İslam'ı İşte Böyle Kirlettiniz.!

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Güzel diyenler ne ders çıkardı da güzel dedi merak ediyorum!!!

Bu Fıkra diye anlatılsa yine güzel diyeceklerdi eminim ki!!!

Burada Anlatılmak istenen ne?

İslam nasıl kirletilmiş?

Kaldı ki ALlah'ın dini olan İslam'ı kirletmeye kimin gücü yeter?

Onlar sadece kendilerini kirletirler İslam Tertemiz Ortadadır...

kirli olan günahlar içindeki günahkarlardır, onlar da içten bir pişmanlıkla ettikleri tövbe ile tertemiz olurlar!!!

Odatv gibi yayınları ile ne oldukları aşikar bir grubun İslam Hakkında Yazdıkları şüpheyle yaklaşılması gereken yazılardır...

Zira Nice Papazlar tarih boyunca İmam Kılığına girip İslam coğrafyasında İslam'ı bozmaya çalışmışlardır...

Odatv nin de İslam hakkında yazdıkları, İslam'ın hizmetinde değil aksine İslam'ın karşısında yazılardır...

Yukarıda arkadaşların da bahsettiği gibi yazıda mantıksız tutarsızlıklar ve İslam hakkında cehaleti ortaya seren ipuçları bulmak mümkündür...

İslam'ı bilmeyen bir kişinin İslam'ın nasıl kirletildiğine dair yazı yazarak neyi temizleyip yerine ne ikame etmeye çalıştığı baştan sona şüphelidir...

Kardeşim ne güzel ifade etmiş.
İslam dini Efendimiz[sav]in nuru ile başlayıp Adem [as]ile devam eden yine Efendimiz[sav]nin hatem-ül enbiya olarak gönderilmesiyle kıyamete değin devam edecek din dir.Yani dünya kuruluşundan bu yana tek din gelmiştir oda islamiyettir.Hanif tir temizdir kirlenen sefillerin ta kendisidir.
İmam-ı azam lakabı sadece Ebu Hanife hazretlerine aittir.Bu yazıyı yayınlayan odatv sefillikte bir adım öteye gidip bir taşla iki kuş vurmak istemiş hem islamı hemde mezhep imamızı lekelemek istemiştir.

Ben hatalı olarak kendimi ve islam ağırlıklı kardeşlerimi görüyorum.Demekki tanıtamamışız anlatamamışız .
şimdi başlıyoruz eksiklerimizi tamamlıyalım
Bismillahirrahmanirrahim
İmam-ı Azam Ebu hanife hz.hayatı

print.gif
ÖNSÖZ




Âlemlerin Rabbı olan Allah´tı Teâlâ´ya hamd ederiz. Peygam­berimiz Hazret-i Muhammed´e, Onun âl ve Ashabına salât ü selâm olsun.

İslâm Fıkhının yüksek tedrisatı kısmında bu sene İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe Hazretlerini seçtim. Onun hayatım, hukuk gö­rüşünü ve fıkıh usulünü inceledim.

Cenâb-i Hakk´ın bu büyük fakîhe, değerli hukukçuya bahşet­miş olduğu güzel sıfatları ve Özellikleri gösterir bir şekilde okuyu­culara onu doğru ve sahih olarak tanıtacak bir surette takdim edebilmek İçin, onun şahsiyetini tanıyıp kendisini ve fikirlerini an­lamak amaciyle hayatını İncelemeğe koyuldum. Ondan rivayet olu-nagelen akaide dair düşüncelerden fetvalardan ve kıyaslardan bir netice çıkarmağa çalıştım. Gerçekten tarih ve menakıb kitapların­dan o büyük imamın hayatını sahih bir suretini çıkarmak İçin yol hazır ve İşlek değildi." Çünkü Ebû Hanîfe´nin mezhebine tâbi olan­lar onu medh ve senada çok İleri gittikleri gibi onu bir fakîh ve müctehîd derecesinden daha yukarı çıkarmışlardır. Onun aleyhin­de bulunanlar da ölçüsüz konuşmuşlar, onu ırzı ve Jini tecavüz­den masun obuası gereken bir Müslüman mertebesinden indirmek istemişlerdir.

Mübalâğalı bir tarzda kusur ve meziyet değil de ancak haki­kati bulmak İsteyen araştırıcının aklı ona hücum edenlerle medih de ileri gidenlerin arasında hayretle şaşırıp kalmaktadır. Bu hayretten kurtulabilmek İçin çok gayret sarf etmesi ve yorulması gerekiyor; Eğer doğru ve sahih bir suret elde edebilirse bu onun yorgunluğunu giderecek ve bu gayretlerinin mükâfatı olacaktır.

Ben onun hayatının üzerinden perdeleri kaldırdığımı, onu sa­ran gölgeleri silip ışıkları açtığımı zannediyorum. Bu uğurda çalışırken onun yaşadığı çağı anlattım, oha çağdaş olan meşhur fakîh-lerî etraflıca zikrettim. Zira İmâm-ı A´zam´ın onlarla münakaşalar yaptığı, savaştığı muhakkaktır. Aralarında fikir tartışmaları,, karşılıklı cevaplaşmalar olurdu. Bunları zikretmekle onun ruhuna, düşünce tarzını açıklamak ve çağdaşları İle aralarındaki fikir müna­kaşalarını belirtmek istedim.

Bundan sonra onun siyasî kanaati ve dinî akidesi hakkında İncelemelere koyuldum. Çünkü bu büyük mütefekkiri bütün fikir cephelerinden inceleyebilmek İçin behemehar böyle yapmamız lâ­zımdı. Zira onun siyasî düşüncelerinin, hayattaki tutumu üzerinde tesiri olmuştur. Bu cepheyi İhmâl etmek, şahsı ve hayatı, kalbi ve fikri ile çok sıkı bir şekilde bağlı olan bir tarafını İhmâl etmek olur.

Onun dinî akidelerine, İnançlarına gelince, bunlar o asra hâ­kim olan görüşlerin Özü demektir. Yalan yanlış şeylerden, haddi tecavüzden kurtulan kimselerin berrak ve temiz kanaatlarıdir. Bunlar Müslüman cemâatinin, ehl-İ sünnetini sahih ve doğru İnanç­larının bir ifadesidir. Dinin özü, yakînen İmanı ruhu bunlardır.

Bu saydıklarımızdan doğru ve özlü bir hülâsaya vardıktan sonra İmamın fıkhını İncelemeye başladık ki, bu incelemelerden, asıl maksat ve birinci gaye zaten budur. Bu İşe evvelâ: Hüküm çı­karırken mukayyet olduğu umumî usulleri, fıkıhtaki metodunu be­yan etmekle başladık. Zira bunlar, onun ahkâmda açtığı çığırı, iç-tihad yolunu gösterir. Bu hususta Hanefiyyenln yazdıkları usulle­re İtinıad ettik ki, bunlarda muteber tuttukları senetleri ve onla­rın Ebû Hanîfe´ye isnadı yollarını zikrederler. Bunları uzun boylu tafsilâta dalmadan kısaca anlattık. Hanefiyye´nin zikrettikleri usûl ve esasların hepsini beyan etmeğe girişmedik. Çünkü bunların İçin­de öyleleri var ki, onu çıkaranlar, İmâmı A´zam´a, ve arkadaşları­na ne suretle nisbet edildiğinin senedini zikretmemislerdir. Bun­lar müteahhlrinin [1] İçtihadıdır, mütekaddimîne[2] mensup sa­yılamaz.

tşte böylece asıl maksadımız olan Ebû Hamfe´nin usul ve me­todunu tanıyıp beyan ettikten sonra, bâzı füru1 mes´elelerini ince­lemeye kovulduk. Çünkü bunlardaki görüşler, onun şahsını ve ha­yatını bütün inceliğiyle göstermektedir. Meselâ İnsanın mâlik ol­duğu ve elinin altında bulunan mallarında tasarrufuna dair olan fıkıh bablan, İnsan iradesinin hürriyetiyle alâkadardır; ticaret ve tacirlerle İlgili fıkıh bölümleri murabaha, tevliyet, selem bölümleri hep bu kabildendir. Biz bu bölümleri geniş geniş anlatacak değiliz. Yalnız şu kadarım söyliyeceğiz ki, Ebû Hanîfe´nin aklî muhakeme­de hürriyetini, ticaret emniyetini, anlayışını, pazar, borsa mes´ele-

lerini kavrayışım onlardan anlamak kabil olacaktır. Onun arzusu ve gayesi ticaret namusu ve emniyetini sağlamaktır. Ticarette ge­çer mal, emniyet ve ticarî itibar ve İtimattır.

Ulemâ, hîle-i şer´iyyeler hakkında ilk konuşan Ebû Hatıîfe ol­duğunu söylerler. Onun için bu hususta onun, görüşünü açıkça bil­dirmek, söylediklerinin hakikatini beyan etmek İcabediyordu. On­dan naklolunanlarîa ona nisbet olunanlar arasında bir mukayese yapmak gerekiyordu.

Bütün bu saydığımız usul ve füru´da İmâm-ı A´zam´ın görüş­leri ve düşünce tarzı, onunla arkadaşları arasındaki bazı ihtilâfları zikretmekle daha İyi görünüp meydana çıkacaktı. Onun için bâzı İhtilaflı meseleleri getirdik. Zîra ihtilâfı açıklamakla İhtilâfa dü­şen iki tarafın düşünce tarzları daha iyi belirtilir, tuttukları yol ay­dınlatılmış olur.

Bu araştırma ve İncelemelerimizle bu parlak ilim zekâsının değerini gösteren neticeye ulaştıktan sonra, bahsi tamamlamak İçin İmâm-ı A´zam´ın bırakmış olduğu büyük fikir servetinde, İlim mirasında onun mezhebine tâbi olanların, ondan sonra nasıl ça­lıştıklarını beyan etmek İstedik. Hakikaten sonraki nesiller ne yap­tılar, bunlar muhtelif örflerle nasıl karşılaştılar. Onun metoduna göre mes´ele çıkarmaları (tahric), umumî kaidelerinin hüküm çı­karmağa uygunluğu ve elverişli olduğu, tahriç yapanların, İslâmî usulden ayrıl mıyarak Kitap ve Sünnetin gösterdiği doğru yolu mu­hafaza etmekle beraber, zamanın icaplarını güzel kavrayıp göz-önünde tuttukları belirtildi.

Burada şu hakikati İkrar etmeliyiz ki, bütün bunları yaparken Cenâb-i Hakk´uı tevfîkmi diledik. Eğer Allah´ın tevfîkı olmazsa ga­yeye varamaz, hedefe ulaşanlayız. İnayet ve tevfıkıyle bize yardım etmesini Yüce Tann´dan niyaz eyleriz.

«Yolun doğrusunu gösteren Allah´tır.»[3]



Zilka´de 1364 - Kasım 1945



MUHAMMED EBÛ ZEHRA
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ



İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hakkında Türkçe böyle mufassal bir eser yazılmış değildir. Onun için. Diyanet İşleri Başkanlığı ta­rafından[1] bu kitabın tercümesi teklif olununca bunu tereddüt­süz kabul ettim ve eseri seve seve dilimize çevirdim.

Müellif, eserini kendi önsözüyle okuyucularına takdim et­miştir. Bana, onun söylediklerine ilâve edecek bir şey kalmamıştır.

Tercümede metne sadık kaldım. Ancak her ilmin özel terim­leri olduğundan bu eserde de fıkıh terimleri aynen muhafaza edil­miştir, selem, istisna´, istlshab gibi tabirler kullanılmıştır. Mev­zuun münasebeti icabı Usül-i Fıkıh ve Hadîs bahislerine temas edil­miş, bu ilimlerin terimleri aynen muhafaza edilmiştir. Bu terimlere alışık olmıyanlara bunlar me´nûs gelmeyebilir. Fakat ben, onları aynen yazmaktan başka ne yapabilirdim

Eserin aslında bahislerin ve bendlerin başına birer rakam kon­muş fakat başlık yoktu. Fasıllara da bölünmemişti. Ben, kolaylık olsun diye rakamları muhafaza etmekle beraber hepsine o bahisle ilgili birer başlık koydum. Böylelikle eser pek sıkıcı olmadı sanı­rım. -

Garpta İslâm Hukukuyla meşgul olanlar günden güne art­maktadır. Bizim de bu konuyu etrafiyle tanımamız her bakımdan lâzımdır.

İslâm Hukukunu incelemek isteyenler için Hanefî Fıkhı en-.gin bir deniz gibidir. Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh uleması, ne sağlam kai­deler kurmuşlar, ne çetin bahislere dalmışlar; bunları öğrenmek isteyenler. Fıkıh eserlerini mütalâa etmelidir. Ebû Hanîfe bu ba­hislerin merkezini teşkil eder. O, bunların ortasında bir şahika gi­bi yükselmektedir.

Bu eser yalnız o devrin fıkhına ve sade Ebû Hanîfe´nin haya­tına ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda İslâm hukukunu, Fıkıh tarihini ve İslâmda fikir cereyanlarım da aydınlatıyor. Bu itibarla gayet mühim bir boşluğu doldurmakta ve günden güne kendini sezdiren bir ihtiyacı karşılamaktadır.



17 Temmuz 1959



Osman KESKÎOĞLU









--------------------------------------------------------------------------------

[1] Birinci baskı, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılmıştır.
GİRİŞ



1- Ebû Hanîfe Hakkında Söylenenler


Şahabedin Ahmed b. Hacer Heysemî, Hayrat´ul-Hisan adlı ki­tabında şöyle diyor: «Bir adamın hakkında insanların birine aykı­rı iki zümreye ayrılması, o adamın şeref ve mevkiinin yüksekliği­ni gösterir. Bakınız Hz. Ali hakkında nasıl oldu: Onun uğrunda iki zümre helake maruz kalmıştır: Aşın derecede sevmekte ifrata dü­şenler, ona düşmanlıkta ileri gidenler...»

Çok doğru olan bu söz, îmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´ye de tıpa­tıp uymaktadır. Çünkü bazı insanlar ona taraftarlıkta o kadar ile­ri gitmişlerdir ki, onu peygamberler mertebesine yaklaştırdılar. Tevrat´ın onu müjdelediğini iddiaya kalkışmışlar. Hz. Muhammed (A.S.) onun ismini zikretmiş ve ümmetinin çırağı olduğunu haber vermiş, dediler. Ona Öyle sıfatlar ve menkıbeler uydurdular ki, onun mertebesini aştılar, derecesini geçtiler. Bâzı kimseler de ona hücumda ileri gittiler. Zındıklık, ana caddeden ayrılmak, dini if­sat etmek, Sünneti bırakmak, hattâ Sünneti bozmak gibi isnadlar-da bulundular. Sıhhatsiz, delilsiz fet\â veriyor dediler. Bu hücum­larında ma´kul tenkit haddini aştılar, bu görüşleri bir araştırma­ya ve incelemeye asla dayanmıyordu. Bu gibiler delilsiz ve ted-kiksiz rastgele tezyif etmekle kalmadılar, düşmanlıkta o kadar ile­ri gittiler ki, oriun şahsına, dinine ve îmanına bile ta´n ile hücum ettiler. .


2- Bu Hücumlar Neden Îlerî Geliyordu


Bunlar îmâm-ı A´zam Hazretleri sağken oluyordu. O, kendisi­ne arzolunan mese´le hakkında bir hüküm ve karara varmak için talebeleriyle ilim halkalarında müzakere yaparak tahriç ettiği Ha­dîsleri vazettiği kıyas ve kaideleri için uğraşıp, düzgün kıyaslar, uygun içtihatlar için üzerine hüküm kılınacağı illet ve sebepleri beyan edip dururken böyle yapılıyordu!

Onun hakkında bu ihtilâflar acaba neden ileri geliyordu. Bu­nun sebepleri ne idi İleride yeri gelince bu bahse temas edeceğiz. Ancak bur da o sebeplerden birini, diğerlerinin esası sayılabilecek olanını hemen açıklıyalım ki, o da şudur: Ebû Hanîfe hâiz ol­duğu şahsî nüfuz ve ilmî kudreti ile fıkha öyle bir istikamet verdi ki, bu ders halkasının hudutlarını aştı, hattâ kendi muhitini geçe­rek diğer îslâm ülkelerine yayıldı, islâm devletinin .birçok yerlerinde onun görüşünden ve düşüncelerinden bahsedilir oldu. Bun­lar muvafık, muhalif herkesçe duyuldu. Muhalif olan beğenmiyor­du, muvafık olan ona taraftar çıkıyordu. Yalnız naslara bağlanıp başka şeye bakmıyan birinci grubu muhalifler, dinde re´y ve kıya­sı mutlak olarak bid´at sayıyorlar, bunları şiddetle inkâr ediyor­lardı. Çok defalar vera´ ve takva sahibi olan o büyük imâmın kail olmadığı şeyleri onun görüşü hilâfına dahi olsa, öyle imiş gibi he­sap edip ona ezbere hücum ediyorlar, delilini ve söyleyenini bil­meden, bîd´at görüşü diye dil uzatıyorlardı. Belki de îmâm-ı A´zam´ı görseler, onun delilini ne veçhile olduğunu bilseler, hücum eden bu keskin diller biraz hafiflerdi. Hattâ belki onu takdir edip ona muvafakat ederlerdi. Bu hususta şunu rivayet ederler: Ebû Hanîfe ile çağdaş olan Suriye´li fakîh Evzâî bir defa Abdullah b. Mübârek´e sordu:

Kûfe´de çıkan ve Ebû Hanîfe denen bu bid´atçı kimdir

İbni Mübarek buna cevap vermedi. Yalnız gayet ince ve müşkil bâzı mes´eleleri ortaya atıp onların anlaşıhş tarzını, fetvalarını arzetti. Evzâî´nin bunlar hoşuna gitti ve:

Bu fetvaları veren kim diye sordu. O da :

Irak´ta gördüğüm bir üstad, dedi. Evzâî:

Bu, üstadlarm en şereflisi; git, onunla çokça görüş, dedi. O zaman îbn-i Mübarek:

İşte Ebû Hanîfe budur, cevabını verdi.

Sonraları Ebû Hanîfe ile Evzâî Mekke´de buluştular, görüştü­ler. İbni Mübârek´in zikrettiği bâzı mes´eleleri müzakere, müba-hase ettiler. Ebû Hanîfe onlar hakkındaki görüşünü açıkladı. Ay­rıldıktan sonra Evzâî, Abdullah b . Mübârek´e : «Doğrusu ben, bu zatın ilminin çokluğuna, aklının üstünlüğüne hayran kaldım. Ona gıpta ettim. Allah´tan af dilerim, ben onun hakkında gayet yanılı­yormuşum. Sen -ondan ayrılma, o bana eriştirdiklerinden çok bambaşka imiş» [1]dedi.

Ebû Hanîfe Hazretleri, kuvvetli şahsiyeti, derin tesiri, geniş nüfuzu ile beraber aynı zamanda fetva verme ve hüküm çıkarmada,

Hadîsleri anlama ve onlardan ahkâm alma hususunda yeni bir tarz ve buluş sahibiydi. Bu usulünü talebeleri arasında olduğu gibi on-larîa görüşenler içinde de otuz seneden fazla bir müddet yaymağa gayret etti. Böyle bîr durumda olan kimse elbette ki, acı tenkidlere hedef olacaktır, hattâ şahsına hücumlar yöneltilecek, görüşleri tez­yif olunacak »aleyhinde bulunanlar çıkacaktır.


3 - Haksız Hücumlara Karşı Onu Müdafaa Edenler


Hicretin dördüncü asrında, mezhep taassuplarının alıp yürüdü­ğü ve fıkıh âdeta bir mezhebe şiddetle taraftar olanlar arasında mücadeleden ibaret sanıldığı devirlerde, Ebû Hanîfe´nin taraftar­ları ile karşı taraf arasında münazaa ve münakaşalar çok artmıştır. ( Bunun için evlerde, camilerde münazaralar yapılırdı. Hattâ bir ma­tem toplantısında bile fıkıh münazaraları ve mezhebler etrafında münakaşalar cereyan ederdi. Herkes imamım müdafaa eder, ona taraftar çıkardı. îşte bu asırda imamların menkıbeleri toplanıp menâkıb kitapları yazıldı. Bunlarda herkes kendi imamını bol bol medh u senada bulundu, diğerlerine ait satırları hücumla doldurdu.

Bu mücadeleler, bilhassa Hanefîîerle Şafîîler arasında pek şid­detli oluyordu. Onun için. bu iki imam, Ebû Hanîfe ve Şafii , acı hü­cumlara hedef oldular. Taraftarları ise, her ikisine de, imamların kendilerinin asla arzu etmedikleri, hattâ Allah huzurunda onlardan teberrî edecekleri bâzı meziyetler ve sıfatlar yakıştırdılar.

Ebû Hanîfe Hazretleri, en fazla hücuma hedef olmuştu. Çün­kü onun re´y ve kıyası çokça kullanması; Hadîs hakkındaki bilgi­si, takvası hüküm vermesi ve sair hususlarda ona hücum için açık bir gedik olarak kullanılıyordu.´ Koyu mezhebci mutaassıplar ona atmadık ok bırakmadılar, hücumda hak ve insafı bir yana bırakıp hiçbir şeyden çekinmediler. Hattâ Safirlerden bir kısmı, işin bu kadar ileri gitmesini hoş görmediler. Bunu vebali mucip gördüler, hak yoldan sapma saydılar. İçlerinden Ebû Hanîfe hakkında insafı elden bırakmıyanlar çıktı. Ebû Hanîfe´nin güzel menâkıbı hakkın­da eserler yazanlar ve Şafiîlerden, fazla taassup gösterenlere cevap verenler oldu. Meselâ görüyoruz ki, Şafiî olduğu halde Celâleddin Süyutı ortaya çıkıyor ve (Tebyiz´us-Sahife fî Menakıbîl İmam Ebî Hanîfe) adlı bir eser yazıyor.. Yine Safi mezhebinde olan Sabahad-din Ahmed b, Hacer Heysemî Mekkî ,(E1-Hayrat´ul-Hisan fî Menâ-kıb´ıl-îmâmil A´zam Ebî Hanîfe Numan) unvanı kitabını kaleme alıyor. Yine .görüyoruz ki, tmam Şa´ranî, (Mîzan) adlı eserinde Ebû Hanîfe´den sitayişle bahsediyor ,onu müdafaa eyliyor. Onun mes´ele alıp hüküm çıkarma yolunun doğruluğunu-açıklıyor (Ta-bakât) ırida onun evliyaullahtan olduğunu, velayet mertebesine erenlerden bulunduğunu söylüyor.


4 - Hakikati Meydana Çıkarma Güçlüğü


Görülüyor ki, Ebû Hânîfe hakkında yazacak olan muharririn önünde yol açık ve işlek değil. Olaylar karışık bir halde. Tıpkı top­rak içinde bir yığın halinde bulunan maden cevherleri gibi. Cevheri topraktan ayırabilmek için potada eritmek lâzım, sonra bu eritme ameliyesi de çok karışık, ayrılan cevherler etrafa parça parça sa­çılmış bir halde darma dağınık. Birbirine uygun bir halde sıralanr mış bir fikir vahdeti halinde değil. O dağınık parçaları bir araya getirmek lâzım. Tâ ki, o şahsın akit, ruhu, hüküm verirle metodu, talebelerine telkin ettiği görüşlerinin ne olduğu açıkça meydana çıkabilsin.

Menakıp kitapları pek çok. Fakat bu çokluk hedefe götürüyor yolu aydınlatıyor demek değildir. Zira bunlar mübalâğaların hâ­kim olduğu haberlerden ibarettir. Bunlarda mübalâğadan hâli olanlar hemen yok gibi. Doğru ve sağlam olanı çürüğünden ayıra­bilmek için doğru tenkid ölçülerine ihtiyaç vardır. Bunlardaki ha­berler ne toptan reddolunur, ne de toptan kabul edilir. Çünkü, iç­lerinde doğru olan da var, olmıyan da var. Doğruyu ayırabilmek için tetkik süzgecinden´ geçirmek lâzım. Bu durumda biz hâkime benzeriz. Hâkim´ mahkemede hâdiseyi gören beş şahidi dinliyor, fakat şahit hâdisenin dehşetine kendisini kaptırmış, onu anlatmak­ta o kadar ileri gidiyor ki, hakiki mahiyetinden çıkarıyor. Hâkim bunları dinledikten sonra bu şahitliğe göre hâdisenin aslını anla­mağa çalışıyor. Zira ipucu verecek bâzı emareler yakalıyor. Ha­kikati gösterecek karineler buluyor. Böylelikle o mübalâğaların hududu içinde hâdisenin mahiyetini anlamağa çalışıyor.


5- Fıkhını Kendisi Tedvin Etmemiş Olması


îmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe Hazretlerinin hayatı ve hakkında doğru haberlerin özetini yaptıktan sonra* onun fıkıh hakkındaki görüşünü incelemeğe başlayınca, önümüzdeki yolun gayet sarp ol­duğunu görüyoruz. Zira, elimizde Ebû Hanîfe´nin görüşlerini ve usulünü toplayan kendi tarafından yazılmış bir kitabı yok. Onun re´yleri talebesi tarafından rivayet yolu ile bize kadar gelmiştir. imâm Ebû Yusuf ile İmâm Muhammed Hazretlerinin kitapları, onun re´y ve görüşlerini diğer »rkadaşlarmm re´yleriyle birlikte bize nakletmektedir. îbn-i Şubrume, İbn-i Ebî Leylâ, Osman Bettî gi­bi aynı çağda yaşayan Irak´lı bir kısım ulemanın bâzı görüşlerine de bunlar arasında rastlıyoruz.

Şüphesiz ki, biz bu kitapları îmâm-ı A´zam´dan rivayet husu-sunda en doğru bulmaktayız. îlmî görüş bundan başkasına itibar edemez. Çünkü ulema, bu rivayetleri kabul etmişler, makbul tut­muşlardır. Ulemanın bu suretle kabul ettikleri bir şeyi butlanına delil olmadıkça,kabul etmeyip terketmek, ilim ve tarih ölçüsüne göre doğru sayılmıyan bir hareket olur. Meğer ki aksinin doğrulu­ğuna delil getirilmiş olsun.


6- Onun Fıkhını Nakledenler


Fakat biz, üstadları Ebû Hanîfe´den yalnız bu iki değerli ima­mın -Ebû Yusuf ile Muhammed b. Haşan´ın- rivayet ettiklerine iti­mat etmekle yetinirsek, bahis tam ve olgun sayılmaz. Arada doldu­rulması icabeden boşluklar.kalır. Zira bu kitaplar Ebû Hanîfe´nin bütün re´ylerini rivayet etmiş değildir. Çünkü Ebû Hanîfe´nin o ki­taplarda toplanmamış re´yîeri de vardır. Büyük imâmın ilminin bu kısmını bu kitaplardan başaklarında aramak zorunda kaldık. Bun­ları da Hanefiyye mezhebinin kitaplarında etrafiyîe bulduk. Fuka-hâ o kitaplarda taarruzu hâlinde bu rivayetlerin bâzını, (zâhir-i ri-vaye) dediğimiz îmânı Muhanımed´in kitaplanndakilere tercih bi-hâ o kitaplarda taarruzu hâlinde bu rivayetlerin bâzısını, (zâhir-i ri-vayeyi tercih edip üstün tutarlar. Diğerleri nâdir sayılır.

Her ne olursa olsun, bu tercih işi, incelemeğe ve mukayeseler yaparak ölçmeğe değer. Halbuki bu gayet güç bir iştir, öyle ko­layca yapılacak bir şey değildir.

Yukardan beri arzettiklerimize şunu da ilâve edelim ki, îmâm Muhammed´in kitaplarında fıkıh kavilleri, çok defalar delilleri zi­kir olunmaksızın sıralanıp verilmiştir. Evet, onlarda Ebû Hanîfe´­nin kavilleri toplu, fakat sözün ruhu demek olan delilinden hâli bir haldedir. Şüphesiz ki, böyle delilden hâli mücerret sözleri in­celemek, re´y ve kıyas fıkhının üstadı Ebû Hanîfe´yi bize, doğru olarak tanıtamaz. Çünkü bu bize onun kıyastaki çığın, naslardan illetleri aîması, bu illetlerin ittıradına göre hükümlerin de aynı ol­ması hususunda bize doğru bir fikir veremez. Onun için o büyük kıyasa fakıh Ebû Hanîfe´yi tanıyabilmek için İmâm Muhammed´in kitaplarını şerh eden ulemanın sözlerinden ve ahkâmın vecihlerini beyanlarından, onun delillerini anlamağa çalışmak gerekiyordu. Bu şerhler "´asıtasiyle Ebü Hanîfe´nin kıyaslarını, usulünü tanıma veya onlardan sonra gelen ulema nakletmiştir, o halde bu deliller ğa çalıştık. Biz. bu delillerin hepsinin aynen imâmdan naklolundu­ğunu sanıyoruz. Fakat mademki onları, onun talebesiyle buluşan ve izahlar, her ne kadar metin halinde Ebû Hanîfe´nin değilse de, naslardan hüküm çıkarıp´ kıyaslarını kurduğu illet ve sebeplerini açıklama, bakımından, onun kıyaslarına yakın olduğunu söyle­yebiliriz.


7- Onun Usulünün Nakledilmemiş Olması


Diğer bir eksiklik daha göze çarpıyor. Ebû Hanîfe´nin usulünü ve hüküm çıkarma yollarını, elimizdeki kitaplarda tedvin edilmiş bir halde bulamıyoruz. Ne talebelerinden ve ne de başkalarından rivayet voliyle bunları tafsilâtiyle bilemiyoruz. Tedvin edilmiş plan usuller, füru´ ve ahkâmdan derleme ve aralarında bir bağlantı te­sis suretiyle elde edilmişlerdir. Bir asırda toplanan her kısım, o füru´un aslı itibar olunmuştur, Ebû Hasan Kerhî´nin risalesi, Deb-busî risalesi, Pezdevî´nin kitabı, bunlardaki derli topîu usul ve kaideler, ister cüz´î mes´elelerin füru´unun ahkâmı kaideleri bu­lunsun, ister Hanefî mezhebinin hüküm çıkarma yolları olsun, bunlar rivayet yoluyla İmâm-ı A´zam´dan veya talebelerinden alın­mış değildir. Bunlar ancak Hanefîyye mezhebinin kurucusu olan bu imamlardan nakil ve rivayet olunan füru´dan çıkarılmış asıl­lardır.

îşte bu sebepledir ki, Hanefiyye mezhebinin usûl ve esaslarım bilme yolu pek kolay değildir. Zira araştırıcının´, naklolunan bu füru´un mecmuundan bu esasların alınmasının doğruluk ve sıhhat derecesini ve bunların o füru´a tatbikînin ne dereceye kadar doğru olduğunu bilmesi lâzımdır. Bu ise hiç de kolay bir iş değildir.


8- Siyasî Görüşlerinin İhmâl Edîlmesî


İmâm-ı A´zam hakkında inceleme yaparken başka bir eksik­likle karşılaşıyoruz. Ondan rivayet voliyle bize gelenler hep fıkha ait görüşleridir. Akaide dair görüşleri, hilâfet mes´ejesinde kanaati hakkında taleebleri İmâm Yusuf ve İmâm Muhammed´in kitapla­rında bir şeye tesadüf etmiyoruz. Evet, ona nisbet olunan kitaplar­da onun akaide dair re´yleri naklolunmuştur. El´Â´lim ve´1-Müteal-lim risalesi de böyledir. Bü iki risale onun akaid cephesini aydın­latmaktadır. Osman El-Bettî´ye yazdığı risalesi de böyledir. ´

Fakat hilâfet hakkındaki görüşünü, ne onun kalemiyle yazıl­mış veya dikte edilmiş, ne de ashabından, talebelerinden birinden rivayet edilmiş olarak bulabiliyoruz. Halbuki onun hayatı, içinde : bulunduğu devirler, maruz kaldığı takipler, bunlar onun muayyen bir siyasî görüşü olduğunu haber vermektedir. Onun hayatı, ile­ride geleceği üzere, imâm Zeyd b. Ali Zeynelâbidin ile diğer Şîa imâmlariyle sıkı münasebetlerini göstermektedir. Ebû Hanîfe´nin ashabının sözleri de onun Hazret-i Ali evlâdına, Âl-i Beyte candan bağlı olduğuna dellâet eder. Ve onun takibe maruz kalması da bu yüzdendi. Fakat ne ona nisbet olunan kitaplarda, ne de ondan ge­len rivayetlerde bunlara dair hiçbir şey .-bulamıyoruz. Halbuki o, ders halkalarında hilâfete dair görüşünü bazen her halde söyle­miştir. O Âbbasîlerin aleyhinde idi. Nefs´i Zekiyye´nin kardeşi İbrahim[2] Manşur´a karşı ayaklandığı günlerde bunu alenen söy­lerdi. Hattâ talebesi îmâm Züfer´in ona :

Vallahi sen bundan vaz geçmiyeceksin, bizim de dolayısıyla boynumuza ipler takılacak! dediği rivayet olunur.[3]

Fakat talebelerinin, bilhassa Ebû Yusuf ile Muhammed´in Ab­basî devletiyle münasebetleri çok sağlamdı. Her ikisi bu devlette kadılık vazifesini kabul ettiler. Ve üstadlarmın bu devlete doku­nan, nüfuzunu kıran görüşlerini eserlerinde zikretmediler. Bu gö­rüşler, tarihin gürültüleri arasında kaynadı gitti. Tetkikatçının bun­ları araştırıp bulması gerekiyor. İnşallah sırası gelince bu bahis­ten örtüyü kaldırmaya çalışacağız. Allah Teâlâ´mn tevfikıyle bun­da muvaffak olacağımızı ümid ederim.


9- Doldurulması Îcabeden Boşluklar


İşte tmâm-ı A´zam´m hayatı incelenirken karşımıza çıkan ge­dikler veya boşluklar ki, ilim bunların doldurulmasını bekliyor. Bunlar bu işin ne kadar güç olduğunu gösterir. Bunlara diğer bir güçlüğü de ilâve etmemiz lâzım: Şöyle ki, Ebû Hanîfe´nin mezhe­bi şarka ve garba yayılmıştır. Türlü ülkelere yerleşmiştir. Adalet ve hâkimlik işleri onu geliştirmiş, uzun zamanlar ona cila vermiş­tir. Bağdad´ta Âbbasîlerin saltanatı boyunca devletin resmî mez­hebi olduğundan kadılık ve hâkimlik işleri ona göre hallolunurdu. îslâm hilâfeti Osmanlı Türklerine geçince, Türk´lerin resmî mezhe­bi Hanefîlik olduğundan Ebû Hanîfe´nin mezhebi, hilâfet mezhebi halini aldı. Irak, Mısır, Suriye ve diğer ülkelerde de resmî mezhep Hanefîlik oldu. Sonra nüfuzu etrafa yayıldı. Tâ Hind Müslümanlarının mezhebi oldu. Hattâ Hind sınırlarını da aştı, Çin Müslüman­ları arasında da Hanefîlik yayıldı. Bu mezhep, yayıldığı bu geniş ülkelerde Kita pve Sünnette delil. bulunmıyan hususlarda örf ve âdeti de kabul ettiğinden, (tahric) yâni hüküm çıkarma hususunda genişlik kabul olunuyordu. Birçok mes´eleler için görüşler muhte­lifli, îmânvı A´zam´m talebelerinden sonra mezhebi gayet sür´aile ve çok büyüdü. Tahriç nevilerini, bir kaide altına alıp toplamak öy­le kolay yapılır bir iş değildi. Maverâünnehir ulemasının tahriçle-ri var Irak ulemasının tahriçleri var, Anadolu ve Türk ulemasının tahriçleri var. Bu muhtelif tahriçleri bilmek bu ülkelerden her biri­nin örf ye âdetlerini, tahricin yapıldığı asırları bilmeyi icabeder. Çünkü zamanların değişmesiyle örfler de değişir. Bunların hepsini bilmek büyük gayret ister. Bu bilgileri kolayca tedarik edecek va­sıtadan mahrumuz. Onun için bu mezhebin geçirdiği devirleri ve safhaları incelerken imkân dahilinde olanı yapmakla iktifa edece­ğiz. Emelimiz doğruya ulaşmaktır. Allah yardımcımız olsun. Ke­mal ancak O´na mahsustur.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn-i Hacer Heysemi, Hayrâtu´l-Hisan, s. 33.

[2] Hz. Hasan´ın oğlu Hasan´m ogJu Abdullah´ın oğlu İbra.

[3] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdat, cüz: 13, s. 239.

[4] İbn-i Hacer Heysemi, Hayrâtu´l-Hisan, s. 33.

[5] Hz. Hasan´ın oğlu Hasan´m ogJu Abdullah´ın oğlu İbra.

[6] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdat, cüz: 13, s. 239.
http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=1907&BID=32200 sayfalık bir diziyi biiznillah yayınlamaya başladık kardeşlerimizden cevaplar geldikçe devam edeceğiz.
Şimdi bazı arkadaşlar bu konunun yeri burası mı diyecekler elhak doğrudur bizde din kültüründe konuyu açtık
Site yöneticilerinden talebimiz bizleri rencide eden bu konunun kaldırılmasıdır.
Sdn yede bu yakışır.
selam ve dua ile
 

spybot

Emektar
Emektar
Katılım
1 Kasım 2008
Mesajlar
47,206
Reaksiyon puanı
629
Puanları
113
Malum kisiler yine gelmis.
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Kesinlikle menfi yorumlara cevap vermiyorum.Sadece sözümüzü yerine getireceğiz ve İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerini tanıtmaya devam edeceğiz.
Sadece şunu ifade etmek isterimki kişiler her inanca veya inançsızlığa saygı göstermek zorundadır yine kişiler birbirlerinin kutsallarınada saygı göstermek zorundadır.
Kaynağı belli olmayan her kişiye olabilecek hazır hikayeleri çirkin bir başlıkla islamın en önemli kişilerinden birine atfederek yayınlamak hangi mantığa uyar anlaşılır gibi değildir.

EBÛ HANÎFE´NİN HAYATI



10- Doğumu


Ebu Hanîfe Hazretleri, Hicretin 80 inci yılında Kûfe´de doğ­muştur. Ekseriyetin rivayeti bu olup tarihçiler de bunda ittifak et­miştir. Diğer bir rivayete göre 61 senesinde doğduğu söyleniyorsa da bu hem zayıftır, hem de onun hayatının sonuna uymamaktadır. Çünkü onun vefatı 150 senesindedir. Ekseriyete göre ölümü Man-sur´un ona yaptığı işkenceden sonradır. 61 senesinde doğduğu far-zedilirse, Mansur´un ona kadılık teklif ettiği zaman 90 yaşında ol­ması lâzımdır. Halbuki bu yaşta olan kimseye böyle gayet mühim bir devlet işi teklif olunmaz. Teklif olunsa bile yaşının geçkinliğini ileri sürerek özür dilemesi gayet kolay olurdu. Fakat hiçbir riva­yette böyle bir özür dilediğinden bahis olunmuyor. Öyle olunca bu rivayet, tarihçilerin anlattıkları hayatının son günlerine uygun düşmemektedir.


11- Nesebi Ve Âîlesî


Nesebi: Babası Sabit, dedesi Faruk Zevta´dır. Buna göre Fâ-ris´lidir. Dedesi ise îcâbil ahalisindendir.[1] Araplar o yerleri feth edince esir düşmüş, Teym oğullarına köle olarak verilmiş, sonra azâd olunmuş. Teym kabilesiyle olan münasebeti de böyledir. Ebû Hanîfe´nin nesebi hakkında torunu ve oğlu Hammad´ın oğlu Ömer´­in rivayeti böyledir. Fakat diğer torunu İsmail, yâni bu Ömer´in kardeşi ise dedesi Ebû Hanîfe´nin nesebini şöyle zikrediyor : «Merzban [2] oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan» ve atalarında kölelik bulunmadığını yeminle söylüyor.

Görülüyor ki, Ebû Hanîfe´nin iki torunu, nesebleri hususunda velevki zahiren olsun, ihtilâfa düşmüşlerdir. Birincisi Sâbit´in ba­bası Zevta olduğunu söylüyor, ikincisi Numan diyor. Birincisi onun esir edilip köle düştüğünü söylüyor, ikincisi köleliği kat´iyetle red­dediyor. Hayrat´ul-Hisan sahibi îbn-i Hacer Heysemî bu iki riva­yetin arasım şöyle birleştirmektedir: Ona göre Ebû Hanîfe´nin de­desinin iki ismi olabilir, biri lâkaptır ve Zevta´dır, diğeri asıl isim­dir, Numan´dır. İkincinin köleliği reddetmesi babası Sabit hak­kındadır,, dedesine şümulü yoktur. Biz isimlerin böyle zahiren muhtelif olabileceği hakkındaki buluşunu uygun görürüz. Fakat kölelik hususundaki ihtilâfı birleştirmesini kabul edemeyiz. Çün­kü böyle kat´i surette reddetmek yalnız babaya münhasır görün­müyor.

Bence bu iki rivayetin arası şöyle bulunabilir : Zevta veyahut Numan, memleketleri feth olunduğu zaman esir düşmüştür, fakat kendisine âmân verilmiş serbest bırakılmıştır. Çünkü fetholunan yerler halkının büyüklerine Müslümanların yapageldikleri muame­le böyledir. Onların ve yakınlarının gönüllerini hoş etmek için mü­samaha gösterilir.


12- Şeref Milliyetle Değil, Takva Îledîr


Güvenilir ulemanın sözleri onun Acem olduğudur. Arap ve Bâ-bil´li değildir. Dedesi ister köleliğe düşmüş olsun, ister düşmesin. Ebû Hanîfe hür bir babadan hür olarak doğmuştur. Her ne kadar bâzıları, muhakkiki arın kabul etmediği mevsuk olmıyan rivayet­lerle, babasının da köle düştüğü zannına kapildılarsa da köle düş­mesi, Ebû Hanîfe´nin ilmine ve mevkiine, şeref ve kadrine hiçbir nakîse vermez. Hattâ kendi başından bile kölelik geçmiş olsa ne ehemmiyeti var Onun şeref:´ nesebten ve maldan gelmiyor. O, şöhretini haiz olduğu mevhibeler, izzet-i nefs, akıl ve takvadan alı­yor. Asıl şeref işte bunlardır.

Bu hususta Mekkı şöyle diyor: «Bilmiş ol ki, Takva en yük­sek neseb ve en büyük sevabtır.» Cenâb-ı Hak : «Allah nezdinde sizin en şerefliniz, en muttaki olammzdır» buyurdu. Hz. Peygam­ber de: «Benim â´lim her hayır işleyen ve takva sahibi olandır» demiştir. Bunun için Selman Fârisî´yi Ehl-i Beyt´mden saymıştır da: «Selman bizdendir, âl-i´Beyf tendir» buyurmuştur. Allah´u Teâlâ Hazret-i Nuh´un oğlunu Nuh´tan reddetmiş ve: «O senin ehlinden değildir, onun işi iyi değil» buyurmuştur. Hz. Peygamber Efendi­miz Bilâl-i Habeşî´yi akrabası gibi kendi yakınlarından saymış ve amcası Ebû Leheb´i ise uzak tutmuştur.[3]

Neseb şerefiyle öğünmenin hâkim olduğu bir devirde Ebû Ha-niîe zatî şeref duygulariyle yaşamıştır. Rivayet olunduğuna göre dedesi esaretlerine düşmesi dolayısiyle aralarında bir münasebet bulunan Benî Teym´den birisi ona: «Sen benim mevlâmsm» de­miş. Ebû Hanîfe ona: «Vallahi ben senin bana şeref iddia etmen­den,, senden kat kat şerefliyim» cevabını vermiştir[4]. O, izzet-i nefsine dokunulmasına asla Tazı olamadı. Hayatı bunu açıkça gös­termektedir,


13- Mevâlîden Olan Ulema Ve Bunların Îslama Hizmeti


Nesebinin Acem olması, onun kadrini asla düşürmez ve onun kemâl derecesine yükselmesine mâni teşkil etmez, onu bu yüksel­me yolundan alıkoymaz. Onun nefsi, köle ruhu değildir. O, hür ve asil ruhlu bir kimseydi.

Tabiîn devrinde fıkıh ilmi mevâli´nin elindeydi (Mevâli keli­mesini tarihçiler Araplardan başkası hakkında kullanırlar). Ebû ,Hanîfe fıkhı bunlardan aldı, onlardan öğrendi Tabiîn ve Tebe-i Tabiîm devrinde İslâm merkez şehirlerindeki inkuhânın ekserisi mevâlidendi.[5]

Ibn-i Abdi Rabbih, Ikdü-V Ferid´de naklediyor: îbn-i Ebî Ley­lâ diyor ki, îsâ b. Musa çok kavmiyet gayreti güderdi. Bana bir defa:

Irak´ın Fakım kim diye sordu. Ben de:

Hasan îbn-i Ebî Hasan, dedim.

Sonra itim dedi

Muhammed b. Sîrin, cevabını verdim.

O kimlerdendir .

Mevâlidendir.

Mekke´nin fakıhı kim

Atâ b. Ebî Rebah, Mücahid, Said b. Çübeyr ve Süleyman Bin Yesar.

Bunlar kimlerden

Mevâlidîrler.

Medine fukahâsı kimlerdir

Zeyd b. Eşlem, Muhammed b. Münkedir, Nâfi´ b. Ebî Nu-ceyh.

Yâ bunlar kimlerdendir

Mevâlidendirler, deyince rengi bozuldu.

Ehl-i Kubânın en fakıhı kimdir dedi.

Rabiatu´r^Re´y îbri-i Ebî Zennâd.

Bunlar kimden

Mevâlidendirler, dedim. Bu defa yüzü sarardı.

Yemen fukahâsı kimlerdir diye sordu.

Tavus ile oğlu Ibn-i Münebbih, dedim.

Bunlar kimdendir

Mevâlidendirler, deyince şahdamarı kabardı,, ayağa kalktı:

Horasan fakıhı kim

Atâ b. Abdullah Horasanlı.

Bu Atâ kimden oluyor

Mevâlidendir, dedim. Bunun i^zerine yüzü sapsarı kesildi, renkten renge girdi. İçime korku düştü.

Şam fakıhı kim dedi.

Mekhûl, dedim.

Mekhûl kimden

Mevâliden, dedim, içini çekerek derin derin nefes aldı.

Küfe fakıhı kim diye sordu. Yemin olsun ki, eğer ondan korkmasaydım, Hakem b. Utbe ve Hammad b. Ebî Süleyman di­yecektim. Fakat baktım fena olacak.

İbrahim Nahaî ve Şa´bî´dirler, dedim.

Bunlar kimlerden, diye sordu.

ikisi de Araptırlar, cevabım verdim.

Allahu Ekber, dedi ve sükûnet buldu[6]

Mekkî de (Menâkıb-ı Ebî Hanîfe) kitabında Atâ ile Hişam b. Abdu´l-Melik arasında geçen buna benzer bir konuşma nakletmek­tedir. Atâ diyor ki: Hişam b. Abdu´l-Melik´in yanma girdim. Bana:

Atâ, dedi, etrafındaki ulema hakkında malûmatın var mı

Evet Emîrü´l-mü´minîn, dedim.

Medine halkının fakım kimdir diye sordu.

Hazret-i Ömer´in oğlu Abdullah´ın kölesi Nâfi´ dedim.

Mekke halkının fakıhı kim

Atâ b. Ebî Rebah.

Arap mı, mevâliden mi

Arap değil, mevâlidendir.

Yemen halkının fakıhı kimdir

Tavus b. Keysan.

Mevâliden mi, Arap mı

Arap değil* mevâlidendir.

Yemâme halkının fakıhı kim

Yahya b. Kesîr´dir.

Mevâliden mi, Arap mı

Mevâlidendir.

Şam halkının fakım kim

Mekhul.

Mevâliden mi, Arap mı

Mevâlidendir.

Cezîre halkının fakıhı kim

Meymûn b. Mehran.

Mevâliden mi, Arap mı

Mevâlidendir.

Horasan halkının fakıhı kim

Dahhâk b. Müzahim.

Arap mı, mevâliden mi

Mevâlidendir.

Basra´nın fakıhı kim

Hasan-"ı Basrî ve Muhammed b. Sîrin,

Arap mı, mevâliclen mi

îkisi de mevâliden.

Küfe halkının fakıhı kim

İbrahim Nahaî.

Arap mı, mevâliden mi

Arap´tır dedim. Bunun üzerine :

Canım çıkayazdı, hiç birini Arap´tır, demiyor.


14- Îslâmda Ulemanın Çoğunun Mevalîden Olmasının Sebebi


Ebû Hanîfe´nin yetiştiği bu devirde ilimle uğraşanların çoğu Arap olmayan unsurlardı. Neseble öğünmeleri yoksa da Allah on­lara asıl öğünülecek ilim vermiştir. İlim şerefi daha temizdir, da­ha üstündür, asırlar boyunca daima parlar durur, hiç sönmez.

İlmin Fâris evlâdında gelişeceğine dair Hz. Peygamber´in ver­miş olduğu haber doğru çıktı. Buharı, Müslim, Şirazî ve Tabarân! rivayet ediyorlar ki, Hz. Peygamber : «İlim şayet Ülker yıldızla­rında asılı olsa Fâris oğullarından bâzı kimseler uzanıp onu alır­lar.» buyurmuştur. Bu kitaplarda Hadisin ibaresi değişik olsa da mânâsı birdir. Bu hadis-i şerifin doğruluğuna bakın ki, gerçekten Sahabeden sonra ilim, pek de kısa olmıyan bir müddet mevâlide devam etmiştir, öyle olunca Ebû Hanîfe Numan´m mevâliden ol­masında hayreti mucip bir şey yoktur. Çünkü İslâm devletinde ilim çevrelerini mevâli teşkil ediyor.

Ebu Hanîfe´nin nesebi hakkında sözü kesmeden önce, mev­zuu tamamlamış olmak maksadiyîe, Emevîler devrinde ilimle meşgul olanların çoğunun mevâliden olması sebeplerini açıklaya­lım. Müteaddit sebepler bir araya gelmiştir. Başlıcalan ise şun­lardır :

1- Emevîler devrinde hâkimiyet ve idare Arapların elinde idi. Harble, fütûhatle meşguldüler. Bunlar onları ilimle meşgul ol­maktan alıkoydu. Araştırmaya, tetkikata vakit bulamadılar. Me­vâli ise boş vakit ve saha buldular, ders ve mütaleaya koyuldular. Araştırmalar yaptılar: Baktılar ki, hâkimiyetleri kaybolmuş, baş­ka yoldan şerefe ermek istediler.. O da ilim ve irfan yoludur. Mah­rumiyet bâzan kemâle götürür, yüksek emeller ve bü^ük işler on­dan doğar. Mevliye göre de durum böyledir. Her rie kadar maddî galibiyet ve hâkimiyet Araplarda ise de Arap ve îslâm dünyasında fikir hakimiyeti Arap olmıyan unsurlara geçti.

2- Ashabın birçok köleleri vardı. Bu köleler akşam sabah daima Ashabın yanında bulunur, onlardan ayrılmazlardı. Ashab-ı Kiram´ın Hz. Peygamber´den öğrendiklerim onlardan öğrenirlerdi. Böylece Sahabe devri geçtikten sonra gelen devirde ilim erbabı bu mevâli oldu. Onun için Tabiînin ulemasının ekserisi mevâli-dendir.

3- Bu mevâli, kültür ve ilim sahibi eski milletlere mensup­turlar. Onların fikirlerini yuğurup geliştirmek, düşüncelerine ve hattâ bâzan akidelerine bile bir istikamet vermek hususunda bu­nun tesiri olmuştur, ilme sarılma aşkı, yaratılış ve tabiatlerine uygundu.

4- Araplar sanat erbabı değildiler. İnsan bütün varlığını ilme verirse onun için bir sanat halini alır. îbn-i Haldun bu hu­susta uzun boylu konuşarak der ki: «Sonra bu ilimlerin hepsi Öğ­renmeğe muhtaç melekeler hâline geldi. Ve san´atlar arasına girdi. Yukarıda arzettiğimiz gibi san´atlar şehirlilerin, medenîlerin hü­neridir. Araplarsa insanların bunlardan en uzak olanlanndandır. Onun için ilimler şehir halkına aittir. Araplar onlardan uzak kal­mıştır. O devirde şehirliler Acemlerdi veya o mânâda demek olan, mevâli ve şehir halkı idi.»


15- Ebü Hanîfe´nîn Yetişmesi


Ebû Hanîfe Hazretleri Kûfe´de yetişti, orada büyüdü. Hayatı­nın çoğunu orada; öğrenerek, öğreterek ve savaşarak geçirdi. Eli­mizdeki kaynaklar babasının hayatını, ne iş yaptığını ye ahvalim anlatmıyor. Fakat onlardan bâzı ahvali hakkında işaretler çıkar­mak mümkündür. Onlardan anlıyoruz ki, babası varlık sahibi bir kimsedir, tüccardandır, gayet iyi bir Mü s! limandır. Ebû Hanîfe´nin hayatını yazan eserlerin, çoğunun nakline göre, babası küçüklüğün­de Hz. Ali´yi görmüştür. Dedesi Nevruz Bayramında ona muhallebi hediye etmiştir. Bu hâdise Ebû Hanîfe´nin ailesinin bolluk içinde yaşadığını, malî durumlarının iyi olduğunu gösterir. Büyük servet sahibi ki, Halifeye o zaman ancak zenginlerin yiyebildiği muhalle­bi hediye ediyorlar.

Hz. Ali´nin Sâbit´e, evlâdına hayır duada bulunduğu rivayet olunuyor. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali´yi gördüğü ve onu» hayır duasını aldığı zaman, şüphesiz ki, Müslümandı. Tarih kuapları Sâbit´in Müslüman doğduğunu tasrih ederler. Bu itibarla Ebû Ha­nîfe hâlis Müslüman bir ailede yetişmiştir. Bütün ulemanın soy ledikleri budur. Ancak sözlerine bakılmaz birkaç yan çizen bun­dan hariçtir.

Ebû Hanîfe´yi ulema meclislerine devama başlamazdan evvel çarşı pazara gelip giderken görüyoruz. Sonra hayatı boyunca ticaret yaptığım biliyoruz. Bu bizi, babasının tacir olduğunu söyle­meğe sevk ediyor. Onun kumaş taciri olduğu anlaşılıyor. Ebû Hanîfe de bu sıfatı babasından almıştır. Eskiden ve şimdi de âdet böyledir. Baba san´atı çok defalar evlâdına geçer. Bunlar bize gös­teriyor ki, Ebû Hanîfe temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir. Ailesi zengindir, ticaretle meşguldür. Dindar ailelerde olduğu gibi Ebû Hanîfe´nin de çocukluğunda Kur´ân-ı Kerîm´i ezberlediğini söyleyebiliriz... Bu, hayatı boyunca onun bilinen ve görülen- ahva­line uymaktadır. Zira o en çok Kur´ân-ı Kerîm okuyan kimseler­dendir. Ramazanda 60 defa Kur´ân-ı Kerîm´i hatmettiği rivayet olu­nur. Bu haberde biraz mübalâa olsa bile onun çok Kur´ân-ı Kerîm okuduğunu göstermektedir. Müteaddit yollarla rivayet olunduğu­na göre kıraat ilmini, yani Kur´ân okuma usulünü yedi Kurradan biri olan Âsım´dan almıştır.[7]


16- Muhiti Ve Îlme Merak Etmesi


Ebû Hanîfe´nin doğduğu yer. Küfe, Irak´ın büyük şehirlerinden biri idi., Belki o zamanki iki büyük şehrin ikincisi geliyordu. Irak´ta muhtelif milletler kavimler, cemaatler vardı. Orası eski medeniyet­lerin yatağıdır. Süryânî´ler orada yayılmıştı. îslâmdan önce ora­larda mektepler kurmuşlardı. Bunlarda Yunan felsefesi, Iran hik­meti okunurdu. Irak´ta Îslâmdan Önce akîde meselelerinde birbi­riyle mücadele halinde bulunan Hıristiyan mezhepleri vardı. îslâ-miyetten sonra da çeşitli milletler ve dinler burada mevcuttu. Ara sıra kargaşalıklar, fitneler oluyordu. Siyasî fırkalar birbirleriyle çarpışıyor, akideler usul mücadelesi yapıyordu. Şîa orada bulunu­yor, çölde Haricîler türüyor. Mu´tezile orada çıkıyor. Görüştükleri Ashabdan aldıkları ilmi neşreden müçtehit Tabiîn orada. Din il­minin kana kana içilen berrak menbaları oradan kaynıyor. Birbir­leriyle niza hâlinde olan taifeler, birbiriyle çarpışan düşünceler, görüşler hep orada...

Ebû Hanîfe gözlerini açtığı vakit bu karışık muhiti gördü. Onun akıl ışığı yandığı zaman bütün bu görünüşler onun önünde açıldı, öyle görünüyor ki, o daha gençliğinde ömrünün ilk çağla­rında bu mücadele meydanına atılmış, doğru buluşları, fitrî zekâ­sının verdiği kuvvetle sapık düşüncelerle savaşa atılmıştır. Fakat diğer taraftan da ticaret işleriyle meşgul oluyor, çarşı pazara gelip gidiyor, ilim meclislerine az devam ediyordu. Ulemadan bâzıları ondaki bu parlak zekâyı, ilmî aklı sezdiler. Bunların hepsinin yalnız ticaret uğrunda harcanmasına acıdılar. Onun ticaret işleriyle olduğu gibi ilim meclisleriyle de alâkalanmasını tavsiye ettiler. Ebû Hanîfe bu hususta kendisi şunu naklediyor:

«Günün birinde Şa´bi´nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana:

Nereye devam ediyorsun dedi. Ben de:

Çarşı pazara, dedim.

Maksadım o değil, ulemadan kimin dersine devam ediyor­sun dedi.

Hiç birinin dersinde devam üzere bulunamıyorum, dedim.

İlmi ve ulema ile görüşmeği sakın ihmal etme, ben senin uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum, dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir tesir bıraktı. Çarşı pazar işlerini bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah´ın inayetiyle Şa´bî´nin sözünün bana çok faydası oldu.»[8]

Bu kıssa bize şunları göstermektedir:

1- Ebû Hanîfe hayatının ilk zamanında ticaretle meşgul­dü. Ulema meclislerinde sık sık bulunamıyordu. O fıkıhta müsta­kil bir mezheb sahibi olacak bir âlim olmak emeliyle değil, tacir olmak arzusiyle hayata atılmıştı.

2- Ebû Hanîfe´nin yüzünde keskin zekâ işaretleri, kuvvet­li fikir emareleri okunurdu* o derece ki, bunlar onu görenlerin dik­kat nazarını çekti ve Şa´bî´nin ona neler dediği yukarıda geçti. Acaba onun ilmî meyli, fikir yönelişi hangi şeylere karşı daha faz­la idi Ulema ile görüşmesi nasıldı Öyle anlaşılıyor ki, Irak´ta hâ­kim olan fikir havasının içinde bulunduğundan muhtelif zümrele­rin yaptığı münakaşalara o da karışıyordu. Babasının iyi yetiştir­diği ve bilgiden nasibi olan her uyanık genç gibi o da bu işlen konuşabiliyordu. Bâzı derneklerde, toplantılarda, hattâ çarşı pa­zarda tesadüfen bazı kimselerle münakaşa yapıyor, sapık fırkalar­la mücadele ediyor, kendini gösteriyordu. Böylece Şk´bî gibi bâzı adamların dikkatini çekti. Anlaşılıyor.ki, onun fikri ve görüşleri ehl-i sünnet ve cemaat görüşüne uygundu. Onlardan ayrılır yeri yoktu. Bu bize onun gençliğinde kelâm ilmiyle meşgul olmasını izah etmektedir. Kelâm mes´elelerine dalmış birçok taifelerin, sapıkla­rın başlarıyla münakaşalar yapmıştır.

3- Sadî´nin öğüdünden sonra Ebû Hanîfe ilme sarıldı. Ule­ma meclislerine devama başladı. Ticaret işlerine az bakar oldu. Bu ticaretten büsbütün el çekti demek değildir. Onun târihinde sabit bir gerçektir ki, o ilimle iştigal ile beraber ayni zamanda tica­ret sahibi idi. Ticareti ortakları vasıtasiyle işlettiği anlaşılıyordu. Ortağına tam güven vardı, ticaretini ona işletirdi. Ancak ticaretin nasıl gittiğini, işlerin yolunda olup olmadığını, ticarette dînin icap­larına uyup uymadığını anlamak için ortağına uğrar, kontrol eder­di. Hakkında söylenen haberlerin mümkün derecede birbirine uy­gun düşmesi için onu böyle tahmin edebiliriz.


17- Baştan Kelama Hevesi, Sonra Fıkha Dönüşü


Sadî´nin tavsiyesinden sonra Ebû Hanîfe bütün varlığıyle İl­me sarıldı. Ders halkalarına devama başladı.

Fakat acaba hangi nevi´ ilim halkalarına merak etti. Tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimize göre o devirde ilim halkaları baş­lıca üç nevi´di.

1- Akıt usulleri müzakere olunan halkalar; kelâm dersleri ki, çeşitli taifeler bunlara karışırdı,.

2- Hadis halkaları; Hadîs-i şerifler, bunlarda rivayet ve mü­zakere olunurdu.

3- Fıkıh halkaları; Kitap ve Sünnet´ten hüküm çıkarma usulü, vukubuîan hâdiseler hakkında nasıl fetva verileceği bun­larda okunurdu.

Bu hususta Önümüzde üç türlü rivayet var: Birincisine göre Ebû Hanîfe,, içinde ilim aşkı doğup da derse başladığı zaman, dev­rindeki ilimlerin arasından fıkıh ilmini seçti. Diğer iki rivayete gö­re ise: Evvelâ kelâm ve münazara ilmine başlamış, sonra fıkha me­rak etmiş ve bütün varlığını ona vermiştir.

Bu husustaki üç rivayet şöyledir:[9]

1- Talebesi Ebû Yusuf başta olmak üzere muhtelif kimse­lerden şöyle rivayet olunuyor: Kendisine sormuşlar:

Fıkha nasıl başladın

Anlatayım, demiş: Bu Allah´ın tevfik ve inayetidir, O´na daima hamd olsun. Ben öğrenmeğe başladığım zaman bütün ilim­leri göz önüne aldım. Herbirini kısım kısım okudum. Sonunu ve faydasını düşündüm. Kelâm ilmine başlayacağım, dedim. Sonra baktım, akıbeti kötü, faydası az, insan kelâmda olgunlaşsa aşikâre konuşamaz, her kötülüğü ona yaptırırlar, heves ve arzusuna uyu­yor. Derler. Bundan vaz geçtim. Sonra edebiyat ve nahve baktım. Onun da sonu, bir çocukla oturup ona nahiv, edebiyat öğretmek­ten ibaret. Şairliğe baktım. Onun da neticesi ya methederek dalka­vukluk yapmak veya hicvetmek. Yalan sözlerden ve dîni hırpala­maktan ibaret. Sonra kıraat ilmini düşündüm. Dedim ki, onu el­de edersem ne olacak : Gençler etrafıma toplanacak, bana okuya­caklar, ben dinleyeceğim. Kur´ân-ı Kerîm ve mânâları hakkında söz söylemek güç. Öyle ise Hadis öğreneyim dedim. Fakat çok ha­dis toplayabilmek uzun Ömür ister, tâ ki bana muhtaç olup baş vursunlar. Beni arayıp müracaat edecekler ise yeni yetişenler, genç­ler olacak. Belki iyi beleyemeyecek. Yalan söylemekle itham eder­ler, bednam olurum ve bu kıyamete kadar gider. Sonra fıkha bak­tım. Ona baktıkça gözümde değeri arttı. Onda bir eksiklik bulama­dım. Baktım ki» ulema ile, fukahâ ile, üstadlarla bir arada oturmak,´ onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek ibâdet etmek de onu bilmekle olacak. Dünya ve âhiret onunla kaim... Onun sayesinde dünyayı isteyen büyük mevkilere yükselir .ibadet etmek isteyen onsuz yapamaz.. Kimse ilimsiz ibadet yaptığım söyleyemez. Fıkıh, ilimle ameldir.»

«Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Hazretleri asrında yayılmış olan ilimlerin hepsini denemiş, içlerinden en beğendiğini seçmiş, onda mütehassıs olmuştur. Demek o, devrindeki ilimlerin hepsini bilen kültürlü bir insandı. Sonradan bütün varlığıyla fıkha sarılmıştır. Fıkha sarılması, baştan diğer ilimleri elde edip hep­sinde malûmat sahibi olduktan sonra olmuştur.

2- Yahya b. Şeyban rivayet ediyor, Ebû Hanîfe şöyle de­miştir :

«Ben, kelâmda, münazarada kuvvetli olan bir kimseydim. Bir müddet bununla uğraştım. Münakaşalar yapıyor, kelâmı müdafaa ediyordum. Bu münazara ve mübahase erbabının çoğu Basra´da bulunuyordu. Yirmi defadan fazla Basra´ya gidip geldim. Orada bir sene kadar daha az veya daha çok kaldığım olurdu. Haricîlerden Ibaza, Sufriyye vesair fırkalarla münakaşa yaptım. Kelâm il­mini ilimlerin en efdalı sayıyordum. Kelâm dînin aslıdır, derdim.

Ömrümün birazı böyle geçtikten sonra, kendi kendime düşün­düm. Dedim ki: Hz. Peygamber´in Ashabı olsun. Tabiîn olsun, bizim erebileceğimiz şeylerin hiçbiri onlardan kaçmış değildi. Onlar bu hususta daha kuvvetli idiler. Bunları daha iyi bilirler, her şeyin hakîkatına vakıftılar. Bununla beraber keîâm mes´elesine dalma­dılar, münakaşa ve mücadefc yapmadılar. Kendilerini tuttular, hattâ bunlara dalmaktan nehyettiler. Onlar şeriat mes´delerine, fı­kıh bablanna sarıldılar. Onların sözleri hep fıkıh hakkında idi, oturup bunları konuşmuşlar, halka bunları öğretmişler, bunları öğrenmeğe Müslümanları davet etmişler. Fetva veriyorlar, fetva alıyorlar. İlk Müslümanların devri. Sahabe zamanı böyle imiş. Ar­kalarından Tabiîn aynı izden gittiler. îşte onların ´bu vasfolunan ahvali böylece canlanınca münazaralara, münakaşalara son vere­rek kelâm ilmini bıraktım. O kadarla iktifa ettim. Selefin[10] bu­lunduğu hallere döndüm. Onların izine koyuldum. Onların yaptık­larını yapmağa başladım. Bu mevzuları iyi bilenlerle beraber bu­lundum. Zira baktım ki, kelâmla uğraşanların simaları eskilerin siması. gibi değil. Onların yolu sâlihlerin yoluna benzemiyor. Kalb-leri katı, yürekleri taş gibi. Kitaba, Sünnete, sâlihîne karşı gelme­ğe hiç aldırış etmiyorlar. Ne takvaları var, ne´de korkuları!»

3- Talebesi İmam Züfer b. Hüzeyl anlatıyor: «Ebû Hanîfe derdi ki, baştan kelâmla meşgul olurdum. Bunda parmakla göste­rilir bir dereceye ulaşmıştım. Mescit´te H^mmâd b. Ebî Süley­man´ın ders halkasına yakın bir yerde oturuyordum. Günün birin­de bir kadın gelerek bana: «Bir adamın câriye bir karısı var, onu Sünnet üzere boşamak istiyor, kaç talâk vermeli diye sordu. Ben de bunu Hammâd´a sormasını ve dönüşte bana da haber vermesi­ni söyledim. Hammâd´a sormuş, o da şu cevabı vermiş:

«Hayızdan temiz olduğu sıra onu bir defa boşar, bekler, iki defa hayız görüp de yıkandıktan sonra kocaya varması helâl olur.» Bundan sonra bana kelâm lâzım değil dedim, ayakkaplarımı alıp Hammâd´ın dersine gelip oturdum. Onu dikkatle dinliyor, söyledi­ği mes´eleleri belliyordum. Ertesi gün müzakere yoluyla yoklama yapılınca ben bellemiş olurdum, diğer talebeler ise yanılırlardı. Bunun üzerine üstadımız Hamtnâd: Benim yanıma, ders halkasının başına Ebû Hanîfe´den başka kimse oturmıyacak, dedi»


18- Bu Üç Rivayetin Arasını Buluş


İşte üç rivayet böyledir. Bunlar bir kaç yolla naklolunmuş-tur. Rivayetlerin ibareleri, kısalık ve uzunluk bakımından türlü türlü ise de maksat ve mânâ birdir. Birinci rivayetten anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bütün ilimlerden nasibini aldıktan sonra fıkhı seçmiştir. Diğer iki rivayet ise ilm-i kelâmda son derece maharet sahibi idi, sonra fıkha döndü, diyor.

Birinci rivayetle ikinci rivayet arasını birleştirmek kolaydır. Çünkü birinci rivayet kelâm öğrenmedi, demiyor, kelâm mes´elele^. rinde münazara ve mübahase yaptığını reddetmiyor. Belki kelâm bildiğine işaret bile ediyor. Diğer iki rivayet, kelâmda münazara ve münakaşa yaptığını, bu işden son derece zevk aldığım saraha­ten söylüyor. Hattâ muhtelif fırkalarla münakaşa için Basra´ya bi­le gidermiş. Demek birincinin işaret ettiğini, diğer iki rivayet açık­lıyor. Ve hepsinden çıkan netice sonradan fıkha merak etmiş ol­duğudur.


19- İlmî Olgunluğu Ve Münazara Kuvveti


Görülüyor ki, Ebû Hanîfe, asrındaki İslâm ilimlerini ve kültü­rünü elde etmiş münevver bir kimsedir. Âsim kıraati üzere Kur´ânı Kerîm´i ezberledi, Hadis biliyordu. Edebiyat, şiir, nahiy öğ­rendi. İtikat mes´elelerine dair türlü fırkalarla mücadele etti. Hat­tâ münakaşa yapmak için Basra´ya bile gittiği ve orada bir sene kaldığı olurdu. En sonunda fıkha sarıldı.

Hayatının gençlik çağında, akait esasları -hakkında münazara yapmaktaki hevesi onu çok olgun laştırmış, en yüksek mertebeye ulaştırmıştı. Din esaslarım anlama tarzı kuvvetli idi. Hattâ kendini fıkha verdikten sonra bite icabettiği zaman ara sıra usrl ve akait esaslarında münakaşa yaptığı olurdu. Hâriciler Küfe nıescjdini bastıkları zaman Ebû Hanîfe mescidin içinde idi. Onun yanına gir­diler, onlarla münazara yaptı.[11]

Gulât-i Ş i adan bazılarıyla münakaşa yaptı ve onları ikna etti. Ve daha böyle nice vak´alan oldu. Bütün bunlar, o kendisini fık­ha verdikten sonra oluyordu.

Fakat kendisi ara sıra böyle usul ve. akait hakkında münaka­şalar yapmakla beraber talebelerini ve yakınlarını böyle münaka­şalardan men ediyordu. Rivayet olunduğuna göre oğlu Hammâd´ı kelâm mes´elesinde münakaşa yaparken gördü ve onu bundan vaz geçirdi. Ona:

Seni münakaşa yaparken görüyoruz, bizi neden menediyor-sun dediler. Cevabı şu oldu:

Biz münazara yaparken, arkadaşımız kayıp düşecek, yanı­lacak diye korkudan başımızda kuş varmış gibi dururduk. Sizse münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arakdaşmın kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek isti­yor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyense, arkadaşından ön­ce küfre düşer.»[12]


20- Münazaraların Onu Olgunlaştırması


Sözün hulâsası: Muhtelif rivayetlerin işaret ettiği ve ekseriye­tin de tasrih eylediği veçhile Ebû Hanîfe, itikat mes´elelerinde mü­nakaşa yaparken: hayata atıldı. îlm-i kelâm dediğimiz budur. Muhtelif fırkalarla mücadele yapardı. Sonra bundan vaz geçti, fıkha döndü. Bütün fikir kuvvetini fıkha verdi; yine de ara sıra mecbur kaldıkça veya hakkı meydana çıkarmak için akaide dair münaka­şalar yaptığı da olmuştur.

Ebû Hanîfe bidayette muhtelif dinî fırkaların münakaşa mev­zuu yaptıkları mes´elelerle boğuştuktan sonra fıkıh okumağa dön­dü. Devrinin büyük üstadlarından ders aldı. Onlardan birine de­vam etti. Ondan okudu ve yetişti. Başka fıkıh talebeleri muhtelif üstadlardan ders alırken o bir üstada devam etti. En mümtaz hocayı seçti. Onun muhitine ısındı. En ince mes´eleleri ondan öğrendi. Küfe o zaman Irak fukahâsının yatağı idi, Basra ise muhtelif mezheb fırkaları yatağı idi. Bu çevrelerin onun üzerine büyük tesiri olmuş­tur. Kendisi bu hususta şöyle demektedir: Ben ilim ve fıkıh oca­ğında yetiştim. Onların erbabiyle bir arada bulundum, o fukahânın arasından bir fakîhe devam ettim.[13]



21- Üstadı Hammâd´ın Dersine Devamı


Ebû Hanîfe Hammâd b. Ebî Süleyman´ın dersine devam etti. Fıkıh hususunda ondan yetişti. Hammâd ölünceye kadar ondan ay­rılmadı. Burada bahsedeceğimiz üç şeyi kurcalamak isteriz:

1- Fıkha döndüğü veya Hammâd´a devama başladığı za­man Ebû Hanîfe acaba kaç yaşında idi

2- Müstakil ders vermeğe başladığı zaman yaşı kaçtı

3- Hammâd´a devamı fasılasız mı idi Yâni başkalariyle il­mî münasebeti hiç mi yoktu Yalnız Hammâd´a devam edip başka-, smdan hiç fıkıh okumadı mı

Bu suallerin cevabına başlıyahm : Fıkıh okumağa veya Ham-mâd´dan ders almağa başladığı zaman kaç yaşında olduğunu doğ­rudan bilmiyoruz. Fakat müstakil ders kürsüsüne çıktığı zamanki yaşından bunu bulabiliriz. Çünkü bu bellidir. Hemen bütün riva­yetlerin ittifak ettiği bir nokta vardır ki, o da Ebû Hanîfe´nin Ham-mâd´ın dersine vefatına kadar devam etmiş olduğudur. Ancak üs­tadı Hammâd´m Ölümünden sonra müstakil ders halkası kurmuş­tur. Hammâd 120 Hicrî senesinde öldü. Hanîfe o zaman kırk ya­şında idi. "Demek Ebû Hanîfe 40 yaşında ders okutmağa başlamış­tır. Aklı tam kemâle erip olgunlaştıktan sonra üstadının yerine geçmiştir. Bundan önce de ders vermeği düşünmüştü. Fakat sonra vaz geçti. İmâm Züfer´den rivayet olunuyor: Ebû Hanîfe üstadı Hammâd´a olan bağlılığı hakkında şunu.anlatmış :

«On sene onun dersinde bulundum. Sonra içimde bir ders hal­kasında baş olma arzusu uyandı. Onun dersinden ayrılıp kendim ders vermek istedim. Bir gün evden çıttım. Niyetim bunu yapmak. Mescide girdim. Üstadı görünce gönlüm ondan ayrılmağa razı ol­madı. Gelip yanına oturdum. O gece üstadın Basra´da bulunan ak­rabasından birinin Ölüm haberi geldi. Mal bırakmıştı. Ondan baş­ka da mirasçısı yoktu. Bana kendi makamına geçip ders vermemi emretti ve Basra´ya gitti. O gittikten sonra ondan hiç duymadığım mes´eleler gelmeğe başlad- Ben onları cevaplandırıyor ve cevapları da yazıyordum. Sonra üstad dönüp gelince bu mes´eleleri ona arzet-tim. Altmış mes´ele dolayında idi. Kırkında bana muvafakat etti, onları uygun buldu, yirmisinde muhalif kaldı. Ben de Ölünceye ka­dar ondan ayrılmamağa ahdettim ve ölünceye kadar ondan ayrıl­madım.[14]

Hammâd´ın dersinde on sekiz sene bulunduğu tarihçe sabittir. Kendisi şöyle diyor: «Bir defa Basra´ya geldim. Her ne sorulursa behemahal cevabını veririm, sanıyordum. Bana öyle şeyler sordu­lar ki, cevabını bulamadım. O zaman üstadım Hammâd´dan ölün­ceye kadar ayrılmamağa andiçtim. Ve onsekiz sene onun talebesi oldum.»[15]

Ebû Hanîfe onsekiz sene Hammâd´m dersine devam etmiş ve üstadı öldüğü zaman kırk yaşma basmış olunca, ona talebe oldu­ğu zaman yirmi iki yaşında bulunduğu meydana çıkar. Kırk yaşma kadar onsekiz sene talebelik yapmış olur ve ondan sonra da müsta­kil ders halkası kurmuştur.

Bu devamın nasıl olduğuna gelince, Ebû Hanîfe´nin hayatını inceleyen kimse,, bunun fasılasız olduğunu yâni tamamiyle ona bağlanıp başkalarından hiç ders almadığını söyleyemez. Beytul-lah´ı ziyaret etmek, Hac yapmak maksadiyle sık sık Hicaz´a gider­di. Mekke ve Medine´de ulema ile buluşup görüşürdü. Bunların ço­ğu tâbiîndendir. Onlarla görüşmesi ilmî olurdu. Onlardan Hadis rivayeti" dinler, onlarla fıkıh müzakere yapar, kendi usulüne göre onlara ders verirdi. Ona ait haberlerde ve önün tarihinde bir £ok üstadları olduğu zikrolunmaktadır. Kendilerinden Hadis rivayet ettiği ve ders aldığı kimselerin arasında muhtelif fırkalardan adam­lar var. Zeyd b. Ali Zeyd´el-Âbîdin´den, Ca´fer Sâdık gibi Şia imam­larından ders almıştır. Muhammed Nefs´üz-Zekiyye´nin babası Ab­dullah b. Hasan´dan da ders almıştır. Ricata kail olan bâzı Keysa-niye ulemasından da ders okumuştur. Üstadlarmdan bahsederken inşallah bunları anlatacağız.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, o üstadı Hammâd´a devamla beraber diğer fukahâ ve muhaddisleri de görmüştür. Nerede bulu­nursa bulunsun tabiîni arar bulurdu. Bilhassa fıkıh içtihatta seç­kin olan Sahabeyle buluşmuş olan tabiîni mutlaka arar bulurdu. Kendisi diyor ki: «Hz. Ömer´in fıkhını, Hz. Ali´nin fıkhını, Abdul­lah b. Mes´ud´un fıkhını ve îbn-i Abbas´in fıkhını onların ashabın­dan aldım.» Eğer ders alması yalnız Hammâd´a münhasırdır der­sek, bunları diğerlerinden almış olmasına yol bulamayız.



22- Ebü Hanîfe´nîn Hayatı Hakkında Bilmemiz Gerekenler


Ebû Hanîfe kırk yaşına geldiği zaman, tam olgunluk çağında Küfe mescidinde üstadı Hammâd´m ders kürsüsüne oturdu. Kendi­sine sorulan mes´eleleri çözmek arz olunan hâdiseleri bir hükme bağlayabilmek için bunları talebeleriyle müzakere yoluyla, karşı­lıklı konuşmalarla okutmağa başladı. Benzeri., hâdiseleri birbirine kıyas yapıyor, müşterek illeti olanları ayni hükme bağlıyor, fıtrî zekâsı, kuvvetli aklı ve sağlam mantıki sayesinde bunları ko!ayca yapıyordu. Böylece Hanefiyye mezhebini doğuran parlak fıkıh yo­lunu açtı.

Burada bu ilmî yapının nasıl teşekkül ettiğini ve doğurduğu neticeleri etrafiyle anlatmağa kalkışacak değiliz. Bunun ileride şerh ve beyân yeri gelecektir.

Biz burada onun hayatının mecrasından, onunla ilgili olan şeylerden söz açıyoruz. Biz burada onun şahsını inceliyoruz. Orada ise millî varlığının teşekkülünü araştıracağız. Sonra bu iki emirden doğan neticeler nedir Yâni ilmî kudretiyle diktiği ilim fidanları ve ne vakit meyve verdiği ve bir çok ülkelerde fıkıh ve hüküm ver­me kapılarını nasıl açtığı mes´elesini bahis konusu yapacağız.

Onun hayatiyle ilgili şeyleri beyan için burada îki noktayı açık­layacağız :

1- Yaşayışı, geçinmesi, kazancı nasıldı

2- Umumî hayat yâni yaşadığı devirde olup biten olaylar karşısında vaziyeti ne idi ve bunun hayatının akışında ne gibi te­siri oldu


23- Ailesinin Malî Durumu


Tarih bize anlatıyor ki, Ebû Hanîfe servet sahibi,, varlıklı bir ailede yatişti. Babaları tacirdi. Onların yünlü ve ipekli kumaş ti­câreti yaptıkları anlaşılıyor. Bu ticaret çok kârlı bir işti. Ebû Ha­nîfe atalarından kalan bu işe başladı. Gençliğinde çarşı-pazara gidip gelirdi. Ulemanın dersine devam etmezdi. ŞaTsî ona ilim mec­lislerine devamı tenbih etti. Bunun üzerine o da ilme sarıldı, fa­kat ticaretten büsbütün ayrılıp vazgeçti mi Bütün rivayetler onun ticareti bırakmadığını söylemektedir. Hayatının sonuna kadar ti­caretle meşgul olmuştur.[16]

Onun ticarette ortağı olduğunu söylerler, öyle anlaşılıyor kî, onun ilim tahsil edebiimesi, fıkıh ve Hadîs öğrenerek ilme hizmete devanı edebilmesi hususunda bu ortağının yardımı olmuştur. Bü­tün rivayetler onun tacir olduğunda ittifak ettiği gibi fıkıh ve dîne hizmete kendini vermiş olduğunda da ittifak ederler. Bu ise ancak onun çarşıya bağlanmasına lüzum bırakmıyan emin bir ortağın yardım sayesinde olabilir. "Yoksa işinin başında bulunması lâzım gelird Onun da ticarete dair bilgisi, tecrübesi var. Ticaretle alâ­kadar Uıyor, ticaret işlerini idare ediyordu. Fakat ilimle ticareti bir arada toplayan ulemanın ahvali hep böyledir,

Mûtczİle´nin reisi olan Vâsıl b. Atâ da böyle idi. O da Ebû Ha-nîfe´nin çağdaşıdır, aynı yılda doğmuşlardır. O da îran´lıdır. Tica­retle geçinirdi. Akrabasından emin bir ortağı ile ticaretini yürütür­dü. Kendisi ders meşguldü. îslâma hücum edenlerle münakaşa ya-parc: Bunun emsali çoktur. Öyleyse Ebû Hanîfe´nin tacir olduğu haldt kendisini bu derece ilme nasıl vermiş olduğunda hayret edi­lecek bir cihet yoktur.


24- Tâcîr Ebü Hanîfe´nin Meziyetleri, Cömertliği


Ebû Hanîfe, tâcîr olarak halka olan ticarî münasebet ve mua­melelerinde dört vasıf taşır ki, bunlar onu doğru ve namuslu tüc­car arasında örnek olarak göstermeğe kâfidir. Ulema arasında en yüksek mevkide o*duğu gibi ticaret ahlâkında da böyledir.

1- Son dertle kanaatkar, gönlü zengindi. İnsanları fakir yapan tamahkârlıktan onda eser yoktu. Bunun sebebi, belki de zengin ve varlıklı bir ailede vetişmiş olmasıdır. İhtiyaç zilletini tat­mış değildi.

2- Son deerce emanete riayet ederdi. Emanet hususunda çok titizdi. Hıyanet nedir bilmezdi.

3- Gayet cömertti, eli çok kaçıktı. Cimrilik ondan uzaktı.

4- Son derece dindardı, çok ibadet ederdi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri "namaz ve niyazla geçirirdi.

Şahsında toplanan bu dört güzel vasıf, onun ticaret muame­lelerinde daima eserini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler­di. Birçokları onu ticarette Hz. Ebû Bekr´is-Siddık´a benzetirdi Sanki onu kendine Örnek tutuyor, onun izinden gidiyordu, ona tâ-biydi. Bir malı satın alırken de, sattığı zamanki gibi, emanet kai­desine riayet ederdi: Bir kadın ona satmak üzere bir ipek elbise getirdi. Ebû Hanîfe fiyatım sordu. Kadın da yüz dirhem istediğini söyledi. Ebû Hanîfe: «Bunun değeri yüzden daha ziyadedir, kaça vereceğinizi söyleyin» dedi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktı. Ebû Hanîfe: «Daha fazla yapar», deyince kadın:

Benimle eğleniyor musun dedi.

Ebû Hanîfe:

Ne münasebet, dedi, bir adam getirin de fiyat takdir et­tirelim.

Kadın bir adam çağırdı. Fiyat takdir ettirdi. Ebû Hanîfe beş-yüze satın aldı.[17]

O işte böyle idi. Alıcı kendisi, fakat satıcının menfaatini ko­ruyor. Satıcının gafletinden istifade ederek onu aldatmağa fırsat kollanııyor, vurgunculuk yapmıyor, satıcıya doğru yolu gösteriyor.

O öyle bir satıcı idi ki, müşteri fakir veya ahbabı olursa on­lardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verir, hattâ kazancından müş­teriye bağışladığı bile olurdu. Bir defa ihtiyar bir kadın geldi:

Ben yoksulum dedi. Bana şu elbiseyi maliyeti fiatına sat! Ona:

Dört dirhem ver, onu al, dedi.

Ben ihtiyar bir kadıncağızım,, benimle böyle alay etme,

dedi.

Bunun alayı yok, bunları iki takım elbise olarak almıştım. Birini verdiğini paradan dört dirhem eksiğine sattım. Bu elbise ba­na dört dirheme kalmış oldu, bunu da sen al.

Ahbaplarından biri gelip şu vasıfta, şu renkte bir elbiselik ku­maş istedi. Ona:

Biraz bekle, düşerse senin için alırım, dedi.

Bir hafta geçmeden o vasıfta kumaş geldi. Ahbabı uğrayınca:

Senin işi gördük, dedi ve kumaşı çıkardı. Ahbabı;

Kaça diye sordu.

Bir dirheme, dedi.

Benimle alay edeceğini hiç zannetmezdim!

Ortada aîay edecek bir şey yok. Ben 20 dinar ve bîr dirhe­me iki elbise satın aldım. Birini 20 dinara sattım. Bu bir dirheme kaldı.[18]

Şüphesiz ki, bu aliş verişe satıcının cömertliğinden ileri gelen büyük bir ikram karışıyordu. Yahut bu alış veriş suretinde bir he­diye ve ihsandı. Bu ticaret değildir. Bu büyük ve âlim tacirin na­sıl cömert bir kalb sahibi olduğunu, onun emanet, dîn, akıl ve ve­fa bakımından nasıl bir namus heykeli olduğunu gösterir. Günah karışma şüphesi olan her şeyden pek sakımrdı. Bir mala haram ka­rıştığı şüphesi hâsıl olursa onu hemen yoksullara, muhtaçlara sa­daka olarak dağıtırdı.

Rivayet olunduğuna göre: Ortağı Hafs b. Abdurrahman´ı mal satmak üzere gönderdi ve içlerinde kusurlu bir elbise olduğunu da ona söyledi ve bunu satarken kusurlu olduğunu, söylemesini tenbih etti. Hafs malı sattı. Kusurunu söylemeyi unuttu. Onu satın alanın kim olduğunu da bilmiyor, Ebû Hanîfe bunu öğrenince bü­tün o mallardan alınan paranın hepsini sadaka olarak dağıttı.[19]

Bu derece takvaya riayet ,helâl kazançla iktifa etmesiyle bera­ber ticareti ona yine de çok gelir sağlıyordu, serveti çoktu. Ulema­ya, muhaddislere pek çok ihsanda bulunur, onlara iyilik yapardı. Târih-i Bağdadî diyor ki: Seneden seneye kazancını toplar, onlar­la üstadîann» muhaddislerin ihtiyaçlarını karşılar, yiyeceklerini, giyeceklerini satın alır, bütün hacetlerini görürdü. Sonra kârdan kalan parayı onlara dağıtırdı ve: «Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve ancak Allah´a hamd edin», derdi. Çünkü verdiğim bu mal filhakika benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allah´ın fazl ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.»[20]

Ticaretinin sağladığı kazançla ulemaya mürüvvet gösteriyor, onların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Onları başkalarına muhtaç olma durumundan çıkararak ilmin şerefini koruyordu.

O, dış görünüşe de ehemmiyet veriyor, dışının da içi gibi temiz olmasına dikkat ediyordu. Elbisesine itina gösterirdi. ´ Elbisenin en âlâsını giyerdi. Üst elbisesi otuz dinar kıymetinde idi. Kıyafeti güzeldi. Çok güzel kokular kullanırdı. Ebû Yusuf´un dediği gibi da­ha uzaktan güzel kokusu duyulur, geldiği belli olurdu.[21]

Tanıdıklarını da kendi elbiselerine ve diğer dış görünüşlerine dikkat etmeğe teşvik ederdi. Yanına gelip oturan bir adamın üze­rindeki eski elbise gözüne ilişti. Adam kalkıp gideceği zaman bi­raz beklemesini söyledi. Meclis dağılıp herkes gittikten sonra ikisi yalnız kalınca adama:

Şu seccadeyi kaldır, altında olanları al, dedi.

Adam seccadeyi kaldırdı. Altında bin dirhem vardı, durakladı.

Al bu dirhemleri, dedi. Onunla kılığını kıyafetini değiştir!

Ben zenginim, bunlara ihtiyacım yok, cevabım verdi.

Sen Hz. Peygamber´in şu Hadîsini duymadın mı: «Allah, kulunun üzerinde, ona verdiği nimetin eserini görmeyi sever.» Sen şu halini değiştirmelisin, tâ ki dostların senin için kederlenme­sin[22]


25- Devrîndekî Sîyasî Hareketler Karşısındaki Durumu


İşte Ebû Hanîfe´nin yaşayışı böyle idi. Ve onun gelir kaynak­ları bunlardı. Şimdi hayatının akışı ile sıkı alâkası olan bir şeyden bahsetmek istiyoruz. Devrindeki siyasî ayaklanma hareketleri kar­şısında durumu ne idi Bunların ona tesiri nedir Ayaklanmala­ra yardımı var mıdır Devlet işlerini ellerinde tutanlarla münase­beti nasıldı Bunlar Ebû Hanîfe´nin hayatına tesirleri derecesin­de eserimizde yer vereceğiz. îmâm-i A´zam gibi büyük imâmın ha­yatına son vermeğe sebep olan o işkenceler bununla sıkı alâkadar­dır. Tıpkı sebebin müsebbiple, neticenin mukaddemelerle, eserin müessirle olan bağlantısı gibi. Hayatında çektiği elemlerin sebebi bunlardır.

Ebû Hanîfe hayatının 52 senesini Emevîler devrinde yaşadı. 18 senesini de Abbasîler devrinde geçirdi. Bu iki İslâm devletinde ömür sürdü. Emevî devletinin gençlik ve kuvvetli devrini gördü. Sonra onun çöktüğüne şahit oldu. Abbasîler devletine yetişti. Ab-bâsîlerin gizli bir teşkilât halinde Emevîleri yıkmak için propa­ganda yaptıkları, durmadan çalıştıkları günleri yaşadıktan sonra Emevî devletini yıkıp idareyi- ele aldıkları günleri gördü. Abbasî­ler, Hz. Peygamber´in yakın akrabasından olduklarından Abbasî Halîfeleri, Peygamber´in dinî vekili gibi halkın başına geçmişler­dir. Halkı idareleri altına bu namla alıyorlardı.

Ebû Hanîfe bunların cümlesini görüp geçirdi. Bunlar onun üzerinden hâli kalmıyordu. İhtilâlcilerle bir olup hükümet aleyhi­ne yürümediyse de, bütün haberler, onun kalben Hz. Peygamber´in âli, Ehl-i Beyt ile beraber olduğunu göstermektedir.

O, evvelâ Emevîlere karşı ayaklanan Peygamber´in akraba-siyledir. Sonradan bu işi Abbasîler sırf kendi ellerine alıp Hz. Ali´­nin evlâdını mahrum bırakınca, Hz. Ali evlâdının Abbâsîlere karşı ayaklanmasını haklı gördü. Emevîleri din ve şeriatv bakımından hiç­bir suretle hak ve hâkimiyet sahibi görmüyordu. Fakat işi kılıca sarılmağa vardırarak isyan etmiyordu. Belki de bunu yapmayı ku­ruyordu, fakat bâzı sebepleri hesaba katarak buna imkân görmü­yordu. Zeyd b. Zeynelâbidin, 121 Hicrî yılında Hişam b. Abdu´1-Me-lik´e karşı ayaklanınca, rivayete göre, Ebû Hanîfe: «Onun bu çı­kışı, Hz. Peygamber Efendimiz´in Bedir Harbine çıkışına benzer» demiştir. Kendisine:

Öyle ise siz neye ona katılmadınız denilince:

Beni, ona katılmaktan halkın bendeki emanetleri alıkoy­du. Bana birçok emanet bırakmışlardı. Onları tbn-i Ebî Leylâ´ya bırakma kistedim kabul etmedi. Emanetler bende iken bilinmeyen uzak yerlerde ölmekten korktum, dedi. Başka bir rivayette şu özü-rü ileri sürdüğü söyleniyor:

«Şayet halkın, onun atalarını aldattıkları gibi onu da alda­tıp yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem; onunla beraber ben´de; savaşırdım. Zira hak imâm ve halife odur. Hilâfet onun hakkıdır. Ben ona malımla yardım ettim. Bin dirhem göndererek ona bi´at ettim. Elçiye özürümü ona arzetmesini söyledim.»

Bu iki haberden anlaşılıyor ki, o İmâm Zeyd b. Ali Zeynelâbi­din gibi bir âdil imâm tarafından olmak şartiyle, Emevîlere karşı isyanı şer´an caiz görüyordu ve kendisi de mücâhidlerle beraber kılıç sallamağı arzu ediyordu. Fakat o bununla iyi neticeler alına­cağından emin değildi. Böyle yapmak haklı ve yerinde bir iş, lâkin buna kuvvetle katılanlar ve andla bağlı kalpler bulunmadığından bir netice çıkmiyacağı da belli idi. Bununla beraber bu işe arka çevirip katılmıyanlardan olmak da istemezdi. Onun için teyit eden­lerden olduğuna delil göstermek maksadiyle malî yardım gönder­miştir. Mal da takviye kuvvetidir.

İhtilâlcilerle beraber neden çıkmadığı hususunda zikrettiği sebepleri, kılıç taşımağa ve kavgada insan yaralamağa alışık de­ğildi de bu sebeple cihada katılmadığından, kendini mazur göster­mek için ileri sürdüğünü söylemek istemiyoruz. Böyle bir şeye ih­timal bile vermeyiz. Çünkü Ebû Hanîfe içindekinin aksini söyle­yen kimselerden değildi. Kanaatinin hilâfına bir şey söylemez, her şeyi samimiyetle söyler. Hayatını bu yüzden tehlikelere bile maruz bırakmıştır. Bunları kuvvetli bir irade ve cesur bir kalble karşıla­dı. Korkmadı, zaaf göstermedi.


26- Irak Valîsi Îbn-Î Ebî Hübeyre´nîn Ebû Hanîfe´yî Takibi


İmam Zeyd b. AH Zeynelâbidin´in ihtilâli, 122 hicret yılında onun öldürülmesiyle sona erdi. Ondan sonra 125 senesinde oğlu Yahya Horasan´da ayaklandı. Babası gibi o da öldürüldü. Sonra bu Yahya´nın oğlu Abdullah, atalarının hakkını isteyerek ayaklandı. Emevîlerin son halifesi Mervan b. Muhammed´in gönderdiği kuv­vetleri Yemen´de kırıp ezdi. Fakat o da 130 senesinde şehid oldu.[23]

Zeyd b. Ali´nin Ebû Hanîfe nezdinde büyük bir mevkii vardı. Hattâ onun devlete karşı çıkışını, Hz. Peygamber´in Bedir Harbine çıkışma benzetmişti. Onun dînini, ahlâkını, ilmini pek beğeniyor, çok takdir ediyordu. Onu hak imâm addederdi. Bu cihattan ayrı­lanlardan olmasın diye ona malca yardımda bulundu. Onun Emevî­lerin kılıcıyle öldürüldüğünü gördü. Sonra bu açılan yaralar henüz dinmeden arkasından onun oğlunun öldürüldüğüne şahit oldu. Onun arkasından da torunu aynı akıbete uğradı. Şüphesiz ki, bun­ların hepsi Ebû Hanîfe´nin içinde birer düğüm halinde kaldı. Bu zulümleri diliyle söylemekten elbette ki çekinmedi. Bunları anlat­tı. Kızdıkları zaman ulemanın lisanları, keskin kılıçların yapamadıklarını yapar, onlardan daha keskin olur, vuruşları daha şiddet­lidir. 130 senesinde Irak´ta Emevîlerin başından geçenler, bunu ta-mamiyle göstermektedir.

Mekkî´nin Menakıb-ı Ebû Hanîfe´sinde ve diğer menakıb ki-taplannda ve târihlerin tercüme-i hâl kısımlarında kayıt olunduğu veçhile: Son Emevî Halifesi Mervan b. Muhemmed´in Irak valisi olan Yezid b. Ömer b. Hübeyre, Ebû Hanîfe´ye kadılık veya hazi­nedarlık teklif etti. Bununla onun Emevîlere olan bağlılığını dene­mek istiyordu. Çünkü onun Hz. AH evlâdına taraftar olduğu, onla­ra elinden gelen yardımı yaptığı Emevîlerin kulağına değmişti. Bu sırada Irak, Horasan ve îran, siyasî hareketlerle kaynaşıyordu. Şe­hirler birer birer Abbasî taraftarlarının eline düşüyordu. Koca yeryüzü her taraftan darahp Emevîleri sıkıştırıyordu.

Mekkî aynen şöyle diyor: «Emevîler zamanında îbn-i Hübey­re Küfe valisi idi. Irak´ta kaynaşmalar başgösterdi. Irak fukahâsı-m kendi kapısında topladı. Aralarında İbn-i Ebî Leylâ, îbn-i Şüb-rüme, Davud b. Ebî Hind gibi ulema vardı. Her birini mühim devlet vazifeleri başına geçirdi. Ebû Hanîfe´yi de davet etti. Mührü onun eline vermek, istedi. Ebû Hanîfe´nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmıyacak, Beyt-ül-malden çıkan her mal Ebû Hanîfe´nin elinden çıkmış olacaktı. Ebû Hanîfe bunu kabul etmedi, tbn-i Hübeyre: Eğer kabul etmezse onu döğerim diye ye­min etti. Fukahâ arkadaşları Ebû Hanîfe´ye:

Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et. Biz senin kardeşleriniz, hepimiz bu işlerden nefret ediyoruz, fakat ka­bulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık, dediler.

Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

Vas.ıt mescidinin kapılarım saymayı bana teklif etse ona onu da yapmam. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ederim. O, boynu­nu vuracağı bir adamm ölüm fermanını yazacak, ben de ona mührü basacağım ha, vallahi böyle bir ise kat´iyen girmem!

îbn-i Ebî Leylâ:

Arkadaşımızı bırakalım, o haklıdır, hata başkasının, dedi.

Ebû Hanîfe´yi hapse attılar. Ona her gün dayak attırıyorlar­dı. Cellâd, îbn-i Hübeyre´ye gelerek:

Bu adam kırbaçtan ölecek, dedi. îbn-i Hübeyre:

Söyle ona, bizi yeminimizden kurtarsın, dedi. O da Ebû Hanîfe´ye bunu söyleyince:

Camiin kapılarını saymamı istese yine yapmam, dedi. Son­ra o cellâd, îbn-i Hiibeyre ile görüştü :

Bu mahpusa bir nasîhatçı yok mu, mühlet istesin ki vere­yim dedi.

Ebû Hanîfe´ye haber gönderdiler :

Arkadaşlarımla istişare1 yapayım, bakayım, dedi.

İbn-i Hübevre tahliyesini emretti. Ebû Hanîfe hapisten çıkınca atma bindi, Mekke´ye kaçtî. Bu hâdise 130 senesinde İdî. Mekke´de yerleşti. Hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar orada kaldı. Ebû Ca´-fer Mansur zamanında Küfe´ye döndü.[24]

İbn-i Hübeyre tahliyesini emretti. Ebû Hanîfe hapisten çıkınca ki, îbn-i Hübeyre, Ebû Hanîfe´ye işbirİiğiği, beraber çalışmayı tek­lif etti. O da kabul etmedi. Anlaşıldığına göre İbn-i Hübeyre ona, kendi taraftarında olduğunu gösterecek herhangi bir işi kabul et­mesini teklif etti. Onun hakkında ileri sürülen itham ve şüpheyi anlamak istiyordu. Ona mührü vermek istedi. O ise kabuî etmedi. Hükümet tarafında olduğunu gösterecek herhangi bir işin kabulü­nü teklif etti. Şiddetli ısrarlara ve dayağa rağmen o bunu yine ka­bul´etmedi. İşkenceden başı şişti. Fakat gönlü sarsılmadı, dayak altında zaaf göstermedi. Ağlayıp sızlamadı. Fakat annesinin onun bu haline çok üzüldüğünü öğrenince, onun elemine acıyarak göz­lerinden yaşlar boşandı. îşîe hakkıyla kuvvetli olmak böyledir. Ka­naati uğrunda çektikleri şeyler onun hiç umurunda bile olmaz, fakat kendisi için çok kıymetli olan candan yakınlarından birinin acı duymasına gönlü razı olmuyor, başkalarının acı duyması yü­zünden kendi acıları artıyor, diğer kimselerin elem çekmesine ta­hammül edemiyor. Kuvvetli olmak demek, katı kalbli, kaba ve sert olmak demek değildir. Kuvvetli olmak, sağlam irade, yüksek duy­gu, şefkatli kalb, ince ruh, tahammüllü gönül, sebatlı akıl, vekarlı hareket sahibi olmak demektir. İşte Ebû Hanîfe, bunların hepsi demektir.


27- Ebû Hanîfe´ye Yapılan İşkencenin Siyasî Sebepleri


îbn-î Hübeyre´nin Ebû Hanîfe´ye bu işkenceleri yapmaktan maksadı onun Emevî´lere karşı durumunu anlamak ve denemek idi. Çünkü etrafında şüpheler dolaşıyordu. Anlaşıldığına göre di­ğer bâzı fukahâ da aynı töhmet altında idiler. Fakat orrlar teklif olunan devlet vazifelerini kabul ettiler ve böylece kendilerini şüphe­den kurtardılar. Belki de onlarda Ebû Hanîfe-´deki sabır ve taham­mül yoktu da kendilerini korumak için böyle hareekt ettiler. Bü­tün bunlar olup biterken Emevî Devleti için için kaynıyordu. Ho­rasan ve Iran Abbasî´lerin eline geçmişti veya geçmek üzere idi. Irak´ta kaynaşan fitneler tehlikeli bir Kal alıyordu. Abbasî´lerin orduları orada Emevî´Ieri kuşatmıştı. Devlet merkezine yakın ül­kelerde bile Emevîler ansızın baskına maruzdu. Şu geniş dünya onların başına dar gelmeğe başlamıştı. Saltanat siyaseti onları Ebû Hanîfe´ye böyle muameleye sevk ediyordu. Fakat, din, ahlâk, siya­set bunu kabul edemez, buna asla razı olamazdı.


28 - Hapishaneden Mekke´ye Gîdîşî, Abbasîler Devrinde Tekrar Dönüşü


Hapishane memuru hapisten çıkma yollarını hazırladıktan sonra Ebû Hanîfe Mekke´ye kaçtı. 130 senesinde Abbasîler idareyi tamamiyle ellerine alıncaya kadar Mekke´de oturdu. Her tarafta kopan ihtilâl insanları kapıp fitnenin içine atarken o, Kabe´nin ci­varında, Harem´i Şerifte aradığı emniyeti buldu. İbn-i Abbâs´m il­mine vâris olan Mekke´de şevkle hadis ve fıkıh ilimleri üzerine eğilip ilimle meşgul oldu. Ebû Hanîfe orada Ibn-i Abbâs´m talebe-leriyle buluştu. Onlara kendi ilmini öğretti. Onlardan da onların ilmini öğrendi, İlminden bahsederken Mekke ekolünden nasıl fay­dalandığım açıklayacağız.

Burada Mekke´de ne kadar oturduğunu tetkik etmek istiyoruz. Mekki´nin Menâkıp´mda kaydettiğine göre Ebû Hanîfe Mekke´de Mansur zamanına kadar kalmıştır. Mansur 136. hicrî yılında hilâfet makamına geçti. Ebû Hanîfe, 130 yılında Mekke´ye geldiğine göre en az altı sene Mekke´de ikamet etmiş olması gerekiyor. Bu itibar­la bu büyük imâm Ömrünün altı senesi gibi büyük bir kısmım Bey-tullah civarında geçirmiş, Kabe´de mücavir olmuştur.

Fakat yine Mekkî, Menakib´mda: Ebu´l-Abbâs Seffâh Kûfe´ye girip de halktan bîat istediği zaman´ Ebû Hanîfe´nin orada olduğu­nu söylüyor ve aynen şöyle diyor: «Ebû´l-Abbas Seffâh, Kûfe´ye girdiği zaman ulemayı davet etti, onları huzuruna topladı; onlara şöyle dedi:

Bu hilâfet işi, Peygamberimizin ehline ve akrabasına geçti. Bu size Allah´u Teâlâ´nın bir lütuf ve keremidir. Hak yerini buldu.

Sizler, ey ulema zümresi, buna yardım etmeğe en lâyık olanlarsınız. Size istediğiniz kadar ihsan ve ikram var. Allah malından ziyafet var. Halifenize bîat ediniz( âhirette sizin iiçn emniyete kavuşma­ğa vesile olur. Allah´ın huzuruna, halifeye bî´at etmeksizin imâm-sız olduğunuz halde çikmayınız. Hüccetsiz ve delilsiz kalanlardan olmayın.»

Oradakiler Ebû Hanîfe*ye baktılar, o da :

«İsterseniz kendim namına ve sizin namınıza konuşayım.» dedi.

Evet, bunu arzu ediyoruz, dediler. Bunun üzerine şu sözleri söyledi:

Allah´a hamd olsun ki, bu hakkı Resul-i Ekrem´inin akraba­sına nasîb etti. Zalimlerin zulmünü bizden kaldırdı. Lisanımızla hakkı söyleyebiliyoruz. Allah´ın emri üzerine sana bî´at ettik. Kıya­mete kadar sana verdiğimiz ahdi tutacağız. Allah´u Teâlâ bu işi Pey­gamberimizin akrabasından asla ayırmasın.

Ebu´l-Abbâs da buna güzel bir cevap vermiştir:

«Ulema namına senin gibiler konuşmalı... Seni seçmekte çok isabetli hareket ettiler. Sen de gayet güzel ifade ettin...»

Çıktıktan sonra (kıyamete kadar) sözü ile neyi kasdettiğini sordular O da:

«Siz beni ele verirseniz ben de sizi ele veririm...» dedi. On­lar da sustular. Ve onun yaptığını haklı buldular.[25]

Bu rivayet iki şeye delâlet eder:

1- Seffâh Kûfe´ye gelip de halktan kendisi için hilâfet bîati aldığı zaman Ebû Hanîfe orada bulunmaktadır. Bu hâdise ise, hiç şüphesiz ki, 136 yılından önce idi. Öyle olunca bu rivayet Kûfe´ye Mansur´un hilâfeti esnasında yani 136 senesinden sonra döndüğü­nü söyleyen rivayetin zahirine uymuyor.

Bence bu iki rivayetin arasını bulmak şöyle mümkün olur: Ebû Hanîfe, îbn-i Hübeyre yüzünden Mekke´ye kaçmıştı. îbn-i Hübeyre ve hükümeti Irak´tan çekilip gidinceye kadar orada otur­du. Onlar Irak´tan def olunca memleketinde kalmak niyetiyle Kû-fe´ye geldi. îşte bu sırada Ebu´l-Abbâs Seffâh´la görüştü. Ve yuka­rıda geçtiği üzere ona bî´at etti. Fakat Irak´ta ve dolayında fitneler tamamiyle sönmüş değildir. îşler tam bir sükûnet ve istikrar bul­mamıştı. Onun için yine Mekek´ye döndü. Belki ,de Mekke ile. Küfe arasında, işleri icabı, birkaç defa gelip gitmiştir ve bu gidişlerinden birinde Seffâh ile görüşmüştür.

Halife Mansur devrinde işler yoluna girip istikrar bulunca Küfe´ye gelip orada kaldı ve mescidde ders halkasını eskiden oldu­ğu gibi yine açtı. Fitneler ve kargaşalıklar devam edip dururken, Abbâsiyye devleti kurulduğu gibi hemen Kûfe´ye yerleşerek mes­cidde ders vermeğe başladığını söyleyemeyiz. Çünkü tarihin delâle­ti veçhile inkılâpların sonunda huzursuzluklar derhal ortadan kal­kıp dinmez. Tarihler bunu böyle kaydederler. Demek Ebû Hanîfe de işlerin yatışmasını bekledi ve ancak Mansur´un halifeliği esna­sında Kûfe´ye dönüp orada kaldı.

2- Bu rivayetlerden çıkan ikinci meseleye gelince: Ulema Ebu´l-Abbâs´a bîat edilmesine razı değildir. Bi´at esnasında yaptığı konuşmadan sonra Ebû Hanîfe ile başbaşa kalınca bunu söylemek istediler. Sonradan onun yaptığını ve dediğini kabul ettiler.

Hakikaten bu ulema arasında tbn-i Şübrüme, îbn-i Ebî Leylâ gibi Emevîîerîe çalışmış, onîara hizmet etmiş kimseler vardı. Onla­rın son halife Muhammed h. Mervan´a yaptıkları bî´at boyunların­da idi. Ahdinde durmak borçtur. Bu yeni bî´at onları gayet güç du­ruma düşürmektedir. Ebû Hanîfe´ye gelince Emevîler hakkında hiçbir taahhüde girmiş değildir. Boynunda böyle bir borç yoktu.


29- Abbâsîlerîn Hâkimiyetini Nasıl Karşıladı


Ebu´l-Abbâs Seffâh´a bî´at ederken söylediği sözlerden anîaşıl-dığı üzere Ebû Hanîfe Abbasîler devrini büyük bir memnunlukla ümid ve ferahla karşılamıştır, Emevîlerden çektiklerine bakınca, onun hayatının seyrine uygun düşen de budur. Halbuki ileride ümidleri kırılacak, Abbasîler de emelleri hilâfına zuhur edecektir.

Ebû Hanîfe, Emevîlerin Âl´i Beyte, Hz. Ali evlâdına nasıl taz­yikler yaptıklarım gözü ile gördü. Şimdi ise Abbasî devleti kurulu­yordu. Bu, aslında Hz. Ali taraftarlarının devleti olarak ortaya çıktı. Ali taraftarlarının dâvetine dayanarak kuruldu. Onlara bu hak, Hz. Ali´nin torunlarından geçti. Bunları bir yana bırakalım. Abba­sîler de Hâşimî âilesindendirler, Hazret-i Peygamberlerle aynı sülâ­leden gelirler. Bu devlet, Hâşimî devleti demektir. Amucaları oğul­ları olan Hz. Ali evlâdına karşı, her gün artan bir şefkatle hoş mua­mele yapmaları lâzım gelirdi. Onlardan beklenen, onların hakkına riayet etmeleridir. Sonra onlar, Hz. Ali evlâdının, Âl-i Beytin in­tikamını alacaklarını boyuna ilân ediyorlar, onlara zulüm edenleri haklayacaklarını tekrarlıyorlardı. Âl-i Beytin velîleri ve hamileri olduklarını, onların şehitlerinin kanlarım istemek hakkı kendile­rine ait bulunduğunu söylüyorlardı.

Ebû Hanîfe´nin böyle bir devlet kurulmasından memnun kal­ması ve bu devletin ilk halifesine bî´at elini uzatması pek tabiî idi. O da bunu yaptı. Ebu´l-Abbâs Seffâh´a bî´at esnasındaki sözleri, Peygamber´in akrabasına nasıl kudsî bağlarla bağlandığını ve hal­kı bî´ata nasıl çağırdığını göstermektedir. Bu konuşmadan sonra fukahâ arkadaşlariyle aralarında geçen sözlerle onlan devlete ita-ata ve cemaatla beraber olmağa teşvik etmiştir.

Ebû Hanîfe Hazretleri, yukarıda arzettiğimiz sebeplerle, Ab­basî devletine dostluğunda _ve bağlılığında olduğu gibi, Âl-i Beytin cümlesini sevmekle devam etti. Mansur onu kendine yaklaştırmak istiyor, onun mevkiini yükseltiyordu. Ona bol bol atiyeler veriyor, ihsanlarda bulunuyordu. Mansur ile zevcesi arasında, zevceler ara­sında eşitliğe riayet etmemek ve kendisinden yüz çevirmek yüzün­den dargınlık vuku buldu. Zevcesi Mansur´dan adalet üzere hare­ket etmesini istedi. O da :

İkimizin arasında hakem olarak kime razısın, dedi.

Ebû Hanîfe´nin hakemliğine razıyım, cevabını verdi.

Mansur da onun hakemlik yapmasını kabul etti. Bunun üze­rine Ebû Hanîfe´yi davet ettiler. Mansur söze başladı:

Zevcem benden davacı, adaletini göster bakalım.

Emîrül-Mümînin anlatsınlar bakalım, mes´ele nedir

Bir erkek kaç kadın alabilir

Dört.

Cariyelerden kaç

Onlar için bir sayı yok .istediği kadar.

Bunun hilâfına söyleyen var mı

Hayır.

Ebû Ca´fer Mansur, hanımına dönerek:

Şöylediîkerini işitiyorsun ya, dedi. Bunlar şeriat hükmü.

Ebû Hanîfe tekrar söz aldı:

Allah´u Teâlâ bunları zevceleri arasında adalete riayet edenler için helâl kıldı. Adalete riayet etmiyen veya edemeyeceğin­den korkanlar birden fazîa kan almamalıdır. Alîah´u Teâlâ buyu­ruyor ki: «Adalet edemiyeceğinizden korkarsanız bir tane yeter.» Bize yakışan Alİah´u Teâlâ´nın verdiği edeb dersini kabul etmek­tir. Onın öğütlerinden ibret alıp faydalanmak lâzımdır.

Ebû Câ´fer Mansur bunlara diyecek bir şey bulamadı, susup kaldı. Ebû Hanîfe de çıkıp gitti. Evine vardığı zaman Mansur´un zevcesi ona hizmetçisiyle para, elbise bir câriye ve bir Mısır mer­kebi gönderdi. Ebû Hanîfe bunları kabul etmeyip geri çevirdi ve hizmetçiye dedi ki:

Ona selâm söyle ve de ki: «Ben dinî vazifemi yaptım. Hak­kı müdafaa ettim. Bunu Allah için yaptım. Bununla kimseye yakın olmak istemedim. Dünyalık da arzu etmedim.» .


30- Abbasîler Âl-i Beyt´e Ezaya Başlayınca Onları Tenkidi


Hz. Ali torunları Abbâsîlerin aleyhine dönüp aralarında düş­manlık başlayıncaya kadar Ebû Hanîfe´nin Abbasî devleti aleyhin­de konuştuğu yoktu. Ebû Hanîfe, Ali evlâdına çok bağlı idi, onları seviyordu. Onlara şiddetle taraftar idi. Onların kızdığı şeye onun da kızması pek tabiî idi, Ebû Câ´fer Mansur´un hükümetine karşı ayaklanan Muhammed Nefsüz-Zekiyye´nin ve kardeşi İbrahim´in babalari olan Abdullah b. Hasan´la Ebû Hanîfe´nin ilmî münasebe­ti vardı. Menakıb kitapları onu Ebû Hanîfe´nin üstadları arasında sayarlar ve ondan rivayet ettiğini söylerler. Bunu ileride biraz açıklayacağız. Kendi oğullan, Mansur´a karşı ayaklandıkları va­kit Abdullah hapiste bulunuyordu. Mansur onu hapse almıştı. İki oğlunun Öldürülmesinden sonra o da hapiste öldü.

İşte bu yüzden, bu hâdiselerden sonra yâni Nefsü´z-Zekiyye´-nin ve kardeşi İbrahim´in isyanlarında ve öldürülmelerinden son­ra Ebû Hanîfe´den Abbasîler aleyhinde sözler duyulmağa başlıyor.

Anlaşıldığına göre bundan böyle Abbâsîlere sadakati ve dostluğu doğru bulmaz oldu. Fakat Emevîler zamanında yaptığı gibi, şimdi de Abbâsîlere karşı bâzan derste münasebet düştükçe sözle tenkîd etmek haddini geçiniyor, daha ileri gitmiyordu. Hz. Ali evlâdına olan sadakati bir an sarsılmadan devam ediyordu. Fakat kılıca sa­rılıp isyana davet etmiyordu. Ulemanın ahvali böyledir. Kendileri­ni ilimden alıkoyacak bir şeyle oyalanmazlar. Ancak sevdikleri ve beğendikleri şeyler hakkında duygularını ifade etmek suretiyle iç âlemlerini doyururlar. Ebû Câ´fer Mansur da biliyor, ve seziyordu. Bâzan göz yumuyor, önü kendi tarafına çekmek için denemek is­tiyordu. Nihayet facia koptu.


31- Nefsü´z-Zekîyye´nîn İsyanında Ebû Hanîfe´nîn Durumu


İşte bu kısaca arzettiklerimîzi, Ebû Hanîfe´nin hayatiyle olan ilgileri bakımından-biraz tâfsilâtiyle anlatmak icabediyor.

Muhammed Nefsü´z-Zekîyye 145 senesinde Medine´de Ebû Câ´­fer Mansur´a karşı ayaklandı. Horasan halkı ve diğer bâzı yerler de ona sadakatle bağlı ve taraftar idiler. Fakat bunlar uzakta idi­ler. Sadakat ve sevgi bakımından ona bağlı olmakla beraber kuv­vetçe ona yardım yapamıyorlardi. Rivayet olunduğuna göre M´* hammed Nefsü´z-Zekiyye ile bir olup Abbâsîlere karşı çıkmanın meşru olduğu hakkında İmâm Mâlik Medine´de fetva vermiştir. îbn-i Cerîr Taberî ve îbn-i Kesîr tarihlerinin kaydettiklerine göre: İmâm Mâlik, Abdullah oğlu Muhammed Nefsü´z-Zekiyye´ye bî´at: etmeleri için halka fetva veriyordu. Ona :

Bizim boynumuzda Mansur´un bî´atı var, dediler.

Siz zor altında bulu vermiştiniz, dedi. Halk İmâm Mâlik´in bu sözü üzerine ona bî´at ettiler. Mâlik evinden çıkmıyordu.[26]

Bu Muhammed Nefsü´z-Zekiyye´nin öldürülmesiyle isyan bas­tırıldı. Irak´da ayaklanıp birçok şehirleri eline geçiren ve Kûfe´-ye de hücum etmiş olan kardeşi İbrahim de öldürülerek isyan ön­lendi.

İmâm Mâlik, Muhammed Nefsü´z-Zekiyye ile beraber Man-sur´a karşı ayaklanma için fetva verdiyse bunun hesabını verdi: Kendisine daya katıldı, işkence yapıldı. Ebû Hanîfe´nin durumu Mâlik´den daha dehşetli idi. Derslerinde ihtilâlcilere yardım yapmayı açıkça söylüyordu. Hattâ o kadar ileri gidiyordu ki, Man-sur´un bâzı kumandanlarını ihtilâlcilere karşı savaşmaktan bile vazgeçirtiyordu. Şunu naklederler: Mansur´un kumandanlarından olan Hasan b. Kahtabe Ebû Hanîfe´nin yanma gelip giderdi. De­di ki:

Benim işim sana malûm, benim için tevbe yolu var mı Ebû Hanîfe ona şu cevabı verdi:

Senin yaptıklarına hakikaten nadim olduğun Allah indin­de gerçekse bir Müslümam öldürmekle kendinin öldürülmesi ara­sında muhayyer bırakılsan da kendi öldürülmeni tercih etsen ve asla eski yaptıklarına dönmeyeceğine Allah´a ahid versen ve eğer bunları tutarsan işte senin tevben budur.

İşte ben, de bunu yapacağım ve hiçbir Müslümam öldür­meyeceğim, Allah´ıma söz veriyorum, dedi.

Bu, Hz. AH torunlarından İbrahim b. Abdullah´ın ayaklanma­sından önce idi. İbrahim isyan edince Mansur ona İbrahim´e kar­şı gitmesini emretti; isyanı bastırmayı ona teklif etti. O da İmâm-ı A´zam´a geldi ve olup biteni anlattı. O da :

İşte senin tevbenin zamanı geldi.Eğer ahdettiklerini ya­parsan, sen hakiki tevbe yapmış sayılırsın. Yoksa eskiden yaptık­larından hepsinden sorulursun! dedi.

O da tevbesinde sebat etti. Hazırlandı, kendim ölümün kuca­ğına atarcasına Mansur´un yanma girdi; ve:

- Senin gönderdiğin cihete gitmiyeceğim, eğer senin hâkimi­yetinde bu yaptıkların Allah´a itaat sayılıyorsa bundan en fazla na­sibi olan benim, eğer senin emrinle bu yaptıklarım günahsa artık yeter. Bu kadarı kâfi.

Mansur kızdı. Kardeşi Hamîd b. Kahtabe orada idi.

Bir senedenberi onun aklında bir bozukluk var, biraz aklını kaçırdı, onun yerine ben gideceğim. Bu şerefe ben ondan daha lâ-yıkım, dedi.

Mansur, yanındaki güvendiği kimselere sordu :

Fukahâdan kiminle görüşüp konuşuyor bu

Ebû Hanîfe´ye gidip geliyor, dediler.[27]

îşte îmâm-i A´zam hakkında rivayet olunanların bir kısmı budur. Eğer bu rivayet doğru ise onun bu yaptığı şey, Mansur´un nazarında devlet için en tehlikeli bir iştir, demekti. Çünkü bunda Ebû Hanîfe mücerred tenkid sınırını aşıyor. Gönlünde beslediği taraftarlıkla iktifa etmiyor, işi daha ileri götürüyor, faal sahaya döküyor demektir. Bunda iş yalnız fetvaya münhasır kalmıyor. Halbuki müftüye düşen Allah´ın dîni hakında nasihattir. Fesadı önlemektir. Hakka riayetten başka bir şey gözetmemektir.

Bu rivayet hakkında ne denirse denilsin, o bize tarihen sabit olan bir gerçeği tekrarlaamktadır ki, o da Ebû Hanîfe´nin Halife Mansur´u tenkîd ettiği ve onun Hz. Ali evlâdına yaptıklarını asla beğenmediği cihetidir. Onun mazisine ve Hz. Ali sülâlesine olan sevgisine uygun düşen de budur. Bildiğimiz gibi onun Zeyd b. Ali Zeynelâbidin´le alâkası vardı. Câ´fer Sâdık´la aralarında samimî bir bağlılık mevcuttu. Muhamnıed Bakır onunla temas halinde idi. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi o, şehit edilen Muhammed Nefsü-´z-Zekiyye´nin ve İbrahim´in babalan olan Abdullah b. Ha-san´ın talebesi idi. öyle ise onlara son derece sadakatle bağlı ol­masında, onların başına gelen felâketlerden çok acı duyduğuna dair haberlerde hayret edecek bir sev voktur. Ebû Hanîfe´nin iç âlemi mantığına uyan, yaşadığı ruhî haletini ifade eden ve hali­hazırı ile mazisini bir birine bağlayan budur.


32- Mansur´un Bazı Vazifeler Teklifiyle Ebû Hanîfe´yî Denemesi


Ebû Hanîfe´nin durumu, onun tarzı hareketlerini daima gö­zetleyen Mansur´un gözünden kaçmıyordu. Ebû Hanîfe´nin Küfe gibi tarihte yer alan bir şehirde bulunması ziyade uyanıklık isti­yordu. Mansur onun devlete sadakatim, muvafakat derecesini de­nemek istedi. Ele güzel bir fırsat da geçmişti. Bağdat şehri kuru­luyordu. Onu yeni merkeze Bağdat kadısı yapmak istedi, o kabul etmedi. Mansur ısrar ettîj o kabulden çekindi. Mansur en sonun­da herhangi bir iş olursa olsun mutlaka devlette resmî bir vazife almasını istiyordu. Maksat onun kanaatini anlamak, denemekti. Ebû Hanîfe bundan maksadın ne olduğunu anlıyordu: Kabul et­mezse kellesi gideceğini seziyordu ve rivayete göre nihayet Bağ­dat inşasında tuğla hesaplarını kontrol İşini kabul etmiştir.

îbn-i Cerîr Taberî´nin naklettiğine göre: Mansur Ebû Hanî-fe´yi kadı tayin etmek istedi. O kabul etmedi. Mansur kabul ettire­ceğim diye yemin etti. Ebû Hanîfe de kabul çürüyeceğine yemin etti. Nihayet Mansur onu Bağdat şehrinin inşaat amirliğine, tuğ­la ve kerpiç işlerini kontrol etmeğe, amele çalıştırma işlerine âmir tayin etti, o da bunu kabul etti.

îbn-i Kesîr diyor ki: «Hersem b. Adiy´den naklolunmuştur ki, Mansur Ebû Hanîfe´ye Bağdat kadılığını teklif etti, o kabul etme­di. Mansur da: Devletten bir vazife almayınca onun peşini bıfak-mıyacağına yemin etti. Bunu duyunca Ebû Hanîfe Mansur´un ye­mini yerini bulsun diye Bağdad inşaatında tuğla kontrol işlerini kabul etti .[28]

Bu rivayete göre Ebû Hanîfe, Ebû Câ´fer Mansur´un maksa­dını anladı ve kellesini kurtarmak için onu atlatmış oldu. Öyle an­laşılıyor ki, bu hâdise, Mansur, Hz. Ali İtaraftarlannın ileri gelen­lerini toplayıp hapse attığı, onların mallarım zabt ve müsadere ettiği ve hattâ selefi Ebu´l-Abbâs Ceffâh´ın onlara verdiği tahsisa­tı bile keserek onlan her şeyden mahrum bıraktığı sıralarda ol­muştur, îster Abdullah b. Hasan´m iki oğlunun öldürülmelerinden evvel olsun, ister sonra olsun bunun neticede bir. önemi yoktur. Bu denemenin Ebû Câ´fer´le Hz. Ali evlâdı arasında nizam şiddet­lendiği sırada olduğu şüphesizdir.


33- Tarîhi Gerçeklere Aykırı Rivayetler


Bu haberlere göre Ebû Hanîfe kanaatına ve dînine zararı do-kunmıyan bir müsamahakârlıkla bu işi başından savmağa muvaf-vak oldu. Bir müddet için Mansur´un takip edici gözünden kurtul­du. Lâkin bu, Mansur onun bütün hareketlerine büsbütün göz yum­du demek değildi. Ara sıra onun sarf ettiği sözler, hesabı sonra gö­rülmek üzere, resmî makamlarca hep kaydolunuyordu.

Ebû Câ´fer´i, Ebû Hanîfe´ye bu ağır işkenceleri yapmağa sevk eden işlerden bir kısmını zikretmeğe geçmezden önce şunu söyleye­lim ki, bu facia Nefsü´z-Zekiyye´nin kardeşi İbrahim b. Abdullah´ın Irak´ta ayaklanmasının derhal akabinde değildi. Aradan beş sene gibi uzun bir müddet geçtikten sonra idi. İbrahim´in ayaklanması ve öldürülmesi 145 hicrî yılında idi. Ebû Hanîfe´nin ölümü ise 150 senesindedir, bu hususta rivayetler müttefiktir.

İşte bu sebepledir ki, Hatib Bağdadî´nin tarihinde îmâm Züfer´den rivayet ettiklerini, ilmî araştırma bakımından reddetmek gerekiyor. Orada Züfer´den naklen deniyor ki: «Ebû Hanîfe İbra­him´in ayaklandığı günlerde siyasî mes´eleler hakkında gayet aşikare ve çekinmeden konuşuyordu. Bir defa onu: Vallah sen böyle devam edersen boynumuza ip takılacak, dedim. Aradan çok geç­medi, Halife Mansur Isâ b. Musa´yı gönderdiği bir emirle Ebû Ha-nîfe´yi merkeze istiyordu. O da Ebû Hanîfe´yi Bağdad´a gönderdi ve orada onbeş gün yaşadı.[29]

Bu rivayetin son kısmı tarihi gerçeklere aykın olduğundan onu kabul edemeyiz. İbrahim´in, ayaklandıktan sonra öldürülmesi, * yukarıda geçtiği veçhile, 145 senesinde idi. Buna göre Ebû Hanîfe´-nin Bağdad´a götürülmesi ibrahim´in ayaklanmasının hemen so­nunda olmamıştır. Arada beş sene gibi bir müddet vardır. Kitap­ların haberlerinde bu neviden hatalar çok bulunur. Bunları alırken ihtiyatlı davranmak ve doğrusunu araştırıp bulmak lâzımdır. Bu ise kolay bir iş değildir.


34- Kendînî Tam Îlme Vermesi, Mansur un Aleyhinde Sözlerden Çekinmemesi


Mansur, Hz. Ali torunlarına eza ve cefa yapmağa, onlann ileri gelenlerini, rüesâsını öldürmeğe başlayıp da arada düşmanlık art­tıktan sonra Ebû Hanlfe´nin Abbasî hükümetinden sıdkı sıyrıldı, onlardan gönlü döndü. Ve kendisini ezadan koruyabildi. Bütün varlığını ilme verdi. Fakat ara sıra konuşmalarında Abbâsîleri ten-kîd ediyor ve bâzı işleri, hükümet hakkında beslediği kanaatim açığa vuruyordu. Bu hususta misâl vermek için iki olayı zikrede­ceğiz. Bunlar Mansur´un şüphelerini uyandıracak mahiyettedir.

1- Musul halkı, Mansur´a karşı isyan etmişti. Halbuki Man­sur ile aralarında şöyle bir şart koşmuşlardı: Eğer isyan ederler­se, hükümete karşı gelirlerse kanlan ve malları helâl addoluna­caktı! Mansur fukahâyı topladı, içlerinde Ebû Hanîfe de bulunu­yordu. Onlara dedi ki:

Peygamber efendimiz: «Mü´minler aralarındaki şartlara riayet ederler» buyurdu doğru değil midir Musul halkı bana kar­şı ayaklanmamayı şart etmişlerdi. Halbuki şimdi benim valime is­yan ettiler. Şarta göre onların kanları helâl olmuştur. Hükümet ne isterse yapar içlerinden biri şu cevabı verdi:

Sen onlara elini uzattın, Onlar hakkında sözün makbuldür. Sen onları affedersen, af ehlinden olursun, eğer onları cezalandı-nrsan onlar bunu da hak etmişlerdir.

Halife, Ebû Hanîfe´ye sordu:

Sen ne dersin, üstad Biz Peygamberimizin halifesi değil miyiz ve ahd ve eman ülkesinde yaşamıyor muyuz Verilen sözler tutulmayacak mı

Ebû Hanîfe şöyle cevap verdi:

Onlar mâlik olmadıkları bir şeyi sana şart koşmuşlar; sen de salâhiyetin olmıyan bir şeyi onlara şart etmişsin. Zira Müslü-manın kanı ancak üç şeyden biriyle helâl olur. Burada onlar yok. Sen onlara karşı kılıç kullanırsan helâl olmıyan bir şeyi yapmış olursun. Allah´ın koştuğu şartlar riayet olunmaya daha lâyıktır!

Mansur fukahâya dağılmalarını söyledi. Sonra Ebû Hanîfe´yi yalnız çağırarak:

Üstad, sen sözünde haklısın, bu iş böyledir. Memleketine git, halifenin kadrini küçültecek şeyler söyleme. Hariciler, hükü­mete karşı çıkanlar, elini kolunu sallıyarak mı gezsinler!».[30]

Menakıb kitaplarının anlattıkları böyledir, tbn-i Esîr´in El-Kâ-mil´inde 148 senesi vukuatı arasında bu hâdise şöyle anlatılıyor: «Hemedan halkı hepsi Hz. Ali evlâdı taraftarı idi. Mansur Musul üzerine ordu gönderip onları ezmeğe karar verdi. Ebû Hanîfe, îbn-i Leylâ, İbn-i Şubrüme´yi huzuruna çağırdı. Onlara:

Musul ahalisi asla bana karşı gelmemeği şart koşmuşlar­dı. Eğer isyan ederlerse canlan, malları helâl olacaktı. Şimdi is­yan ettiler. Ne dersiniz.

Ebû Hanîfe sükût etti. Diğer ikisi konuştular:

Onlar senin teb´andır, affedersen, onlan affetme salâhi­yetini haizsin. Eğer cezalarını verirsen bunu da hak etmişlerdir.

Mansur Ebû Han´fe´ye dönerek:

Bakıyorum, sükût ediyorsun, üstad, dedi.

Ey Emîrü´l-Mü´minîn, onlar mâlik olmadıkları bir şeyi he­lâl etmişler, canı helâl etmek ellerinde mi Meselâ bir kadın nikâh kıyılmaksızın kendini bir erkeğe teslim etse onunla cinsî münase­bette bulunması helâl olur mu

Hayır.

Tıpkı böyle, canı helâl etmek de onların elinde değil.

Bunun üzerine Mansur, Musul halkı üzerine yürümekten vaz geçti.. Ebû Hanîfe´ye ve iki arkadaşına Kûfe´ye dönmelerini söy­ledi.[31]

Tarihin bu haberi, menakıb rivayetleri gibi muteberdir. Mânâ bakımından arada bir. fark yoktur. Fakat îbn-i Esîr´in bâzı kısım­larında hata var. Meselâ, îbn-i Şubrüme´nin de bu hâdisede Ebû Hahîfe´nin yanında bulunduğunu söylüyor. Ve bunu 148 senesi vu­kuatı arasında zikrediyor. Halbuki tercüme-i hal kitaplarının kay­dettiği veçhile İbn-i Şubrüme 144 senesinde ölmüştür. Hattâ bunv İbn-i Esîr kendisi de daha yukarıda böylece kaydetmiştir.[32] Me­nakıb kitaplarının rivayeti burada daha doğrudur.

2- Ebû Câ´fer Mansur´un hükümeti hakkındaki kanaatmı gösterir diğer hâdise de şudur: Mansur ona bâzı hediyeler gönder­miştir. Kabul edip etmiyeceğini denemek istiyordu. MekkS´nin Me-nakıbmda kaydettiğine göre: Ebû Câ´fer, Ebû Hanîfe´ye onbin dir­hem ve bir cariye hediye olarak gönderdi, Ebû Câ´fer´in veziri Ab-dulmelik b. Hümeyd anlayışlı ve iyi görüşlü bir adamdı. Ebû Hanî­fe bu hediyeleri reddedince ona dedi ki:

Yalvarırım, Allah aşkına bunları kabul et. Emlrül-Mü´mi-nin senin aleyhinde bir bahane kolluyor, sebep anyor. Eğer hedi­yelerini kabul etmezsen senin hakkındaki şüpheleri artar, ne olur

bunları kabul et!

Bu işarlara rağmen Ebû Hanîfe yine kabul etmedi. Vezir yine dedi ki :

Parayı ben hediye ve ihsanlar meyanına kaydederim» olur biter. Fakat cariyeyi kabul et. Veya bir özürün varsa söyle ki onu Emîrü´l-Mü´minîne arzedeyim.

Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

Ben ihtiyarladım, kadınlarla işim yok. Elim uzanmıyacak bir cafireyi helâl görmem. Emîrü´l-Mü´minîn elinden gelen bir carireyi satmağa da cür´et edemem...


35- Mansur´u Bâzı Adamları Ebû Hanîfe´ye Kar­şı Tahrîk Ediyorlar


İşte bunlar, Halife Mansur´la Ebû Hanîfe Hazretleri arasında ceryan eden şeylerden bâzı örneklerdir, Ebû Hanîfe´yi daima gözetliyor, onu takip ediyordu. Halifenin etrafındakilerden onu´Ebû. Hanîfe aleyhine kışkırtıp onun hakkında fena zan uyandırmağa ça­lışanlar da vardı. Fakat Ebû Hanîfe hak bildiği yoldan şaşmıyor, doğru bulduğu sözleri söylemekten çekinmiyordu. Allahım, hakkı ve vicdanını razı ettikten sonra başkaları onun sözlerinden razı olacaklarmış veya olmayacakla rnnş bunun ne ehemmiyeti var Menfaatlerini başkalarının zararında arayan kötü niyetli bâzı kim­seler, Mansur´un kinini körükleyerek onu Ebû Hanîfe aleyhine tah­rik etmeğe çalışsalar da bundan ne çıkar- O, böyle şeylere aldmş etmekten çok yüksekte idi.

Hatîb Bağdadî, Ebû Yusuf´dan rivayet ediyor:

«Mansur Ebû Hanîfe´yi davet etti. Mansur´un teşrifat memuru Rabi´ki Ebû Hanîfe´ye karşı düşmanlık besliyordu, bir´ara:

Yâ Emîrü´l-Mü´minîn, bu Ebû Hanîfe senin atana muhalefet ediyor, dedi. Abdullah tbn-i Abbas: «Bir kimse bir şey üzerine yemin etse ve bir veya iki gün sonra ondan istisna yapsa caiz olur» dedi. Halbuki Ebû Hanîfe istisna ancak yemine muttasıl olarak yapılırsa muteberdir, diyor.

Ebû Hanîfe´nin cevabı şu oldu:

Yâ Emîrü´l-Mü´minîn, Rabi´ şu iddiasiyle ordumuzun size bîatı yoktur, demek istiyor.

Nasıl olur bu

Huzurunuzda yemin ederler^Şönra evlerine döndükten son­ra istisna yaparlar, onca bu istisnâf´câiz olduğundan yeminleri ba­tıl olur,..

Mansur güldü.

Rabi´ dedi. Aklını basma al, E,bû Hanîfe´ye dokunma! Mansur çıktıktan sonra Rabi´ Ebû Hanîfe´ye:

Yahu, benim kanımı heder edip akıtacaksın, dedi! Ebû Hanîfe:

Hayır, dedi, öyle bir kastım yok. Sen benim kanımı heder etmek istedin, ben de hem seni günahtan kurtardım, hem de ken­dimi ölümden».[33]

Yine Hatîb Bağdadî rivayet ediyor: Ebu´l-Abbas Tûsî Ebû Ha-iıîfe hakkında kötü niyet besliyordu. Ebû Hanîfe de bunu biliyor­du. Ebû Hanîfe bir defa Ca´fer Mansur´un huzuruna girdi. Başka-ları da vardı. Tûsî, içinden:

Bugün Ebû Hanîfe´yi bir tuzağa bastırayım da görsün, de­di. Ve Ebû Hanîfe ´ye dönerek:

Yâ Ebû Hanîfe, dedi. Emîrü´I-Mü´minîn bizden bir kimseye, bir adamın boynunu vurmasını emrediyor, Sebebini bilmediği hal­de o adamın boynunu vurmak ona caiz midir, değil midir

Ebû Hanîfe´nin cevabı gayet kurnazca oldu:

Yâ Ebû Abbas, Emîrül-Mü´minîn hakla mı emir eder, yok­sa batıl ile mi Tûsî başka türlü cevap veremezdi;

Hak ile emir eder, dedi.-

Öyle ise hakkı yerine getir, nasıl olduğunu sorma! Bundan sonra Ebû Hanîfe yanında oturana dönerek:

O, güya beni tutmak istedi, ama ben onu sımsıkı bağla­dım.[34]


36- Kadı İbn-i Leylâ´nın Hükümlerini Tenkîdî Ve Kadı´nın Mansur´a Şikâyetî


Bu münasebetle Ebû Hanîfe´nin bir durumundan daha bahset­mek istiyoruz ki, kanaatımızca, bu büyük imâma Mansur´un işken­ce yapmasında bunun da tesiri olsa gerektir. Bütün haberlerden anlıyoruz ki, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe, Küfe kadılarının verdik­leri hükümler, kendi re´yine muhalif düşünce, onları tenkîd ederdi. Yanlış bulduğu noktaları derhal açıkça söyledi. Verilen hüküm lehte olsun, aleyhde olsun, o hususta doğru bildiğini, haklı buldu­ğunu söylemekten çekinmezdi. Bu yüzden kadı, içten içe kızıyor, Ebû Hanîfe´ye kin besliyordu. Hattâ diyebiliriz ki, bunlar kadıyı, ümerâ nezdinde Ebû. Hanîfe aleyhinde konuşmağa bile sevkettîği olurdu. Nasıl ki Küfe kadısı Ibiı-i Ebî Leylâ´nın, Ebû Hanîfe´nin bu halinden bizzat şikâyet ettiği rivayet olunur. Bunun üzerine Ebû Hanîfe bir müddet fetva vermekten menoiunmuş ve sonraları bir vesile ile bu yasak kaldırılmıştır.

Menakıb kitaplarının ve Bağdad tarihinin kaydettiklerine gö-. re: birisi bir deli kadını kızdırmış olacak ki, kadın ona:

Sen, zina yapan iki kişinin oğlusun, demiş, Adam kadıya şikâyet etmiş. Küfe kadısı olan İbn-i Ebî Leylâ dâvaya bakmış, ka-dının aleyhine hüküm vermiş ve kadına mescidde ayak üzere had vurdurmuş, ´hem de iki defa, birisi anasına, diğeri de babasına ka-zi( ettiği için!

Ebû Hanîfe bunu duyunca:

Bizim kadı efendi bu mes´elede tam altı yerde yanılmıştır dedi.

1- Mescidde had vurdurmuştur. Halbuki mescidde had vu­rulmaz.

2- Kadına ayakta dayak attırmıştır, halbuki kadınlara otur­dukları halde had vurulur.

3- Babası için bir had, anası için bir had vurdurmuştur, halbuki bir adam kalabalık bir cemaata kazzef etse ona yalnız bil" had vurulur, kazif olunanların sayısınca değil.

4- İki had vurmayı bir arada toplamıştır. Halbuki iki had birden vurulmaz.

5- Deli kadına had vurdurmuştur, halbuki deliye had yoktur, o mükellef değildir.

6- Anası ve babası için had vurdurmuştur. Halbuki onlar ka-yıbdırîar, mahkemeye gelip dâva etmemişlerdir.

Bu tenkidleri îbn-i Ebî Leylâ´ya yetiştirdiler. O da Emîrin ya­nma girip Ebû Hanîfe´den şikâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû Hanfe fetva vermekten menolundu.

Bu yasağa riayet ederek Ebû Hanîfe bir müddet fetva verme­di. Vetiahd tarafından bir elçi geldi, fetva ve hüküm almak için Ebû Hanîfe´ye bâzı mes´eleler arzetti. Ebû Hanîfe:

Bana fetva vermeyi yasak ettiler, diyerek fetva vermekler çekindi. Elçi Emîre giderek işi anlatı. Emîr de:

- Fetva vermesine müsaade ediyorum, dedi. Ebû Hanîfe de tekrar fetva vermeğe başladı.[35]

Ebû Hanîfe yaptığı tenkidlerde kadının hükmü ile fakihın fet­vası arasında fark gözetmiyordu. Halbuki birincide, doğru olsun. yanlış olsun, başkalarını ilzam etmek vardır. Halbuki fetvada baş­kasını ilzam yoktur. Hattâ Ebû Hanîfe´nin yanlış bulduğu fetvâ-lan tenkidi tenfiz olunacak hükmü tenkidinden daha hafif olur­du. Hükümleri daha şiddetle tenkîd ederdi. Çünkü tenfîz olunan hükümde, ona göre bir hüküm yanlış olduğu takdirde, bir hak­sızlık tatbik sahasına konuyor demektir. Ebû Hanîfe bunları ten-kîtf etmekle, zulümden ve haksızlıktan şikâyet etmiş, yıkıcı ve bo­zucu hükümleri önlemiş oluyordu. Ruh haleti bakımından gönül­leri tatmin ettiğinden bu, yerinde bir harekettir. Çünkü kadının hatası yüzünden masum canlara kıyılır, kanlar heder olur, mallar zayi´ olup gider. Hürmet edilecek şeyler ortadan kalkar, hukuk zayi´ olur, haksızlıklar alıp yürür. Bu tenkîdler hâkimi uyanık davranmağa davet sayılır. Fakat umumî nizamı koruma bakımın­dan da kadının hükümlerinin hürmete lâyık sayılması lâzımdır ki, hüküm giyenler hükmün yerinde olduğuna kani´ olsunlar, adalet işleri yoluna girsin, hüküm istikamet üzere yürüsün: Kadı yanılsa -Ha bu yanlış hüküm infaz olunsa, bu hata Örtülü kalınca umumî nizam hukukunu koruma bakımından bu daha yararlıdır. Az hata affolunabilir. Hatayı ilân etmeden gizlice tenbihatta bulunmak, umumî nizamın, sarsılmadan ve ahkâma hürmetin kalkmasından daha hayırlıdır. Ebû Hanîfe gibi büyük bir fakıhın ve kendisine uyulan şanlı imamın mahkeme kararları hakkındaki tenkidlerini,

bu mülâhaza ile gizli yapmasını veya kendilerine yazılı olarak gön­dermesini biz de arzu ederdik. Aralarında yazışma yoksa bile bun­ları bir takrir halinde alâkalı makama gönderebilirdi. Fakat her zamanın kendine mahsus şartları ve icablan vardır.


37 -İlmi Tenkide Tahammül Edemi Yen Kadı, Si­yasete Başvuruyor


Ebû Hanîfe´nin mahkeme hükümlerine karşı durumu nasıl olursa olsun, İbn-i Ebî Leylâ, Ebû Hanîfe´nin tenkidlerini gönül hoşluğu ile, kalb nzasiyle karşılamıyordu. Hattâ bu tenkidler sebe­biyle; ona düşman kesilmişti. Bu düşmanlık yüzünden Ebû Hanîfe´yi eza ve cefaya düşürmek için tuzaklar bile kuruyordu. Hattâ Ebû Hanîfe´nin, hakkında şöyle.dediği bile rivayet olunur;

«Benim hayvanlar hakkında bile helâl addetmediğim bir şe­yi îbn-i Ebi Leylâ benim hakkımda helâl görüyor. Yâni benim ca­nıma kasdediyor.» [36]

Ebû Hanîfe´nin, İbn-i Ebî Leylâ hakkındaki tenkidlerini biraz şiddetli buluyor ve bu tenkidleri herkesin önünde yapmasını hoş görmüyorsak da koca Küfe kadısı gibi bir zatın bu tenkidler yü­zünden aradaki münasebeti düşmanlığa çevirmesini de asla beğe-nemeyiz. Kadı eğer aradaki samimiyeti bozmasaydı, bu şiddet aza­lırdı. Ulema arasında geçen tttr ilim mes´elesi halinde kalırdı, mes´-ele iki âlim arasında olmaktan çıkmazdı; fakat maalesef kadı bu müsamahayı gösteremedi.


38- Hak Uğrunda Gösterdiği Celâlet Ve Metanet


Ebû Hanîfe´nin Hz. Ali evlâcfc taraf tan olduğunu biliyoruz. Bu, ders halkasında onun lisanından duyuluyor, talebesi bunu biliyor­du. Bunlar yetmiyormuş gibi bir. de bakıyoruz. Ebû Hanîfe, Man -sur´un sorduğu mes´elelere hiç çekinmeden onun arzusu hilâfına cevaplar veriyor. Halbuki bu fetva istemeler onun içindekini, ka­naatlerini anlamak için bir vesileydi. Onun fikrini anladıktan sonra Halîfe´ye karşı isyan edenler, îmâm-ı A´zam´m sözlerini kendilerine siper edinmesinler diye onu böyle sözlerden, fetvadan menedebiîir-di. Yine bakıyoruz Ebû Hanîfe, Mansur´un hediye ve ihsanlarım da kabul etmiyor. Bu hediyeler mücerred şehaveîten doğmuş değil, onun iç duygularım anlamak için yapılmış bir deneme olabilirdi. Fakat o bunu düşünmüyor, gelen hediyeleri reddediyor. Halifenin adamlarından kendisini seven biri: Hediyeleri kabul etmesi için yalvarıyor, eğer bîr özürü varsa onu söylemesini rica ediyor, tâ ki kendisi şüphe altında kalmasın. Lâkin, o kabul etmemekte ısrar ediyor. Bunlara ilâveden onu, mahkemelerin heybeti zayi´ olup ol-nnyacağına bakmadan, kendi görüşünce hakka aykırı bulduğu hü­kümleri acı şekilde tenkid ederken buluyoruz. Bunları hakkı sev­diğinden yapıyor. İşte Ebû Hanîfe budur.


39- Mansur´un Kadılık Teklifînî Reddetmesi, İşkence Sebebi Bu Mudur


Mansur´un Ebû Hanîfe´ye canı çokça sıkılmaya başladı: Hz. Ali sülâlesine karşı fazla meylini öğrenince ondan büsbütün soğudu. Çeşitli denemelerden aldığı netice onun şüphelerini kuvvetlen­dirdi. Sorduğu fetvalara da istediği cevabı alamadı. Fakat Ebû Ha-nîfe´nin aleyhine hükmetmeğe elde delil yoktu. Çünkü Ebû Hanî-fe´nin yaptığı bu işler, ders halkalarını geçmiyor, mücerred tenkid haddini aşmıyordu. Dîninde itham edilecek bir yerini de bulamı­yordu ki, sapıklık yapıyor diye onu yakalasınlar. Amellerinden hiçbirinde itham edilecek bir işi yoktu. Noksan ve kusuilu bir işi­ni bulamıyordu ki, onun yakasına yapışsınlar. O, hakikati arayan, Hak yolunda sebat eden, son derece emin, dindar, muttaki seha-ve doğruluğunun şöhreti her tarafı tutmuştu. Namı dillerde dolaşı­yordu. Kılıca sarılıp hükümete karşı gelenlerle beraber olmadık­ça, ona dokunmağa yol yoktu. Fakat halife ondan soğuyor, ona dargındır. Çünkü onun yaptıklarından hoşnut değildir. Kendisi­ne kadılık teklif edip de, o da kabul etmeyince, çoktan beri bek­lediği ve aradığı fırsat Man s ur´un eline geçmiş oldu.

Ona Bağdad kadılığını teklif etti. Böylelikle devletin baş kadısı olmuş olacaktı. Eğer kabul ederse hükümete ihlâsla bağlı olduğu­na veya Mansur´a mutlak surette itaatına delil olacaktı. Eğer ka­bul etmezse umum hak nazarında din bakımından müşkilâta uğra-makıszın,. ona işkenceye sebep bulunmuş olacaktı. Zira madem ki Ebû Hanîfe halk nazarında en faziletli bir âlimdir, bu makama, en lâyık olan odur; bu vazifeyi kabul etmiyorsa, boynuna borç

olan bir şeyi kabulden çekinmiş oluyor demektir, öyle ise bu uğur­da işkenceye maruz kalınca ona katlanması gerektir. Kendisine iş­kence yapılıyorsa bu bütün insanların maslahatına olan bir işi ka­bul etmemesi yüzündendir. Onu tuzağa düşürmek veya ona zulüm yapmak için değil- Mademki en büyük âlimdir, halka karşı ilim ve faziletinin borcunu ödemelidir. Bu da hâkimliği kabul etmekle olur. îşte Mansur bunları söyleyebilirdi.

Yine Mansur şunları da ileri sürebilirdi: Mademki ara sıra ka­dıların hükümlerini tenkid etmektedir. Öyle ise kendisi başkadilık kürsüsüne oturmalı ve kadılara kendisi, Örnek olup onlara müm­kün olduğu kadar doğru yolu göstermelidir. Evet, o verdiği fet­vaları başkalarının hükümlerine üstün tutulan bir fakıhtır. Bir hükmün doğruluğu hakkında onun sözü miyar tutulmaktadır. Bu­na rağmen, şimdi eğer bu vazifeyi kabulden imtina ediyorsa, demek diğer hâkimlerin hükümlerini tenkidi yapıcı değil, yıkıcı imiş de­mek olur. Çünkü kendisine şimdi yapıcı bir iş teklif olunuyor, fa­kat kabul etmiyor. Madem ki kendisi Irak halkı nazarında birinci derecede gelen bir fakıhtır. Halife onu, Başkadı yapmak istemekle en doğru tarzda hareket etmiş demektir. Eğer kendisi imtina ederse. Halife onu kabule zorlayabilir. Bu zorlama zulüm sayılmaz. Çünkü maksat en lâyık adarriı. o makama getirerek hakkı yükselt­mektir.

îşte Mansur halk nazarında kendini mazur göstermek için bunları söyleyebilirdi!


40- Menakıb Kitaplarına Göre İşkence


Ebû Ca´fer Mansur, Ebû Hanîfe´ye kadılık teklif etti, o kabul eımedi. Müşkül mes´elelere hüküm verirken fetva için kendisine müracaat olunmasını istedi, reddetti. Bunun üzerine mansur onu hapse tıktı ve dayak attırarak işkence yaptı. Veyahut bâzı riva­yetlere göre yalnız hapsetti. Meselenin kısacası budur. Târih ve menakıb kitaplarının rivayetlerine göre tafsilât şöyledir:

Muvaffak, Mekkî Menakıbından kaydediyor: «Ebû Hanîfe Bağ-dad´a çağırılıp getirilmesinden bahsederken diyor ki:

Halîfe beni kadılık için davet etti. Ben de ona bu işe lâyık olmadığımı bildirdim. Ben: beyyine davacıya, yemin de dâvâlıya düştüğünü bilirim. Fakat kadılık için bu kadarı yetmez. Kadılığa lâyık olacak kimse senin aleyhine, oğlunun aleyhine ve senin ku­mandanlarının aleyhine hüküm verecek cesarette bir adam olma­lıdır. Bu ise bende yok. Sen beni öyle bir şeye davet ediyorsun ki, gönlüm ona asla razs değil!

Bunun üzerine Mansur:

Sen benim hediyelerimi neden1 kabul etmiyorsun dedi. Ben de şu cevabı verdim:

Emîrül-Mü´minîn bana sırf kendi malından bir şey yollamadı ki ben onu reddetmiş olayım. Eğer kendi malından bir şey gelse onu kabul ederim. Emîrü´l-Mü´minîn´in bana gönderdiği he­diyeler, Müslümanların malından, beyt´üîmaîdendir. Halbuki Müs­lümanların beyt´ülmaîinde benim hiçbir suretle hakkım yok. Ben cepheye gidip savaşanlardan değilimki, serhadlerdekİ mücâhidîer gibi beyt´ül-malden hisse alayım. Mücâhidlerin çocuklarından da değilimki, kimsesiz yavrular gibi beyt´ül-malden bir şey alayım. Fakir de değiîim ki, yoksullar gibi hisse alayım!

Bunun üzerine Halîfe :

öyle ise makamda dur, kadılar sana gelsinler, muhtaç ol-duklan zaman sorsunlar, dedi.[37]

îbn-i Bezzazı Menakıb´mda diyor ki: «Ebû Ca´fer Ebû Hant-fe´ye Başkadiîık teklifinde bulundu. Kabul etmeyince hapsetti. Hattâ 110 kamçı vurdurdu. Sonra hapisten çıkardı ve kapıda bek­lemesini emretti. Kendisine sorulan mes´eleler hakkında fetva ver­mesini istedi. Ona sorulmak üzere mes´eleier gönderdi, o fetva vermekten çekindi. Tekrar hapse atılmasını emretti. Ve yine hapse atıldı. Ona çok kötü muamele ettiler. Gayet tazyik yaptılar.»[38]

Hatib Bağdadî bu hususta tarihinde diyor ki: «Ebû Ca´fer, Ebû Hanîfe´yi huzuruna davet etti. Ona kadılık makamına geçmesini teklif eyledi. O kabul etmedi. Halife o makama seni getireceğim diye yemin etti, Ebû Hanîfe de kadılığı kabul etmem, diye yemin etti. Halifenin teşrifatçısı Rabi´ Ebû Hanîfe´ye:

Duymuyor musun, Emîrül´-Mü´minin yemin ediyor, dedi. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

Emîrü-i -Mü´minîn yeminin keffaretini vermeğe benden daha kadirdir! dedi. Ve kabul etmemekte ayak diredi. Bunun üzerine hapse-atıldı.»

Yine Bağdad Târihinde, Rabi´ b. Yunus´tan naklolunuyor: «Emîrü´l-Mü´minîn, Ebû Hanîfe ile kadılık mes´elesine münakaşa yaparken gördüm. Ebû Hanîfe diyordu ki:

Allah´tan kork, kadılık emanetini ancak Allah´dan korkan birisine emanet et. Ben kendime güvenemiyorum. Eğer beni Fı-rat´da boğulmakla bu işi kabul etmek arasında muhayyer bırak-san, ben boğulmayı tercih ederim. Senin etrafında bir alay maiye­tin var, ikram beklerler. Ben buna lâyık değilim, yapamam.

Ebû Ca´fer´in canı sıkıldı:

Yalan söylüyorsun, sen bu işe lâyıksın! dedi. Ebû Hanîfe bunu bekliyormuş gibi:

iste hükmünü kendin verdin, yalan söylediğini söylediğin bir kimseye kadılık emanetini nasıl verirsin.»[39]


41 - Mansur´la Ebû Hanîfe´nin Arasında Geçenlerîn Bîr Muhakemesi





http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=1908&BID=32
 

spybot

Emektar
Emektar
Katılım
1 Kasım 2008
Mesajlar
47,206
Reaksiyon puanı
629
Puanları
113
Oku oku bitmiyor.:)
 

spybot

Emektar
Emektar
Katılım
1 Kasım 2008
Mesajlar
47,206
Reaksiyon puanı
629
Puanları
113
cepten giriyorum.
 

Hereke

Öğrenci
Katılım
20 Haziran 2007
Mesajlar
39
Reaksiyon puanı
0
Puanları
0
Merhaba arkadaşlar, İmam-ı Azam (Büyük İmam) konusunu görünce büyük imam'ın El Alim vel Müteallim (Bilgin ve öğrencisi) adlı eserinden bir parça aklıma geldi. Sizlerle paylaşmak istedim. Hatırımda şöyle kalmış:
İmam öğrencisine siyah renkli bir cismin rengini sorar
1. öğrenci- bu bir siyah rektir
2. öğrenci-hayır bu siyah değil beyazdır der
3. öğrenci-Evet bu siyah bir renktir ancak beyaz da olması mümkündür der.
Büyük İmam 3. öğrenci, 2. öğrenciden daha aptal der.
selamlar
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Bu çirkin konuyu açarak bir taşla iki kuş vurdunuz aklınızca hem islama kirli dediniz hemde İmam-ı azam[Rha]efendimiz hakkında hoş olmayan ifadeler kullandınız.
İlmi olanları tartışmaya davet ettim kuru boş sıkmakla bu iş olmaz ayet hadis delil gerekir ilim gerekir.Bu konuyu önerilere taşıdım 3 gün ceza aldım buda hiç önemli değil.
Sizler[kendilerini bilirler]inançlı olmak zorunda değilsiniz ama islama saygı göstermek zorundasınız.Eğer bilmediğiniz bir konu varsa danışabilirdiniz ama kasıtlı yaptığınız.
Şimdi o yazıyı ister imama ister dedye ister haham ister papaza uygularsınız zaten kaynak kapatılan maşatv
Daha büyük saygısızlığı yazının uzunluğuna yapıyorsunuz ki bu daha girişi bile değil söz verdim en az 200 sayfa atacağım her yoruma 3-5 sayfa dedim sözümde dururum

daha sonra bu yoruma 10-15 sayfa ekleyeceğim
 

annttiigs

Profesör
Katılım
7 Şubat 2007
Mesajlar
2,589
Reaksiyon puanı
24
Puanları
38
arkadaşlar selamlar,

öncelikle konu artık özünü kaybetti. gereksiz tartışmalarla ( bizler de dahil ) konuyu hiç hedeflemediği noktaya taşıdık. şu anda konuya gelenler, son sayfaya bakıp, "yuuh hakaret mi var moduna girebilir" hatta akabinde hoş olmayan şeylere sebebiyet verebilir.

konumuzun özünde tartışmalar/yorumlar/fikirler devam edecekse edelim. aksi durumda harici mesajları farklı bir konu açıp oraya taşımak zorunda kalacağım.

iyi akşamlar..
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
arkadaşlar selamlar,

öncelikle konu artık özünü kaybetti. gereksiz tartışmalarla ( bizler de dahil ) konuyu hiç hedeflemediği noktaya taşıdık. şu anda konuya gelenler, son sayfaya bakıp, "yuuh hakaret mi var moduna girebilir" hatta akabinde hoş olmayan şeylere sebebiyet verebilir.

konumuzun özünde tartışmalar/yorumlar/fikirler devam edecekse edelim. aksi durumda harici mesajları farklı bir konu açıp oraya taşımak zorunda kalacağım.

iyi akşamlar..

Siz konuya vakıf bir kişisiniz konunun ağırlığının farkındasınızdır.
Evet bir hakarettir hem islama hem mezheb imamımıza.
maşatv tarafından üretilen ne idüğü belirsiz bir konuya islam ve imamıazam motifleri işlenmiş çaktırmadam karalanmak istenmiştir.
Öncelikle islam haniftir kirlenmez kirletilemez dünyaya tek bir din gelmiştir ve Allah[cc]katında tem din islamdır.
İmam-ı azam sıfatı lakabı tek bir kişiye verilmiştir İmam-ı Cafer[ksa]ın talebesi olup dört mezhebin en büyük imamıdır.
Aslında bu konunun silinmesi gerekir inançsız arkadaşların inananların kutsallarına saygı göstermesi gerekir.
 

kuku

Asistan
Katılım
12 Ocak 2011
Mesajlar
283
Reaksiyon puanı
2
Puanları
0
hiç bir insan islamı kirletemez zaten başlık bile pislikçe yazılmış.unutmayın islamı hiç bir insan islamı temsil etmez insanları islam temsil eder.islam evrenseldir insanlar ise tranzittir ona göre
 

annttiigs

Profesör
Katılım
7 Şubat 2007
Mesajlar
2,589
Reaksiyon puanı
24
Puanları
38
ancak bu şekil bir tartışma ile varabileceğimiz bir yer görüldüğü üzere yoktur. bu nedenle de belirttiğim gibi, hakaret olup olmadığı kişiden kişiye değişen bir konuda, bence gereksiz bir tartışma içine girildi.
sonuç olarak : konu ile ilgili yazalım; ya da fikirlerimizi ilgili kategori altında bir konu ile paylaşalım.
 

spybot

Emektar
Emektar
Katılım
1 Kasım 2008
Mesajlar
47,206
Reaksiyon puanı
629
Puanları
113
ashabulyemin konuyu baska yerlere cekme lutfen.
 

atlantisprensi

Asistan
Katılım
9 Şubat 2008
Mesajlar
281
Reaksiyon puanı
8
Puanları
18
İslam felsefesine göre arkadaşının yüzünün kirlendiğini gören kişi bu durumu ona haber vermekle yükümlüdür. Bu, onun için bir vazifedir. Hatta arkadaşı tam silemeyebilir diye kendi eliyle siler arkadaşının yüzünü. Böylelikle temiz olan kirli olanın yüzünü siler. Ayrıca İslam felsefesine göre müslüman kirli yerlere girmez. Hatta kirli olma ihtimali olan bir yere dahi yaklaşmaz, baca gibi pis bir yere girmez arkadaşını da sokmaz. vs vs vs... Felsefe yapılacaksa daha uzar iş. Hikayenin sonunda biz kirliysek siz nasıl temiz olabiliyorsunuz denmek isteniyor. Bu söz onların kirliliğini kabul beyanıdır ayrıca başkalarının kirlenmesi kişinin kirlenmesinin nedeni olamaz. "Ben kirliyim niçin çünkü herkes kirli." Hikaye etkileyici ancak mantığı ve dersi itibariyle sakat. Saygılar...
 

kuku

Asistan
Katılım
12 Ocak 2011
Mesajlar
283
Reaksiyon puanı
2
Puanları
0
ashabulyemin konuyu baska yerlere cekme lutfen.


ashabulyemin haklıdır.bu konuyu yazan islama doru çekmek istemişse, ashabulyemin asıl olanı söylüyor.Mümtaz İdil önce ağızını yıkasın sonra imam azam desin.
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
ashabulyemin konuyu baska yerlere cekme lutfen.
Sizinle olan tartışmalarımız bildiğiniz gibi siyasi konulardadır.Eğer bu konuyu sırf siz açtınız diye irdeliyorsam yazıklar olsun bana bu konu tüm kişisel konuların üstündedir.
.......ait sitelerde bir başka inancın aşağılanmasına asla müsade etmedim konuları kaldırttım oysa sadece vatikan.va dan alacağımız şikayet dosyalarını vermemiz aylar sürer ve her biri hit olur ama yakışmaz.
Site sadece bir modu açtı diye bu konuyu muhafaza ediyor.Bu yazıyı bizim alimlerimize gösterin ki ben sitemin facesinde yayınlamadım o zaman tepkiyi görürdünüz.Hangi alim bu yazıya cevaz verir.Değişik bir inanca veya inançsızlığa tabi olabilirsiniz ben hrant dink konusunda ermeni vatandaşları savundum niye kimsenin inancı aşağılanamaz.
Ben sizin bu tarz uğraşılara girmenizi şahsınız adına değil sdn modu olarak girmenizi doğru bulmuyorum.Eğer adaletli bir ortam oluşturmak istiyorsanız başka bir isimle tartışın çoğu zaman böyle olmuştur.
Yine maşatv den bu olayın geçtiği mekan ve kişileri delilleriyle alın sunun İslamın kirlenebileceğini İmam-ı azam[Rha]efendimizi böyle bir zat olduğunu ispatlayın bende bu sutunlardan özür dileyeyim
Gerçekten sdn gibi ülkemizişn en büyük bilişim sitesi-forumuna bu çirkinlik yakışmıyor siz yakıştırabiliyormusunuz.

Ebu Hanife hz hayatına devam ediyoruz.

42- Nihayet İşkence Yapılıyor


Nihayet Ebû Hanîfe işkenceye maruz kaldı. Bütün rivayetlerin birleştiği bir cihet var ki, o da Ebû Hanîfe´nin hapse atılmış oldu­ğudur. Bundan sonra fetva vermek, ders okutmak için ilim mecli­sine oturmamıştır. Çünkü ya atılduğ hapiste, veya oradan çıktığı gibi ölmüştür. Rivayetlerin ayrıldığı noktalar buradadır. Acaba ha­piste dayağın tesiriyle mi öldü Yoksa zehirlenerek mi Öldürüldü Zira yalnız dayakla iktifa edilmiyerek hapiste uzun müddet kal­masın diye ve çabuk ölsün diye zehir içirildiği de söylenir. Yoksa hapiste ölmeden önce serbest bırakıldı da çıkınca evinde mı öldü Hapisten çıktıktan sonra aynı zamanda ders vermekten ve halkla görüşmekten de menedilmiş miydi Bu rivayetlerin hepsi de Me-nakıb kitaplarında yer almıştır.

Rivayetlerden birine göre dayak atıldıktan sonra hapiste kal­mış ve orada ölmüştür. Davud b. Vâsıtî diyor ki; «Kadılığı kabul eimesi için îmâm-ı A´zairi´a işkence yapılırken gördüm. Her gün zindandan çıkarılır ve on kamçı vurulurdu. Hattâ 110 kırbaç bile vuruldu. Ona, kadılığı kabul et, denirdi. O da: Ben, buna lâyık de­ğilim derdi. Dayak atılırken o yavaşça: «Allah´ım, kudretinle ben­den onların şerrini uzak kıl!» diye niyaz ederdi. Kadılığı kabul et-miyeceğini anlayınca onun yemeğine ağu kattılar ve onu zehirliye-rek öldürdüler.»

îbn-i Bezzazî ise menakıbında şunları kaydediyor: «Ebû Hanî-fe hapsedilip bir müddet tazyik yapıldıktan sonra bâzı yakınları Mansur´la bu işi konuştular. Bunun üzerine hapisten çıkarıldı ise de fetva vermekten ve halkla görüşmekten men olundu. Evinden çıkması yasak edildi, ölünceye kadar bu hal böyle devam etti.»[40]

Biz bu sonuncu rivayeti kabule meyyaliz. Çünkü olayların ge­lişine uyan ve Mansur´un herkesçe bilinen tutumuna muvafık olan budur. Zira Mansurilim ve ulemayı tazyik altında tutan bir adam kılığında ortaya çıkmayı elbette istemezdi. Hadiselerin akışı zoriy-le Ebû Hanîfe´ye eza ve cefa yapsa da, bunu mazur göstermeğe ça­lışmak için sebepler de bulmuştur. Bunlara uygun düşecek tarzda bu kadarı ile iktifa etmek, bir fakının kaniyle ellerini bulamaktan çekinmek,- mantık ve akıl icabıdır. Onun için diyebiliriz ki, kadılığı kabule zorlamıştır ve yapılan işte bu kadardır. îşkence; mücerred intikam ve şahsî kin için imiş gibi bir mâna verilmivebilir. 7âhire göre kadifrğı kabul ettirmek içindi. Bir netice alamadıysa dayak attırmağa devam etmekten bir mâna yok, eğer devam ederse, niye­tinin bozuk olduğu meydana çıkar. Onun için hapisten salmıştır.

Burada akla daha mülayim gelen cihet şudur: Halifenin yakın­larından bâzıları, bu ihtiyar fakıha acıyarak, Halife hezdinde ona şefaatçi çıkmış olabilir. Zira o Halifeye muhalifse de şahsan ona hiçbir zaran dokunmamiştır. Bu fakıha işkenceye devam ederse onlardan da korkulur. Umum-u efkâr daima mazlumdan yana çı­kar. Bütün rivayetler Ebû Hanîfe´nin Hayzuran mezarlığının gas-bolunan kısmına gömülmeyip, gasbedilmemiş olan kısmına defne­dilmesini vasiyet ettiğinde müttefiktirler. Bu vasiyet hapishane ha­ricinde yapılmıştır.

Hapishaneden çıkarıldıktan sonra halkla temastan ve ders ver­mekten menedilmiş olması Halife´nin gönlünü yatıştırmiştır. Ortada şüpheyi davet edecek bir hal kalmamıştır, aleyhte propaganda yollan kapanmıştır. Hapishanede mevkuf tutulmasında ve bunun devam edip gitmesinde bir mâna yok. Onun için hapisten çıkarıl­dığı rivayeti daha uygundur. Ebû Hanîfe Öldüğü zaman, Mansıır´un onun cenaze namazım kıldığını söylüyorlar. Eğer hapishanede öl­müş olsaydı Mansur bunu yapmazdı.


43- Îlîm Dünyasından Göçen Bîr Güneş


Sıddıkların´ve şehitlerin ölümüne benzer bir ölümle Ebû Ha­nîfe bu âîemden âhirete göçtü. Vefatı 150 hicrî senesinde idi. 151 veya 153 senelerinde öldü diyenler varsa da .doğrusu birincisidir. ölüm onun için bir istirahat oldu. O büyük vicdan, o dindar ruh, o kuvvetli kalb, o cebbar akıl, o mütehammil ve sabırlı gönül, ölüm­le sonsuz huzura kavuştu. Bu fena evinden kurtularak Allah´ın rahmetine nail oldu. Bu fâni dünyada ezâ ve cefaya maruz kaldı,

onlara.tahammül gösterdi. Kendi görüşüne muhalif olanlardan ne­ler çekti. Ona neler demediler, ne iftiralar atmadılar Ö bunların hepsine gönül nzasiylc tahammül etti. Önce ayak takımından, sü-fehâdan, sonra ümerâdan, en sonunda da halifelerden eza ve cefa gördü. Bunlara rağmen ne zaaf gösterdi, ne. de gevşeklik! Bezmedi, yılmadı. Nefisle cihad lâzımdır. Bu cihad için de türlü meydanlar vardır, Ebû Hanîfe Hazretleri bu nevi cihadın en büyük kahra-manlanndandır ve bu meydanın hepsinde şanlı zaferler kazanmış­tır. Cihadında metindi,, celâdet ve kahramanlıkta eşsizdi. Bu cihad-da daima üstün gelmiş, galebe çalmıştır. Hattâ son nefesinde bile gasbedilmemiş olan temiz ve pâk bir toprağa defnolunmasım va­siyet etmeyi unutmamıştır. O temiz insan, temiz toprağa yakışır. Gasbedilmiş olmak şüphesi olan yere defnedilmesini bile istemi­yor. O öyle bir ruh sahibi idi. Temiz yaşadı, temiz Öldü, Ebû Ca´fer bu vasiveti duyunca:

Diriyken veya ölüyken Ebû Hanîfe hakkında beni kim ma­zur görür demiştir. (Nur içinde yatsın)

îlim, din, ahlâk ve ruh azametinin insanlar üzerinde büyük de­ğer ve tesiri vardır. Bu, saltanat azametinden ve hâkimlik heybe­tinden hiç de az değildir. Hattâ bu manevî fazilet ve meziyetler kat kat üstündür. îşte. bu sebepledir ki, Irak fakıhinin ve büyük ima­mın cenâze.-ini bütün Bağdad te´yîa çıkmıştır. Cenaze namazını kı­lanların sayısı elli bini aşmıştır. Bizzat Halife Ebû Ca´fer defnin­den sonra onun kabrine gelip cenaze namazını kılmıştır. Bilemeyiz, onun bu yapışı, din ve ahlâk azametini, takva büyüklüğünü takdir ve ikrar ettiğinden mi idi Yoksa umumi efkârı hoşnud etmek için mi Belki her ikisinin tesiri var. tmâm-i A´zam Ebû Hanîfe ger­çekten büyük idi.


44- Her Tarafa Feyz Ve Nur Saçan Ders Halka­ları


Ebû Hanîfe Hazretleri, Bağdad´da öldü ve oraya defnolundu. Bunda bütün rivayetler birleşiyor. Fakat ders halkasını daha önce acaba Bağdad´a nakletmiş miydi, orada ders okuttu mu Tarihçi­lerin hiç birisi Ebû Hanîfe´nin Bağdad´.da ders okuttuğunu söyle­miyorlar. Bütün haberler ders okutmaktan ve fetva vermekten menolunduğu zamana kadar ders halkasının Kûfe´de devam ettiği­ne işaret etmektedirler. Onun maruz kaldığı ezalardan bahseden rivayetlerde Kûfe´den Bağdad´a getirildiğine işaret olunuyor, bâzı­sında bu sarahaten söyleniyor. Buna göre Bağdad´ın inşası tamam olduktan sonra geçen müddet zarfında Kûfe´ye dönmüş ve orada dersine devam ederken Bağdat´a tekrar götürülüp eza ve cefaya maruz kaldı ve orada öldü.

Bu, Ebû Hanîfe Kûfe´den başka yerde ders okutmadı demek değildir. Rivayetler bunun aksini göstermektedir. O Hacca gittiği zaman orada fetva verdiği, mübahase ve münakaşaları yaptığı ri­vayet olunuyor, Bâzan Mekke´de Mescid-i Haram´da ders halkası

kurar, ders okuturdu. Sonra Emevîlerin ve valilerinin zulümlerin­den kaçarak Harem-i Şerife iltica ettiği uzun müddet zarfında Mek­ke´de defs halkası kurarak fıkıh dersi okutmadığını nasıl söyliyebi-liriz. Halbuki tarihçiler ve menakıb muharrirleri bu hususta müs-bet veya menfi hiçbir şey kaydetmezler.

Küfe haricinde verdiği dersler, Evzâî ile olduğu gibi devrinin fukahası arasında geçen münazara ve mübahaseler, İmam Mâlik´le bâzı fıkıh meselelerini müzakere etmesi, Basra´da çeşitli fıkralarla mücadeleler yapması, bütün bunlar ne olursa olsun, onu ana ders­leri Kûfe´de talebeleri ve ashabı arasındadır. Bu sebeple Küfe Fa-kıhi unvanını hakkiyie taşıyordu.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ebü Hanîfe´nin nesebi hakkında yaygın olan Farslı olmasıdır.

Onun BâbılH olduğu da rivayet olunuyor. Hatib Bağdadi tarihinde: Ebû Hanîfe Bâbil ahalisindendir, diyor. Taraflarından Bâzı Hanefîler onun Arap neslinden olduğunu söylemişler veya İbn-ı Rait Ensari demişlerse de bu söz kabul olunamaz. Meşhur olan cnun Acem olduğudur ve yüksek bir ailedendir. Anası kabinidir. Babası ise Tirmiz, NeEâ veya Enbar´da yaşa­mıştır. Bunların hepsinde de bulunmuş olabilir. Son yaşadığı yer Enbar´dır. Hattâ Efoû Hanîfenin orada doğduğunu söyleyenler varsa da ekseriyete göre o Kûfe´de doğmuştur. Babası son olarak orada yerleşmişti. Orada Hz. Ali Efendimizle de görüşmüştür. Hz. Ali, Sâ.bit´e ve zürriyetine hayır ve be­reket niyazında bulunmuştur.

[2] Merzban veya Merzüban: Serhan muhafızı, sınır Beylerbeyi de­mektir. Zaîm ve sipahiye de denir. (Burhân-ı Kâtı).

[3] Muvalîak b. Ahmed mekkî, menakı-ı Ebi Hanîfe, s.6.İstabul

[4] îbn-i Abdülber, El-İntika.

[5] Mevâli, Mevlânın cem´idir.

[6] İbn-i Abdirrabbih, Îkdül´l-Ferid, c. II, s. 262 Ezheriye tab´ı.

[7] İbni Hacer Heysemî, Hayratu´l-Hisan, s. 265 Hayriye tab´ı.

[8] Mekkî, Menakıb-ı Ebû Hanife, c. 1, s. 59

[9] Bu rivayetlerin üçü de Tarih-i Bagdad´ta, Mekki menâkıbinda, îbn-ı Bezzâzi menâfcıbında, îbn-ı Hacer Heysemi´nin Hayratu´l-Hisan´mda ve sairede muhtelif ibarelerle zikrolunmuştur.

[10] Eserde geçen bu gibi tabirleri açıkhyahm:

Selef: Fukahaca Ebû Hanife´den Muhammed b. Hasan´a kadar olan­lardır.

Halef: Muhammed b. Hasan´dan Şemsü´l-etmme Halvâniye kadar olanlardır.

Sadr-ı evvel: İlk üç asırdaki zevatın zamanı.

Mütekaddimun; Şemsü´l-eimme Halvânîden öncekiler.

Müteahhırin: Şemsü´l-eimme Halvânî´den Hafızuddin Buhari´ye kadar olanlar.

Şemsül-eimrae: Büyük ulemadan bazısının lâkabı olup mutlak söyle­nince Şemsü´l-eimme Serahsî kasd olunur. Diğerleri adıyla ve nesebiyle söylenir,

Şeybü´Mslâm: Fetva ve kaza sahibi büyük fufcahaya verilen bir un­vandır, sonraları resmi makam unvanı oldu.

Amme; Ekseriyet manasınadır.

Hasan: Mutlak olarak söylenirse fıkih´ta Hasan b. Ziyad Lülü-i, tef­sirde ise Hasan-ı Ba&ri kasd olunur.

imam: Fıkih´ta Ebû Hanîfe, Usul ve kelâmda Fahreddin Râzî sayılır. Dört İmanı: Ebû Hanîfe, Şafii Mâlik ve Ahmed b. Hanbel´dir.

Üç İmam: Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed b, Hasan´dır.

Şeyhayn: Fıkıhta Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf´tur. Hadiste Buharı ile Müs­lim´dir, islâm tarihinde Hz. Ebû Bekir ile Ömer´dir.

Tarafeyn : Ebû Hanîfe ile Muhammed´tir.

Sahibeyn: Ebû Yusuf ile Muhammed´tir. îmameyn de böyledir.

Mütercim .

[11] Ebû Hanife fıkıh üstadı olarak şöhret kaşandıktan sonra Harici­lerle arasında geçen bir münakaşayı burada naklediyoruz: Günah işleyen bir Müsiümanın kâfir olacağım iddia eden Haricîlerden bir gurup İmâm-i A´zam´a geldiler ve sordular:

Mescidin Önünde iki cenaze var. Biri bir erkek cenazesi, şarap iç­miş, boğazında kalmış, boğulmuş ölmüş! Diğeri bir kadın cenazesi, zina etmiş, bundan hâmile kaldığını anlayınca intihar etmiş. Bunlar hakkin-da ne dersin

Bunlar hangi millettendir Yahudi miydiler

Hayır.

Hıristiyan mıdırlar

Degü.

Putperest mi

Hayır.

Hangi millettendiler ya

Allah´tan başka tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve Peygam­beridir deyen ümmettendirler.

Bu kellme-i şehâdet îmanın üçte, dörtte veya beşte biri midir

İmama öyle üçte, dörtte, beşte biri olmaz, o parçalanmaz!

İmanın kaçıdır

Bütünüdür.

öyle ise cevabını kendiniz verdiniz. Onların mü´min olduğunu söylediniz.

Bunu bir yana bırak. Onlar Cennet ehlinden mi. yoksa Cehennem ehlinden mi

Bu hususta ben şunu diyebilirim: Hz. İbrahim bu İkisinden daha büyük günah İşleyen kavm için şöyle demişti: «Bana tâbi olanlar ben­dendir. Bana karşı gedenler hakkında Sen Gafur ve Rahimsin...» Keza Hz. İsa´nın onlardan daha çok günahkâr olan kavim için dediğini tekrarla­rım: «Şayet azap edersen onlar da Senin kutların, şayet onları af edersen Aziz ve Hakîm olan Sensin». Keza onlar hakkında Hz. Nuh´un dediği gibi derim: «Biz sana inanır mıyız Sanin ardına hep ezrâil düşmüş dediler. Onlar ne yapıyormuş ben ne bileyim Onların hesabı Rabbine aittir. Bu­nu bir bilseniz. Ben îman edenleri kovmağa memur değilim.»

Bunun üzerine Haricîler silâhlarını bıraktılar.

[12] İbn-i Bezaazi, Menakıb-ı İmam-ı A´zam, c. I, s. 121.

[13] Hatib Bağdadi, c. 13, s. 333.

[14] Hatip Bağdadî, Tarih-i Bağdad,.c. 13, s. 333.

[15] Hatip Bağdadî, Tarîh-i Bağdad, c. 13, s. 333.

[16] Fıkıhla meşgul olması Ebû Hanîfe´yi ticaretten ayırmamıştır. Mekki, Menakıb´mda onun günlük hayatını şöyte anlatmaktadır: «Yusuf b. Halid Bimtîden rivayetle diyor ki, cumartesi gününü aile ihtiyaçları içto ayırmıştı. Ne ilim meclisine gelir, ne de pazara giderdi. Ev işlerine, bahçe işlerine bakardı. Sair günlerde çarşı pazarda kuşluk vaktinden ikindiye´ kadar dururdu. Cuma günleri bütün dostlarına ahbaplarına evinde ziyafet verirdi. Onlara envai yemekler hazırla tır di». Mekkî, Menakjb-ı Ebu Hanife, c, II, s- 100.

[17] îbn-i Hacer Heysemî, Hayrat´ul-Hisan, s. 44.

[18] Hatib Bağdadi, Tarih-i Bağdad, c. 13. s. 362

[19] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 358.

[20] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 14, s. 360,

[21] İbn-i Haeer Heysemi, Hayrat´ul-Hisan, s, 61

[22] Hatib Bağdadi, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 361.

[23] Ibn-i Esir, EI-Kâmil, c. V, 122, 125, 130 seneleri olayları

[24] Mekki, Menakib-ı Ebi Hanife, s. 23, 24.

[25] Mekkî, Menakıb-i Ebû Hanife, s. 151, îbn-i Menakıb-ı İmâm-ı A´zam, c. II, s 200 BezzâzS Ebû Hanlfe´nln nutkundaki (Kıyamete kadar) tabiri üzerinde duruyor. Arapçada bu ibars İle (buradan kalkıncaya ka­dar) mânası da kaşd olunmak ihtimali var, diyor. Fakat bu söz hakkiyle bi´at İçindir. Burada öyle bir ihtimal yoktur. O, Abbâsilerin Al-i Beyte iyi muamele yapacaklarını çok kuvvetle ümid ediyordu. Bu ümidleri boşa çıkınca ileride Abbasiler aleyhinde konuşmuştur.

[26] Îbn-i Kesir, El-Bİdâye ve´n-Nihaye, c, X s.84.

[27] İbn-i BezsâzS, ´roenakıb-ı İmam´ı A´zam, c. II, s.22

[28] İbn-i Kesir, EI-Bidâye ven-Nihaye, c. 10, s. 97.

[29] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bagdad, c. 13, s. 330

[30] İbn-i Bezzazi, Menâkıb-ı İmam-ı A´zam, c. II, s. 17

[31] İbn-ı Esir, El-Kâmil, c. V. s. 217 .

[32] Aynı eser, c V, s. 196

[33] Hatib Bağdadî, Tarih-İ- Bâğdad, c. 13, s. 365

[34] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad. c. 13, s. 366

[35] İbn-i Bezzâzî, Menakib-ı İmara-ı ´zam, c. I, s. 166, Hatib, Tarih-Baftdad, c. 13, s. 351

[36] Mekkî, Menâkıb-ı Ebu Hanîfe

[37] Mekki, Menakıb-ı Ebî Hanife c. I, s 215

[38] İbn-i Bezzâzİ, menâkıb-ı İmam1-: A´zam, c. 2. s. 19.

[39] Hatib Bağdadi, c. 13, s. 328, 329.

[40] Menakıb-ı İmam-ı Azam, c. 2, s. 15 ve devamı
EBÜ HANÎFE´NÎN ÎLMÎ VE BU İLMİN KAYNAKLARI




45- Medhedenlerî, Zemmedenlerden Daha Çok


İslâm fıkıh tarihi, Ebû Hanîfe kadar medhedenîeri veya ten-kidçileri çok olan başka bir şahsiyet tanımamıştır. Onun Övenleri ve yerenleri pek çoktur, medhi hakkında nice kitaplar yazıldığı gi­bi aleyhinde bulunup ona dil uzatanlar da vardır. Zira o, müstakil fikirli bir fakıhtı, başlı başına bir görüş sahibi idi. Düşünceleri ga­yet derindi. Onun bu görüşlerine hayran kalıp ona uyanlar oldu­ğu gibi, anlamayıp da ona muhalefet edenlerin bulunması da pek tabiîdir. Onun aleyhinde bulunanların çoğu, onun fikir istiklâline ayak uyduramayan veya anlayışları onun geniş anlayış ufkuna eri-şemiyen kısa görüşlü kimselerdir. Veyahut da yalnız geçmişlerin akvalini tutmayan her yolu kötü bir bid´at sayan, onu hak tanımıyan, maziye kıymet verenlerdir. Bunlar baktılar ki, Ebû Hanîfe re´y ve kıyası çokça kullanıyor. Halbuki onlara göre İş kıyasa da­yanınca ya durmak, veya hiç olmazsa gayet az almak lâzımdır. Bu sebeple onu beğenmediler. Onu tenkid edenlerin bir kısmı onu hiç tan ırmy anlar dır. Bunlar onun zühd ve takvasını, dindarlığım ve insanlığını bilmiyorlardı. Onlar Allah´ın ona bahşetmiş olduğu metîn akh derin ilmi, yüksek mevkii takdir edemiyorîardı. Onu görmemişlerdi. Halk ve büyükler nezdinde onun itibarını ve dere­cesini bilseler onu. severlerdi. Onun aleyhinde bulunanlar hangi sınıftan olursa olsun, onlar ne derlerse desinler, tarih bu büyük Irak fakıhine karşı insafı elden bırakmamıştır. Onun sevenleri ve takdir edenleri vardır. Sağlığında onun aleyhinde bulunanlara, öl­dükten sonra ona iftira edenlere karşı tarih onu daima müdafaa etmiştir. İnsanlar, onu tezkiye edenlerin sözlerini dinlemişler, bun­ları doğru şehâdet ve hak söz olarak kabul edip onun fazilet dere­cesini anlamışlardır. Aleyhte bulunanların sözleri kuru iftiradan ibaret kalmıştır. Bu da gösteriyor ki, değerli bir insanın, fikri, dîni, ahlâkı yüksek olsa da iftiradan kurtulamıyor demek. Hattâ mev-kî yükseldikçe maruz kaldığı güçlükler de çoğalıyor.



46- Ebû Hanîfe Hakkındaki Sitayişlerden Bâzıları


Asırlar boyunca bütün nesiller Ebû Hanîfe´nin medih ve se­nasını kulaktan kulağa haykırmaktadır. Bu büyük fakîhin temiz hayatı herkese örnek olmuştur. Birçok kimseler onun ilmini ve şahsını övmektedirler. Bunların düşünce tarzları ayrı ayrı olsa da hepsi onu takdir etmekte birleşmektedirler, onun yaşadığı asırda yaşayan veya sonra gelen bir kısım ulemanın sözlerinden bâzıları­nı nakledelim :

Ebû Hanîfe´nin çağdaşlarından olup zühd ve takvâsiyle meş­hur FudayI b. îyaz diyor ki: «Ebû Hanîfe fakîh ve muttaki bir zattı. Fıkıh ilminde meşhurdu, çok servet sahibi idi. Etrafındaki­lere iyüik yapmakla tanınmıştı. Gece gündüz ilim öğrenmekle meş­guldü. Kendisine müracaat edenler, ilminden ve malından fayda­lanırdı.. Geceleri ibâdetle geçirirdi. Az söyler, çok sükût ederdi. Helâl ve harama dair bir mes´ele ortaya atılınca hemen konuşurdu. Hakka delâlet hususunda en güzel hareket ederdi. Saltanat malın­dan kaçar, hediyesini almazdı.»[1]

Ca´fer b. Rabi´ diyor ki: «Beş sene Ebû Hanîfe´nin yanında bu­lundum. Onun kadar uzun uzun sükût eden görmedim. Fıkıhtan bir şey sorulunca açılır, coşkun ırmak gibi akar çağlardı. Yüksek sesi etrafı tutardı.[2]

Çağdaşlarından Melih b. Vekî diyor ki: «Allah´a yemin ederim ki, Ebû Hanîfe emânete son derece riayet ederdi. Büyük ve eşsiz bir kalb sahibi idi. Allah´ın rızasını her şeyden üstün tutardı. Allah uğrunda boynuna kıhnç çaîsalar buna katlanırdı. Allah ona rah­met etsin, ebrardan, hayırlı kimselerden razı olduğu gibi ondan da razı olsun. O da ebrardan idi.»

Çağdaşlarından meşhur muttaki âlim Abdullah b. Mübarek, Ebû Hanîfe´yi anlatırken : Onun, ilmin dimağı olduğunu söy­lüyor.[3]

Muhaddislerden îbn-i Cüreyh onun hakkında gençliğinde şöy­le demiştir :

«İlimde onun hayret verici bir hâli olacak, kemalât kazana­cak.» Büyüdükten sonra bir defa yanında Ebû Hanîfe´nin yâdı ge­çince : «Fakıhtır o, hakkiyle fakıh ancak onlara denir.» demiştir.

Çağdaşlardan biri olan Ebû Süleyman onun hakkında şöyle demektedir: «Ebû Hanîfe hayranlık uyandıran bir âlimdir, o ilim âyetlerinden bir âyettir. Onun sözünden yüz çevirenler onu anla­mağa takatları olmıyanîardır.»[4]

A´meş onun hakkında şöyle demişti: . «Ebû Hanîfe tam mânâsiyle fakıhtır.»

Bir defa îmâm Mâlik´e Osman El-Betti´yi sordular: Orta bir zattır, dedi. Ebû Hanîfe´yi sordular: O size şu direkler ağaçken an­ların altından olduğunu kıyas yoliyle isbata başlasa sizi ikna´ ede­cek dirayette bir zattır, cevabını verdi.

îmâm Şafiî Hazretleri de şöyle demiştir: «İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe´nin iyalidirler.»[5]


47- Feyîzlî Îlîm Deryası


Ebû Hanîfe´nin medih ve senası hakkında söylenen sözlerin hepsini zikretmeğe imkân yoktur. Bunların çoğunu Hayrat´ul-Hi-san sahibi toplamıştır. Bu kaydettiklerimiz denizden bir damladır. Ebû Hanîfe ile aynı çağda yaşayanlar, ister muvafık, ister ona mu­halif olsunlar, onun değerli fakıh olduğunu söylerler, bu hususta birleşirler. Bu vasıfların en- özlüsü ve canlısı Abdullah b. Mübâ-rek´in şu sözüdür: «O ilmin dimağıdır.» Evet Ebû Hanîfe ilmin özünü bulmuştur, ilmin son noktasına ulaşmıştır, en yüksek dere­cesine çıkmıştır. Mes´elelerin içini, dışını inceler ,her taraftan de­seler, künhünü, mahiyetini anlar, usulünü bilir ve. o usullere göre hallederdi. Fikriyle, bütün ilim dünyasını meşgul etmiştir. Bakar­sın o kelâmcılann arasındadır, onlarla münakaşa yapıyor, sapık düşüncelilere dalâlete sürüklenenlere karşı dîni müdafaa ediyor. Çeşitli fırkaların görüşlerim çürütüyor. Kelâm mes´elelerine dair onun müstakil görüşleri vardır ki, ondan rivayet olunarak bize ka­dar gelmiştir. Ona nisbet olunan kelâm risaleleri bile vardır. Ha­dîse dair Müsnedi vardır. Eğer bu Müsnedin ona nisbeti sahih ise onun Hadîs ilminde de mühim bir mevkii var demektir. Fıkıhta, hüküm çıkarmada, Hadîsleri anlamakta, hükümlerin sebep ve il­letlerini tâyinde o en yüksek dereceye ulaşmıştır.

Çağdaşlardan biri: «Hadîs´i onun kadar iyi anlıyan başka bir adam bilmiyorum!» demiştir. Çünkü o kelimelerin mânasından.

ibarelerin gelişinden ve hâdisenin münasebetinden hükmün sebe­bini çıkarmayı gayet iyi bilirdi. Bu hüküm niçin böyledir, bu hâ­dise neden bu hükmü taşıyor, bunu derhal kavrardı. Sözün yalnız dışına bakmıyor, mânâsının ruhuna giriyor, birbirine benzeyen hâdiseler arasındaki münasebeti buluyor, hâdiseleri, illetleri sebe­biyle hükümlerine kuvvetli bir mantıkla bağlıyordu. Bunu yapar­ken nassı esas tutuyor, nasta geçen hükmü esas olarak alıyor, ona benzeyen ve o mânâda olan başka hâdiselerin hükümlerini ona gö­re veriyordu. Nas olan cihette kıyasa gitmiyor, nasla, kıyası terk ediyordu.


48- Bu İlmî Varlığın Tekevvünü


Ebû Hanîfe´ye bu ilim nereden geldi Bunun kaynağı nerede­dir Onu böyle hazırlayan kimlerdir İslâm fıkıh tarihinin rivayet ettiği bunca ilim onda nasıl toplandı Bunları biraz araştıralım :

Bir insanın ilmî şahsiyetini hazırlayıp, onu kendi sahasında yükseltip yetiştirmek için şu dört şartın bulunması lâzımdır:

1- Yaratıhşmdaki kabiliyet, fıtrî mevhibeler veya sonradan kazanıp meleke hâline gelen vasıflar ki, bunlar onun ruhî temayü­lünü tâyin eden fikrî hazırlığını, istidatlannı meydana getirir.

2- Hayatına bir istikamet veren, ondaki kabiliyetleri sezip onlara göre ona yürüyeceği yolu çizen, tutacağı çığın gösteren kim­seler, bunların tuttuğu ışık altında yolunu seçer, hayatına istika­met verir, en doğru bulduğu yolda yürür.

3- Şahsî hayati ve kendi tecrübeleri : Hayatının seyri bo­yunca karşılaştığı olayların onun üzerinde tesirler bırakacağı şüp­hesizdir. Fıtrî kabiliyetleri ve hayatlarına istikamet veren üstadla-rı aynı olduğu halde iki şahsın, hususî hayatları bakımından bir­birinden farklı olmaları bundandır. Biri muvaffak olur, diğeri ola­maz. O, diğer arkadaşı gibi muvaffakiyete giden yolu bulamaz. Şahsî hayatı onu başka yola sürükleyebilir.

4- Yaşadığı devir, içinde bulunduğu fikir çevresi. Kabiliyet­ler muhitin tesiri altında gelişir. Topluluğun ve muhitin tesiri in­kâr olunamaz. Bunları birer birer izah edelim.







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Hatîb Bağdadî, Tarih-i Bagdad, c. XIII, s. 340.

[2] Hatîb Bağdadî, Târih-i Bağdad, c. XIH; s. 340

[3] İbn-i Hacer Heysemî, Hayrat-ul-Hisan, s. 32.

[4] îbn-i Hacer Heyşemi, Hayrât-ul-Hisan, s. 35.

[5] İbn-i Abdulber, el-întıka, s. 136
http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=1909&BID=32
 

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
Teşekkürler, güzeldi.
http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=1911&BID=32ÜSTADLARI



51- Kimlerden Feyz Aldı


Ebû Hanîfe diyor ki: «Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. îlim erbabiyle düşüp kalktım. Fukahâdan en değerli birine devam ettim.»

îlmî yetişmesi, talebe olarak fıkıh tahsili hakkında Ebû Hanî-feînin kendi söyledikleri işte bunlardır. Bu sözler gösteriyor ki : Ebû Hanîfe bir ilim muhitinde yetişmiş, ilim ocağında yaşamıştır. Bu ilim muhîtindeki ulema ile buluşup görüşmüş, onlardan ilim almış onların ilmî bahis usullerini öğrenmiş, sonra onların ara­sında bir fakım kendine üstad seçmiş. Çünkü onda ilmî temayül­lerini tatmîn edecek dirayeti, arayıp bulmuş, onun dersine devam etmiş, bir daha ondan ayrılmamış, ancak ara sıra diğer ulema ile de ilmî müzakereler yapmıştır. Çünkü bir üstadın dersine devam etmek, onu, diğer ulema ile görüşmekten meneder demek değildir. Bütün rivayetler onun ö devirde Irak´ın fıkıh üstadhğı kendisinde toplanmış olan Hammâd b. Ebî Süleyman´ın talebesi olduğunda birleşmektedir. Bununla beraber o başkalarından da ilim almış, birçok ulemadan rivayet etmiş, birçoklariyle müzakerelerde bu­lunmuştur. Bunlar bilhassa Hammâd´m vefatından sonra ve da­ha önce de Emevî valilerinden Ibn-i Hübeyre yüzünden Kûfe´den muhacir olarak çıkıp Mekke´ye gittiği zaman olmuştur. İşte bu sebeple onun hayatını yazanlar, Hammâd´m dersine devam ettiğini söylemekle beraber ders aldığı birçok üstadları olduğunu da kay­dederler.


52- Lüzumlu Üç Nokta


Bu üstadlarm zikretmeğe,, daha doğrusu onların içinde husu­si bir fıkıh görüşü sahibi olmakla ma´ruf olanların hayatını anlat­mağa başlamazdan önce, burada üç noktaya kısaca da olsa derli toplu bir surette temas etmek istiyoruz :


53- Her Tabaka Ve Sınıftan Üstadları Var


Birincisi: Ebû Hanîfe´nin üstadları muhtelif mezhcblerden, çeşitli dînî fırkalardan idi. Yalnız Ehl-i Sünnet fukahâsından veyahut: sade ehl-i reyden değildiler. Ders aldığı üstadlan arasında Hadîs ftıkabası olanîar bulunduğu gibi, ilmini ve Kur´ân-ı anlayışı, tercüman´i Kur´ân unvanını taşıyan Abdullah b. Abbas´dan alan­lar da vardır. Biliyoruz ki, Ebû Hanifc, Mekke´de altı sene kadar kaldı. Bâzı kitapların rivayeti bize bunu gösteriyor. Bu kadar bir müddet Mekke´de kalan bu büyük fikir ve derin akıl sahibi hiç şüphesiz ki, îbn-i Abbas´ın ilmine vâris olan Tabiîni görüp onlar­dan ders ve iîim aldı, Kur´ân-ı fıkhı Öğrendi. Sonra îrok´da görüşüp buluştuklarının çoğu türlü Şia fırkalarından idiler. Bunların bâzı­sı Keysâniye. Zcydive idi. Bir kısmı da, oniki imâmı tutan İmâmiy-yeden, îsmâiliyyeden idiler. Bunların hepsinin onun fikir ve görü­şünde tesiri olabilir. Onun bu Şia fırkalarının temayüllerine kaydı­ğı asla olmamıştır. Onda yalnız Al-i Bcyt sevgisi yardır. Onun muh­telif fırkalardan ve mezhebi er den ders alması, türlü gıdalardan enerji toplayan vücude ben7er. O gıdalar, vücutta erir, kana karı­şır, enerjiye inkılâp eder. Ebû Hanîfe de böyle yaptı. Her unsur­dan alıyor, fakat onları işliyor, temizini alıyor fenasını atıyor, nev´i kendine mahsus olan yepyeni ve kuvvetli bir fikir hâlinde onu meydana çıkarıyor.


54- Ashabın Fetvalarını Öğrenmesi


ikincisi: Aldığı bu çeşitli dersler Ebû Hanîfe´yi şu neticeye gÖ-türdü: îştihat, iyi görüş ve işlek zekâ ile meşhur olan kibar Sa­habe fetvalarını öğrendi,

Târih-i Bağdad sahibi diyor ki : «Ebû Hanîfe bir gün Man-sur´un yanına girdi. İsa b. Musa orada bulunuyordu. Bu sofî ve muttaki âlim Mansur´a :

Bugün dünyanın yegâne âlimi bu zattır, dedi. Mansur:

Ey Numan, bu ilmi kimden aldın, dedi. O da şu cevabı verdi:

Hz. Ömer´den ilim planlar vasıtasiyle Ömer´den Hz. Ali´den ilim alanlar vasıtasiyle Ali´den, Abdullah b. Mes´ul´dan ilim alanlar vasıtasiyîe Ibn-i Mes´ut´tan aldım. îbn-i Abbas zamanında yeryü­zünde ondan daha âlimi yoktu.

Bunun üzerine Mansur:

Sen işini gayet sağlara tutmuşsun, ilmi asıl menbaından al­mışsın, dedi.»[1]

Ebû Hanîfe Hazretleri, bu değerli Sahabe-i Kiramın fetvala­rını öğrendi. Mansur´un huzurundaki sözü onun Ashabın fetvala­rını araştırdığını göstermektedir. En azından ashabla görüşen Ta­biînden onların akvâlini aldığına delâlet etmektedir. Çünkü kibar Ashabîa görüşenlerden arada bir vasıta zikretmeksizin doğrudan ilim aldığını söylüyor.

Ebû Hanîfe´nin ilimlerini ve kavillerini araştırıp aldığı bu Ashab, aklî temayül erbabından idiler. Kitap ve Sünnetin yâni Kur´-ân ve Hadîsin ışığı altında fikir ve akıl istiklâlinden faydalanmasını biliyorlardı; Ashabm müctehidler in dendir. Bu içtihadlann Ebû Ha­nîfe üzerindeki tesiri açıktır. Hükümlerin illetlerini anlamakta, hadisleri benzerlerine kıyas edip hüküm vermekte aklım kullanma­ğa onu sevketmiştir. Bundan başka zaten onda felsefî bir akıl te­mayülü vardır.


55- Bazı Ashab-ı Kiramla Görüştüğü


Üçüncüsü : Bütün menakıb kitapları o´nun bâzı Ashabla görüş­tüğünü kaydederler. Bâzıları onlardan Hadîs rivayet ettiğini de söylerler. Böylelikle o, Tabiînden olmak şerefine de yükselmiştir. Çağdaşı olan fukahâdan Süfyan Sevrî, Evzâî, îmâm Mâlik ve saire gibi akranlarını bu şerefle de geçmiştir.

Ebû Hanîfe´nin uzun ömürlü, çok yaşamış bâzı ashabla gö­rüştüğünde ihtilâf yoktur. Kendilerine yetişip gördüğü Ashabın isimlerini zikrederken: 93 hicrî yılında vefat eden Enes b. Mâlik´i 87 senesinde vefat eden Abdullah b. Evfâ´yi, 85 senesinde vefal eden Vasile b. Eska´ı, 88 senesinde vefat eden Sehi b. Saide´yi ve en son ölen Sahabî olup 102 senesinde Mekke´de vefat eden Ebu´t Tufeyl Amir b. Vasile´yi zikretmektedirler.[2]

Bunlar gibi uzun ömürlü Ashab-ı Kiram´ı gördüğü şüphesiz dir. Ancak onlardan Hadîs rivayet edip etmediği ihtilaflıdır. Ule manın bir kısmı bu Ashabdan Hadîs rivayet ettiğini söylüyorlar vç rivayet ettiği Hadîsleri de zikrediyorlar. Fakat Hadîs ulemasımr müdakkıklan bu senedleri biraz zayıf bulmaktadırlar. Her ne ka dar bir kısmı başka yolla takviye olunmakta iseler de hepsi böyl< değildir. Ashabdan rivayet ettiği söylenen Hadîsler şunlardır:

1- «Bir kimse Allah rızası için, velev bağırtlak kuşunun yu vasi kadar olsun, bir mescid bina ederse, Allah da onun için Cen nette bir ev bina eder.»

2- «Seni şüpheye düşüren şeyi bırak, gönlünü tırmalarm-yan şeyi al.»

3- «Allah´u Tcâlâ bîçarelerin imdadına koşmayı sever.»

4 - «İlimöğrenmek her Müslümana farzdır.»

5 - «Bir hayra delâlet eden onu yapan gibidir.»

6 - «Kardeşinin başına gelene sevinme, zira Allah onu kur­tarır,) seni o belâya duçar ediverin»[3]

Ulemanın birçoğu Ebû Hanîfe Ashabdan bâzılariyle görüşse de onlardan Hadîs rivayet etmedi, diyorlar. Bu hususla öne sür­dükleri deliller: Ebû Hanîfe Hazretleri onlarla görüştüğü zaman, ilim öğrenecek ve onu belleyip nakledecek bir yaşta değildi, diyor­lar. Aynı zamanda o, hayatının ilk çağlarında ticaret işlerine atıl­mıştı. Nasıl ki, yukarıda geçtiği üzere Şa´bî´nin verdiği öğüt saye­sinde lime sarılmıştı. Bunlara ilâveten Ashabdan işitip de ondan ri­vayet olunan Hadîslerin senedine ya bir yalancı veya rivayette za­yıf kimsenin ismi karışmıştır. Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan, Abdullah b. Mübarek, Zufer vesair gibi talebeleri de yazdıktan ki­taplara bu Hadîsleri kaydetmedikleri gibi, onlardan naklolunan sözlere Ebû Hanîfe´den rivayet olunduğu söylenen bu Hadîslere dair bir şey yoktur. Halbuki böyîe bir şey olsa bunu kaçirmazîarcîı. Eğer bu nisbet doğru olsa onu bilirler ve yaparlardı. Onu îmâm-ı A´zam´ın faziletleri arasında sayarlardı. Çünkü onlar bu gibi şey­lere son derece itina gösterirler, önem verirlerdi.[4]


56- Ebü Hanîfe Tabiînden Mîdîr


Biz bu görüşe meylediyor, onu alıyoruz. Artık diyebileceğimiz cihet şudur: Ebû Hanîfe kendi zamanına kadar yaşamış olan uzun Ömürlü bâzı Ashab-ı Kiramla görüştü. Fakat onlardan Hadîs ri­vayet etmiş değildir.

Buna göre o Tabiî sayılır mı Sayılmaz mı mes´elesi ortaya çıkıyor. Ulema, Tabiînin tarifinde ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları Sa-habivle buluşup onu gören kimseve Tabiî derler[5] Kendisiyle sohbet etmese de bir Sahabeyi mücerred görmekle bir şahıs Ta­biî olur. Bu itibarla Ebû Hanîfe´nin Tabiînden olduğu şüphesizdir. Ulemadan bâzısı ise Tabiîyi tarif ederken Sahabeyi mücerred gör­müş olmakla iktifa etmiyor, onunla görüşüp konuşmuş olmayı, ondan rivayet etmeyi de şart koşuyor. Buna göre Ebû Hanîfe Tâbiîn zümresinden sayılmıyor, meğer ki yukarıda isimlerini zikretti­ğimiz Ashabın bazısından rivayet ettiğini kabul etmiş olalım.[6]


57- Tabiînden Rîvâyetî


Ashabdan Hadîs rivayet edip etmediği hususunda söz ne olur­sa olsun, bütün ulema onun Tabiîlerle görüştüğünde, onlardan ders aldığında ve onlardan rivayet ettiğinde ittifak etmektedirler. On Ta­biînin büyüklerinden fıkıh okudu. Yaşı buna müsaittir. Onları gördü, ders aldı ve rivayet etti. Bunda hiç kimsenin şüphesi yoktur.

Kendilerinden rivayet ettiği -kimselerin ilim usulleri, bilgi yol­lan muhtelifti, kimisi Hadîsle şöhret almıştı, Şa´bî gibi; kimisi re´y ve kıyas ile meşguldü, bunlar az değildiler. O hepsinden ilim aldı. îbn-i Abbas´m ilmini taşıyan îkrüne´den aldı, Abdullah b. Ömer´in ilmini toplayan Nâfi´den, Mekke´nin fakıhi olan Atâ b. Ebî Rabah´dan aldı. Atâ ile pek kısa sayılmıyacak bir müddet gö­rüştüğü anlaşılıyor. Ebû Hanîfe onunla tefsir münakaşası yaptı­ğını, ondan tefsîr aldığını kendisi söylüyor. El - întika naklediyor:

Ebû Hanîfe diyor ki, Atâ b. Ebî Rabah´a:

«Ona ehlini, onlarla beraber mislini de verdik.» [7] Âyetine ne buyurulur, diye sordum.

Ona ehlini ve ehlinin mislini verdi, demektir, dedi.

Bir adama ondan olmıyan birisinin katılması caiz olur mu

Öyleyse sana göre burada ne denebilir dedi.

Dedim ki:

Yâ Ebâ Muhammed, ehlinin ücretini ve onların ücretleri­nin mislini verdin demektir.

Sahih bu böyle, Allah en iyi bilendir, dedi .[8] Bu rivayet doğru ise, iki şeye delâlet etmektedir;

1- Ebû Hanîfe, Atâ b. Ebî Raban´m meclisine oturdu, on­dan ders okudu, ilim aldı. Atâ 114 senesinde vefat ettiğine göre bu şu demek olur: Ebû Hanîfe o zaman Mekke´ye Hac için gidiyor, orada ulemanın ders halkalarına oturuyor, onlardan ilim öğreniyor­du. Bunu yaparken Hammâd´m talebesi idi. Hammâd´ın dersine devam etmesi başkalarından da ders almasına hiçbir mâni teşkil etmez.

2- Bu rivayetten anlıyoruz ki, Atâ Mekke´deki derslerinde Kur´ân-ı Kerîm´in tefsirine de temas ediyor, âyetlerin tefsirine gi­rişiyordu. Mekke ekolü, Ashabdan olan Abdullah b. Abbas´ın ilmi­ne varisti. îbn-i Abbas ise en ziyade Kur´ân-ı Kerim . tefsirinden şöhret sahibi idi. Tercüman-ı Kur´ân unvanı taşır. Nâsih ve men-suhu onun kadar bilen yoktu.


58- En Meşhur Üstadları


Şimdi artık Ebû Hanîfe´nin üstadlanndan birer birer bahset­mek sırası gelmiş bulunuyor. Ebû Hanîfe´nin kendilerinden ders aldığı ve muayyen bir fikir tarzı olup da onun üzerinde bir tesir bırakan bu üstadîanm tanımak, Ebû Hanîfe´nin feyz aldığı yerleri, ilim susuzluğunu gidermek için kana kana içtiği menbalan bize öğretmiş olur. Ve "böylece onun fıkhî kültürünün her cephesi ay­dınlanmış, bulunur.

Ebû Hanîfe´nin en başta gelen üstadı., ölünceye kadar dersi­ne devam ettiği Hammâd b. Ebî Süleyman Eş´arî´dir. Hammâd, îbrahim b. Ebî Musa el-Eş´arî´nin kölesi idi. Kûfe´de yetişti. İbra­him Nahaî´den fıkıh okudu. Onun re´y ve görüşünü en iyi bilen­lerdendi. 120 hicrî yılında vefat etti. Hammâd, yaînız îbrahim Na­haî´den fıkıh Öğrenmekle kalmadı, Şa´bî´den de fıkıh dersi aldı. Bu ikisi Şureyh´den, Alkame b. Kays´dan, Mesruk b. Ecda´den ders al­mışlardır. Bu üstadlar da Abdullah b. Mes´ud, Ali b. EbîfTalib gi­bi iki büyük Sahabeden fıkıh ilmini öğrenmişlerdir. Kibâr-ı As-habdan olan bu iki zat yâni Hz. Ali ve îbn-i Mes´ud Kûfe´de ika­met etmeleri hasebiyle Kûfe´ye kendi ilimlerini mîras bıraktılar ki, Küfe fıkhının temeli bu olmuştur. Bu ikisinin fetvaları ve onların izinden giden talebelerinin ekvali sayesinde o büyük fıkıh mirası ortaya çıkmıştır. İşte Hammâd bu ilmin içinde yetişti. * îbrahim Nahaî´nin fıkhını ve Şâ´bî´nin fıkhını okudu, öğrendi. Öyle görü­nüyor ki, Hammâd daha ziyade îbrahim Nahaî´nin fıkhım tuttu. Onun fıkhı ehl-i re´y fıkhı kulundandır. Şâ*bî ise ehl-i re´y fukahâsın-dan ziyade ehl-i Hadîs fukahâsma daha yakındır. Kendisi her ne kadar Irak´da yaşadı ve orada okuyup yetişti ise de Eserci ulema­dandır. Ehl-i re´y fukahâsının yolunu beğenip sevemedi.

Ebû Hanîfe 18 sene Hammâd´ın dersine devam etti. Ondan ehl-i Irak fıkhım Öğrendi ki, bu fıkhı, Hz. Aîi ve Abdullah îbn-i Mes´ud´un fıkıhlarının hulâsası demektir. îbrahim Nahaî´nin fet­valarını, fıkıh hükümlerini Hammâd´dan bizzat aldı. Onun için, Şah Veliyullah Dehlevî, «Hanefiyye fıkhının kaynağı îbrahim Na­haî´nin kavilleridir» hükmünü vermektedir. Hüccet´ullahi´1-Bâliga kitabında şöyle diyor: «Ebû Hanîfe Hazretleri (Allah razı olsun) ibrahim Nahaî´nin ve akranlarının mezhebine sarılmıştı. îbrahim Nahaî´nin dediklerinden geçmiyor, onları aşmıyordu. Ancak az bir şey bundan hariç kalır. Onun mezhebine göre, mes´ele çıkarma hususunda büyük dirayeti vardı. Tahric yollarında gayet ince görüsü vardı. Furu1 mes´elelerini cok1 mükemmel işlivordu. Eğer bu dediklerimin hakikata uygun olduğunu anlamak istersen : Kitab´ül-Asâr´dan, Abdu´r-Râzık ın El-Camitnden, Ebü Bekir b. Şeybe´nin Musannef´inden îbrahim. Nahaî´nin akvalini topla, sonra onları Ebû Hanîfe´nin mezhebiyle mukayese yap, göreceksin ki, gayet az meseleler hariç, Ebû Hanîfe bu delillerden ayrılmıyor ve gayet az olan mes´elelerde de yine Küfe fukahâsmm kail olduklarından dı­şarı çıkmıyor.»[9]

îşi bu kadar dar bir çerçeve içine sokmakta belki de biraz mübalâğa vardır. Ebû Hanîfe´nin fıkhı aşın derecede dar göste­rilmiş oluyor. Fakat Ebû Hanîfe´nin Hammâd´a devamı ve Ham-mâd´ın da bütün rivayetlerde geçtiği veçhile, İbrahim Nahaî´nin fıkhını en iyi bi.en bir insan olması, şüpheye yer bırakmadan or­taya çıkıyor ki, Ebû Hanîfe fıkhının en büyük-ve başlıca kayna­ğı üstadı Hammâd´m, îbrahim Nahaî´den aldığı ilim mirasıdır. Hanefiyye´nİn eski eserlerini dikkatle okumakda bilhassa bunu isbat etmektedir.


59- Ders Aldığ Diğer Kimseler


Hammâd´m dersine devam eden bir talebe olmakla beraber başkalarından da ders alıyordu. Bunu yukarıda da söylemiştik. Hammâd´m ölümünden sonra dersi bırakıp ilimden vazgeçmiş de­ğildi. Hem öğreniyor, hem Öğretiyor. Bu hususta Hz. Peygamber´-in Hadîs-i şerîfiyle amel eden ilme sadık ulema gibi hareket edi­yordu. «Bir adam ilim peşinde oldukça âlim olmakta devam eder. Alim olduğu zannına düştüğü zaman cahil olur gider.» Yukanda da zikrettiğimiz gibi Ebû Hanîfe Hac mevsiminde hacca gittiğin­de ve Mekke´ye vâki olan seyahatlerinde Atâ b. Ebî Rabah´dan ders alıyor, Beyt-i şerifte mücavir bulunduğu müddetçe oradaki ders halkalarına devam ediyordu. Hayatında 55 defa Hac ettiğim söylerler. Bunun mânâsı delikanlılık çağına ayak bastıktan sonra her sene haccetmiş demektir. Biz bu sayının kesin olduğuna hük­metmiş değiliz. Hac niyetiyle Mekke´ye gelince bir taraftan ilim ve Hadîs öğrenme imkânını buluyordu. Diğer taraftan da hac menâ-sikini, hacda yapılması gereken ibadetleri yapmakla dînî farîzesini ifa ediyor, takvasını tamamlıyordu. Mekke ekolünde Atâ´dan İbn-i Abbas´ın ilmini aldığı gibi onun azadhsı Ikrime´den de ilim aldı. Bu Ikrime, Efendisi tbn-i Abbas´ın ilmine vâristi. îbn-i Abbas´m ölümünden sonra oğlu onu dört bin dinara satınca:

Senden hayır gelmez, babanın ilmini dört bin dinara satı­yorsun, dedi. O da bu satıştan vazgeçti.

Hz. Ömer´in ve onun oğlu Abdullah´ın ilimlerini, Abdullah´ın azadhsı Nâfi´den aldı. Böylece îbn-i Mes´ud´un ilmiyle Hz. Ali´nin iimini Küfe ekolü voliyle almış oldu. Hz. Ömer´in ve tbn-i Abbas´-m ilimlerini de görüşüp buluştuğu Tabiînden ahp öğrendi.



60- Zeyd B. Ali´den Ders Alması


Buna göre İslâm cemaatının fıkıhlarım türlü yollardan aldı­ğını söyleyebiliriz. Her ne kadar kendisinde^ ehl-i re´y ve kryasçila-rın görüşü galip ise de, bu böyledir. Hattâ ehl-i re´yin üstadı sayıl­mıştır. Fakat Ebû Hanîfe yalnız bu üstadlardan ilim almalka ikti­fa etmedi, hattâ Şia imamlarından da ilim aldı, ders okudu. On­larla zaten münasebeli vardı, onlara yardımda bulunuyordu. Eme-vîler zamanında olduğu gibi Abbasîler zamanında da, ihtiyarlık çağında bu yüzden hesaba çekildi. Nihayet Ali Beyt´e olan candan bağlılığı sebebiyle ihlâsı uğruna şehid oldu. Hak ve takvadan ay­rılmadan bu uğurda can verdi. Bu imamlardan Zeyd b. Ali, Mu-hamftıed Bakır, Ebû Muhammed Abdullah b. Hasan´dan ilim öğ­rendi. Bunların her biri fıkıhda ve ilimde esaslı bilgi sahibidirler.

îmânı Zeyd b. Ali Zeynel-Abidin (ölümü 122 hicrî senesi) her nevi islâm ilimlerinde gayet geniş bilgi sahibi olan bir âlimdi. Kur´ân-m okunma tarzına dair kıraat ilimlerini ve diğer Kur´an ilimlerini çok iyi bilirdi. O fıkıh ilminde olduğu gibi, akaid ve ke­lâm ilminde de üstad idi. Hattâ mu´tezile, kelâmdaki üstün bilgi­sinden dolayı pnu kendi üstadlanndan sayarlar. Ebû Hanîfe iki sene kadar ona talebelik yaptığını söyler. (Ravdun-Nâdir) in kay­dettiğine göre Ebû Hanîfe şöyle demiştir: «Zeyd b. Ali´yi ve arka­daşlarım gördüm. Zamanında ondan daha fakıh, ondan daha bil­gili olan bir kimse görmedim. Onun kadar sür´atle cevap veren ve gayet açık sözlü olan yoktu. O emsalsizdi.»

Ebû Hanîfe´nin onunla görüştüğünde bizim hiç şüphemiz yok. Fakat onun dersine devam ettiği kanaatmda değiliz. Belki dersine devam etmeden onunla görüştüğü, buluştuğu zamanlarda onun bilgisinden istifade etmiş, ondan ilim öğrenmiştir.


61- Muhammed Bâkır´dan Ders Alması


Adı geçen Zeyd´in kardeşi olan Muhammed Bakır b. Ali Zeyn´eî-Abidin, Şîa imamlarından ve on iki imâmdan biridir. O kardeşi Zeyd´den önce vefat etmiştir. îmâmiye fırkalarının en meşhurların­dan olan on iki imâm ve îsmailiye fırkası onun imamlığında itti­fak etmişlerdir. Ona Bakır unvanı verilir. Çünkü o ilmi deşelemiş-tir. O, Al-i Beyt´ten oiduğu halde Hulefa´yı Raşidîn´den olan Ebû Bekir, Ömer ve Osman Hazretleri haklarında asla kötü bir söz sarf etmemiş tir. Rivayet olunduğuna göre, Irak ahalisinden bâzj-ları onun yanında Ebû Bekir, Ömer ve Osman´ı kötülükle anmış­lar, onlara dil uzatmışlar, Muhammed Bakır buna fena halde kız­mış onlara sitem ederek:

Siz mal, mülk ne varsa hepsini terkederek kendi yurtla­rından çıkarılan muhacirlerden misiniz diye sordu.

Hayır, dediler,

Muhacirlere kucağım açan, yer hazırlayan Ensar´dan mı­sınız

Hayır.

Bunlardan değilsiniz, onlardan değilsiniz! Hiç olmazsa on­lardan sonra gelip de: Yâ Rab bizi ve îman etmede bizi geçen kar­deşlerimizi affet diyenlerden de mi olamıyorsunuz Bari onların aleyhinde bulunmayın. Bunu da mı yapamıyorsunuz Yanımdan defolun! Benden uzak olun. Müslüman olduğunuzu söylüyorsu­nuz, fakat islâm ehlinden değilsiniz.

Muhammed Bakır 114 hicrî yılında vefat etti.[10]

Muhammed Bakır gayet derin bilgi sahibi idi. Anlaşıldığına göre Ebû Hanîfe, Ehl-i re´y ve kıyastan olarak ortaya çıkmaya başladığı ilk zamanlarda onunla görüşmüş ve buluşmuştur. Ve ilk defa buluşmaları da, Ebû Hanîfe´nin Medine´yi ziyareti sırasında Medine´de olmuştur. Zira rivayet olunduğuna göre Muhammed Bakır ilk görüştüklerinde ona :

Sen ceddim Resûlullâh´m dînini ve Hadîslerini kıyasla de-ğiştiriyormuşsun demiş, Ebû Hanîfe de:

Allah korusun, böyle bir şey nasıl olur demiş.

Belki değiştirdin.

Lâyık olduğunuz makamınıza oturunuz, ben de bana ya­kışır şekilde yerime oturayım, zira benim size hürmetim var, hayatında Ashabı arasında muhterem olan ceddiniz hürmetine, sîz­lere hürmet etmeğe hepimiz borçluyuz.

Bunun üzerine Muhammed Bakır oturdu. Ebû^Hanlfe de onun önüne diz çöktü. Ve arada şu konuşma cereyan etti; Ebû Hanîfe :

Size üç sualim var, onlara cevap lütfedin diye söze başladı. Evvelâ:

Kadın mı daha zayıftır, erkek mi

Kadın.

Kadının mirasta hissesi kaç

Adam iki hisse alıyor, kadın bir hisse.

Bu, ceddin Resûlulîâh´ın kavli değil mi Eğer ben atanın dinîni bozmuş olsam, kıyasa göre; erkeğin hissesini bir, kadının hissesini iki yapardım. Çünkü: kadın zayıftır, kazanç yollan az­dır, erkek kuvvetlidir, çok çalışır, çok kazanır, nasıl olsa geçinir. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nasla amel ediyorum.

î kincisi:

Namaz rnı daha faziletlidir, yoksa oruç mu

Namaz daha faziletlidir.

Atanın kavîi böyledir. Eğer ben onun dînini bozmuş oîsam, kadın hayizden temizlendikten sonra, kıyasa göre; namazını kaza etmesini emrederdim. Orucunu kaza ettirmezdim. Fakat ben kı­yasla böyle bir şey yapıyor muyum

Üçüncüsü:

Bevil mi daha pistir, yoksa meni mi

Bevil daha pistir.

Eğer ben atanın dînini kıyaslarımla değiştirmiş olsam, kıyasa göre; bevilden gusül yapılmasını, meniden abdest alınması­nı emrederdim. Fakat ben Hadîse aykırı re´y kullanarak, kıyas yaparak ceddin Resûlullâh´m dînini değiştirmekten Allah´ıma sı­ğınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun.

Bunun üzerine. Muhammed Bakır ayağa kalktı. Ebû Hanîfe´yi kucakladı ve onu abımdan öptü.

Bu konuşmayı Muvaffak Mekkî, Menakıbmda nakletmiştir. Sözün gelişinden anlaşılıyor ki, bu konuşma ilk görüşmede olmuş­tur. Zira ona tanımadığı bir kimseye sorar gibi sormuştur. O, yal­nız Ebû Hanîfe´nin kıyascı olarak şöhretini duymuştu. Fakat Ebû Hanîfe nas olan yerde kıyas yapmadığını ve bunu misallerle açık­layınca onu takdir ve tebcil etti. Bu konuşma aynı zamanda bize şunu da gösteriyor ki: Ebû Hanîfe, henüz üstadı Hammâd´m ders sıralarında otururken bile re´y ve. kıyas sahibi olarak şöhret almış­tır. Hammâd´m ders halkasında oturması onun şöhret kazanması­na bir mâni teşkil etmemiştir, ilmi ve ilimdeki usulü etrafa yayı­lıp duyulmuş ki, Muhammed Bakır onu kıyascı olarak tanıyor. Hammâd 120 senesinde öldü. Muhammed Bakır ise 1İ4 senesinde vefat etti. Buna göre bu konuşmanın cereyan ettiği görüşme yapıl­dığı zaman, hiç şüphesiz ki, Hammâd hayatta idi.

Bu nevi haberler bize gösteriyor ki Ebû Hanîfe henüz Ham-mâd´ın ders halkasında otururken şöhret kazanmıştır. Hayatının gelişi ve akışı onu bu şöhrete erkenden narazed kılmıştır. Zira onun birçok defalar Basra´ya seyahati, birçok defalar Hacca gidip gelmesi, ulema ile görüşmesi, üstadı Hammâd´Ia müzakeresini yaptığı re´y ve kıyas usulü ve yolunu işlemesi, etrafında ulema ile müna­kaşalarda bulunması, şüphesiz ki bunlar onu şöhret yapmıştır. Henüz müstakil bir ders halkası kurmadan önce daha talebeyken namı etrafa yayılmıştır.


62- Ca´fer Sâdık´la İlmî Münasebeti


Ebû Hanîfe´nin Muhammed Bâkır´İa münasebeti olduğu gibi onun oğlu Ca´fer Câdık´la da ilmî temasları vardı, ikisi aynı yaşta idiler. Aynı senede doğmuşlardı. Fakat Ca´fer Sâdık, Ebû Hanîfe´-den daha evvel ahirete göçtü. Ebû Hanîfe´den iki yıl önce 148 senesinde vefat etti. Ebû Hanîfe ondan bahsederken: «Vallah Ca´fer Sâdık´dan daha fakih bir kimse görmedim» demiştir.

Muvaffak Mekkî Menakıb-ı Ebû Hanîfe eserinde şunu nak­leder : Ebû Ca´fer Mansur bir defa :

Yâ Ebû Hanîfe bu insanlar Ca´fer Sâdık´a meftun oldular. Ona sormak üzere en çetin mes´ele hazırla da sor bakalım, dedi. Ebû Hanîfe de 40 soru hazırladı. Bundan sonrasını Ebû Hanîfe´­den dinleyelim. Diyar ki: Ebû Ca´fer, Hîre´de iken Ca´fer Sâdık yanında bulunduğu bir sırada huzuruna girdim. Ca´fer Sâdık Ha­lifenin sağ tarafında oturuyordu. Gördüğüm anda Ca´fer Sâdık´ııı heybeti beni kapladı, meclise Halifenin heybetinden ziyade onun heybeti hâkimdi. Selâm verdim.

Otur, diye işaret ettiler. Ben de oturdum.

Mansur, Ca´fer Sâdık´a dönerek :

Yâ Ebâ Abdullah, işte Ebû Hanîfe bu zattır, dedi.

Alâ, dedi. Sonra bana dönerek ;

Yâ Ebû Hanîfe, Ebâ Abdullah´a mes´elelerini arzet baka­lım, dedi. Ben de hazırladığım mes´eleleri arzetmeğe başladım. Ben soruyordum, o cevap veriyordu. Ve siz şöyle dersiniz, Medine ehli şöyle der, biz ise böyle deriz,; diyerek bütün ihtilâfları nakle­diyor, bazan bizim kavlimize, bazan Medine ehli kavline tâbi olu­yor, bazan bize muhalefet ediyordu. Kırk mes´eleyi de böyle bütün tafsilâtiyle cevaplandırdı, bir tanesini bile cevapsız bırakmadı.

Ebû Hanîfe bunu anlattıktan sonra Ca´fer Sâdık´m ilmî kudre­tini belirterek şöyle dedi: «insanların en âlim olanı, mes´eleler et­rafındaki ihtilâfları en iyi bilendir.»

Bu rivayet bize gayet açık olarak gosierıyor ki: Ebû Hanîfe Ca´fer Sâdık Hazretleriyle daha ilk görüşmede onun yüksek ilmî kudretini anlamış, onu takdir etmiştir. Ca´fer Sâdık´ın fıkıh hak­kındaki derin bilgisine hayran kalmıştır. Şüphesiz ki, hâdise Man-sur ile evlâd-ı Ali arasında düşmanlık baş göstermezden Önce ol­muştu.

Ca´fer Sâdık her ne kadar Ebû Hanîfe ile aynı yaşta ise de ulema onu Ebû Hanîfe´nin üstadlanndan addetmişlerdir.


63- Abdullah B. Hasan´la Münasebeti


Ebû Muhammed Abdullah b. Hasan da Ebû Hanîfe´nin üstad­larından biridir. Mekkî ve İbn-i Bezzazı menakıblanrîda geçtiği üzere Ebû Hanîfe onun talebesidir. Abdullah Hazretleri, sözünde sâdık bir âlim, güvenilir bir muhaddisti. Süfyân-ı Sevrî, îmâm Mâ­lik ve diğerleri ondan Hadîs rivayet ederler. Ulema nezdinde onun değeri büyüktür. O, kadri yüce bir âbiddir. Emevî Halifelerinin en sofularından olan Ömer b. Abdulâziz´le görüştü. Ondan son dere­ce i´zaz ve ikram gördü. Abbâsîlerin ilk devrinde Ebu´l-Abbas Sef-fâh´îa görüştü. Ondan da aynı i´zaz ve ikramı gördü. Seffâh kendisi­ne bir milyon dirhem ihsanda bulundu. Mansur, Halife olunca ona bunların aksine muamele yaptı. Onun evlâtlarına ve ailesine de aynı kötü muamelede bulundu. Elleri kollan bağlı bir haîde on­ları Medine´den Haşimiye´ye getirtti. Onları merhametsizce hapse tıktı. Çoğu hapiste can verdiler.

Burada şuna işaret etmek isteriz ki, bilûmum evlâd-ı Ali´ye ve bilhassa Abdullah b. Hasan ailesine karşı bu gaddarca muamele­ler, işte Ebû Hanîfe´nin kalbini Abbasilerden çeviren bunlardır. Bu gaddarca zulümleri gördükten sonra onlardan soğumuş, fırsat buldukça Ebû Ca´fer´in idaresi aleyhinde bulunmağa . başlamış, hükümetine acı tenkîdlerini yöneltmiştir. Çünkü o* Hz. Ali evlâ­dını seviyordu. Yukarıda görüldüğü veçhile bunlardan birçoklan onun üstadları idi, onlardan ilim ve feyz almıştı. Bilhassa Abdullah ile aralannda gayet samimî bir dostluk mevcuttu.

Abdullah 70 senesinde doğmuştur. Ebû Hanîfe´den on yaş ka­dar büyü kdemektir. 75 yaşında olduğu halde 145 senesinde bu fâ­ni âlemden ebediyet âlemine göçmüştür.


64- Bazı Ehl-Î Heva Île Görüşmesi


Ebû Hanîfe´nin ilmî münasebetleri yalnız ehl-i sünnet ve ce­maat mensuplanna, Al-i Beyt imâmlanna münhasır değildi. Menakıb kitaplarının kayıtlarına göre o bâzı sapık fırkalarla temas ederdi. Onlardan bâzı hocaları vardı. Meselâ Câbir b. Yezid Cu´-fı´yi (ölümü 165 yılı) onun üstadlarmdan sayarlar. Halbuki o, Gu-lât-ı Şiîa´dandır. Bunlar Hz. Muhammed´in veya Hz. Ali´nin veya­hut da son imamların tekrar geleceklerine inanırlar. îbn-i Bezzâzî, Menakıb-ı Imâm-i A´zam eserinde bunun Abdullah b. Sebe´in et-bâindan olduğunu söyler. Fakat bence bu uzak bir şeydir. Bana gö­re o, Şia´nın Sebeiyye kolundan değildir. Zira Sebeiyye : Hz. Ali´ye uîûhiyyet nisbet ederler, veya buna yakın bir şey söylerler. Hz. Ali onları küfre nisbet etmiştir. Ebû Hanîfe´nin Islâmilmini bu nevi kimselerden almasına ihtimal verilmez. Câbir b. Yezid, Hz. Ali´nin tekrar döneceğine kail ise ve bu da Sebeiyye´nin kavline uygun dü­şüyorsa, bu aynı zamanda Keysâniyye´nin akidesine de uygun de­mektir. Onlardan sayılması daha uygun düşer .

Öyle anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe, yanlış anlayışını bildiği halde, ondan bâzı aklî ilimleri okumuştur. Onun kendisini sapık heveslere kaptırdığını biliyordu. Bunun için olacak ki, onun hakkında şöy­le, derdi: «Câbir Cu´fî açığa vurduğu hevesleriyle nefsini ifsad et­ti, bence kendi babında Küfe´de ondan daha büyüğü yoktur!»[11] Ebû Hanîfe, Câbir´in ilim bablarından hangisinde çok bilgi sahibi olduğunu beyan etmiyor. Belki de tahric kısmında, veyahut aklî ilimlerde derin bilgisi vardı.

Şunu da kaydedelim kî, Ebû Hanîfe kendisi onunla müzakere­lerde bulunur, fakat arkadaşlarım ve talebelerini onunla oturmak­tan görüşmekten menederdi. Demek onların onun fitnesine kapıl­malarından, sapık düşüncelerinin tesiri altında kalmalarından korkuyordu. Dalâlete saplanmış olan bu adamın hevâ ve hevesine göre, onları da sapıtmasından endişe ediyordu. Ebû Hanîfe onu yalancılıkla vasıflandırarak ondan sakındırırdı. Mîzanü´l-l´tidal kitabının kaydına göre, Ebû Yahya el-Humânî diyor ki: «Ebû Hanîfe´yi şöyle derken işittim: Gördüklerimin içinde Atâ´dan daha faziletli bir insan, Câbir Cu´fî´den daha yalancı bir kişi görme­dim.»[12]

Bunlar bize gösteriyor ki, Ebû Hanîfe ilmin herhangi bir sahasında kuvvetli olan birini buldu mu, her ne kadar bâzı sapık dü­şünceleri olsa da, onlardan ilim alıyordu, ilmin faydalı olanını alıyor, zararlı olan yerlerini ayıklıyordu. Temizini pis olandan ayı­rıyor, iyisini seçip alıyor, pis ve. zararlı planını fırlatıp atıyordu.

îlmi her kaptan atmaktan çekimiyordu, kabı taşıyana ve kaba bakmıyordu. Faydalı ve yararlı gördüğünü alıyor, onun kirini, pa­sını temizliyor, temiz bir hale sokuyordu. İlimden bu yoida fayda­lanmayı herkes yapamaz. Bunun ancak düşünce ufukları geniş, kabiliyetleri yüksek olan kuvvetli akıllar yapabilir. Zira aradıkları doğruyu bulmaktan, hayrı tanımaktan onları alıkoyacak, saplan­dıkları sapık bir düşünceleri yoktur. Ebû Hanîfe ise bu hususta asrının biricik âlimi idi.


65- Arasında Îkî Nevî Ulema


Onun çağında ulema iki sınıf -idi. Bir kısmı yalnız İslâm fıkhı île iktifa eder, başka bir şeye uzanmızdı. Eğer daha biraz ufku ge­nişlerse, tahric ve kıyasa kadar giderdi. Diğer bir sınıf ise akaid ve kelâm okur, onların felsefesine dalmak ister, dînin ruhunu ve özü­nü bilmeksizin böyle felsefe taslamağa kalkışınca, bu felsefe onu maksattan ayırır, bâzan şaşırtıp dalâlete sürüklerdi. Hem fıkıh mes´elelerinde derinleşip, hem de aklî bilgileri inceleyip bu ikisinin arasım bularak sapmadan, gayeden ayrılmadan doğru yolu tutup giden adeta yoktu. İkisi arası bu orta yolu ilk tutan Ebû Hanîfe olmuştur. Ondan başkası bu yola koyulmamıştır.

Ebû Hanîfe bu yolu hem ilk tutan olmuş ve hem de en yük­sek mertebeye çıkmış ve gayeye ulaşmıştır. Onun için her nevi ilim kapısından dalmış ve her türlü ilmi öğrenmek istemiş, ilme giden her yolu tutarak daima ilim peşinde koşmuştur. Hakikatte hâkim ve doğru bir akıl, kuvvetli ve metîn bir dîn, araştırıcı ve tenkidci bir kafayla ortaya atıldı. Biliyordu ki, talebelerinin gücü bunların hepsine yetmez, onun yaptıklarını onlar yapamaz. Onun için tale­belerini fıkıhtan başka mevzulara dalmaktan sakındırır, fukahâ-dan başkasından ders almalarını yasak ederdi. Yukarıda oğlu Hammâd´ı kelâmda münazara yapmaktan nasıl menettiğini söyle­miştik [13]. Halbuki o, bu mevzuda temayüz etmiş bir âlimdi.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad c. XIII, s. 334

[2] Mekki, Menâkıb-ı Ebû Hanîfe, c. 1, s. 24; lbn-i Hacer Heysemi,

[3] Mekki, Menâkıb-i Ebû Hanîfe, c. 1. s. 24; Ibn-i Hacer Heysem,

[4] İbn-ı Hacer Heysemî, Hayrat´ul Hisan, s. 25

[5] lbn-i Abdulber, El-İntika, s. 158

[6] Muharrir her nedense, Ebû Hanîfe Hazretlerinin Ashabdan riva­yetini kabule taraftar değil gibi görünüyor. Halbuki bu hususta İleri sürü­len sebepler gayet çürüktür. İsimleri tarihçe teabit edilmiş olan Ashabla görüştüğünü kabul ettikten sonra Ebû Hanîfe gibi daha gençliğinde ilme merak eden, kuvvetli ilmi tecessüsü olan ve mükemmel bir tahsil gören bir zeki gencin görüştüğü Ashabdan hiçbir şey bellememiş ve anlamamış ol­duğunu iddia etmek biraz yersiz olur. 55 No. lu bendde ileri sürülen se­beplere şöyle bir göz atalım:

1- îlim belleyecek; bir yaşta değildi, deniyor. Görüştüğü Ashab ara­sında Enes b. Mâlik Hazretleri 93 senesinde öldüğüne göre Ebû Hanîfe o zaman 13 yaşında demektir. Bu yaşta bir çocuk bir Hadiste mi belleye-mez Hele Ebû´t-Tufeyl 102 senesinde Öldüğüne göre´ o zaman Ebû Ha­nîfe 22. yaşma basmış bir* gençtir. Bu da mı. ilim alma çağı sayılmıyacak Görüşmeler, vefat tarihinden birkaç sene önce bile olsa, yine onun ya-şmı ilim alma çağından aşağı düşürmez. Yukarıda Ebû Hamfe´nin genç yaşta mükemmel bir tahsil gördüğünü kaydetti. Onları okuyunca bu yag "mes´eîesi de çürük kalır.

2- Ticaretle iştigali de bir sebep olarak ileri sürülüyor. Halbuki, ticaretle meşgul olması onun ilmine hiçbir suretle mani teşkil etmez. Nasıl ki hayatı, boyunca tiacretini bırakmadı; ve nasıl ki muharrir de bunu müteaddit yerlerde tekrarlamaktadır. Bütün bir İlim dünyasını hayran bırakan o ilim deryasının toplanmasına mâni olmıyan ticaret,

.gençliğinde birkaç Hadîsi belleyip rivayetine mi mâni olacak Muhar­ririn de sık sık tekrarladığı veçhile, Ebû Hanîfe Ashabın fetvalarını, ak-vâlini araştırıp toplardı. Bunları Ashabın talebelerinden alırdı. Ashabı görüp de doğrudan onları alnia imkânına bulunca bunu hiç kaçırır mı

3 - Senedlerin zayıf olması, Ebû Hanîfe´den sonra gelen isimler yü­zündendir. Senedin başı zayıf değildir, sonu zayıftır. Sonraki halkaların zayıf olması bu sened zincirini baş taraftan koparmaz.

4- Talebelerinin, eserlerine bu rivayetleri almaması da bunları ri­vayet etmediğine bir delil olarak gösterilemez. Bir şeyin bir yerde zikredil-memesi onun sabit olmadığına delâlet etmez. Ebû Hanîfe´nin rivayet et­tiğini çürütmek için ileri sürülen deliller çürüktür.

Mütercim

[7] Sûre: 21 (Enbiya), âyet 84

[8] İbn-i. Abdulber, El-Intika, s. 158.

[9] Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetu´l-Iah´ü-Bâliga, c. 1, s. 146.

[10] îbn-i Bezzazı onun 117 senesinde öldüğünü kaydederse de îbn-î Esir, El-Kâmil´inde 114 senesinde öldüğünü yazar.

[11] Muvaffak mekki, Menakib-i Ebû Hanîfe, c. 2, s.88

[12] Mekkî Menakıbının hâmisi, c. 1, s 42.

[13] 19 nolu başlıklı bahise bak.

http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=1911&BID=32
 
Üst