
Digitürk’ünüz olmayabilir, dvd’lerini görmemiş, kısacası bu diziyi hiç izlememiş olabilirsiniz. Fark etmez! bu yazı, LOST’un nasıl ve ne çeşit bir fenomen haline geldiğini anlamak isteyenler için bir rehber
Bir uçak kazası olur ve bir grup insan ıssız bir adaya düşer… Klasik, değil mi? Oysa bu temelle başlayan bir televizyon dizisi, yani Lost (Kayıp) şu anda Azerbaycan’dan İspanya’ya, Rusya’dan ABD’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada milyonlarca insanda ‘hastalık’ haline gelmiş durumda… “Peki niye?” Bu sorunun gerçekten “onlarca yanıtı var”. Her şeyden önce dizi, pek çoğumuzun içinde var olan “doğada bir başına kalma” korkusunu didikliyor… İnsan “Ben o adaya düşseydim ne yapardım?” gibi sorgulamalar içine giriyor.
Her dilden, her milletten!
Sonra… “Lost”ta bir dizide olması gereken her şey var; yakışıklı erkekler, güzel kızlar, gizem, aşk, entrika, eşsiz manzara, doğa üstü güçler ve insanın içinde söndürülmeyen bir merak ateşi yakan gizem… “Televizyon dünyasının en büyük yapbozu” olarak adlandırılan dizi, her bölümde insanın eline farklı bir parça veriyor. Ama o yapboz parçaları çok nadir bir araya geliyor ya da “parçalar bütünden fazla ediyor”.
Bir dizide, bir sır ne kadar gizli kalabilir ki? Bir, hadi bilemediniz 5 bölüm sonra açığa çıkar. Ya da seyirci gizemleri görür ve dizi kahramanlarının o sırrı bilmeyişiyle çırpınışlarını izler değil mi? Oysa “Lost”ta öyle mi? Her bölüm, insanın kafasında soru işareti yaratacak bir sonla bitiyor, yanıtı almak için sonraki bölüme geçtiğinizde kâğıdınıza yeni sorular yazılıyor!
E böyle olunca da en normal insan bile “teori manyağı” oluveriyor. İnsanlar çevrelerinde “Lost” izleyen ve sorularına yanıt, dertlerine derman olabilecek, teorilerini paylaşacak insanlar aramaya başlıyor. Bu da yetmiyor pek çok “Lost” fanatiği internet üzerinde forumlar oluşturup milletler arası bir tartışmanın ortağı oluyor. “Lost” efsanesi bir kartopu gibi büyüyor…
“Numaralar” burada da bitmiyor. Karakterlerin çeşitliliği de fanatizme ayrı bir anlam katıyor. Adada Kore’den ABD’ye, Irak’tan Fransa’ya pek çok farklı ülke, dil ve dine sahip insan var bir kere… Hinduizm, Budizm ve Taoizm’den Yunan mitolojisine, Müslümanlık’tan Hıristiyanlık’a geniş bir alanda yüzüyor adadakiler…
Dostoyevski’den Hemingway’e, Charles Dickens’tan Stephen King’e pek çok yazara göndermeler yapılarak “dizi hastası olmanın ezikliğini hisseden” okumuş izleyicilerin gazını alan senaristler, “aşk, entrika, suç, ihtiras, dövüş ve tesadüf”lerle de her kesimden izleyiciyi çekiyor.
“Lost”, Türkiye’de CNBC-e’de gösterilen pek çok başarılı Amerikan dizisinin “bisküvilerini ayırıp kremasını yemiş” sanki. Prison Break’teki “kaçış ve planma”, The 4400 ve X Files’daki “The Others-Diğerleri” kavramı, Smallville’deki “doğaüstü güçler” dizinin ana öğelerinden…
DVD’si çıkınca ‘patladı’
Bir de senaryonun “çift zamanlı” ilerlemesi durumu var ki o da tadından yenmiyor! Kısaca “Lost” bir oyun, ama izleyici mi onunla oynuyor, o mu bizimle dalga geçiyor belli değil! Tabii bu etki, bölümleri üst üste izleyenlerde daha büyük oluyor.
Lost aslında Türkiye’de Digitürk’ün Dizimax kanalında 2005′te gösterilmeye başlandı. Ancak Türkiye’de büyük bir hayran kitlesine ulaşması daha çok DVD’lerinin elden ele dolaşmasıyla oldu.
Ve şimdi 3. sezonun başlamasıyla “Bu adamlar bu senaryoyu nasıl toparlayacak?” sorusu da yeniden günyüzüne çıktı. Oysa”Sana ne!” koltuğunda otur, izle, bekle değil mi? Yok olmuyor; “Lost”un aktif izleyicisi “çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşen” dizinin bir çözüme ulaşıp ulaşmayacağını gerçekten kendine dert ediyor.
“Lost” hakkında her yazı yazan da, bunun suya yazı yazmaktan farksız olduğunu, bir bölüm sonra her şeyin silinebileceğini biliyor. Yine de hiç “Lost” izlememiş olanlara soruluyor: Lost’un kör kuyularında merdivensiz kalmaya hazır mısınız?