Bir arayışın kitabı: Başkasını Seviyorum

Bu konuyu okuyanlar

Asdasdasd12123123

Profesör
Katılım
4 Ekim 2008
Mesajlar
1,009
Reaksiyon puanı
6
Puanları
0
Ömer Özgüner, edebiyat dünyasına ilk adımını “Başkasını Seviyorum” ile attı. Kadın-erkek ilişkilerini, mutluluk-mutsuzluğu zaman zaman ironik bir dille anlatan Özgüner'e göre "Başkasını Seviyorum" bir arayış kitabı.

%C3%B6mer%20%C3%B6zg%C3%BCner2.hlarge.jpg


NTV Genel Yayın Yönetmeni Ömer Özgüner’in Doğan Kitap’tan çıkan 'Başkasını Seviyorum'u bir ilk roman. Özgüner bu ilk romanında büyük metropolde parlatıla parlatıla iyice aşınmış arzuların peşinden koşan, her seferinde, olup bitenden epey hırpalanmış ama yıkılmamış olarak çıkan kafası karışık bir erkeğin hikâyesini anlatıyor...

Edebiyat dünyasına hoşgeldiniz. Gelişiniz nasıl karşılandı?
Hoşbulduk... Edebiyat dünyasında bir karşılama olmadı henüz. Birkaç eleştiri yazısı çıktı, onlar da olumlu. Eskisi gibi Türkiye'de yaygın edebiyat kulübü yok. Eskiden olsa insan korkardı bir roman yazmaya. Çünkü hatırlarsın, Yazko döneminde falan bir kitap çıkacağı zaman onaylardan geçerdi. Benim gördüğüm, şimdi kitap çıkarmak demokratikleşti. Yani çok rahatlıkla başarılabiliyor. Dolayısıyla öyle çok aman aman bir şey olmadı. Tersine iyi bir ilgi oldu, başlangıç iyi geçti.

Kitap ilgi gördü, ilginin birçok nedeni var tabii. Hem benim içinde bulunduğum pozisyonum; başka bir işi yapıp bunu yapıyor olmak, haberci bir insanın bir roman, hele aşk romanı olarak algılanan bir romanı yazması ilgi çekiyor. O ilgiden kaynaklanan bir şöhret sandalına binme olayı var. Şaka tabii...

Hiç görmezden gelinmek gibi bir kaygı yaşadınız mı romanı yazarken ya da bitirince? Şu andaki olumlu geri dönüşler olmasaydı -ikinci bir romanı yazmaya başladığını söylediniz NTV’deki söyleşide- sonuç farklı olur muydu?
O karışık bir duygu. Bir yandan yazıyor insan, beğenen beğensin beğenmeyen beğenmesin diyor ama bir yandan da çıkınca bir tür aritmetik bir hesap başlıyor. Acaba okunuyor mu, okunacak mı, satar mı diye bir kaygı da başlıyor. Belki doymuş yazarlar da yoktur o. Benim için başlangıçta biraz önem arz ediyor sanki, okunuyor olmasından memnunum.

Cengiz Semercioğlu bugünkü yazısında kitabınızın en çok satanlarda ilk 9'a girdiğini yazdı. Siz de beşinci sırada dediniz. Söyleşi yayınlanana kadar dört kademe daha yukarıya çıkacak herhalde...
D&R’ın kendi sitesindeki bir veri o. Haftanın herhalde en çok okunanını yayınlıyorlar. Öyle bir 5 numara var, Türk romanları bölümünde. Ama bunlar çok büyük rakamlarla oluşmuş veriler değil. Çok net bilmiyorum ama ilk baskısı 3 bindi. Hızla siparişlerin tükendiği söyleniyor. Ama benim anladığım bu rakamlar bile büyük bir önem arz ediyor, yüksek bir rakam diye gözüküyor. Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye pek okumuyor.

HER KARAKTERDE BİRAZ BEN VARIM

Evet 10 yılda bir kitap okuyormuşuz. Bekir Yıldız’ın “Halkalı Köle” kitabı Yavuz’u evlilikten soğutmuş. Şimdi bu ne kadar sizin yargınız, ne kadar roman baş karakteri Yavuz’un... Siz kitabınızın okurlarda nasıl bir etki yaratmasını bekliyorsunuz?
Onu açma şansım olduğu için şanslı kabul diyorum kendimi. Üç şey var: İlk roman olduğu için ne kadar otobiyografik sorusu çıkıyor ortaya. Yani ana karakterin ne kadarı sensin? Samimi söyleyeyim; her karakterde biraz ben varım. Kadınlarda da varım. Gustave Flaubert’e sormuşlar, “Madame Bovary’deki karakterlerden hangisi sendin?” diye. ”Madame Bovary’dim demiş. Olayların kurgusunda hiç yokum. Ama hem bu tür tespitler beni bağlıyor. Türk romanına ilişkin yaptığım politizme ilişkin yaptığım beni bağlıyor, Yavuz’un duru hali beni bağlıyor. Yavuz’da çok Ömer var, ruh hali olarak ama olay olarak yok. Zaten adam 5 yıllık evli, ben evleneli iki ay oldu... Yani otobiyografik bir şey yok. Ama duygularda benzerlik yok dersem, o büyük yalan olur. Belki aşırı derecede benziyor olması bir samimiyet de yarattı diye düşünüyorum. Bu kadar samimi olamayabilirdi yoksa. Ben bir erkeğin bazı olaylar karşısındaki reaksiyonlarını gerçek olarak yazdım. Olayların gerçekliği değil, karakterin duyguları ve verdiği reaksiyonlar gerçek ve çoğu da bana yakın.

BASİT BİR HİKAYE ANLATMAK İSTEDİM

Kitabınızın nasıl bir etki yaratmasını bekliyorsunuz?
Özel bir beklentim yok. Ben basit bir hikaye anlatmak istedim. O basit hikayeyi de elimden geldiğince basit bir dille -eğer hissediliyorsa içine bir derinlik katarak- yani cümlelerim biraz kolay okunsun istedim. Kitap aksın istedim ama bir daha dönüp okuduklarında merak duygusundan uzaklaşıp ikinci kere okunduğunda kitapta başka şeyler bulunacağını düşünüyorum. Politika, bayağı bir gençlik anıları, Türkiye, dünya, değişim, teknoloji, kuşaklar arası çatışmalar...

%C3%B6mer%20%C3%B6zg%C3%BCner.standard.jpg


Yazarın mesaj kaygısı mı...
Direkt bir mesaj kaygısı değil. Ben sadece bu anlattığım aşk hikayesini de hayattaki her şey gibi birbiri ile ilişkili olduğunu düşünerek yazdım. Yaşanan çağdan, insanın yaşadığı çağdan etkilenmesinden kopmadım. O yüzden Yavuz birkaç şeyden oluşmuş bir karakter. Gençliğinde çok kötü bir dönemden geçmiş, fakirlikle yokluk arasında. Çok kötü arkadaş deneyiminden geçmiş, anneye bağlı bir değişlik insan tipi. Bu insan nasıl oluşuru anlatmaya çalıştım. Ama onu da merak uyandırmasını istediğim bir aşk ilişkisi üzerinden anlatmaya çalıştım.

Hepimiz tanıdığımız, kuvvetli, kadın haklarının bilincinde, yumurta bile pişirmekten aciz, kariyer hırsıyla yanıp tutuşan kadınlarla yaşamıştık. Yıllarca. Yaptığı vasat yemeğin ardından erkeği, “Hadi bulaşığı da sen yıka” eşitliğine çağıran kadınlardan sıdkımız sıyrılmıştı. Bütün yalanlarımıza rağmen aslında annelerimizi arıyorduk kadınlarda. (syf. 71)

Sevgili ile anne rolü çok birbirinden ayrılması gereken bir şey.

Şimdi ben diğer kadınlarla birlikte olanlar mutlu mudur diye soruyorum, siz birlikte olduğunuz kadında annenizi arıyorsunuz ama babanız için anneniz ideal eş, ideal sevgili miydi acaba? Sevgili ile anne rolleri karıştırılmıyor mu?
Tam doğru olan o. Sevgili ile anne rolü çok birbirinden ayrılması gereken bir şey. Şu bana bir yalan gibi geliyor. Londra’da da bulunduğum için biliyorum. Bir İngiliz ailesinde çocuk daha dört yaşındayken “doyduysan masadan kalk” sözüyle büyür. Dört yaşından itibaren anne artık çocuğa, “sen doydun artık, masadan kalk” der. Birey olma süreci başka türlü işler. Bizde düşünsenize insanlar belli bir yaşa belli bir mevkiye gelmiştir, ama hâlâ annemin böreği, annemin bilmem nesi gibi diye sayıklar... Bu zamanda Türkiye'deki kadın -erkek ilişkilerinde bir eşitlik olduğunu, ama o eşitlikten erkeklerin çok da mutlu olmadığını anlatmaya çalıştım. Mutlu gibi gözükebilir. Eşine yardım etmekten bahsetmiyorum, hayatın bütünü için bu tür pozisyonlandırmaktan bahsediyorum. “Tabak kaldır”dan ziyade, bütün hayatın eşitlenmesinden bahsediyorum.

AKSİNİ DÜŞÜNEN KADINLAR YANILIYOR
Gene de Türkiye'de yaygın olarak erkeklerin maddi manevi entelektüel düzeyleri ne olursa olsun, biraz da kadınlardan beklentisinin böyle olduğunu düşünüyorum. Aksini düşünen kadınlar yanılıyor. Bak işte tabağı kaldırdı, yemeği benimle yaptı ama adam içten içe başka şeyler peşinde.

BİR ARAYIŞIN KİTABI

Çok iyi yemek yapan ama yine de eşitlik, kariyer kaygısı olan kadınlar, tırnak içinde “mükemmel kadınlar” olduklarında da erkeklerin tepkileri değişir mi sizce?
Yine aynı olabilir. Zaten benim kitabım bir arayışın kitabı. Tutar tutmaz ayrı, benim kahramanım hayatında her şeyi arayan biri. Durup dururken tekne alacak kadar... Arabası ile çok mutlu. Evi var. Bir karısı var, bir metresi var, çok güzel gidiyor ama bir yandan da mutsuz yani kronik bir mutsuzluk. Daha çok kendi ile hesaplaşan biri zaten. Ve mutsuz. Bunu çok önemli görüyorum ve belli bir yaşı aşmış, belli bir doygunluğa erişmiş insanlarda bu mutsuzluğun çok gelişkin olduğunu görüyorum. Her şeyi var ama bir şey eksik. Neyin eksik olduğunu bilmiyor. O yüzden ev alıyor, başka araba alıyor, başka kadın arıyor, başka şey arıyor. Arıyor, arıyor... Bir arama, çağımızın insanının derdi. Birden raftingçi oluyor, birden sörfe başlıyor Mumbai’ye gidiyor... Bu tür şeyler olduğunu düşünüyorum.

“Kur yapmaya mecbur erkek kalmış mıdır sahi?” diyorsunuz romanda. Bu çok acımasız bir soru…
Zaman zaman belli bölümlerin biraz abartıldığını kabul edelim ama mesela bizim yetiştiğimiz devire göre artık birlikte olmalar o kadar özen gerektirmeyebiliyor. Genellemeyeyim ama çoğaldığını görebiliyorsunuz. Çıksanız Beyoğlu’nda bir rock bara, o gece tanışan insanlar birbirlerine hiçbir şey anlatmadan etmeden, kısa zamanda yol alabiliyorlar. Orada temel nokta, o değişimi göstermek. Eskiden bu bir süreç işiydi. Pastaneye gidilmesi, limonata içilmesi, el ele tutuşulması... İyilikten kötülükten bağımsız bir durum tespiti diyelim buna.

ROMANIN BİR İSTATİSTİK ÇOĞUNLUĞU ANLATMIYOR BELKİ...

Benim gözlemime göre de tam tersi bir ilişkisizlik var, kadınlarda da erkeklerde de.
Düzgün erkek arıyor kadınlar. Bir yandan, özellikle kadınlar, belli bir evreden sonra hayatlarını farklı sorguluyor. Belli yaştan sonra özellikle kadınlar tamam daha çok aşk heyecan istiyorlar, bir süre sonra daha güven duyabilecekleri, evlenebilecekleri insan arıyorlar. İşte son yıllarda Türkiye'de evlenme yaşı 30’ların üstüne çıkmış. 20 yaşına geldiğinde bizim memlekette “kız kurusu” derlerdi, şimdi evlenme yaşı 30’un üstüne çıktı. Şimdi insanlar hem böyle insanları bulamıyorlar, çok yıpranmış ilişkiler yaşıyorlar, hem de dediğin gibi daha hızlı bir ilişki türü var. Bunlar aynı anda aynı ülkede yaşanıyor, bin türlü şeyin yaşandığı gibi.
Benim romanım bir istatistik çoğunluğu anlatmıyor belki, 10 kişiyi ilgilendiriyor, bilmiyorum. Belki bir kişinin başına geldi, onu da bilmiyorum. Ama zaten gelebilirlik üzerine. Zaten roman çoğunun başına gelecekse, benim onu yazmama gerek yok.

Devamı Burda

Kaynak
 
Üst