- Katılım
- 29 Haziran 2007
- Mesajlar
- 64,455
- Reaksiyon puanı
- 530
- Puanları
- 0

Kuran-ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır: Ey iman edenler! Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allahın ve Resûlünün önüne geçmeyin. (Hucurât, 49/1) Allahın önüne geçmeme, Onun emirlerine muhalefet etmeme anlamına gelmektedir. Burada Zât-ı Uluhiyetin ismi tazimen zikredilmiştir.
Resûlünün önüne geçmeyin emri ise, Onunla yürürken, namaz kılarken, söz söylemede, işe karışmada, fikrinizi ileri sürme gibi hayatın değişik ünitelerinde Onun önünde olmayın anlamına gelmektedir. Zira O, müracaat edilecek bir zat ve bir merkezdir. Herkes Ona müracaat eder ve Ondan aldığı nurlarla aydınlığa kavuşur. Bu yönüyle de o bir mercidir. Herkes kovasını Ondan doldurur ve Onun (sallallahu aleyhi ve sellem), kovasını kimseden doldurmaya ihtiyacı yoktur.
O bir fikir membaıdır; herkes Ondan fikir alır ve Onun kimseden fikir almaya ihtiyacı yoktur. O, tenezzülen başkalarıyla meşveret etmişse, siz de meşveret edin! manasına bize meşveret yolunu göstermiştir. Hâsılı, Cenab-ı Hak (celle celaluhu), hiçbir hususta müminlerin Allah Resûlünün önüne geçmemelerini istemektedir.
Sahabe Anlayışı
Bir sonraki ayette bir hamle daha ileriye gidilerek, Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir. (Hucurât, 49/2) buyurulmaktadır. Bu ayet nazil olunca, ashabdan Hz. Sâbit b. Kays b. Şemmas çok etkilenmişti. Zira o, çok tok sesli bir insandı. Muharebe meydanlarında nâra attığı zaman düşmanın içine velvele salardı. Hz. Sâbit bu denli civanmert, babayiğit ve cesur olması ölçüsünde aynı zamanda bir o kadar da edep abidesi ve Allah Resûlünün huzurunda kendisine teklif edilen edep karşısında yüzü yerde ve mütevazı bir insandı. İşte o, bu ayetin nazil olmasından sonra etrafta pek görünmez oldu. Aynı zamanda kısa bir süre mescide de gelmedi. Bunun farkına varan Efendimiz, Hz. Sâbitin nerede olduğunu sordu. Orada bulunan sahabilerden birisi:
Ya Rasûlallah! Ben onun yerini biliyorum! dedi ve gidip evinde onu oturmuş, başı önde ağlıyor vaziyette buldu. Bunun üzerine,
Neyin var, niye ağlıyorsun? diye sordu. Hz. Sâbit,
-Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin- ayeti nazil oldu. Ben ne kadar kısarsam kısayım yine de sesim Allah Resûlünün sesinden yüksek çıkıyor. Korkuyorum, amellerim boşa gider ve cehennemlik olurum. dedi. Sahabi, Hz. Sâbitin bu sözlerini işitince doğru Aleyhissalâtu vesselâma geldi ve durumu haber verdi. Bunun üzerine Efendimiz şunları söyledi: Ona git ve şöyle de: Sen cehennemlik değil, cennetliksin! (Buhari)
Biz Bu İşin Neresindeyiz?
Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı Ashab-ı kiram, edebini ayarlarken ve kendisini akord ederken hep böyle davranmaktaydı. Bilmem ki bizler de ulemâ, fudalâ ve evliyaya karşı bu şeylerin farkında mıyız? Ulema, Onun dava-i nübüvvetini verâset yoluyla ihlas ve samimiyetle temsil eder ve bu cihetle emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker yaparlar; Fudalâ ve sulehâ-i ümmet, Efendimizin ubudiyet cihetini; veliler ise Onun velâyetini ve mana yönünü temsil ederler. Herkes Cenab-ı Hakkın yaktığı o meşaleden farklı şekilde istifade eder ve Ona ait bir güzelliği sergiler.
Burada hemen şunu ifade etmeliyim ki, Allah Resûlüne gösterilmesi gerekli olan saygı ve sevginin bu insanlara da gösterilmesi mevzuunda hiç kimsenin tereddüdü olmamalı. Zira Efendimizin hayat-ı seniyyelerine ait olan esaslar, aynı zamanda bizim hayatımızı düzenleme ve tanzim etme bakımından birer rehber ve misaldir; ancak şu husus da göz ardı edilmemelidir: Efendimiz, hayâ ve edebinden kendi şahsına karşı hiçbir zaman saygı ve hürmet gösterilmesini istememiştir. Vakıa, bazı konularda yer yer rahatsız olduğu da olmuştur. Bir yere gittiği zaman orada bulunan Ashab, saygıları gereği ayağa kalkarlardı, fakat O, katiyen bunu istemezdi. Busayri, Allah Rasûlünün mucizeleri büyüklük bakımından kadr u kıymetine uygun mertebede olsaydı, Onun mübarek adı anıldığında tamamen çürümüş kemikler dahi dirilir ve ayağa kalkardı. der. Kemikler bile ayağa kalkıyorsa, insanlar da Ona ayağa kalkmalıdırlar.
Süleyman Çelebinin mevlidini okurken Doğdu ol saatte ifadeleri geçtiğinde bizler de bir saygı ifadesi olarak ayağa kalkar ve Hoş geldin ya Resûlallah deriz. Gerçi Allah Resûlü, Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi bana ayağa kalkmayın. diyordu ama büyüğe düşen büyüklüktür, bize düşen ise ayağa kalkmaktır.
Buradan hareketle ulemâ, sulehâ ve evliyaya düşen vazife, şahıslarına karşı etraftan tazim beklentisi içine girmemeleridir. Ancak onların etrafında bulunan ve onların feyizli derslerinden istifade eden, onlarla rezonans olan ve içleri aydınlığa kavuşan kimselere düşen vazife de bu büyüklere karşı tazimkâr olmaktır. Her şeyden evvel bu bir kadirşinaslık borcudur.
Biz edebi Efendimizden öğrendik. O edep sultanının edebinin kaynağı ise Hz. Aişe validemizin ifadesi ile Kurandır. Ondan Allah Resulünün ahlâkını anlatmaları istendiğinde Hz. Aişe validemiz, Siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kurandır. demişti.
ÖZETLE:
1- Hucurât Sûresinde geçtiği gibi Allah (celle celaluhu), hiçbir hususta müminlerin Allah Resûlünün önüne geçmemelerini istemektedir.
2- Efendimize gösterilmesi gerekli olan saygı ve sevginin büyük zatlara da gösterilmesi mevzuunda kimsenin tereddüdü olmamalıdır.
3- Büyüklere düşen vazife, şahıslarına karşı tazim beklentisi içine girmemeleridir. Etrafındakilere düşen ise onlara karşı tazimkâr olmaktır.
Zaman