Çöküşün mucizevi parodisi

Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,200
Reaksiyon puanı
10,315
Puanları
293
[h=1]Çöküşün mucizevi parodisi[/h]
130620132246583638873.jpg



Öyküleri Çehov’un, Gogol’ün, kimi zaman O. Henry’nin öykülerini çağrıştıran John Cheever, yeni kitabı ‘Boşanma Mevsimi’yle karşımızda. Ekonomik ve toplumsal ilişkiler üzerinden insanın yabancılaşmasını anlatan öyküler yakıcı bir ironiye sahip...


John Cheever öyküleri yaşamın kurulu düzenine karşı protest bir eylemdir. Her defasında kesit hikâyesi anlatıyormuş gibi görünse de eninde sonunda o kesitin, hatlarını çizdiği çerçevenin dışına çıkar. ABD banliyölerinden sahil kasabalarına, kırsal bölgelerdeki çiftliklerden büyük kentlerin konforlu apartman dairelerine, seyahat gemilerinden ıssız adalardaki yıkıntı şatolara geniş bir dekor yelpazesi çizer. Genellikle geçim sıkıntısıyla ehlileştirilmiş, yaşadığı sıkıntıları unutmak için alkole dayanmış, ait oldukları sınıfın alışkanlıklarını ibadet gibi benimsemiş kalabalığın içindeki radikallere çevirir yüzünü.

Bir biçimde kendisi ve düzenle uyuşamayanların kişisel hikâyelerini anlatırken onları çevreleyen atmosferde insanlığın büyük suçunu; savaşı, ekonomik krizi, zorunlu göçü, sosyal sınıflar arasındaki gerilimi bütün yönleriyle teşhir eder. Kurgusu sadece insanın derinlerdeki çözülmesi güç zaaflarını, korkularını aydınlatmayı hedeflemez; yazıldığı dönemin toplumsal niteliği, politik yönelimleri kişilerin davranışlarında karşılığını bulur. Farklı sınıflardan insanları bir arada tutan aile, toplum, okul, mekân bağlarını irdeler. Sisteme isyanını bu bağın aracı pamuk ipliğini kopararak gerçekleştirir.

YALIN GERÇEĞİN KİRLİ YÜZÜ
Everest Yayınları, yazarın toplu öykülerini yayımlamaya devam ediyor. Dizinin üçüncü kitabı ‘Boşanma Mevsimi’ndeki 19 öykünün her biri ustalık eseri. ABD edebiyatının kirli gerçekçilik ekolünde adı anılmasa da bunun hazırlayıcısıdır Cheever. ‘Boşanma Mevsimi’nde her yönüyle çöküşün görünümlerine adanmıştır öyküler. ‘Yaz Çiftçisi’nde anlatıcının dediği gibi, Cheever, “İnsanın hayatını çoğu kişinin istemeyeceği kadar geniş bir perspektiften görür.” Gördüğü yerde yalın gerçeğin kirli yüzü belirir.
‘Marcie Flint’in Derdi’ öyküsünde “Bütün büyük şehirlerin banliyölerinden kaçıyorum. Hepsi birer çukur!” dedirtir karakterine. Kaçtığı banliyö, Shady Hill’dir. ‘Yüzücü’ ve ‘Ey Yıkılmış Hayaller Şehri’ kitaplarından tanıdığımız bu banliyö ‘Boşanma Mevsimi’nde ‘Wryson’lar’, ‘Cinin Kederleri’, ‘Ey Gençlik ve Güzellik’ öykülerinin mekânı, dolayısıyla gerilim unsurunun ana öğesidir.

Öyküsünde işlevi ikincil, hatta çok daha arka planda seyreden güçten yoksun, savunmasız olanı birdenbire en güçlü karakter haline getirir. Öykünün iktidarını gizlice onun eline verir. Sistemin kurbanını dokunulmaz, göksel bir varlık biçiminde sunar okuruna. Hayvanlar, çocuklar ve kadınlar doğayla birlikte erkin kurbanı; başta erkeğin bir ‘şeyi’, aracıdır. Onun konforunu bütünleyen nesneden farksız anlatılır. Ancak süreç içinde durum yönünden sapar. Öyküyü taşıyan kilit noktası haline gelir. ‘Sıradan Bir Gün’ öyküsünde de mısır tarlasında kapana kısılmış rakun korkuları anlatılan Ellen’le aynı yazgıyı paylaşır. Mrs. Garrison ise göl kenarındaki zambakların yerini değiştirmek ister. Bahçıvanın ona söyledikleri kitaptaki bütün öykülerde yankılanır. “Çiçekleri öldürmekten başka şey bilmiyorsunuz” der Nils, “Ben çiçekleri yetiştiriyorum. Siz onları öldürüyorsunuz.” 2. Dünya Savaşı’nda çocuklarını kaybetmiş çiftleri; umutsuz evlerde yetişen ve yitik bir kuşağı temsil edecek çocukların olası geleceğini duyurur sürekli.

BİTYENİĞİ OLMAZSA OLMAZ
Cheever, öykü atmosferini anlattığı kişinin o anda içinde bulunduğu duruma göre biçimler. Sözünü ettiği hava koşulları, gökyüzündeki değişim aslında kişinin duygu dünyasındaki değişimin görüntüleridir. Nerede olursa olsun, açık ya da kapalı alanlarda, bir ev içinde ya da denizin kıyısında mekânın ruhu öykü kişilerinin ruh halini yansıtır. Kontrolsüz tutkuyla rehavete boyun eğmiş sıradanlığı karşı karşıya getirdiği ‘Clancy Babil Kulesi’nde’ başlıklı öyküsü önce James Clancy’nin basit yaşamına eğilir. İrlanda’dan yirmi yıl önce karısıyla Yeni Dünya’ya göç etmiş kanaatkâr, barışçıl bir asansör görevlisidir Clancy. Tek çocuğunun ortalama başarısıyla gurur duyan, çalıştığı apartmanın sakinlerine, asansörüne sadakatle bağlı bu adam çevresini saflıkla perdelenmiş bir görüyle izler. İşinden, ailesinden, yoksulluğundan memnunken hava güneşli, gökyüzü bulutsuzdur. Ne var ki, Cheveer öykülerine yabancı olmayanlar olağan akışın içine saklanan bityeniğinin eninde sonunda ortaya çıkacağını, gökyüzünün birdenbire karışacağını bilir. Anlatılan olaylar henüz yüzeye çıkmamış çatışmanın aynı zamanda gerilimin habercisi, bir anlamda dekorudur.

Clancy, başta saygı duyduğu, hayatını merak ettiği apartman sakini Mr. Rowantree’nin eşcinsel olduğunu fark etmesiyle “feci şekilde dolandırılmış, parasını kaptırmış gibi” ona ve sevgilisi Bobbie’ye karşı koymaya başlar. “İncinmişti, hınçlanmıştı,” der Cheever, “Bobbie’nin apartmanda oluşu onun için yutulması zor bir lokmaydı ve kendi basit hayat görüşünü çürütmeye çalışan bir durumdu sanki.” İşte bu noktadan sonra pırıl pırıl havası olan kent kasvetli bir yapıya bürünür. Hastalığın, yoksulluğun ve ölümün kokusu her yere siner. Kapkara gökyüzünden is ve kül yağar. Kent artık ışıltısını kaybetmiştir. Mr. Rowantree’nin kabına sığmayan tutkusu Clancy’yi güçten düşürüp ateşler içinde hastane yatağına yatırır. Bu sırada “şehirde lağım kokusu taşıyan Güney rüzgârları” esmektedir. Odağa alınan kişinin kaygıları Gogol’ün ‘Palto’sunu, Çehov’un ‘Bir Memurun Ölümü’ öykülerini hatırlatır. Ancak Cheever öyküde zarını başka türlü atar.


HAMAM BÖCEKLERİ GİBİ...
Bir klişenin yeniden dillendirilmesi olsa da vurgusundaki tınıyı hepimizin koşulsuz benimsediği bu sözü söylemeden geçemeyeceğim: Evet, Cheever daha çok ‘küçük insanın küçük dertleri’ne yönelir. Bunu yaparken ele aldığı kişileri küçülten nedenlerin kaynağını gösterir. Ona ABD’nin Çehov’u denilerek yine bir klişenin gömleği giydirilir. Aynı gömlek başka coğrafyalarda da çıkar karşımıza; Katherine Mansfield’e İngiltere’nin, Alice Munro’ya Kanada’nın Çehov’u denilmesi gibi. Dünyanın severek onayladığı bir yazarla özdeşleştirilmek yazar için elbette sevindirici, ama her yazar kendi biçemiyle anılmak istemez mi? Cheever da öykünün evrensel alanında derin bir kanal açar kendisine.

Öyküleri Çehov’un, Gogol’ün, kimi zaman O. Henry’nin öyküleriyle aynı kaptan beslense de Cheever sadece John Cheever olarak, dimdik tek başına bugünün dünyasına ulaşır. Detayların çarpıcı işleviyle öyküsünü kurarken kapitalizmin ekonomik, toplumsal ilişkiler üzerinden insanı oyalayıp kendi gerçeğine yabancılaştıran tuzaklarını, sistemin ve insanın zayıf, kör noktalarını yakıcı bir ironiyle anlatır. Çöküşün ironisi onun betimlemesiyle mucizevî bir dönüşüme uğrar. İnsanın her koşulda hamam böcekleri gibi hayatta kalabilmesinin mucizesidir bu.


kaynak
 
Üst