Kalbimizde AVM yükseliyor

Bu konuyu okuyanlar

demirelemin

Asistan
Katılım
6 Aralık 2009
Mesajlar
304
Reaksiyon puanı
3
Puanları
18
RADYODAN, televizyondan, internetten, telefondan... Ulaşabilecekleri her yerden bombalıyorlar bizi. Fakat ne ateş, ne duman var ve ne de fiziksel acı..

İlk anda değil yavaş yavaş öldüren cinsten bombalar bunlar. Tebessümden kahkahaya uzanan mutlu bir çehreyle atılıyorlar üzerimize. Bilinçaltımıza müzik eşliğinde dans ederek giriyorlar. En hassas noktalarımızı parodilerle eziyor, ciğerimizi sökerken bizi eğlendiriyorlar. Kan akmıyor cinayetlerinde. Her şey yasal, ortalık sütliman...

“AYRICALIKLAR peşinizi bırakmayacak” dedikleri için sesimizi çıkaramıyoruz. Aslında mallarını değil ayrıcalıklı olma fikrini satıyorlar. Onu aldığımızda trafikte, okulda, işte kurallara uymamıza gerek kalmıyor. Çünkü daha önce de zihnimizi “kendi kurallarını yarat” mesajıyla çapalayıp, “fırsatı kaçırma” tohumu ekmişlerdi. Aksini yapacak kadar aptal olamazdık. Hem zaten biz “saraylara layık” değil miydik? Starlardan ne eksiğimiz vardı, sahip olduğumuz şeyle otomatikman starlaşmamış mıydık?

“BAZILARI gösteriş yapar, bazıları kendini gösterir” diye kelime oyunu yapıyorlar. Gösteriş budalasının çatlaklığına gülerken onun gibi olmamızda hiç mahzur yok fikrine kapılıyoruz. En kötü ihtimalle bize de gülerler ama bu arada “en iyi” malı götürmüş oluruz diyoruz. Sultanız biz, gideceksek “Fatih’in otağını kurduğu yere” gitmeliyiz. Bu “uygun ödeme koşullarında” vakit kaybetmeden “kolay ve hızlı” bir şekilde “mutlu etmeliyiz kendimizi”. Çünkü “biz buna değeriz”.

BÜTÜN sloganların özünde bu mesaj olduğundan araba satan, şampuan satanı destekliyor ister istemez, ev satan, telefon satana kol kanat geriyor. Hepsi de “Daha iyisini isteyenler için” yapıyor bu fedakârlığı! “Daha iyinin” bizim için daha iyi olduğuna inanmamızı istiyorlar. Her şey şu kadar taksitle neredeyse “bedavaya” verilirken, bunu sorgulayamıyoruz. “Daha iyiden” kaçmaya kalksak “Azla yetinme!” mesajına yakalanıyoruz. Oradan uzaklaşsak, “Daha fazlasını iste!”ye. Dünyamız “kaybetmekten hoşlanmayanlar için” dizayn edilmişken, nereye gidebiliriz zaten?

SLOGAN masum ve doğru görünüyor: “Duyduğunuza değil gördüğünüze inanın.” Gördüğüne inanmanın tehlikesinden bahis yok. Gözün sınırlarını, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, en büyük yalanların göstere göstere söylendiğini unutuyoruz. Genç ve güzel bir kadın beliriyor ekranda. “Doğallık işte bu kadar kolay” diyor. Dünyanın en zor şeyine bir kozmetikle sahip olacağımız için ne kadar şanslıyız derken “bir farkınız olsun” sloganını dayıyorlar burnumuza. Peki ne yapacağız o farkla? Başkaları ne yapacak bizdeki o farkla? Herkes farklı olduğunda neye yarayacak bu fark? Cevap yerine “hayat bir yolculuksa yeriniz önde olmalı” deniyor. Ya benim ışığım ancak ortalarda bir yerde durursam parlayacaksa?

ERGİN bedenleri sergilemeleri bir yana bebeklerin çıplak popolarını gözümüzün içine sokuyorlar. Onların mahremiyet ihtiyacı yokmuş gibi. Bebekler altlarına sarılan bezlere “mutluyum seninle” diye şarkılar düzüyorlar. Kâğıt havlularını sattırmak için topuklu kırmızı pabuç, ful makyaj ve takılarla kadınlaştırdıkları kız çocuğuna “gencim, güzelim, havalıyım” dedirtip şuh hareketler yaptırıyorlar. Büyük Mahkeme’de katledilmiş masumiyetlerin hesabını verecekleri akıllarına gelmiyor.

BİZİM adımıza ihtiyaç tesis edip “al bunu, ihtiyacın var” diyorlar. “İhtiyacın olmasa da al” diye ısrar ediyorlar. Ne oluyor sonra? Kehanetleri gerçekleşiyor. Satın aldıklarımız ihtiyacımız haline geliyor. Görüntümüzle başkalarını etkilersek mutlu olacağımıza inanıyoruz. Aslında “Sen bizi tüket ki, başkaları da seni tüketsinler, çabucak eskitsinler ve seni bırakıp yenisini alsınlar” dendiğine uyanamıyoruz.

BÖYLECE bir yerine, ikiye tapar hale geliyoruz. İki yetersiz kalıyor, üçe bakıyoruz. Üç oluyor, dört. Çarpıtılmış bir sonsuzluk imajıyla doluyor mekânlarımız. Bizim ayakkabılarımız, elbiselerimiz, bizim tabak çanaklarımız, bizim arabalarımız, evlerimiz, bankalarımız, kredi kartlarımız, bizim her şeyimiz... Kimliğimiz de kişiliğimiz de bir ürünle kuruluyor. Onlarsız mahzun oluyor hatta alçalıyoruz. Binlerce nesneye görünmez zincirlerle bağlanmışız. Markaları yaşatmak adına ölmüşüz de haberimiz olmamış.

SADECE evlerimizi değil, kalplerimizi de AVM haline getirdiler. Aldıklarımızın karşılığında verdiklerimiz hadsiz hesapsız. “İraden yok mu? Alma!” diyebilirler. Güldürmesinler! İrademize ipotek koyduktan sonra ne faydası var bu sözün? Davranışlarımız özürlenmiş bir kere, dilimiz, duygularımız ve düşüncelerimiz yaralı. Görmüyor musunuz, en’li jestler bekliyoruz herkesten. En iyisini, en parlağını, en güçlüsünü versinler bize istiyoruz. Makullük, ılımanlık, mütevazılık talep repertuvarımızdan silinip gitti.

CEP telefonu reklamlarıyla sürekli konuşmaya öyle teşvik ediliyoruz ki, düşünmek ve dinlemenin değerini unutan şapşal gevezeler haline geldik. Bizi avantajlı paketlere alıştırdıkları için attığımız her adımda avantaj arıyoruz. Sağlayacağı bir avantaj yoksa o insana dönüp bakmıyor, o yardıma talip olmuyoruz. Toplu taşıma aracına binmeyi bile küçümsetiyorlar bize. Reklamdaki adam, bir araba bayiinin önünden geçerken, ani bir kararla otobüsten inip, bu sefil durumuna bir son vermek üzere koşuyor. Artık o belediye otobüsünün koltuğunda otururken huzur bulmamıza imkân yok. Genç kız gofretini tek başına yemek istiyor, arkadaşının ağzı sulansa da vermiyor. İşte paylaşmayı sevimsiz hale getirdiler, “sahip olduğun şey güzelse onu kimseye verme” fikrini zerk ettiler.

REKLAM başladığında zap yapsan neye yarar? Dizi filmlerin içinden yakalıyorlar sonra, yürüdüğümüz sokaklardan... Sinsice gizlenenlerden vazgeçtik, sinemada asıl film başlayıncaya kadar yarım saat gözlerimizde tepiniyorlar. Telefonumuz çalıyor, selamsız izinsiz mallarını övüyorlar telaşla. İnternette okumak istediğin habere hemen geçemiyorsun, önünüze hayalet gibi atılıyorlar. Çarpı işaretini bulup kapatıncaya kadar zehrin yarısını yutuyorsun. “Hayalinizdeki bilmem ne” diyerek onu hayal etmeye şartlandırıyorlar...

HEPİMİZİ markalarının yan ürünü haline getirdiler. Bizi kendilerine “mal” ettiler. Beynimize sürekli adlarını çakıyorlar. Tepemize tepemize vurarak çiviyi sökülemez hale getirdiler. Ucunda virüs var çivinin; dindarı, aydını, filozofu dinlemiyor, yerleşip çoğalıyor içerde. Kısa dönemde o malı ya da hizmeti aldırmasa da orta vadede bakış açılarını ve davranış kodlarını kemiriyor. Kaçacak yer bırakmadılar. Ortaçağ karanlığını özletiyorlar bize.

Nuriye AKMAN
 
Üst