risale
Doçent
- Katılım
- 23 Mart 2010
- Mesajlar
- 557
- Reaksiyon puanı
- 13
- Puanları
- 0
TÖVBE EDEN KİMSEYE GEREKENLER
Ebu Muhammed Sehl (rah) demiştir ki: “Bu yola yeni girene ilk emredilecek şey tövbedir. Tövbe, kötü hâl ve hareketleri, din tarafından övülen hareketlere çevirmek, nefsi yalnızlığa ve devamlı sükuta alıştırmaktır. Kulun tövbesi ancak helal yemekle sahih (ve sağlam) olur. Kul, Allahu Teala’nın halkta ve kendi nefsindeki haklarını yerine getirmedikçe helal yemeye güç yetiremez. Bu da, her halinde, devamlı Allahu Teala ile olmadıkça ve salih ameller sebebiyle istidraca düşeceğinden korkmadıkça düzgün olarak gerçekleşmez. Gerçek tövbe, kulun sakıncalı şeylere/harama girmemek için sakıncası olmayan şeyleri terk etmesi, asla “ileride yaparım” dememesi ve nefsini ancak içinde bulunduğu vakitte gereken şeyle meşgul etmesiyle gerçekleşir.”
Bize nakledildiğine göre, Serî es-Sekatî şöyle demiştir: “Şunlar tövbenin şartlarındandır: Rabbine yönelip tövbe eden kimseye önce, kötü insanları sonra da kendisi için Allah Teala’ya isyan ettiği nefsini terk etmesi ve nefsine ancak zaruri ihtiyaçlarını vermesi gerekir. Sonra, bir daha günaha dönmemeye kesin karar vermesi, insanlara yük olmaması, kendisini başkasının elindeki fazla mala göz dikmeye zorlayan her şeyi terk etmesi, hevasına/kötü arzularına uymayıp geçmiş büyüklerin yoluna girmesi gerekir. Tövbe eden kimselere, her an kendilerini hesaba çekmeleri, bütün şehvetleri ve fuzuli şeyleri terk etmeleri icap eder. Bu fuzuli şeyler altı şeyde olur: Konuşmada, bakmada, yürümede, yemekte, içmekte ve giyimde. Şüpheleri terk etmeye ancak, şehvetlerini terkeden kimseler güç yetirebilir.”
Yahya b. Muaz’a: “Tövbe eden nasıl hareket etmelidir?” diye sorulunca, şöyle demiştir: “O, ömründen iki gün arasında yaşar. Biri geçen günü, öbürü de kalan gün. Bu ikisini üçüncü gün ile ıslah etmeye çalışır. Geçen gününü (yaptığı hatalara) pişmanlık ve istiğfar ile, kalan gününü de kötülüğe ve kötülere bulaşmaktan kaçıp (sadık) müritlerden ve zikredenlerin meclislerinden hiç ayrılmayarak ıslah eder. Üçüncü gününde de temiz rızık kazanmaya ve normal işini yapmaya çalışır.”
Samimi tövbenin alametlerinden birisi de kalbin incelmesi ve göz yaşlarının akmasıdır. Bir haberde;
“Tövbe edenlerle beraber oturunuz; şüphesiz onlar gönlü en yufka (ince) kimselerdir”[1] buyrulmuştur.
Kulun günahını (gözünde) büyük görmesi samimi bir tövbenin gerçekleştiğini gösterir.
Denilmiştir ki: “Kul günahını büyük gördükçe, (o günah) Allah katında küçülür. Günahı küçük görmek (basite almak) büyük günahtır.” Nitekim bir haberde şöyle buyurulmuştur:
“Mümin, günahını her an üzerine düşmesinden korktuğu bir dağ gibi, görür/gözünde büyütür. Münafık ise günahının, burnuna konmuş ve bir hareketle uçacağı sinek gibi küçük ve basit görür.”[2]
Mürsel bir haberde de şöyle buyurulmuştur:
“Sizden (her) biriniz kendince en küçük bir günahınla yakalanıp hesaba çekilmesinden bile sakınsın.”[3]
Alimlerden birisi demiştir ki: “Affedilmeyen günah, kulun; “Keşke her yaptığım bu (günah) gibi olsaydı!” demesidir. Bu konuda Bilal b. Sa’d şöyle demiştir:
“İşlediğin günahın küçüklüğüne değil, kime karşı isyan ettiğine bak.”
Bize nakledildiğine göre, Allahu Teala velilerinden birisine şöyle vahyetmiştir: “Hidayetin azlığına değil, onun yüzünden karşında hesap vereceğin zatın büyüklüğüne bak.”
Günahlar ancak, onlar sebebiyle karşısında hesaba durulacak zatın azametini bilmekle (gözde) büyük olur ve kibriya sahibi zatın müşahedesinden sonra emrine muhalefet etmek, kalplerde büyük bir etki yapar. Bu durumda hiçbir günah küçük görülmez. Gerçekten Allah’tan korkanlar yanında küçük günahlar, büyük günah gibi değerlendirilir. Bu hâle şu ayet-i kerimelerde bir işaret vardır:
“İşte bu işleri yapsınlar. Kim, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri büyük görürse, bu Rabbi katında onun için çok daha hayırlıdır.”[4]
“Kim, Allah’ın şeâirini/dininine ait hüküm ve alametleri büyük tanırsa, şüphe yok ki bu, kalplerin takvasındandır.”[5]
Denilmiştir ki; Allah’ın haram kıldığı şeyler (takva sahibi kulun) kalbinde büyük gözükür ve onları işlemekten çekinir.
Sahabe-i Kiram’ın Tabiûn’a söylediği şu söz de bu durumla ilgilidir:
“Sizler, kıldan daha ince (yani çok basit) gördüğünüz öyle ameller işliyorsunuz ki, bizler Rasûlullah (s.a.v) zamanında onları, insanı helake götüren büyük günahlardan sayardık.”
Onlar bu sözle, Rasûlullah (s.a.v) zamanında büyük günah olan şeylerin daha sonra küçük günah gibi değerlendirildiğini kastetmişlerdir. Çünkü Sahabe-i Kiram (r.anhüm), kalplerindeki iman nurunun büyüklüğünden kaynaklanan Allah Teala’nın azametini idrakten dolayı küçük günahları bile büyük görüyorlardı. Onlardan sonra gelenlerin kal[6binde ise bu (nur ve anlayış) oluşmamıştır.
Allahu Teala velilerinden birisine şöyle bildirmiştir: “Sizden öyle günahlar görüyorum ki, onlardan daha düşük seviyedeki günahlar yüzünden bir ümmeti helak ettim.”
Ebân b. İsmail’in Enes’den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allahu Teala, önceki ümmetlerden bir ümmeti tenasül aletleriyle oynama yüzünden helak etmiştir.”
GEÇMİŞ GÜNAHLAR İÇİN NE YAPMALIDIR?
Tövbe eden kimsenin (önceki) günahlarını unutması ve hatırlaması meselesine gelince, arifler bu konuda farklı şeyler söylemişlerdir:
Ariflerden bazıları: “Hakiki tövbe, günahını devamlı göz önünde bulundurmandır.” derken, bir diğer grup: “Gerçek tövbe; tövbe ettiğin günahını tamamen unutmandır.” demiştir.
Bu iki anlayış (hadiseye farklı yaklaşan) iki grubun yolu ve iki ayrı makama sahip olan kimselerin farklı halleridir. Günahları hatırlama; müridlerin yolu ve korku ehlinin hâlidir. Onlar günahlarını hatırlamakla, devamlı bir hüzün ve kalplerinden hiç ayrılmayan bir korkuyu elde ederler.
Zikir ve salih amellerle meşgul olarak günahları tamamen unutmak ise, ariflerin yolu ve sevenlerin hâlidir. Bunların hareket şekli, tevhidi müşahede etmektir. Bu, Allah Teala’yı tanımada bir makamdır. Öncekilerin hâli ise, dikkat edilecek noktaları ve çizilen sınırları müşahede etmektir. Bu da Allah Teala’yı tanıtmada bir makamdır. Kul hangi makamda bulunursa, onu müşahede eder ve onun gereğine göre amel eder.
Tevhidi müşahede makamı arifler yanında varlıkları müşahededen daha üstündür. Her ne kadar bu müşahede alanı daha geniş ve (müşahede edilecek varlıklar) daha çok ise de bu, ashab-ı yemin (olan) müminlerle Allah Teala’ya yakınlık elde etmiş umum salihlere ait bir müşahededir. Tevhid müşahedesi ise, daha az ve daha dar (özel) alanda olan bir müşahededir. Bu, müşahede sahipleri daha yüksek ve daha faziletlidir. Bu müşahede, mukarrabûn makamındaki veliler ve seçkin arifler içindir. Mürid bazen, Davud Aleyhisselamın hatasını hatırlayıp esef etmesi hadisesine benzer bir halle karşılaşır. Şüphesiz peygamberler diğer insanlardan ayrı bir konumda oldukları için ümmetin hâli onlara kıyas edilmez. Ancak onlara da bazen müridlerin halleri yaşatılır ve ilim taliplerinin hâli içinde bulundurulurlar. Bu durum, ümmetin onları örnek alması ve alimlerin (ilim ve terbiyede takip edecekleri) bir yol olması için olur.
Bil ki, yakîni zayıf, nefsi kuvvetli olan kimsenin (geçmiş) günahlarını hatırlaması anında kalbin şehvetle ona nazar etmesi yahut nefsin önceden aldığı tat sebebiyle ona meyletme tehlikesi mevcuttur. Bu durumda o, fitneye düşme sebebi olur ve düzelttiğini bozar. Aynı şekilde günaha dadanmış bir kimsenin günahın sebebine nazar etmesiyle, nefsin o tarafa hareket etmesinden de emin olunamaz. Nefisle anlaşma noktası bir kötülük olmadığı sürece, ona karşı sabırla mücahede edebilsin diye onunla, anlaşma içinde olmak daha faziletlidir. Ancak bunda bir aldanma ve tehlike vardır. Bu durumda onunla beraberlik terk edilir ve sebepler kesilir. O zaman mürid daha selamette olur. Mürid için daha selametli olan en faziletlisidir.
Geçmiş günahların unutulmasında, geleceği düşünme ve ikinci kez boşa geçirme korkusuyla zayi ettiği vakitlerini telafi etmeye koşma vardır.
Marifet ehlinden birisi demiştir ki: “Müridlerin içinden durmadan cenneti düşünmesi ve ondaki güzel nimetleri, giyecek ve hurileri hatırlayıp durması güzel karşılanmaz. Mürid için güzel olan, kalbindeki düşüncelerinin Allahu Teala’nın zikri, hayal ve arzularının da masivaya değil, sadece Allahu Teala ile alakalı şeylere bağlı olmasıdır. Çünkü mürid daha yeni tövbe etmiştir; devamlı bir istikamet haline ve uzunca sukûta alışık değildir. Bu durumda cennetin nimetlerini hatırlayınca, kalbinin zayıf olmasından dolayı, dünyada müşahede ettiği güzel yiyecekler, giyecekler ve evlenme gibi cennet nimetlerine benzer şeylere iştah duymasından (ve meyletmesinden) emin olunamaz. Çünkü dünyadakiler hemen ele geçen nimetler, cennettekiler ise daha sonra ulaşılacak şeylerdir. Bunu için müridin nefsi, hatırladığı ahiret nimetlerinin benzerlerini acele olarak dünyada ele geçirmek ister. Müridin bütün düşünce ve arzusu Allahu Teala olunca, bu duygu onu dünya süslerinden ve şehvetlerinden daha çok uzaklaştırır. Böyle olunca şeytan (cennet nimetlerinde olduğu gibi) dünyada benzerini gösterip onun yakîninin kuvvetlenmesine, adetinin hakikate dönmesine ve ismet halinin devam etmesine kadar önceki gibi bir hileye cesaret edemez. İmkan bulamaz.”
[1] Bu söz İhya’da Hz. Ömer’e izafe edilmiştir. Bkz. Gazâlî, İhyâ, Zebidî, İthâfu’s-Sade, X, 605 (Beyrrut-Lübnan baskısı).
[2] Buharî, Deavat, 4; Tirmizî, Kıyamet, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 313; Beyhaki, Şuabu’l-İman, V, 411 (h. no: 7104).
[3] Ebu Nuaym, Hilye, VIII, 224; Ali Muttakî el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, lV, 216 (No: 10228).
[4] Hacc 22/30.
[5] Hacc 22/32.
[6] Rivayet kaynaklarda bulunamamıştır.
http://www.konakdersleri.org/belge.php?bilgi=1400&konu=TOVBE-EDEN-KIMSEYE-GEREKENLER
Ebu Muhammed Sehl (rah) demiştir ki: “Bu yola yeni girene ilk emredilecek şey tövbedir. Tövbe, kötü hâl ve hareketleri, din tarafından övülen hareketlere çevirmek, nefsi yalnızlığa ve devamlı sükuta alıştırmaktır. Kulun tövbesi ancak helal yemekle sahih (ve sağlam) olur. Kul, Allahu Teala’nın halkta ve kendi nefsindeki haklarını yerine getirmedikçe helal yemeye güç yetiremez. Bu da, her halinde, devamlı Allahu Teala ile olmadıkça ve salih ameller sebebiyle istidraca düşeceğinden korkmadıkça düzgün olarak gerçekleşmez. Gerçek tövbe, kulun sakıncalı şeylere/harama girmemek için sakıncası olmayan şeyleri terk etmesi, asla “ileride yaparım” dememesi ve nefsini ancak içinde bulunduğu vakitte gereken şeyle meşgul etmesiyle gerçekleşir.”
Bize nakledildiğine göre, Serî es-Sekatî şöyle demiştir: “Şunlar tövbenin şartlarındandır: Rabbine yönelip tövbe eden kimseye önce, kötü insanları sonra da kendisi için Allah Teala’ya isyan ettiği nefsini terk etmesi ve nefsine ancak zaruri ihtiyaçlarını vermesi gerekir. Sonra, bir daha günaha dönmemeye kesin karar vermesi, insanlara yük olmaması, kendisini başkasının elindeki fazla mala göz dikmeye zorlayan her şeyi terk etmesi, hevasına/kötü arzularına uymayıp geçmiş büyüklerin yoluna girmesi gerekir. Tövbe eden kimselere, her an kendilerini hesaba çekmeleri, bütün şehvetleri ve fuzuli şeyleri terk etmeleri icap eder. Bu fuzuli şeyler altı şeyde olur: Konuşmada, bakmada, yürümede, yemekte, içmekte ve giyimde. Şüpheleri terk etmeye ancak, şehvetlerini terkeden kimseler güç yetirebilir.”
Yahya b. Muaz’a: “Tövbe eden nasıl hareket etmelidir?” diye sorulunca, şöyle demiştir: “O, ömründen iki gün arasında yaşar. Biri geçen günü, öbürü de kalan gün. Bu ikisini üçüncü gün ile ıslah etmeye çalışır. Geçen gününü (yaptığı hatalara) pişmanlık ve istiğfar ile, kalan gününü de kötülüğe ve kötülere bulaşmaktan kaçıp (sadık) müritlerden ve zikredenlerin meclislerinden hiç ayrılmayarak ıslah eder. Üçüncü gününde de temiz rızık kazanmaya ve normal işini yapmaya çalışır.”
Samimi tövbenin alametlerinden birisi de kalbin incelmesi ve göz yaşlarının akmasıdır. Bir haberde;
“Tövbe edenlerle beraber oturunuz; şüphesiz onlar gönlü en yufka (ince) kimselerdir”[1] buyrulmuştur.
Kulun günahını (gözünde) büyük görmesi samimi bir tövbenin gerçekleştiğini gösterir.
Denilmiştir ki: “Kul günahını büyük gördükçe, (o günah) Allah katında küçülür. Günahı küçük görmek (basite almak) büyük günahtır.” Nitekim bir haberde şöyle buyurulmuştur:
“Mümin, günahını her an üzerine düşmesinden korktuğu bir dağ gibi, görür/gözünde büyütür. Münafık ise günahının, burnuna konmuş ve bir hareketle uçacağı sinek gibi küçük ve basit görür.”[2]
Mürsel bir haberde de şöyle buyurulmuştur:
“Sizden (her) biriniz kendince en küçük bir günahınla yakalanıp hesaba çekilmesinden bile sakınsın.”[3]
Alimlerden birisi demiştir ki: “Affedilmeyen günah, kulun; “Keşke her yaptığım bu (günah) gibi olsaydı!” demesidir. Bu konuda Bilal b. Sa’d şöyle demiştir:
“İşlediğin günahın küçüklüğüne değil, kime karşı isyan ettiğine bak.”
Bize nakledildiğine göre, Allahu Teala velilerinden birisine şöyle vahyetmiştir: “Hidayetin azlığına değil, onun yüzünden karşında hesap vereceğin zatın büyüklüğüne bak.”
Günahlar ancak, onlar sebebiyle karşısında hesaba durulacak zatın azametini bilmekle (gözde) büyük olur ve kibriya sahibi zatın müşahedesinden sonra emrine muhalefet etmek, kalplerde büyük bir etki yapar. Bu durumda hiçbir günah küçük görülmez. Gerçekten Allah’tan korkanlar yanında küçük günahlar, büyük günah gibi değerlendirilir. Bu hâle şu ayet-i kerimelerde bir işaret vardır:
“İşte bu işleri yapsınlar. Kim, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri büyük görürse, bu Rabbi katında onun için çok daha hayırlıdır.”[4]
“Kim, Allah’ın şeâirini/dininine ait hüküm ve alametleri büyük tanırsa, şüphe yok ki bu, kalplerin takvasındandır.”[5]
Denilmiştir ki; Allah’ın haram kıldığı şeyler (takva sahibi kulun) kalbinde büyük gözükür ve onları işlemekten çekinir.
Sahabe-i Kiram’ın Tabiûn’a söylediği şu söz de bu durumla ilgilidir:
“Sizler, kıldan daha ince (yani çok basit) gördüğünüz öyle ameller işliyorsunuz ki, bizler Rasûlullah (s.a.v) zamanında onları, insanı helake götüren büyük günahlardan sayardık.”
Onlar bu sözle, Rasûlullah (s.a.v) zamanında büyük günah olan şeylerin daha sonra küçük günah gibi değerlendirildiğini kastetmişlerdir. Çünkü Sahabe-i Kiram (r.anhüm), kalplerindeki iman nurunun büyüklüğünden kaynaklanan Allah Teala’nın azametini idrakten dolayı küçük günahları bile büyük görüyorlardı. Onlardan sonra gelenlerin kal[6binde ise bu (nur ve anlayış) oluşmamıştır.
Allahu Teala velilerinden birisine şöyle bildirmiştir: “Sizden öyle günahlar görüyorum ki, onlardan daha düşük seviyedeki günahlar yüzünden bir ümmeti helak ettim.”
Ebân b. İsmail’in Enes’den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allahu Teala, önceki ümmetlerden bir ümmeti tenasül aletleriyle oynama yüzünden helak etmiştir.”
GEÇMİŞ GÜNAHLAR İÇİN NE YAPMALIDIR?
Tövbe eden kimsenin (önceki) günahlarını unutması ve hatırlaması meselesine gelince, arifler bu konuda farklı şeyler söylemişlerdir:
Ariflerden bazıları: “Hakiki tövbe, günahını devamlı göz önünde bulundurmandır.” derken, bir diğer grup: “Gerçek tövbe; tövbe ettiğin günahını tamamen unutmandır.” demiştir.
Bu iki anlayış (hadiseye farklı yaklaşan) iki grubun yolu ve iki ayrı makama sahip olan kimselerin farklı halleridir. Günahları hatırlama; müridlerin yolu ve korku ehlinin hâlidir. Onlar günahlarını hatırlamakla, devamlı bir hüzün ve kalplerinden hiç ayrılmayan bir korkuyu elde ederler.
Zikir ve salih amellerle meşgul olarak günahları tamamen unutmak ise, ariflerin yolu ve sevenlerin hâlidir. Bunların hareket şekli, tevhidi müşahede etmektir. Bu, Allah Teala’yı tanımada bir makamdır. Öncekilerin hâli ise, dikkat edilecek noktaları ve çizilen sınırları müşahede etmektir. Bu da Allah Teala’yı tanıtmada bir makamdır. Kul hangi makamda bulunursa, onu müşahede eder ve onun gereğine göre amel eder.
Tevhidi müşahede makamı arifler yanında varlıkları müşahededen daha üstündür. Her ne kadar bu müşahede alanı daha geniş ve (müşahede edilecek varlıklar) daha çok ise de bu, ashab-ı yemin (olan) müminlerle Allah Teala’ya yakınlık elde etmiş umum salihlere ait bir müşahededir. Tevhid müşahedesi ise, daha az ve daha dar (özel) alanda olan bir müşahededir. Bu, müşahede sahipleri daha yüksek ve daha faziletlidir. Bu müşahede, mukarrabûn makamındaki veliler ve seçkin arifler içindir. Mürid bazen, Davud Aleyhisselamın hatasını hatırlayıp esef etmesi hadisesine benzer bir halle karşılaşır. Şüphesiz peygamberler diğer insanlardan ayrı bir konumda oldukları için ümmetin hâli onlara kıyas edilmez. Ancak onlara da bazen müridlerin halleri yaşatılır ve ilim taliplerinin hâli içinde bulundurulurlar. Bu durum, ümmetin onları örnek alması ve alimlerin (ilim ve terbiyede takip edecekleri) bir yol olması için olur.
Bil ki, yakîni zayıf, nefsi kuvvetli olan kimsenin (geçmiş) günahlarını hatırlaması anında kalbin şehvetle ona nazar etmesi yahut nefsin önceden aldığı tat sebebiyle ona meyletme tehlikesi mevcuttur. Bu durumda o, fitneye düşme sebebi olur ve düzelttiğini bozar. Aynı şekilde günaha dadanmış bir kimsenin günahın sebebine nazar etmesiyle, nefsin o tarafa hareket etmesinden de emin olunamaz. Nefisle anlaşma noktası bir kötülük olmadığı sürece, ona karşı sabırla mücahede edebilsin diye onunla, anlaşma içinde olmak daha faziletlidir. Ancak bunda bir aldanma ve tehlike vardır. Bu durumda onunla beraberlik terk edilir ve sebepler kesilir. O zaman mürid daha selamette olur. Mürid için daha selametli olan en faziletlisidir.
Geçmiş günahların unutulmasında, geleceği düşünme ve ikinci kez boşa geçirme korkusuyla zayi ettiği vakitlerini telafi etmeye koşma vardır.
Marifet ehlinden birisi demiştir ki: “Müridlerin içinden durmadan cenneti düşünmesi ve ondaki güzel nimetleri, giyecek ve hurileri hatırlayıp durması güzel karşılanmaz. Mürid için güzel olan, kalbindeki düşüncelerinin Allahu Teala’nın zikri, hayal ve arzularının da masivaya değil, sadece Allahu Teala ile alakalı şeylere bağlı olmasıdır. Çünkü mürid daha yeni tövbe etmiştir; devamlı bir istikamet haline ve uzunca sukûta alışık değildir. Bu durumda cennetin nimetlerini hatırlayınca, kalbinin zayıf olmasından dolayı, dünyada müşahede ettiği güzel yiyecekler, giyecekler ve evlenme gibi cennet nimetlerine benzer şeylere iştah duymasından (ve meyletmesinden) emin olunamaz. Çünkü dünyadakiler hemen ele geçen nimetler, cennettekiler ise daha sonra ulaşılacak şeylerdir. Bunu için müridin nefsi, hatırladığı ahiret nimetlerinin benzerlerini acele olarak dünyada ele geçirmek ister. Müridin bütün düşünce ve arzusu Allahu Teala olunca, bu duygu onu dünya süslerinden ve şehvetlerinden daha çok uzaklaştırır. Böyle olunca şeytan (cennet nimetlerinde olduğu gibi) dünyada benzerini gösterip onun yakîninin kuvvetlenmesine, adetinin hakikate dönmesine ve ismet halinin devam etmesine kadar önceki gibi bir hileye cesaret edemez. İmkan bulamaz.”
[1] Bu söz İhya’da Hz. Ömer’e izafe edilmiştir. Bkz. Gazâlî, İhyâ, Zebidî, İthâfu’s-Sade, X, 605 (Beyrrut-Lübnan baskısı).
[2] Buharî, Deavat, 4; Tirmizî, Kıyamet, 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 313; Beyhaki, Şuabu’l-İman, V, 411 (h. no: 7104).
[3] Ebu Nuaym, Hilye, VIII, 224; Ali Muttakî el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, lV, 216 (No: 10228).
[4] Hacc 22/30.
[5] Hacc 22/32.
[6] Rivayet kaynaklarda bulunamamıştır.
http://www.konakdersleri.org/belge.php?bilgi=1400&konu=TOVBE-EDEN-KIMSEYE-GEREKENLER