Penetrator God
Doçent
- Katılım
- 14 Ocak 2020
- Mesajlar
- 901
- Çözümler
- 1
- Reaksiyon puanı
- 541
- Puanları
- 93
- Yaş
- 26
Elf avcıları yine peşimdeydi. Gerçeği söylemek gerekirse, bunu birkaç gündür zaten biliyordum. Bunu ilk, şişman hancının gözlerinde, adamın o suçluluk dolu bakışlarının benim bakışlarımla karşılaşmayı reddetmesiyle fark etmiştim.
Bunu ikinci olarak, köşede sürekli duran ara sıra yattığım hayat kadının acıyan bakışlarında ve onu isteksiz bir gülümsemeyle örtme çabasında görmüştüm. Genelde yaptığım gibi o günde yemek almak için gittiğim o sefil meyhanedeki müşteriler, içeri girdiğim anda sessizleşmişti. Ancak bu sefer ki üzeri tuhaf deri paçavralarıyla kaplı sırtında büyük bir kılıç taşıyan elf ile karşı karşıya kaldıkları için insan kasaba halkının varlığımdan rahatsız olma sessizliği değildi.
Bu daha çok belanın az önce kapıdan içeri girdiğini bilen adamların sessizliğiydi ve şimdi öyle değilmiş gibi davranmak ve beni kandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı ama ben insan davranışları arasındaki farkları çok iyi biliyordum. Üzerime bir tembellik, umursamazlık çökmüştü sorma gitsin. Farkında olduğum gerçeğe rağmen, bir yanım hala bunun böyle olduğunu kabul etmeyi reddediyordu.
Yanıldığımı, gördüğüm işaretlerin bir kaçağın paranoyası olduğunu ummak istiyordum.
Son üç kasabadaki kalış sürelerim giderek normalden daha uzun sürmeye başlamıştı, varlığımın işaretlerini örtme çabalarım ise yok denecek kadar azalmıştı. Bu davranışlar alışkanlıklarımla tersti. Bırak artık gelsinler diye düşündüm. Eğer cesaretleri varsa beni geri almaya çalışsınlar. Ancak derinlerde bu kovalamacalardan yorulup yorulmadığımı sürekli merak ediyor ve sorguluyordum.
Şimdi tam zamanıydı sanırım. Handaki odamdan birkaç küçük eşyamı alarak pencereden hemen atladım. Arkada karanlık bir sokağa giden bir yol vardı, altımda hızlı bir inişin kolayca gerçekleştirilebilecek kadar bir çıkıntı beni karşıladı. Hancının bana endişe içinde bakışlarını inceledikten sonra bu odayı özellikle seçmiştim.
Şişman hancı acaba yokluğumu merakıyla mı yoksa odanın kirası için mi beni kontrol etmeye geldiğinde mi gittiğimi fark edecekti? Bunu düşünüyordum doğrusu. Bu ne kadar sürebilirdi ki? Belki bir hafta, belki de beni satan kişi eğer hancıysa harekete geçmesi daha kısa sürebilirdi.
Sokakta birkaç yalnız sıçan ve bir çöp yığının kenarında uyuyan bir mülteci elf serserisi dışında hiç kimse yoktu. Bir süre duraksadım ve ırkdaşım olan adama tiksintiyle baktım. İmparatorluktan kaçtıktan sonra daha fazla bu meselelere karışmamayı karar vermiştim.
Elflerin sözde özgür olduğu bir ülkeydi burası ve kesinlikle bir elfin yokluğu daha fark edilmeyecek miydi? Elbette bu zavallı şey şehirde yaşayan diğer tüm elfler gibi bir aptaldı. Fakat içinde doğduğu halkının çoğunluğunun korkmuş koyunlar gibi yaşayarak özgürlüklerini boşa harcamayı seçeceklerini nereden bilebilirdi?
İki seçeneği vardı yerel yönetici insanların elflerden beklediği gibi uysal bir köle gibi davranarak insanların çöplerini yiyerek yaşamaktı. Diğer seçenek ise insan şehirlerinin yakınlarında ormanlarda pislik içerisinde sürünerek insanlarla saklambaç oynamak zorunda kalan elf klanlarından birine katılmaktı ya da savaşmak... O zaman seçimi açıktı.
Büyük kılıcımı sırtımdan çekerken köle elf uyandı. Elf ani bir korkuyla ciyakladı ama onu duymazdan geldim. Şimdi, ara sokağın gölgelerinde gizlenmiş başka kişilerde geliyordu. Her iki tarafta en az ikişer adam vardı ve bir tanesi de yukarıda gibiydi. Dinlemeye başladım ve yukarıdaki kil kiremitlerde en ufak çıtırdama seslerini bile duyabiliyordum. Evet, şüphesiz bir okçuydu. Tabii acemiler beni sıkıştırdıklarını düşündüler.
Kendimi ana caddeden uzaklaştırmak için ara sokağın sonuna atarak doğru koşmaya başladım. Tabii giderayak o köle elfin sefaletinden başını gövdesinden ayırarak kurtarmıştım. Sonuçta onun bağrışmaları yüzünden yerim tespit olmuştu ve başladığım bir işi de yarım bırakmayı sevmiyordum hiç adetim değildi.
Buradan, dolambaçlı yollar, kanalizasyonlar ve asılı çamaşır iplerinden oluşan bir labirente çıktım ama orası çok karanlık görünüyordu. Kasaba muhafızlarını da devriye geziyordu ve onları koşuşturmacaya dâhil etmek istemiyordum. Avcılarımın neden beni en başta yakalatmak için gardiyanlara rüşvet vermediğini merak etmiştim.
Bu kesinlikle işlerimi daha zora sokardı. Ne olursa olsun, beni fark ettikleri zaman yerel yöneticilerden de kaçmak zorunda kalacaktım. Ya da hızlı olursam kendim onlardan yardım isteyebilirdim ama bir elfin anlatacaklarına ne kadar kulak asıp yardım etmekte istekli olabileceklerini kestiremiyordum. Belki beni kovalayanları kısa süreliğine engelleyebilirlerdi ama dediğim gibi riske pek değmezdi.
Kasabalı dilenci insan korkuyla bağırdı ve sarhoş bir şekilde ayağa fırladı ama ben çoktan onun yanından rüzgar gibi geçmiştim. İki uzun figür yaklaşıyordu gölgelerden, zar zor görüntülerini seçebiliyordum ama şimdi şehir yönetimi tarafından kovalamacanın fark edildiğini gördükleri için avcılar daha hızlı hareket ediyorlardı.
Avcıları aslında öldüremeyeceğimden değildi bu kaçmam hatta bu köpekleri katletmekten büyük haz duyardım ama zamanlama doğru değildi. İlk onlar saldırmalıydı. En sonunda tam da istediğim gibi önümü paralı askerler kesti. Kılıcımla yay ile atılan ilk oku yana savuşturdum. İkinci adam bir açıklıktan yararlanmayı umarak çaresizce ileri atıldı yumruğumla onu karşıladım.
Derimdeki işaretler parlamaya başladı. İçlerindeki lanetli büyü etimden dışarıya taşıyordu. Yumruğum adamın miğferini delip geçerek doğrudan kafatasını ezerek içinden geçti. Diğer adam korkudan sersemlemiş bir halde yalpalayarak durdu. Dehşetle hayrete düşmüştü.
Benim hakkımda sanırım uyarılmamışlardı. Aptallar.
Yumruğumu geri çektim işaretler yeniden güçlü parladı ve söndü. Avcının ise ağzından ve kulaklarından kanlar fışkırıyordu yere yığıldı. Şimdiye kadar ilk avcı çoktan ölmüş son nefesini vermişti diğeri kılıcını üzerime sallayarak geldi.
İkincisini de ustaca kafasından tutarak kendime çektim. Yumruğumu büyüyle sertleştirip kafatasını ezerken üçüncü adamın kılıcı omzumu derinden yaraladı ve o acıyla bir tekmeyle tuttuğum adamın kafasını bedeninden ayırarak bedenini tuğla duvara fırlattım. Diğer adam çarpmanın etkisiyle cesedin altında kaldı. Yumruğum koyu kırmızı kanla kaplıydı.
Bir arbalet oku başımın yanından geçti, kulağım sesiyle çınladı ve bulunduğum yere yaklaşmakta olan daha fazla adamın çizmeli ayak seslerini de duyabiliyordum. Ölü yoldaşını üzerinden kaldırmak için uğraşan yaralı avcının üstünden atlayarak ara sokağa fırladım.
Koşarken çamaşır iplerini kestim ve arkamdaki engelleri görebilmek için varilleri devirdim. Kesinlikle peşimden hala hızla geliyorlardı. Adamların ettiği küfürleri ve çatılardaki arbaletçinin pozisyon almak için çabalayışlarını duyabiliyordum.
İlk gördüğüm yapının açık panjurundan içeri daldım. Fırından çıkan büyülü gelen yeni ekmek kokusuyla dolu bir mutfağa girdim ve oturduğu masadan ayağa kalkarken bir insan kadın çığlık attı. Evinin içerisinde aniden beliren neredeyse kendi boyunda büyük bir kılıç taşıyan, dar zırhlı çekici bir elfin görüntüsü hiç şüphesiz hoş bir manzara değildi.
Kadın ayağa kalktı ve göğüs dekoltesini şüphesiz beklediğimden daha fazla ortaya çıkaran bir gecelikle önümde duruyordu ve şaşırtıcı derecede alımlı görünen kadını duvara korkudan yaslandığını fark etmiştim.
Ona gülümsedim ve kadın tekrar çığlık attı. Sanırım yakışıklı yüzümden etkilenmişti. Tezgâhtan kokusuna dayanamadığım için yolda yerim diye taze pişmiş bir somun aldım ve tek çıkış yolu olan kulübenin ön kapısına koştum.
Zaten bir asker pencereden o sırada tırmanmaya çalışıyordu, bu kadının bir kez daha çığlık atmasına ve bayılarak yere düşmesine neden oldu. Diğerleri ise neredeyse ön kapıdan girmek ve beni kıstırmak üzereydiler, o yüzden bir an önce çıkmak zorunda kalmıştım.
Bir an durmak zorunda kaldım. Kapının önünde duran adamı çok iyi tanıyordum. Kestane rengi pelerin ve simsiyah saçları o ruhsuz siyah gözlerini zar zor kapatıyordu. Boynunda açmış olduğum taze yaradan bahsetmiyordum bile. Lanet olası şifa iksirleri ve iğrenç iyileştirme büyüleri.
Neden ölmesi gerekenler ölü kalamıyordu ki?
"Seni tekrar görmek güzel." Dedi.
Arbaletini kaldırıp oku göğsüme doğrulttuğunda avcının sesi yüzü gibi soğuk bir mırlama gibi çıkıyordu. Çatıdaki ayak seslerini sahibi de oydu.
"Geçen sefer olanları düşünürsek, tekrar denemeye karar vermene çok şaşırdım." Dedim.
"Artık meselemiz sadece altın değil, kişisel bir hal aldı köle!"
Ah, benimle böyle konuştuklarında insanları daha çok seviyordum. Her şey olması gerektiği gibi geliyordu sanki.
"Peki bu sefer kafanı sonsuza kadar kaybedeceğinden korkmuyor musun?" diye sordum.
"Eskiden olduğun gibi değilsin. Son zamanlarda dikkatsiz bir hale geldin artık. Pes etme zamanın geldi!"
Diğer saklanan avcı pencereden çıktı ve üzerime gelmeye başladı bu anda Sokaktan gelen diğerlerinin bağırışlarını da duyabiliyordum. Gerçekten iki seçeneğim vardı: Pes etmek ve daha sonra tekrar kaçma şansı ummak... Ya da savaşma şansımı denemek...
İlki gerçekten bir seçim bile değildi. Kılıcımın kabzasını daha sıkı kavradım ve avcılara gülümsedim, ağır ağır ölümcül. Vücudumdaki işaretler mavi ışıklar saçarak parlamaya başlamıştı.
"Beni istiyorsanız gelin de alın," diye tıslayarak üzerlerine saldırdım...