Gol ve Ölüm

Bu konuyu okuyanlar

Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,210
Reaksiyon puanı
10,325
Puanları
113
3 Haziran 2002 Pazartesi D, görüşme boyunca ağlamıştı. Hıçkırıklarını tutamıyor, konuşması ağlamalarla kesiliyordu. Bir hüznün içine batmış ve çıkmıştı. Dr. Mavi’nin karşısında hüzne boyanmış bir insan vardı sanki. D, 42 yaşında bir erkekti. Mimardı. Hayat boyu ince çizgilerle uğraşmıştı. Hayatı, kurmak, planlamak, düzenlemek işiyle geçmişti. Ama artık herhangi bir şeyi planlayacak gücü ve takati kalmamıştı. Hayat düz bir çizgi değildi. Kırışıklıklar, eğilmeler, kırılmalar vardı.

Artık hayatın masasında çizdiği çizgilerden daha ince ve kırılgan olduğunu biliyordu. “Bana neden geldin?” diye sordu Dr. Mavi. D, buğulu gözleri, kırık kalbi ve titrek sesiyle cevapladı. “Teselliye ihtiyacım var. Ne yapabileceğimi bilemiyorum.” O an “Goooooolll!!!!!” diye bir bağrışma duydu her ikisi de. D’nin yüzünde, davranışlarında bir değişme olmadı. Anlamsızca bakıyordu. İnsanlar neden böyle bağırıyor der gibiydi. Etraftan kutlama sesleri yükseliyordu.

Ofisin olduğu apartımanın bir köşesinden “En büyük Türkiye” bağırışları duyuldu. “En Büyük Türkiye” lafında bir gariplik vardı. 2002 Dünya Kupası maçında Türkiye Brezilya’ya bir gol attı ise, maç hâlâ devam ediyorsa ve maçı 60 milyon insan değil de sadece 11 kişi oynuyorsa, ‘Türkiye’nin kendisi nasıl en büyük oluyordu? Hadi büyük küçük sıralamasına birşey demeyelim; o an için büyük olan, top oynayan 11 kişi olmalıydı. Narsistleşmek isteyen benlikler hazır bir halde bekliyordu. Kendisinin en büyük olduğunun teyid edilmesi için başarılara, ötekinin ezilmesine, mağlubiyetine ihtiyaç vardır.

Brezilya takımı bir gol yemiştir. Narsistleşmek isteyen benlikler bunu fırsat bilir ve hemen üzerine atlar. Brezilya’nın bir sürelik mağlubiyeti hemen bir hazza dönüştürülmeye çalışılır. Milliyetçilik, benliğin ötekini küçük, değersiz, yetersiz, başarısız, beceriksiz görmesi üzerine oturmuş bir büyüklenmeden haz alma arzusundan başka birşey değildir.

“Karım kanser hastası. Yoğun bakımda yatıyor. Şu an doktorlar kanserle ilgili tüm tedavileri kestiler” diye devam etti D. “Teselliye ihtiyacım var. Bunun başımıza geleceğini hiç düşünmemiştim. Bir gün eşimin kansere yakalanacağı ve ölüm döşeğinde yatacağı aklımın ucundan geçmemişti. ‘Ölünce nereye gidecek?’ sorusundan bir türlü kurtulamıyorum.” “Ama ‘En Büyük Türkiye!’ Bak, Brezilya önünde 1-0 öndeyiz. Şimdi haz alma zamanı. Bunları düşünme. Dertlenecek ne var. Hadi beraber keyiflenelim.” Dışardaki sloganlardan, sevinç çığlıklarından, histerik davranışlardan, toplumsal benliklerden bu ses çıkıyordu.

D’nin kalbinin ve ruhunun ise teselliye ihtiyacı vardı. Aklı ölüm sorusu ile meşguldu. Ölüm sonrasının belirsizliği onu ürkütüyor, eşinin başına ne geleceğini bilememek derin bir acıya batırıp çıkarıyordu. D, hayatın özünde yaşıyordu aslında. Ölümlülük gerçeğini eşinin kanser hastalığı ile anlamış, derin bir gafletin içinden sıyrılmış, zihnindeki soruların peşine düşmüştü. “Bir tane kızım var. 12 yaşında. Annesinin durumunu tam olarak bilmiyor. Ölüme çok yakın olduğunu kızıma söylemem gerekip gerekmediğini bilmiyorum. Sizce hangisi doğru?”

D için kendi soruları kadar kızının soruları, kendi acıları kadar kızının acıları da önemliydi. Hem kendisini, hem de kızını beraberce teselli edecek bir teselli idi aradığı… Ortalık birden sessizleşmişti. “En Büyük Türkiye” sesleri kesilmişti. Şimdi de Brezilya’da “En Büyük Brezilya” sloganları atılıyor olmalıydı. Şimdi de onlar Türklerin mağlubiyeti üzerinden kendilerinin en büyük olduğuna dair çıkarımlarla, attıkları iki golü büyük bir benliksel hazza dönüştürmeye çalışıyorlardı. D, cesurca davranıyor, sorularının peşine düşüyor, doğru olanı bulmaya çalışıyor, geçici hazlarla gününü gün etmek istemiyordu. Edemezdi de. Bir aylık bir Dünya Kupası maçları D gibi bir insanın ruhuna merhem olamaz, acılarını yatıştıramaz. Tersine bir yarım saat içinde ‘EN BÜYÜK’ olmadan ‘en küçük’ olmaya salınarak insanı dengesiz bile yapabilir.

Dr. Mavi D’nin “Teselliye ihtiyacım var” sözünü zihninin bir kenarına iyice kaydetmişti. ‘En büyük Türk’lerden bir insanın kalbi acıyordu. ‘En Büyük Türk’lerden bir insan komada idi ve bir süre sonra ölecekti. ‘En büyük Türk’ler de ölümlü, fani, geçici, varoluşun acılarını çeken, hasta olan, dertleri olan insanlardı. Dr. Mavi ile D bir saat görüştüler. D odadan ayrıldığında “En büyük Türkiye” sözleri kesilmişti. Türkiye yenilmişti. D’nin umurunda değildi bu. D’nin ruhu ne bir Türk futbol takımının başka bir takımı yenmesinden bir haz alıyor, ne de yenilmesinden bir elem çıkarıyordu. Bunu şöyle açıklayabiliriz: D, eşinin kanser hastalığı sırasında sık sık ölümle yüzleşmişti. İnsanın ölümcül bir varlık olduğu gerçeğini, güçsüzlüğünü, acizliğini iliklerine kadar hissetmiş; bu ise onu merhametli bir insan yapıp çıkmıştı.

Benliği narsizminden sıyrılıp insanî acizliğini kabul eder hale gelmişti. Dr. Mavi görüşme sırasında eşinin hastalığının seyri boyunca D’de ne gibi değişmeler olduğunu sormuştu. D, daha merhametli bir insan olduğunu, insanları daha az kırdığını, insan-insan ilişkilerinde daha dikkatli hale geldiğini anlatmıştı. “Hayatın kısa olması insanı ürkütüyor ve daha dikkatli yapıyor. Konuşmalarımda, davranışlarımda artık daha titizim” demişti.

Kendi insanî, varoluşa ait acizliğini hisseden D’nin benliği ötekinin mağlubiyetinden alınacak zevklere sıcak bakmıyordu. Bu yüzden ona hem Türklerin “En büyük Türkiye,” hem Brezilyalıların “Türkleri ezdik geçtik” sözleri birşey ifade etmiyordu. 22 Haziran 2002 Cumartesi D’nin eşi üç gün önce ölmüştü. D kızı H ile birlikte Dr. Mavi’nin odasında ölümü konuşuyorlardı. H ile D ağlıyordu. D kızının önünde ağlamak istemiyor, ama gözyaşlarını bastıramıyordu. “Bu sefer kızımla birlikte sizinle görüşmek istedik” dedi D.

H bundan sonraki yaşamını merak ediyordu. Annesiz ne yapacaktı? Annesi hayatının en yakın arkadaşıydı. Okulda olup bitenleri şimdi kime anlatacaktı? Annesini özlüyor, onu görmek istiyor, onunla konuşmak istiyordu; ama her zaman annesinin oturduğu koltuk boştu. O koltuğu görünce dayanamıyordu. Koltuğu parçalamak istiyordu. Bir gün önce annesinin oturduğu koltuğu tekmelemişti. Babası bu durumdan endişelenmiş ve bu yüzden kızıyla gelmişti. H’ya göre hayatın anlamı kalmamıştı. İnsan ölüyorsa hayatın anlamı ne olabilirdi ki? H geceleri uyuyamıyor, sık sık uyanıyor, kabuslu rüyalar görüyordu. Tek başına odada kalmaktan korkuyordu. Sık sık babasını çağırıyor, odasında kalmasını istiyordu.

“Goooollll! İşte gol. Senegal’i devirdik. Altın golle Senegal’i devirdik. Yarı finaldeyiz. Muhteşem Türkiye!” Bir anda etraf gürültüyle doldu. “Muhteşem Türkiye!” sloganları çınlıyordu. Dr. Mavi, H ve D bir an şaşkınlık duydular. Nasıl tepki vereceklerini bilemediler. H ve D’nin yüzünde bir değişme olmamıştı. “Muhteşem Türkiye,” “En büyük Türkiye” H’nın acılarını yatıştıramıyordu. Ne ölmüş annesini geri getiriyor, ne gece korkularını yatıştırıyor, ne de yalnızlığını gideriyordu. O, annesini istiyordu. Ondan ayrılmak istemiyordu. H, D ve Dr. Mavi bir saat ölüm üzerine konuştular.

Dr. Mavi caddeye çıktığında bayraklı insanların sevinç histerisi nöbetleriyle kendilerinden geçtiklerini gördü. İnsanlar klakson çalıyor, gösterişli davranışlar sergiliyor, birbirlerini selamlıyorlardı. Bir saat ölümü konuştuktan, H’nin sıkıntılarını dinledikten sonra, caddedeki eğlence çok sahte gelmişti Dr. Mavi’ye.

26 Haziran 2002 Çarşamba Cadde bomboştu. Derin bir sessizlik vardı. İnsanların benlikleri sönmüş, istedikleri zalimce bir hazdan mahrum kalmışlardı. Şaşkınbakkal’da belediyenin caddeye kurduğu sahneden çıt çıkmıyordu. Büyü bozulmuştu. Sahte yaşam algısı bozulmuştu. Tek tük bazı gençler “En büyük Türkiye” sloganı atıyorlardı. Sönmeye yüz tutmuş bir ateşin son dakikada biraz canlanıp sonra sönmesi gibi, sönmüş benliklerin son çırpınışıydı. Brezilya Türkiye’yi 1-0 yenmişti. Ya da, “En Büyük Türkiye” Brezilya’ya 1-0 yenilmişti. Bu caddede bir ay içinde hem suskunluklar, hem de “En büyük Türkiye” sloganları duyulmuştu. Son durum derin bir sessizlikti. İnsanların başı eğikti. Yüzler asık ve durgundu.

Milliyetçiliğin bir çeşidi olan futbol ve milliyetçiliğin kendisi insanı yalancı bir büyüklenme içine sokar. Bu büyüklenme yalancı bir büyüklenme olduğundan dakika dakika, gün gün, ay ay değişebilir. Maçın ilk yarısında en büyük iken, maçın sonrasında en küçük konumuna getirir insanı. İnsanın kişiliği dakikalar, günler, haftalar içinde değişen büyüklenme ve en küçük hale gelme durumundan şaşkınlaşır, dengesini kaybeder. Milliyetçilikteki en tuhaf durumlardan biri budur. Birşey değerliyse değerlidir ve değerli olan birşeyin değeri bu kadar oynak olamaz. Doksan dakikada yitirilen ‘en büyük olma’ hali sahte bir değerdir. Milliyetçilik insanın varoluşunun değerini bu kadar dışsal faktörlere bağladığı ve bu kadar oynak bir değer biçtiği için, en sahte ve yalancı değerliliktir. Milliyetçilik insanın benliğini önce şişirir, sonra da şişirilmiş benliğe iğne batırır.

13, 18, 22 Haziran günlerinde Türkiye’nin Çin, Japonya ve Senegal’i yenmesi ile şişen benlikler kendilerinin ve ait oldukları milliyetin en büyük olduklarına inandırmışlardı kendilerini. 26 Haziran’da ise bunun sahte bir hal olduğunu anlamışlardı. Benliklere iğne batmıştı. İnsanlık açısından durum şuydu: insan=insan. Kimse kimseden büyük değildir. Ölümü öldüremeyen hiçbir milliyet diğerinden üstün olamaz. Ölümü ortandan kaldıramayan bir futbol takımı diğerinden büyük olamaz. Ölümü ortadan kaldıramayan bir insan diğerinden daha güçlü değildir. Güçlü olanlar ölümün gerçekliğini anlayabilenler, ölümle yüzleşmeme korkaklığını göstermeyenler ve ölümün sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu bilenlerdir. Bunun da kişinin milliyeti ile hiçbir ilişkisi yoktur.

Miliyetçilik ise susamış insana tatlı yedirmeye benzer. Her tatlı şey insanın lehine değildir. İnsan için iyi olan, gerçek bir doyum ve teselli verendir. Güçlü olan, D ve 12 yaşındaki kızı H idi.





gol ve ölüm
 

Action3

Asistan
Katılım
1 Kasım 2010
Mesajlar
246
Reaksiyon puanı
2
Puanları
0
Aklima gelen nasil olurda o milliyetci taraftar, Türk milli takimdaki oynayan oyuncumuza ya Galatasaraylisin, ya Trabzonlusun yada Fenerlisin diye mac esnasinda cakmak, sise, bardak gibi esyalari atip kötü laflar etmesi.
Basima gelen olay tamda 2002 dünya sampiyonasina hazirlik icin Türk milli takimimizin Güney Kore ile Almanyadaki hazirlik macinda. Seyirci grubu Trabzonlu ama milli takim oyuncumuz olan Fenerliye kötü söz söyler ve elinde ne varsa sahaya firlatir, aynisi Fenerli seyirci grubuda Trabzonlu milli oyuncumuza uygular.
Bu yalniz Trabzonlu ve Fenerli ile bitmez bazi seyirci grublari icin yeterki kendi tuttugu takimdan olmadigi icin elinden gelenleri firlatir agzindan gelenleri söyler.
Konu suki yapilan baska milli takima degil onun 10 kati kendi milli takimina yapilan kötülük nerde görülmüs?
Kardesi baska takimda olsa bicakliyacak durumda seyirci mevcut.
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,210
Reaksiyon puanı
10,325
Puanları
113
Aklima gelen nasil olurda o milliyetci taraftar, Türk milli takimdaki oynayan oyuncumuza ya Galatasaraylisin, ya Trabzonlusun yada Fenerlisin diye mac esnasinda cakmak, sise, bardak gibi esyalari atip kötü laflar etmesi.
Basima gelen olay tamda 2002 dünya sampiyonasina hazirlik icin Türk milli takimimizin Güney Kore ile Almanyadaki hazirlik macinda. Seyirci grubu Trabzonlu ama milli takim oyuncumuz olan Fenerliye kötü söz söyler ve elinde ne varsa sahaya firlatir, aynisi Fenerli seyirci grubuda Trabzonlu milli oyuncumuza uygular.
Bu yalniz Trabzonlu ve Fenerli ile bitmez bazi seyirci grublari icin yeterki kendi tuttugu takimdan olmadigi icin elinden gelenleri firlatir agzindan gelenleri söyler.
Konu suki yapilan baska milli takima degil onun 10 kati kendi milli takimina yapilan kötülük nerde görülmüs?
Kardesi baska takimda olsa bicakliyacak durumda seyirci mevcut.


çünkü bu ülkede futbol din haline getirilmiştir kardeş!
bu işi batılılar kadar bile beceremedik.

maalesef!
 

intricate

Profesör
Katılım
15 Aralık 2008
Mesajlar
1,692
Reaksiyon puanı
12
Puanları
38
Sempatiyi, taraftarlığı anlıyorum ama fanatizmi anlayamıyorum. Yeri geliyor sözde "tuttuğu takım uğruna" adam bıçaklayıp yaralıyorlar yada ölmesine sebep oluyorlar. Sebep ne "rakip takımı tutuyor" olmak. Sen de onların rakip takımını tutuyorsun. Gelip de seni öldürmeleri bir "hak"mı.. O zaman gelip seni de öldürsünler. Ayrıca 90. dakika sonunda hakem düdüğü ile rüya bitiyor gerçek hayat devam ediyor. Hayatın zorlukları yine sana kalıyor. Tuttuğun takım ve oyuncuların, yani "uğruna adam yaralayıp/öldürebilecek derecede desteklediğin takımının" sana hiçbir faydası olmadığını anlıyorsun. Ve öyle bir durumda hem birilerinin evlerine ateş düşürüyorsun, hem de kendinin ve ailenin hayatını mahvederek cezaevine gidiyorsun.

Futbolu oyun olmanın dışında görmekten vazgeçelim. Futbol bir oyundur. Başlama düdüğü ile maçı izlersin, hiç kimseyi -sözlü veya farklı şekillerle- taciz etmeden, rahatsızlık vermeden, kendine verilen maç izleme hakkı gibi başkalarının "rahatsız edilmeden maç izleme ve bundan keyif alma" özgürlüğüne tecavüz etmeden takımını desteklersin, eğlenirsin, sevinirsin ya da üzülürsün; bitiş düdüğü ile de hiçbir asayiş olayına karışmadan evine gider hayatına devam edersin.

Futbol bir eğlence aracıdır. Daha fazla "anlam" yükleyerek sorun haline getirmemek gerekir.

Bir de sanki stadda işlenen suçlar sanki cezasızmış, yapanın yanına kalırmış gibi bir hava var. Artık her yerde bir sürü kamera var. Neden bu kameralarla bunların kimliklerini tespit edip adli soruşturma açılmıyor. Bunların yapılması lazım. Yoksa birini öldüreceksen stadda kavga çıkar sok bıçağı oh "sen sağ ben selamet". Bıçaklama olayına takmış diyebilirsiniz ama nasıl olduğu önemli değil, olmaması gereken bir olayın olduğu önemlidir.
 

seciL

Dekan
Katılım
29 Eylül 2005
Mesajlar
5,117
Reaksiyon puanı
102
Puanları
48
Oldukça güzel bir yazı teşekkürler..
 
Katılım
12 Mart 2011
Mesajlar
35,210
Reaksiyon puanı
10,325
Puanları
113
teşekkürler arkadaşlar, güzel yorum ve fikirleriniz için.
 
Üst