- Katılım
- 9 Temmuz 2008
- Mesajlar
- 23,961
- Reaksiyon puanı
- 452
- Puanları
- 7,263
Sabah kahvaltısını yapıyor. Prensesin kahvaltısını da hazırlatıyor. Okul kıyafetlerini giyiniyor, balkonda Prensesle vedalaşıyor. Ben okula gidiyorum, uslu dur diyor. Kendisini beklemesini söylüyor. Prenses, küçük oğlum Muhammed Eminin sokaktan bulduğu bir kedi. Küçük kuşum diyor bir de Ona.
Küçüklüğümde bizim de bir kedimiz vardı. Adı Miçoydu. Annem bir çocuk gibi konuşurdu Onunla. Hepimiz çok severdik. Mutfakta yemek tencerelerinin kapakları açık da kalsa, dilini sürmezdi; aç kalsa da yemezdi. Bizimle birlikte aynı yatakta uyur, bizimle birlikte uyanırdı. Hem sokak, hem de ev kedisiydi. Sabahları evden çıkar, akşamları eve gelirdi. Sokaktan eve girdiğinde de temizliğiyle ilgilenilmez, sanki evin çocuğu gibi nasıl isterse öyle bir köşede uyurdu. Bazen banyosunu yaptırırdık, leğende yıkardık. Elimizden kaçtığı olurdu, üzerimizi ıslatırdı. Havluyla kurular, bağrımıza basar, ağzını burnunu öperdik. Prensesi de aynen öyle seviyorum şimdi. Elimi ısıracak gibi ağzına alıp, gözlerini gözlerime dikmesi yok mu, bayılıyorum o haline.
Doğanhisar'da çok büyük bir evimiz vardı. İki katlı. Alt katta hayvanlarımız yaşardı. Üç ev yan yanaydı; her evin altı hayat, ahır, samanlık dediğimiz bölümlerden oluşan, hepsi de bize ait bir mekandı.
Koyunlarımız da vardı, keçilerimiz de. Bir eşeğimiz, iki de ineğimiz; biri Hollanda ineğiydi. İlk kez bu kadar büyük, bu kadar süt veren bir inek görmüştük. Her ineğin sürüye katılamayacağına o inekte şahit olduk. Özel bakım gerektiriyordu. Ayakları uzun yolda şişiyordu. Sonra babam ayaklarına nal çaktırdı. İşe yaradı yaramasına da, o vücudu yürüyerek yormaması gerektiğini de anladık. Sonra evde bakmaya başladık. Arada sürüye de gönderiyorduk. İnekler, koyunlar, keçiler sürüye katılırdı. Çobanlar olurdu. Her cins hayvanın çobanı ayrıydı. Sabah sürüye katmaya götürdüğümüz hayvanlarımız da olurdu, kapıdan dışarı saldığımız, kendisi sürüyü bulanlar da olurdu. Akşamları kendileri gelirdi. Bazı günler gelmeyenler olduğunda, nerde bulacağımızı bilirdik.
Her gün eşeğe binerdim. Yularını boynundan geçirir, diğer taraftan da bağlar, sanki ağzında gem varmış gibi, dörtnala koştururdum. Cüneyt Arkın filmleri izlediğimiz günlerdi. Elimdeki sopa bir anda Kara Muratın elindeki kılıca dönüşür, Bizans askerlerini kılıçtan geçirirdim. İlkokul yıllarında, sevdiğim kızın evlerinin önüne geldiğimde, başımı hiç çevirmeden bir akıncı soyluluğunda eşeği yine dörtnala koştururdum. Merdivenlerden iner, çıkardık; avcumda elvan şekerler bir Ona verirdim, bir de ağzıma atardım.
Onlarca tavuğumuz, onlarca horozumuz da vardı. Tavukların holluklarından yumurta alamazdık. Horozlar nöbet tutardı. İbiklerini diker, keskin gözleriyle tehdit ederlerdi. Biraz yaklaşacak olsak, kanatlarını açar, üzerimize yürürlerdi. Fasulyelerin yanlarına diktiğimiz, bizim fasulye sırığı dediğimiz insan boyunda uzun sopalar hayatta bir kenarda dikilecekleri günü beklerdi. Onlardan bir tanesini alır, öyle yaklaşırdık, yumurtaların olduğu yerlere. Horozlar üzerimize geldiğinde, sopaları yere vururduk, yaklaşamazlardı.
Her evin alt katı genelde hayat olarak kullanılır, duvarlarının bir kenarında da tavukların girip çıkabilecekleri kadar küçük delikler açılırdı. O delikler akşamları ya taşla ya da çaputla kapatılırdı. Sabahları yemleri atılır, çaputlar deliklerden alınır, tavuklar ve horozlar istedikleri zaman sokağa da çıkardı. Bazen kendi tavuklarımızdan gizlice aldığımız, dağda kendi ellerimizle kestiğimiz, daha korda pişmeden alelacele yediğimiz, sonra da tavuklarımız çalınmış diye hayıflandığımız, bazen de aradığımız zamanlar olurdu.
Soframızı paylaşırdık kedilerle. Kucağımızda uyurlar, bazen de ansızın tırmalanan ellerimizle patlatırdık tokatı. Bir sonraki karşılaşmamızda suçlu gibi bakarlar, seslenişlerimize göre ya kaçarlar ya da yanımıza sokulurlardı.
Bir gün Miço öldü. Bir hafta yasını tuttuk. Hepimiz ağlamıştık. Bahçeye gömmüştük. Yeri belliydi. Bazen gözümüz yattığı yere takılırdı. Çocuk aklımızla Fatiha da okumuştuk.
Şehirler değil sadece, daha yirmi yıl öncesinin ilçeleri, beldeleri, köyleri de doğadan, hayvanlardan koptu. Tarlaya tohumunu saçan çiftçi, Allahla irtibatını hasat zamanına kadar hiç koparmadı. Yapacağını yaptı, gerisini Allaha havale etti. İşi Allahlaydı; sanayi toplumlarındaki gibi, işleri sadece insanlarla değildi. İhtiyaçlardan dolayı beslenen hayvanlar, evin insanları gibiydi. Kendi ellerimizle yok ettiğimiz her şey, bugün ithal ediliyor.
http://www.etkinkulis.com/yazi/prenses-2082.htm
Küçüklüğümde bizim de bir kedimiz vardı. Adı Miçoydu. Annem bir çocuk gibi konuşurdu Onunla. Hepimiz çok severdik. Mutfakta yemek tencerelerinin kapakları açık da kalsa, dilini sürmezdi; aç kalsa da yemezdi. Bizimle birlikte aynı yatakta uyur, bizimle birlikte uyanırdı. Hem sokak, hem de ev kedisiydi. Sabahları evden çıkar, akşamları eve gelirdi. Sokaktan eve girdiğinde de temizliğiyle ilgilenilmez, sanki evin çocuğu gibi nasıl isterse öyle bir köşede uyurdu. Bazen banyosunu yaptırırdık, leğende yıkardık. Elimizden kaçtığı olurdu, üzerimizi ıslatırdı. Havluyla kurular, bağrımıza basar, ağzını burnunu öperdik. Prensesi de aynen öyle seviyorum şimdi. Elimi ısıracak gibi ağzına alıp, gözlerini gözlerime dikmesi yok mu, bayılıyorum o haline.
Doğanhisar'da çok büyük bir evimiz vardı. İki katlı. Alt katta hayvanlarımız yaşardı. Üç ev yan yanaydı; her evin altı hayat, ahır, samanlık dediğimiz bölümlerden oluşan, hepsi de bize ait bir mekandı.
Koyunlarımız da vardı, keçilerimiz de. Bir eşeğimiz, iki de ineğimiz; biri Hollanda ineğiydi. İlk kez bu kadar büyük, bu kadar süt veren bir inek görmüştük. Her ineğin sürüye katılamayacağına o inekte şahit olduk. Özel bakım gerektiriyordu. Ayakları uzun yolda şişiyordu. Sonra babam ayaklarına nal çaktırdı. İşe yaradı yaramasına da, o vücudu yürüyerek yormaması gerektiğini de anladık. Sonra evde bakmaya başladık. Arada sürüye de gönderiyorduk. İnekler, koyunlar, keçiler sürüye katılırdı. Çobanlar olurdu. Her cins hayvanın çobanı ayrıydı. Sabah sürüye katmaya götürdüğümüz hayvanlarımız da olurdu, kapıdan dışarı saldığımız, kendisi sürüyü bulanlar da olurdu. Akşamları kendileri gelirdi. Bazı günler gelmeyenler olduğunda, nerde bulacağımızı bilirdik.
Her gün eşeğe binerdim. Yularını boynundan geçirir, diğer taraftan da bağlar, sanki ağzında gem varmış gibi, dörtnala koştururdum. Cüneyt Arkın filmleri izlediğimiz günlerdi. Elimdeki sopa bir anda Kara Muratın elindeki kılıca dönüşür, Bizans askerlerini kılıçtan geçirirdim. İlkokul yıllarında, sevdiğim kızın evlerinin önüne geldiğimde, başımı hiç çevirmeden bir akıncı soyluluğunda eşeği yine dörtnala koştururdum. Merdivenlerden iner, çıkardık; avcumda elvan şekerler bir Ona verirdim, bir de ağzıma atardım.
Onlarca tavuğumuz, onlarca horozumuz da vardı. Tavukların holluklarından yumurta alamazdık. Horozlar nöbet tutardı. İbiklerini diker, keskin gözleriyle tehdit ederlerdi. Biraz yaklaşacak olsak, kanatlarını açar, üzerimize yürürlerdi. Fasulyelerin yanlarına diktiğimiz, bizim fasulye sırığı dediğimiz insan boyunda uzun sopalar hayatta bir kenarda dikilecekleri günü beklerdi. Onlardan bir tanesini alır, öyle yaklaşırdık, yumurtaların olduğu yerlere. Horozlar üzerimize geldiğinde, sopaları yere vururduk, yaklaşamazlardı.
Her evin alt katı genelde hayat olarak kullanılır, duvarlarının bir kenarında da tavukların girip çıkabilecekleri kadar küçük delikler açılırdı. O delikler akşamları ya taşla ya da çaputla kapatılırdı. Sabahları yemleri atılır, çaputlar deliklerden alınır, tavuklar ve horozlar istedikleri zaman sokağa da çıkardı. Bazen kendi tavuklarımızdan gizlice aldığımız, dağda kendi ellerimizle kestiğimiz, daha korda pişmeden alelacele yediğimiz, sonra da tavuklarımız çalınmış diye hayıflandığımız, bazen de aradığımız zamanlar olurdu.
Soframızı paylaşırdık kedilerle. Kucağımızda uyurlar, bazen de ansızın tırmalanan ellerimizle patlatırdık tokatı. Bir sonraki karşılaşmamızda suçlu gibi bakarlar, seslenişlerimize göre ya kaçarlar ya da yanımıza sokulurlardı.
Bir gün Miço öldü. Bir hafta yasını tuttuk. Hepimiz ağlamıştık. Bahçeye gömmüştük. Yeri belliydi. Bazen gözümüz yattığı yere takılırdı. Çocuk aklımızla Fatiha da okumuştuk.
Şehirler değil sadece, daha yirmi yıl öncesinin ilçeleri, beldeleri, köyleri de doğadan, hayvanlardan koptu. Tarlaya tohumunu saçan çiftçi, Allahla irtibatını hasat zamanına kadar hiç koparmadı. Yapacağını yaptı, gerisini Allaha havale etti. İşi Allahlaydı; sanayi toplumlarındaki gibi, işleri sadece insanlarla değildi. İhtiyaçlardan dolayı beslenen hayvanlar, evin insanları gibiydi. Kendi ellerimizle yok ettiğimiz her şey, bugün ithal ediliyor.
http://www.etkinkulis.com/yazi/prenses-2082.htm