Para ve sağlık vede hıpokrat yaşasaydı hangi hastaneye giderdi....

Bu konuyu okuyanlar

tugbagaleri

Profesör
Katılım
13 Mayıs 2006
Mesajlar
2,224
Reaksiyon puanı
46
Puanları
48
Dr. Cengiz Başkaya ile tıbbın sefil halleri, bilim ve kapitalizm
üzerine söyleşi Sabredip okursanız size bilinçlenme garantisi gercektende ben boyle dunyanın deme bilincine ve sorgulamasına sahıp olacaksınız bu fırsat kacmaz...

Sorular F. Başkaya


1. Modern tıp harikalar yaratıyor ama milyonlarca insan sıradan
hastalıklardan ölüyor. Her geçen gün asgari sağlık hizmetlerinden
dahi yararlanamayanların sayısı artıyor. Bu çelişik durum nasıl
açıklanabilir?



Modern Tıbbın bir çok hastalığın tanı ve tedavisinde büyük ilerlemeler
kaydettiği doğru. Buna karşılık önlenebilir hastalıklarından her yıl
yüz milyonlarca insan ölmeye devam ediyor. Bu durum aslında şaşırtıcı
değil. Dünyada hem ülkeler arasında hem de ülkelerin kendi içlerinde
gelir dağılımında büyük uçurumlar mevcut. Milyarlarca insan günde 1
doların altında gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Yine 1 milyar
100 milyon kişi temiz su içemiyor. Açık ve gizli açlık sorunu ve
sağlıklı barınma koşullarının bulunmayışı da eklendiğinde, çok sayıda
insan hastalıklara açık ve dirençsiz hale geliyor. Bugün zengin kuzey
ülkelerinde ortalama ömür beklentisi 80 yıla dayanmışken Afrika'da
kırk yaşına erişmek şans işidir. Ortalama ömür süresinin artışı sağlık
alanındaki ilerlemelerin yanında yaşam koşullarının iyileşmesinin
sonucudur. En temel insan ihtiyaçlarının sağlanamadığı koşullarda
zaten sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanma olanağı da
bulunmayacaktır. Bu durumda çözüm yoksullar yararına etkili sosyal
politikalar uygulanmasıyla mümkün olabilir.
1978 de Alma Ata da toplanan ve Birleşmiş Milletler'in öncülük ettiği
temel sağlık hizmeti konulu uluslararası konferans sonunda yayınlanan
deklarasyonda slogan "2000 yılında herkese sağlık"tı. Bütün ülkeler
politikalarını bu hedefe uygun biçimde planlamayı taahhüt etmişlerdi.
Tabii ki, bu gerçekleşmedi. Aksine hedeften gittikçe uzaklaşıldı. 1978
de Sosyalist sistem henüz çökmemişti ve sosyal devlet kavramı hala
itibarını koruyordu. İnsanlığın önüne böylesi hedefler koymak ta henüz
tuhaf karşılanmamaktaydı. Sosyalist blokla birlikte Batı Avrupa
ülkelerinde de Sağlık hizmetleri büyük ölçüde devlet güvencesindeydi.
Amaç 2000 yılında bütün insanlar için sağlığı güvence altına almak,
aşıyla önlenebilir bütün hastalıkları tümüyle ortadan kaldırmak ve
sağlık için gerekli asgari yaşam koşullarını sağlamaktı. Bugün şemsiye
büyük ölçüde tersine dönmüş durumda. Sağlığın bir hak olduğu
kabulünden bir ihtiyaç olduğu kabulüne geçildi. Bütün sektörlerde
dayatılan özelleştirmeler sağlık alanına da yayıldı. Dünya Bankası ile
anlaşma durumunda kalan bütün ülkelerden sağlık sektörünü serbest
piyasa koşullarına uydurma taahhüdü alındı. Bir çok ülkede birinci
basamak sağlık hizmeti paralı hale getirildi. Örneğin Kırgızistan'da
ilk basamak sağlık kurumlarında kişi başına alınmaya başlayan 1 dolar
gibi küçük bir meblağ bile başvuruları yarı yarıya azaltmış durumda.
Batı Avrupa'da 2. Dünya savaşından sonra verilen sosyal haklar da
birer birer geri alınıyor. Sağlık hizmeti gittikçe daha pahalı hale
gelmekte iken, dünyanın yoksullarının bu hizmetten gittikçe daha az
yararlanacakları bellidir. İlaç sektörünü neredeyse tümüyle ellerine
geçirmiş bulunan az sayıdaki ulusötesi şirket sadece kazanca yönelik
faaliyetler içinde olduklarından (başka türlü davranmalarını beklemek
de haksızlık olur), başta AİDS olmak üzere yoksulları kırıp geçiren
hastalıklara karşı ucuz ilaç üretmek gibi bir kaygı içinde değiller.
Örneğin AİDS tedavisinde kullanılan antiviral ilaçların kişi başına
yıllık 1000 dolara maledilmesi mümkün. Brezilya, Güney Afrika, Tayland
gibi ülkeler bu ilaçları üretebiliyorlar. Fakat şirketler patent
haklarına dayanarak bu ilaçların eşdeğerlerinin üretimini
engelliyorlar. Belirledikleri fiyatlar ise kişi başına maliyeti 15.000
dolara çıkarıyor. Kendi ihtiyacı için ilaç üreten Brezilya ve Güney
Afrika Dünya Ticaret Örgütünün yaptırımlarıyla karşılaştı. Sadece bu
örnek bile koruyucu sosyal politikalardan vazgeçilmesinin ne kadar
vahim sonuçlara yol açabileceği hakkında yeterince fikir verebilir.
Örneğin çok sayıda AİDS hastası bulunan Güney Afrika milli gelirinin
büyük bir bölümünü ithal AİDS ilaçlarına ayırsa, yine de ulusötesi
tekellerin aşırı kar hırslarını karşılayamaz.

2. Sağlıklı [normal] olma ve hasta olmanın tanımı büyük ilaç
şirketlerinin ihtiyaçları doğrultusunda değişimlere, kaymalara
uğruyor...
Daha çok ilaç satmak için yeni yeni hastalıklar keşfediliyor. Bu işin
ciddiyetinin ortadan kalktığı, çığırından çıktığı anlamına gelmiyor
mu?
Bu koşullarda hekimlik inandırıcılığını ve itibarını yitirmiş olmuyor
mu?


Yeni hastalıkların keşfedilmesi yerine "icat edilmesi" tanımını
kullanmak daha doğru olur. Bugün artık hayatın bütün doğal evreleri
hastalık olarak tanımlanmaya başlandı. Örneğin puberte (ergenlik)
dönemi eskiden çocukluktan gençliğe geçiş dönemi olarak algılanır ve
doğal bir durum olarak değerlendirilirdi ki, gerçekte de öyledir.
Çocuğun bedeninde ortaya çıkan hızlı ve belirgin değişimler,
hormonların ortaya çıkardığı etkiler ve cinselliğin belirginleşmesi
geçici bir uyum güçlüğü yaratır. Bu döneme ait doğal güçlükler zamanla
atlatılır. Gençlere anlayışla yaklaşılması bu uyumu
kolaylaştıracaktır. Fakat günümüzde kabul ettirilmeye çalışılan
anlayış pubertenin bir hastalık olduğudur. Tabii ki, her hastalık gibi
tedavi edilmelidir. Artık milyonlarca genç bu hastalığa karşı
antidepresanlar kullanıyor. Bu ilaçlara yıllarca devam etmelerinin iyi
olacağı telkin ediliyor. İlaç üreticileri için milyarlarca dolarlık
yeni bir pazar yaratılmış bulunuyor. Ergenlerin geçici bunalımlarına
çare olarak pazarlanan bazı ilaçların intihar eğilimine yol açtığı
tespit edildiyse de bu konu o kadar önemsenmedi.
Aynı şekilde kadınlarda doğal ve kaçınılmaz bir süreç olan menapozun
bir hastalık olduğu inancı yaygınlaştırıldı. Tabii ki işin iyi tarafı
bu hastalığın tedavi edilebilir! olmasıydı. Kadınların
yumurtalıklarının faaliyetlerini azaltması veya durdurması bir
hastalıktı. Tedavisi ise ilaç tekellerinin ürettiği sentetik
hormonları yıllarca kullanmakla mümkündü. Bu ilaçlar ebedi gençlik
iksiri olarak da lanse edildi. Kadınlarda kalp-damar hastalıkları
önlenecek, yaşlanma durdurulacaktı. Zaten yaşlanmanın özellikle
kadınlar için kabul edilemez ve neredeyse ayıp sayılacak bir durum
olduğu çoktan empoze edilmiş durumdaydı. İlaç firmalarınca
yönlendirilen kadın örgütleri de özellikle ABD de hormon kullanma
haklarını "söke söke" aldılar. Başka bir deyimle ilaçların sigorta
kuruluşlarınca ödenmesi kabul ettirildi. Doğal süreçlere bu şekilde
aktif müdahalelerin tehlikeli olacağını savunan bilim insanlarının
sesleri kısıldı. Hatta kadın hakları düşmanı ilan edildiler. Fakat
yine amaca ulaşıldı ve dünyada yüzmilyonlarca yeni ilaç müşterisi
ortaya çıkarıldı. (Pazar genişletildi.) Zamanla hormon kullanımının
sakıncaları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Fakat firmalar amaçlarına
ulaştılar ve milyarlarca dolar kazanç sağladılar.
İlaç tekelleri yaş ilerledikçe kemik kütlesinde azalma olduğunu
keşfettiler! Her zaman bilinen doğal ve kaçınılmaz bir biyolojik süreç
hastalık olarak lanse edildi. Kemik metabolizmasına sürekli müdahele
ile bu sürecin durdurabileceği, böylece yaşlılığa bağlı kemik
kırıklarının önlenebileceği savunuldu. Pahalı ilaçların yaygın
kullanımı yanından kemik yoğunluğu ölçme cihazlarının üretimi ve
satışı yeni bir sektör ortaya çıkardı. Skorlama kriterleri üzerindeki
ufak oynamalarla daha çok kadınlarda olmak üzere erken yaşta ve
sürekli ilaç kullanımı garantiye alındı. Çoğu kez kayda değer
avantajlar sağlamayan bu uygulamalar yerine, daha az kaynak
kullanılarak yaşlılar için daha uygun yaşam koşulları sağlanması,
kırık riskini en aza indirecek yaşam alanları oluşturulması
mümkündür.
Kandaki lipid düzeyleri kalp hastalıklarının neredeyse tek nedeni gibi
gösterilerek pahalı lipid düşürücü ilaçların dünya çapında yaygın
kullanımı sağlandı. Bu ilaçların kullanılması için uygun görülen sınır
değerleri gittikçe aşağıya çekildi. Anormal düzeyde yüksek lipid
düzeyleri gösteren kişilerde gerçekten çok faydalı olan bu ilaçların
gereksiz yere milyonlarca kişi tarafından sürekli kullanılması
garantiye alındı.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat doğal süreçleri bir kazanç
kaynağına çevirme çabalarının bir uç ve ironik örneği de doğal ölüm
sürecine bakışın değişmesidir. Günümüzde, yaşlı bir insanın her canlı
için kaçınılmaz olan doğal ölümü metalaştırılmış Tıp hizmeti
anlayışıyla doğal olmaktan çıkarılmıştır. ABD de başlatılan ve hızla
yayılan bir uygulama doğal yaşlı ölümlerinin evlerde değil, yoğun
bakım ünitelerinde gerçekleşmesidir. Hatta bu uygulamanın yaygınlığı
ülkelerin gelişmişlik kriterleri arasında sayılmaya başlanmıştır.
(Hani şu, yılda kişi başına şu kadar yüz ton su tüketmezseniz,
atmosfere şu kadar ton karbondioksit salmazsanız gelişmiş
sayılmazsınız türünden kriterler) Günlüğü yaklaşık 10 bin dolara
sağlanan yoğun bakım hizmeti eşliğinde vuku bulan ve yaşam destek
üniteleri ile birkaç gün geciktirilen ölüm süreci ölen yaşlının
ekonomik büyümeye son bir katkısı olmaktadır. İvan İllich insanların
evlerinde ölme haklarını savunadursun, tabii ki ölüm olgusuna
kızılderili ya da eskimo felsefesiyle yani ilkel bir anlayışla!
yaklaşamayız.

3. Bir ilacın rantblitesinin [ kârlılığının] alt-sınırının 200 milyon
dolar olduğu söyleniyor... Eger en az 200 milyon dolarlık bir pazarı
yoksa o ilacın üretiminden vezgeçiliyor... Bu durumda yoksul
ülkelerdeki birçok hastalık çokuluslu ilaç firmalarının 'ilgi alanı'
dışına çıkıyor... Bu ve benzer durumlar artık bizzat tıbbın kendisini
de tartışmalı duruma getiriyor ve önemli deontoloji sorunları ortaya
çıkarıyor. Bu durum da doğrudan tıp alanına giren herşeyin
paralılaşması, metalaşması, özelleştirilmesiyle ilgili... Bu günkü
eğilimler bu istikâmetti ve bu tempoyla devam ederse bunun sonu nereye
varacak?


İlaç üretiminin çok büyük bölümünün sayıları gittikçe azalan ve
tekelleşen ulusötesi şirketlerin kontrolu altına girmesi ilacı çok
pahalı hale getirdi. Çevre ülkelerin kendi ilaçlarını üretmesi güç.
Bunu kısmen de olsa başardıklarında da karşılarına Uluslararası ticari
anlaşmalar, patent yasaları ve İPRs çıkıyor. Tekeller patentlerini
ellerinde tuttukları ilaçlara çok yüksek fiyatlar belirliyor. Zamanla
yoksul ülkelerin sosyal güvenlik sistemleri sadece ilaç maliyetleri
yüzünden çökme noktasına gelecek. İlaç tekellerinin tek amacı maksimum
kârdır. Bu da kapitalist işletmelerin doğası gereğidir. Onlardan
sosyal kaygılar taşımaları tabii ki beklenemez. Hissedarları için yıl
sonu grafikleri ve dağıtılacak kâr payı tek kaygıdır. İnsanlığın
öncelikleri ile şirketlerin önceliklerinin örtüşmesi söz konusu
olamaz. Zaten ihtiyaçlar için değil, kazanç için, kâr için üretim,
sermayeci sistemin doğası gereği olduğuna göre, insanlığın temel
gereksinimleri için kazancı değil faydayı esas alan toplumsal
yapılanmaların korunması veya yeniden inşası bir zorunluluk durumumda.
Saç dökülmelerine karşı geliştirilecek bir ilaç yüksek gelir
gruplarına yönelik olduğu için üreten firmaya milyarlarca dolarlık
yeni bir pazar demektir. Halbuki Afrika'yı kırıp geçiren bulaşıcı
hastalıklara yönelik ilaç geliştirmek rantabl olmaz. Zaten Afrika
ülkelerinin tekellerin pahalı ilaçlarını satın alacak paraları da
yoktur. Tek başına bu çelişki bile piyasa ekonomisinin herkes için en
iyi sistem olduğu savını sorgulamak için yeterli bir neden sayılmalı.
İlaç endüstrisinin işleyiş biçimi ile ilgili önemli bir tartışma
konusu da ilaç araştırmaları ve patentlerle ilgili. Artık çok az
ülkede kamu desteği ve kontrolunda ilaç geliştirme çalışması
yapılıyor. Bu çalışmalar da çok sınırlı. Hangi konuda ilaç
geliştirileceğine, deneylerin nasıl yapılacağına ilaç tekelleri karar
veriyor. Bir ilaç ortaya çıkarılıp patenti alındığı zaman, uzun süre
çok yüksek fiyata satış garantisi söz konusu. Firmalar yüksek
fiyatlara gerekçe olarak araştırma geliştirme maliyetlerinin
yüksekliğini bahane ediyorlar. "Bedelini ödeyin ki insanlığın yararına
bu ulvi çabalarımızı sürdürebilelim." Aslında maliyetin büyük bölümü
pazarlama ve tanıtım giderlerinden ibaret. Örneğin statin türü, lipid
düzenleyici bir ilacın reklam ve promosyon giderleri, Coca cola'nın
reklam giderleriyle yarışıyor. İlaç tekellerinin tanıtım giderleri
hakkında bir fikir vermek için ABD de her doktor için yılda 15 bin
dolar promosyon harcaması yaptıklarını söylemek kafi gelebilir. Bu
şirketlerin CEO ları ilaçla ilgili uzmanlardan değil, pazarlama
dehaları arasından seçiliyor. İlaçların etkinliklerini ve yan
etkilerini araştıran tarafsız çalışmalar yeterince yapılamıyor. Bu
konuda gerekli kaynaklar kamu kurumlarınca karşılanamadığından çoğu
çalışma yine firmaların sponsorluğunda yapılmakta. Bu durumda
araştırma sonuçlarının şirket çıkarlarıyla çelişmemesi büyük ölçüde
garanti edilebilir.
Özellikle ilaç araştırmaları ile ilgili verilerde eski durum tersine
dönmekte. Önceleri firmalar üniversitelerin verilerinden yararlanırken
artık ilaç tekelleri kendi veri tabanlarını sınırlı biçimde ve belirli
koşullara uymak kaydıyla lütfedip üniversitelere açıyorlar. Zaten
hızla artan gen patent uygulamaları firmalarca sahiplenilen genlerle
ilgili araştırmaları firmanın izniyle yapma koşulu getiriyor. Artık
bilim dünyası tümüyle ulusötesi firmaların denetimine girmek üzere. Bu
durumda bağımsız bilim adamı kavramı yakın zamanda tarihe
karışacaktır. Olsun, bu da bir gelişmedir... Gelişmenin karşısında
durmak geri kafalılık ve vizyon eksikliği sayılır ki bu tavırdan uzak
durmak gerekir...
4. Çokuluslu ilaç firmaları daha ucuz diye 'denekleri' artık yoksul
ülkelerden seçiyor ve araştırma laboratuvarlarını Üçüncü Dünya'ya
taşıyor. Fabrikalarını, işletmelirini "ucuz işçi
cennetlerine"taşıdıkları gibi... Elbette herşeyin metalaşıp/
soysuzlaştığı bir çağda tıp alanının bunun dışında kalması kolay değil
ama, insan sağlığının alış/veriş ve kâr konusu olmasının ilave
mahsurları yok mu?


Öncelikle ilaç deneklerinin sadece yoksul ülkelerden seçilmediklerini
belirtmek gerekir. Örneğin ABD de yetimhanelerde, çocuk yuvalarında
barındırılan çocuklar, ailelerce evlat edinilmiş çocuklar ve öksüzler
ilaç araştırmalarında denek olarak kullanılıyor. Bunların yoksulluk
dışında ortak özellikleri % 99 unun zenci veya Hispanik (Latin
Amerika) kökenli olmaları. Doğuştan AİDS virüsü almış veya sonradan
virüs kapmış çocuklara 6 haftalıktan itibaren çok sayıda ilacın
deney amaçlı verildiği ortaya çıktı. Bir çocuğa aynı zamanda 7 ayrı
ilacın verildiği belirlendi. Ağır, hatta bazen ölümcül yan etkiler
görüldüğünde bunların ilaçlara değil hastalığa bağlı olduğu
yetkililerce belirtilmiş. Bu çocuklara "kobay çocuklar" anlamında
"guine pig kids" deniyor. Halen insanlığa hizmet etmeye devam
etmekteler... Benzer skandallar İngiltere'de ve Kanada'da da ortaya
çıktı. Denetim mekanizmalarının nisbeten iyi çalıştığı zengin
ülkelerde bunlar oluyorsa, Afrika'da, Güney Amerika'da ve dünyanın
diğer yoksul yörelerinde neler olup bittiğini tahmin etmek güç
değil.
5. Tıp alanındaki metalaşma, ve çürüme karşısında başta
hekimler olmak üzere tıp insanları nasıl bir duruş ortaya koyuyor? Bu
koşullarda edilen yeminin hâlâ bir değeri kalıyor mu? Sanki hekimler
çokuluslu dev ilaç tekellerinin satış elemanları konumuna
getiriliyor. Bu süreci tersine çevirmek ve şeyleri yerli yerine
oturtmak için neler yapılabilir veya yapılmalıdır?


Öncelikle tek tek insanları sorgulamak yerine sistemin işleyiş
bütünlüğüne bakmak gerekir. Öncelikle Sağlık hizmetinin vazgeçilmez
bir kamu hizmeti olduğunun kabulü gerekir. Koruyucu sağlık hizmetleri
de bu sistemin temeli olmak durumundadır. Hastalıkları ortaya
çıktıktan sonra pahalı tedavi yöntemlerini esas alan anlayıştan çok,
daha ekonomik olan koruyucu önlemlere ağırlık verilmesi, bütün
insanlara sağlıklı içme suyu, yeterli ve sağlıklı beslenme, sağlıklı
barınma koşulları sağlanması hedef olmalıdır. Aşıyla önlenebilir
hastalıklarla mücadelede en küçük zaafa meydan verilmemelidir.
Türkiye'de aşılama çalışmalarında oldukça iyi bir noktaya gelinmiş
durumda. Bu başarıyı sağlayan uygulamalardan kesinlikle geri adım
atılmaması gerekir. .
Tedavi edici Tıp uygulamalarının maliyetlerini azaltıp, etkinliğini
arttıracak yöntemler uygulanmalıdır. İlaç sektörü birkaç dev şirketin
eline ve insafına bırakılamaz. Ülke imkanları ile ilaç aşı, tıbbi
cihaz ve malzeme üretmek için bütün kaynaklar harekete
geçirilmelidir. Bilimsel çalışmaları şirketlerin sponsorluğuna mahkum
etmek yerine, bağımsız araştırmalar için kamudan daha fazla kaynak
aktarılması sağlanmalıdır. Üniversiteler şirketlerin değil halkın
ihtiyaçlarına yönelik çalışmalara ağırlık vermeli bilimsel tarafsızlık
ve objektiflik ilkelerine uyulmalıdır.
İlaç şirketlerinin tanıtım elemanları aracılığıyla sürekli etkilemeye
çalıştıkları hekimlere tarafsız, güvenilir bilimsel çalışmaların
sonuçları ulaştırılmalıdır. Mezuniyet sonrası eğitim sponsorlukları
firmalarca yapılan toplantılar ve kongreler yoluyla değil, kamusal
kurum ve olanaklarla gerçekleştirilmelidir.
Alanda çalıştığı yıllar boyunca bilimsel gelişme ve yenilik adına ilaç
firmalarının tanıtım elemanlarının getirdiği broşürlerden başka kaynak
görmeyen hekimlerin bu uygulamalardan ve yönlendirme çabalarından
etiklenmemesi çok güç. Üniversitelerin toplumsal sorumluluk gereği
gerçeğin peşinde olma ve gerçeği aktarma zorunluluğu var.


6. Bunlara ilave olarak söylemek istediğin birşey var mı?

İlaç tekellerinin hastalık kavramını nasıl çarpıttıklarını ve ne tür
yöntemler uyguladıklarını anlatan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.
Ray Moynihan ve Alan Cassels'in yazdıkları "Satılık Hastalıklar"
Hayykitap tarafından yayınlandı. Konuyla ilgilenenlerin mutlaka
okuması gerekir. Çoğu kez "insaf, bu kadar da olmaz" dedirten bir
kitap.
 
Üst