habibineccar
Asistan
- Katılım
- 15 Mart 2009
- Mesajlar
- 273
- Reaksiyon puanı
- 0
- Puanları
- 0
Çanakkale Zaferi ve Şehâdet
Bu necip millet Çanakkale’de canını dişine takmış, âdeta etten ve kemikten kale kurarak dinini, vatanını, mukaddesatını korumuş ve dünya tarihine altın harflerle “Çanakkale geçilmez” diye yazdırmıştır.
Bu necip millet Çanakkale’de canını dişine takmış, âdeta etten ve kemikten kale kurarak dinini, vatanını, mukaddesatını korumuş ve dünya tarihine altın harflerle “Çanakkale geçilmez” diye yazdırmıştır. Dost düşman herkesin hayrete düştüğü bu kahramanlık destanını yazan ve Çanakkale’yi geçilmez yapan güç acaba nedir? Mehmetçiğin silahı mı moderndi, cephanesi mi çoktu, sayısı mı fazlaydı? Maalesef durum hiç de öyle değildi. Ülke olarak son derece fakirlik ve yoksulluk içindeydik, ordumuzun silahı, cephanesi ve teçhizatı son derece kısıtlıydı. Hatta bırakın silah ve cephaneyi, Mehmetçiğimiz yiyecek ekmeği ve giyecek elbiseyi dahi bulmakta güçlük çekiyordu. Oysa düşman ordusu böyle miydi? O günün şartlarına göre teknolojik bakımdan son derece gelişmiş ve modern silahlara sahiplerdi. Silahı ve cephanesi bizden kat kat fazlaydı. Dünyanın o güne kadar görmediği, top atsan işlemeyecek zırhlı gemiler icad etmişler ve Çanakkale’ye bu gemilerle gelmişlerdi. Öylesine mağrur ve mütekebbir halleri vardı ki, müstehzî bir tavırla “hiç kara askeri kullanmadan, üç günde Çanakkale boğazını geçeriz” diyorlardı. Ayrıca tüm bu teknolojik silah üstünlüğünün yanında, dünyanın her tarafından; Avustralya’sından tutun da, Kanada’sından, Yeni Zelanda’sına kadar pek çok ülkeden asker toplayıp Çanakkale’ye getirmişlerdi. Merhum Âkif’in dediği gibi:
Eski dünya yeni dünya bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi hakîkat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Avustralya ile beraber bakıyorsun Kanada.
Çehreler başka lisanlar, deriler rengârenk,
Sâde bir hâdise var ortada vahşetler denk
Kimi Hindû, kimi yamyam kimi bilmem ne belâ
Hani tâûna da züldür bu rezil istilâ.
Bu satırlar, o günkü durumu ne kadar da güzel gözler önüne seriyor. Evet, bu millet Çanakkale savaşında, bulaşıcı tâûn mikrobunu bile utandıracak böylesine rezil bir istilâ ile karşı karşıya kalmıştı. Dünyanın pek çok yerinden, hatta haritada bile yerini bulmakta zorlanacağımız ülkelerden asker toplayıp “Eski dünya yeni dünya bütün akvâm-ı beşer” topyekün birlik olup, bu Müslüman necip milleti yok etmeye, tarih sahnesinden silmeye âdeta and içmişlerdi. Peki, gerek askerî, gerekse teknolojik imkânlar bakımından, kıyâsı mümkün olmayacak kadar güçlü düşman ordusuna, Çanakkale Boğazı’nı mezar eden ve Çanakkale’yi geçilmez yapan ruh, acaba hangi ruhtu? Evet, ülkemizde yokluk vardı, fakirlik vardı, maddî imkânlarımız çok kısıtlıydı ama Çanakkale’de destan yazan o şanlı Mehmetçiğin yüreğinde dağlar gibi iman vardı. Allah’a güveniyor, Ona dayanıyor ve yardımını umuyordu. İstiklâl marşımızda da ifâde edildiği gibi
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
İşte Çanakkale zaferinin şifresi budur. O şanlı ecdadımız, iman dolu göğsünü düşmana siper etmiş, şehâdet arzusuyla cennet bahçesine girercesine ölüme atılmıştı. Ve cansız bedenleri teneşire konmadan, tabutlara girmeden, düşmana haram ettikleri vatan toprağına düşmüştü. Ama neticede, Çanakkale’ye adeta kan içmeye gelen o vampir İngiliz ve Fransız sürüsünün dişlerini, teker teker söküp Çanakkale’yi geçilmez yaptılar. Mevlâ Teâlâ hazretleri bir âyeti kerîmede: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilakis onlar Rableri katında diridirler (cennet nimetleriyle) rızıklanmaktadırlar.” (Ali İmran 169) buyurarak, kendi yolunda can veren, şehîd olan kullarının ölümsüz birer kahraman olduğunu ilan ediyor. Dolayısıyla buna îmân eden ve ölümde ölümsüzlüğü gören bir milletin önünde kim durabilir? Topun namlusunda cenneti gören bir ordu mağlup edilebilir mi?..
Ayrıca şehîd olan kimse ölüm acısı da duymaz. Zira Efendimiz bir hadîsi şeriflerinde buyuruyor ki: “Şehidin ölüm (darbesin)den duyduğu ızdırap, sizden birinin çimdikten duyduğu ızdırap kadardır.” Şehîd olarak can veren Allah’ın bahtiyar kullarına, acı yok, sızı yok, ızdırap yok!.. Yani, korkunç gürültüyle patlayan o bombanın ardından gelen şarapnel parçası üzerine düşünce, kol bir tarafa bacak bir tarafa gittiğinde, makineli tüfeğin mitralyözünden çıkan kurşunlar vücudu delik deşik ettiğinde, şehîd olan kimse hiç acı duymuyor. Günahlardan arınmış olarak, tertemiz bir şekilde Rabbisine kavuşurken, Peygamber Efendimiz ona kucak açmış “hoş geldin” diyor.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim seni tarihe desem sığmazsın
Ey şehid! Oğlu şehit isteme benden makber
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber… Efendimiz Aleyhissâlatü Vesselâm, şehidliğin faziletiyle alakalı olarak bir başka hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor: “Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehîd böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.”
Dedelerimiz işte bu iman ve cihat şuuruyla, şehitliği insanın tasavvur edebileceği en üstün mertebe olarak kabul ettiler “Ölürsem şehîd kalırsam gazi olurum” îmânıyla, vatanını ve mukaddesâtını canları pahasına savundular. “Çanakkale’yi destanlaştıran, boğazı geçilmez yapan ruh, hangi ruhtur?” diye sormuştuk, bu soruya en güzel cevap, Bombasırtı vakasıdır.
Çanakkale Savaşı’nda can pazarının yaşandığı, makineli tüfeklerin yağmur gibi kurşun yağdırdığı, ölümün kaçınılmaz olduğu kanlı Bombasırtı vakasını, Çanakkale Harbinde ondokuzuncu tümen komutanı olan Yarbay Mustafa Kemal bakın nasıl anlatıyor: “Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgûl olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasına kâmilen düşüp şehîd oluyor. İkinci siperdekiler onların yerlerine geçiyor. Fakat ne kadar şayân-ı gıpta bir îtidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor, ama en ufak bir korku ve endişe göstermiyor; sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler ise kelime-i şehâdet getirerek yürüyorlar
Kaynak
Bu necip millet Çanakkale’de canını dişine takmış, âdeta etten ve kemikten kale kurarak dinini, vatanını, mukaddesatını korumuş ve dünya tarihine altın harflerle “Çanakkale geçilmez” diye yazdırmıştır.
Bu necip millet Çanakkale’de canını dişine takmış, âdeta etten ve kemikten kale kurarak dinini, vatanını, mukaddesatını korumuş ve dünya tarihine altın harflerle “Çanakkale geçilmez” diye yazdırmıştır. Dost düşman herkesin hayrete düştüğü bu kahramanlık destanını yazan ve Çanakkale’yi geçilmez yapan güç acaba nedir? Mehmetçiğin silahı mı moderndi, cephanesi mi çoktu, sayısı mı fazlaydı? Maalesef durum hiç de öyle değildi. Ülke olarak son derece fakirlik ve yoksulluk içindeydik, ordumuzun silahı, cephanesi ve teçhizatı son derece kısıtlıydı. Hatta bırakın silah ve cephaneyi, Mehmetçiğimiz yiyecek ekmeği ve giyecek elbiseyi dahi bulmakta güçlük çekiyordu. Oysa düşman ordusu böyle miydi? O günün şartlarına göre teknolojik bakımdan son derece gelişmiş ve modern silahlara sahiplerdi. Silahı ve cephanesi bizden kat kat fazlaydı. Dünyanın o güne kadar görmediği, top atsan işlemeyecek zırhlı gemiler icad etmişler ve Çanakkale’ye bu gemilerle gelmişlerdi. Öylesine mağrur ve mütekebbir halleri vardı ki, müstehzî bir tavırla “hiç kara askeri kullanmadan, üç günde Çanakkale boğazını geçeriz” diyorlardı. Ayrıca tüm bu teknolojik silah üstünlüğünün yanında, dünyanın her tarafından; Avustralya’sından tutun da, Kanada’sından, Yeni Zelanda’sına kadar pek çok ülkeden asker toplayıp Çanakkale’ye getirmişlerdi. Merhum Âkif’in dediği gibi:
Eski dünya yeni dünya bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi hakîkat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Avustralya ile beraber bakıyorsun Kanada.
Çehreler başka lisanlar, deriler rengârenk,
Sâde bir hâdise var ortada vahşetler denk
Kimi Hindû, kimi yamyam kimi bilmem ne belâ
Hani tâûna da züldür bu rezil istilâ.
Bu satırlar, o günkü durumu ne kadar da güzel gözler önüne seriyor. Evet, bu millet Çanakkale savaşında, bulaşıcı tâûn mikrobunu bile utandıracak böylesine rezil bir istilâ ile karşı karşıya kalmıştı. Dünyanın pek çok yerinden, hatta haritada bile yerini bulmakta zorlanacağımız ülkelerden asker toplayıp “Eski dünya yeni dünya bütün akvâm-ı beşer” topyekün birlik olup, bu Müslüman necip milleti yok etmeye, tarih sahnesinden silmeye âdeta and içmişlerdi. Peki, gerek askerî, gerekse teknolojik imkânlar bakımından, kıyâsı mümkün olmayacak kadar güçlü düşman ordusuna, Çanakkale Boğazı’nı mezar eden ve Çanakkale’yi geçilmez yapan ruh, acaba hangi ruhtu? Evet, ülkemizde yokluk vardı, fakirlik vardı, maddî imkânlarımız çok kısıtlıydı ama Çanakkale’de destan yazan o şanlı Mehmetçiğin yüreğinde dağlar gibi iman vardı. Allah’a güveniyor, Ona dayanıyor ve yardımını umuyordu. İstiklâl marşımızda da ifâde edildiği gibi
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
İşte Çanakkale zaferinin şifresi budur. O şanlı ecdadımız, iman dolu göğsünü düşmana siper etmiş, şehâdet arzusuyla cennet bahçesine girercesine ölüme atılmıştı. Ve cansız bedenleri teneşire konmadan, tabutlara girmeden, düşmana haram ettikleri vatan toprağına düşmüştü. Ama neticede, Çanakkale’ye adeta kan içmeye gelen o vampir İngiliz ve Fransız sürüsünün dişlerini, teker teker söküp Çanakkale’yi geçilmez yaptılar. Mevlâ Teâlâ hazretleri bir âyeti kerîmede: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilakis onlar Rableri katında diridirler (cennet nimetleriyle) rızıklanmaktadırlar.” (Ali İmran 169) buyurarak, kendi yolunda can veren, şehîd olan kullarının ölümsüz birer kahraman olduğunu ilan ediyor. Dolayısıyla buna îmân eden ve ölümde ölümsüzlüğü gören bir milletin önünde kim durabilir? Topun namlusunda cenneti gören bir ordu mağlup edilebilir mi?..
Ayrıca şehîd olan kimse ölüm acısı da duymaz. Zira Efendimiz bir hadîsi şeriflerinde buyuruyor ki: “Şehidin ölüm (darbesin)den duyduğu ızdırap, sizden birinin çimdikten duyduğu ızdırap kadardır.” Şehîd olarak can veren Allah’ın bahtiyar kullarına, acı yok, sızı yok, ızdırap yok!.. Yani, korkunç gürültüyle patlayan o bombanın ardından gelen şarapnel parçası üzerine düşünce, kol bir tarafa bacak bir tarafa gittiğinde, makineli tüfeğin mitralyözünden çıkan kurşunlar vücudu delik deşik ettiğinde, şehîd olan kimse hiç acı duymuyor. Günahlardan arınmış olarak, tertemiz bir şekilde Rabbisine kavuşurken, Peygamber Efendimiz ona kucak açmış “hoş geldin” diyor.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim seni tarihe desem sığmazsın
Ey şehid! Oğlu şehit isteme benden makber
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber… Efendimiz Aleyhissâlatü Vesselâm, şehidliğin faziletiyle alakalı olarak bir başka hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor: “Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehîd böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.”
Dedelerimiz işte bu iman ve cihat şuuruyla, şehitliği insanın tasavvur edebileceği en üstün mertebe olarak kabul ettiler “Ölürsem şehîd kalırsam gazi olurum” îmânıyla, vatanını ve mukaddesâtını canları pahasına savundular. “Çanakkale’yi destanlaştıran, boğazı geçilmez yapan ruh, hangi ruhtur?” diye sormuştuk, bu soruya en güzel cevap, Bombasırtı vakasıdır.
Çanakkale Savaşı’nda can pazarının yaşandığı, makineli tüfeklerin yağmur gibi kurşun yağdırdığı, ölümün kaçınılmaz olduğu kanlı Bombasırtı vakasını, Çanakkale Harbinde ondokuzuncu tümen komutanı olan Yarbay Mustafa Kemal bakın nasıl anlatıyor: “Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgûl olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasına kâmilen düşüp şehîd oluyor. İkinci siperdekiler onların yerlerine geçiyor. Fakat ne kadar şayân-ı gıpta bir îtidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor, ama en ufak bir korku ve endişe göstermiyor; sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler ise kelime-i şehâdet getirerek yürüyorlar
Kaynak