üzere, Kürt sorununun devamından çıkar sağlayan bütün kesimlerin meşruiyet zeminlerini ellerinden almanın tek yoludur. Bu iradeyi gösterebilecek tek kurumsal yapı ise devlettir. Zira millet ne kadar hayali ise devlet de o kadar gerçektir.
MAYA ARAKON: Yrd. Doç. Dr., Yeditepe Üni., Centre d’Etude de Défense et de Stratégie (Strasbourg)
SAMİM AKGÖNÜL: Doç. Dr., Strasbourg Üni.
radikal
DTP’nin kapatılması PKK’nın ekmeğine yağ sürecek ve Kürtlerin kimlik talepleri gene Meclis dışına, sistem dışı marjinal-kanallara itilecek.
26/10/2008
MAYA ARAKON (Arşivi) / SAMİM AKGÖNÜL
Türkler ve Kürtler birbirini ‘öteki’ olarak algılamaya devam ettiği, bütün Kürt vatandaşlar Türkler tarafından potansiyel terörist ve bölücü örgüt üyesi olarak algılandığı sürece, bu toplumsal kırılmadan nemalanacak tek taraf PKK olacak
16 Ekim 2008 tarihli yazısında, Nuray Mert önemli bir noktaya dikkat çekiyor: Siyasi toplumbilimde “hayal” kavramına. Benedict Anderson’dan yola çıkarak Kürt kimliğinin, bütün kimlikler gibi kurgusal olduğunu belirtiyor. Bu tespit kanımızca bir kavram kargaşasına yol açıyor. Anderson’un tezinde hayali olan kimlik değil ‘cemaat’tir, diğer bir deyişle kolektif aidiyet duygusu. “Kimliğim kimseye benzemememdir” der Amin Maalouf, yani bireysel kimliğini tekilleştirir. “Kimlik ‘aynılık’tan başka bir şey değildir” der Voltaire, yani bireysel kimliğin, “aynı” olduğunu düşündüğümüz diğer bireylerle beraber bir grup oluşturmadıktan sonra bir anlamı olmadığının altını çizer. Kısaca ‘bireysel kimlik kolektif kimliğin bir alt ürünüdür’ demeye getirir, dolayısıyla kolektif kimlik bireysel kimliklerin toplamı değildir.
Bizimle aynı ulustan olduğuna inandığımız bireye, onunla hiç tanışmasak da yakınlık hissederiz. Bu da ait olduğumuz grubu ‘kurgulamamız’ demektir. Elbette Anderson’un millet ve dolayısıyla milliyetçilik kavramlarına getirdiği kurgusallık açıklaması, konu üzerine biraz kafa yormuş kişiler için kabul edilmesi son derece doğal bir açıklama. Ancak konu hakkında iki tespit daha yapmak gerek.
Bunlardan birincisi, ulusların inşası ve ulusçuluk hakkında bu tezden başka birçok tezin varolduğudur. Anderson’un “hayalî cemaatler”i ‘modernist teoriler’ kategorisine yerleştirilebilir. Bu teorilerde millet modernitenin gerektirdiği bir sürece aittir ve toplumsal iletişimin ürünüdür. ‘İlkellikçiler’ diyebileceğimiz Geertz ve Isaacs gibi bazı düşünürler ise, ulus kavramının doğuşunda moderniteden önce kimi doğal verilerin de olduğunu, her bireyin kendi istemi dışında birçok şeyi miras olarak aldığını (deri rengi, vücut, içinde doğulan dil, inanç, vs) ve ulusta kurgusallığın son derece marjinal kaldığını savunurlar. Barth gibi ‘Aletçiler’ grubu bilim insanları ise, ulusun başka amaçlara ulaşılmada kullanılmak için var edildiğini düşünürler. Barth’a göre ulusu tanımlayan tek şey o ulusun sınırlarıdır. Bu sınır sadece coğrafî değil, aynı zamanda kimliksel bir sınırdır. “Kim bizden, kim bizden değil” soruları dinamiktir. Bu soruya cevaplar yatay olarak (coğrafyada) ve dikey olarak (zaman içinde) değişir. Bu üç teorik çerçevenin sentezini en iyi yapan Armstrong, ulusa ‘gelişmeci’ teoriyi uygular. Ona göre ulus, ulusçuluktan önce de vardır ancak ulusçuluk ulusun “varlığının bilincine varma” sürecidir.
Kurgu
Görüldüğü gibi Nuray Mert’in Kürt milletine ve milliyetçiliğine uyguladığı teori tek değil. Ancak bu tespit Kürt milliyetçiliğini ve bu milliyetçiliğin ortaya çıkardığı şiddeti açıklamakta yetersiz. Bütün milliyetçilikler (Kürt, Türk, Fransız, Yunan, Ermeni...) kendi milletlerinin inşa edilmiş bir kavram, yani kurgusal olduğunu reddederler. Onlara göre grup ‘doğal’ olarak ‘vardır’ ve varlığını devam ettirmek için şiddet meşrudur. Bu meşruiyet duygusu şiddetin kime karşı uygulanacağı sorusunu getirir. Milliyetçiler hem fiziki hem de sembolik şiddeti, grubun varlığına tehdit olarak gördükleri her unsura uygulamak durumunda hissederler kendilerini. Bu da karşıt milliyetçiliktir. Diğer bir deyişle zıt olarak görünse bile Kürt milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliği sürekli bir etkileşim içindedir ve birbirlerinden beslenir, karşıt söylemi inşa edebilmek için birbirlerinin varlığına ihtiyaç duyarlar.
Bugün yaşadığımız Kürt sorununu bu bağlamlardan soyutlayarak analiz etmek mümkün değildir. PKK’nın çıkış noktasını, temelini Kürt kimliğinin inkârından alan tepkisel bir meşruiyet çabası olarak nitelendirmek yanlış olmasa da, sorunun bugün aldığı boyutu sadece bununla açıklamak olanak dışıdır. Bugün gelinen noktada, Kürt-Türk milliyetçiliklerinin çatışmasından PKK lehine bir durumun ortaya çıktığını görmek, sorunu çözmekte atılacak ilk adım olacaktır. Zira silahlı mücadelesini, ‘ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkı’ prensibine dayandırmaya çalışan PKK’nın altındaki zemin artık kayıyor. DTP’nin kapatılması tam da bu yüzden PKK’nın ekmeğine yağ sürecek ve Kürtlerin kimlik talepleri gene Meclis dışına, sistem dışı marjinal kanallara itilecek. Bu da PKK’nın son yıllarda kaybetmeye başladığı meşru zeminin yeniden inşasından başka bir işe yaramayacak. Türk milliyetçiliği ve Kürt milliyetçiliği bu şekilde karşılıklı olarak birbirini beslediği sürece, bu durumdan fayda sağlayacak tek odak noktası PKK’dır. Başka bir deyişle, Türkler ve Kürtler birbirini “öteki” olarak algılamaya devam ettiği, Türkler tarafından bütün Kürt vatandaşlar potansiyel terörist ve bölücü örgüt üyesi olarak algılandığı sürece, bu toplumsal kırılmadan nemalanacak tek taraf PKK olacaktır. PKK’nın her bir saldırısının Türk milliyetçiliğini besleyen yönünü gözönünde tutarken, bu milliyetçiliğin karşıt milliyetçilik olan Kürt milliyetçiliğini beslemeye devam ettiğini de unutmamak gerekir. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz bu karşılıklı etkileşim kısır döngüsünden, ancak bir tarafın sağduyuyla yaklaşımının açacağı diyalog yoluyla çıkmak mümkündür. Günümüz şartlarında bu diyaloğun adresi DTP olarak görünüyor. Yasal siyasi yapılanmayla geliştirilecek bir diyalog, başta PKK’nınki olmak üzere, Kürt sorununun devamından çıkar sağlayan bütün kesimlerin meşruiyet zeminlerini ellerinden almanın tek yoludur. Bu iradeyi gösterebilecek tek kurumsal yapı ise devlettir. Zira millet ne kadar hayali ise devlet de o kadar gerçektir.
MAYA ARAKON: Yrd. Doç. Dr., Yeditepe Üni., Centre d’Etude de Défense et de Stratégie (Strasbourg)
SAMİM AKGÖNÜL: Doç. Dr., Strasbourg Üni.
radikal