|Ⓢєччαh|
Guru
- Katılım
- 12 Mart 2011
- Mesajlar
- 35,200
- Reaksiyon puanı
- 10,315
- Puanları
- 293
Allah demek anlam demektir. Varlıktaki anlamlılık ve amaçlılık Allahın eseridir. Bu yüzden ilahi elin değdiği hiçbir şey anlamsız ve amaçsız değildir. Allahın hak ile (bil-hak) yaratması, anlamlılık ve amaçlılığa tekabül eder. Zıddı batıldır. Nasıl ki el-hak anlam ve amaca delalet ediyorsa, el-bâtıl da anlamsızlığa ve amaçsızlığa delalet eder. O öyle bir zattır ki, gökleri ve yeri anlamlı ve amaçlı olarak O yaratmıştır. (Enâm 6/73).
Âyette, Allahın gökleri ve yeri hak ile (bil-hak) yarattığı buyrulmaktadır. Hak ile yaratmak, yaratılıştaki anlamlılığa ve amaçlılığa delalet eder. Göklerin ve yerin anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışı isbat yoluyla Kuranda defaatle ifade buyruluyor. Fakat bununla yetinilmiyor. Aynı hakikat anlamsızlığın ve amaçsızlığın nefyi yoluyla bir de tersinden vurgulanıyor. Böylece kelime-i tevhidde ifadesini bulan isbat ve nefiy üslubu, aynen göklerin ve yerin amaçlılığı için de kullanılmış oluyor: Göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri bir anlam ve amaçtan yoksun olarak (bâtılen) yaratmadık. (Sâd 38/27).
Kuranda anlamlı ve amaçlılığa yapılan sadece gökler ve yerler için vurgu yapılmaz. Göklerin ve yerin Allah tarafından anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışından daha fazla vurgu, vahyin anlamlı ve amaçlı olarak (bil-hak) gönderilişine yapılır: İşte bu Allahın Kitabı bir anlam ve amaca mebni olarak (bil-hak) indirmesi sayesindedir. (Bakara 2/176). İşte bunlar Allahın mesajlarıdır; Biz bunları sana gerçek bir anlam ve amaca mebni olarak iletiyoruz. (Bakara 2/252). Bütün bunlar Allahın mesajlarıdır. Bunları belli bir anlam ve amaç uğruna sana bildiriyoruz. (Âl-i İmran 3/108).
Allah gökleri ve yeri nasıl hak ile yarattıysa, vahyi de hak ile göndermiştir. Vahyin hak ile gönderilmesi, bir anlam ve amaca mebni olarak gönderilmesidir. Fakat göklerin ve yerin anlama konu olmasıyla, vahyin anlama konu olması arasında esaslı bir farklılık vardır. Gökler ve yerin taşıdığı anlam mübin olarak vasfedilmemiştir. Zira kâinat kitabı taşıdığı anlamı okuyacak olana dolaylı olarak ifşa eder. Fakat Kuran mübin olarak vasfedilmiştir. Zira Kuran bizzat manaların taşıyıcısıdır ve taşıdığı manaları okuyacak olana doğrudan söyler. Allahın kelamı mubîndir Mubîn, Kuranın Kuranda geçen sıfatlarından biridir. Aynı zamanda, yine hepsi de Kuranda Kuran için kullanılan Mecîd, Kerîm, Aziz gibi isimler Kuranın özneliğine delalet eder. Zira ism-i fâil (özne) formundadır. Ebâne fiilinden türetilen mubîn hem geçişsiz, hem de geçişli olmak üzere, iki manayı birden bünyesinde taşır. Mubîn geçişsiz olarak açık ve anlaşılır manasına, geçişli olarak ise açıklayan ve anlaşılır kılan manasına gelir. İşte size Allahtan bir nur ve mubîn kitap gelmiştir. (Maide 5/15). Elif-Lâm-Râ.
İşte bunlar, mubîn bir Kitabın âyetleridir. (Yusuf 12/1). Elif-Lâm-Râ. İşte bunlar, Kitabın, yani mubîn Kuranın âyetleridir. (Hicr 15/1). Tâ-Sîn. İşte bunlar, Kuranın, yani mubîn Kitabın âyetleridir. (Neml 27/1) Böyle devam edip gidiyor Kuranda bu kadar sık vurgulanan mubîn sıfatı, mucizevî bir ihbar niteliğindedir. Adeta gelecekte, Biz Kuranı anlayamayız, Kuranı anlamak nerde, biz nerde!, Kuranı üstadlarımız anlar, bize de anlatır diyecek zümrelerin çıkacağını zımnen haber vermektedir. Tabi ki Kuran hem açık ve anlaşılır, hem açıklayan ve anlaşılır kılan manasına gelen bir sıfatla muttasıf kılınmakla, bu mantığı reddetmektedir. Zira bu mantık, Furkan Sûresinin 30. âyetinde Hz.Peygamberin kıyamette ümmetini Allaha şikâyet edeceği Kuranı mehcur bırakma cinayetinin de sebeplerinden birini teşkil etmektedir.
Kuran kime hitap etmişse, anlamak da ona düşer. Eğer Kuranı anlamaktan muaf tutulan bir zümre varsa, bu zümre Kuranın hitap etmediği bir zümre olmalıdır. Şu halde cevabını aramamız gereken sual Kuran kime hitap etmektedir? Bu sualin cevabı belli: Kuran avamı ve havassıyla tüm müminlere hitap etmektedir. Onlarca kez gelen Siz ey iman edenler hitabı bunun delilidir. Dahası Kuran tüm insanlığa hitap etmektedir. Defalarca gelen Ey insanlık hitabı bunun delilidir. Şu halde, bizzat Kuranın kendisi insan olan hiç kimseyi kendisini anlamaktan muaf tutmamaktadır. Kuranın Hedef kitlesi insandır. Hele kendisine iman eden bir mümini kendisini anlamaktan muaf tutması olacak şey değildir. Birine hitaben gönderilmiş her mesaj, muhatabından kendisini anlamasını ister. Bu hem mesajı gönderenin hakkı, hem de gönderilen mesajın hakkıdır. Kuranı anlamak Allahın özelde mümin, genelde tüm insanlık üzerindeki hakkıdır.
Yine Kuranı anlamak, Kuranın kendisine hidayet rehberi olarak inanan tüm müminler üzerindeki hakkıdır. Kuranı anlayamayacaklarını düşünenler, Allahın ve Kuranın hakkına geçiyorlar demektir. Kuranı anlamak için gayret edenler ise, Allahın ve Kuranın hakkına riayet ediyorlar demektir. Kuran kendisine iman eden kimseye kendisini anlamayı bir fariza olarak yüklemektedir. Sık sık mubîn sıfatıyla anılması, Kuranın muhatabına verdiği Ben açık ve anlaşılır bir kitabım mesajıdır. Kendisini Kurana doğrudan muhatap kabul etmeyen biri, çıkıp şöyle diyebilir: Kuran ulema tarafından okunmuş, anlaşılmış, yorumlanmış ve kodlanmıştır; bize bunlar yeter. Böyle bir mantık, Kuranı anlamanın sadece müminler içinden belli bir zümreye has olduğunu iddia eden mantıktır. Fakat İslamda ne Yahudilikteki gibi din adamları sınıfı (ahbar), ne de Hıristiyanlıktaki gibi bir ruhban sınıfı mevcuttur. İnsanları önce avam, havas ve ehassul-havas diye sınıflara tasnif edip, sonra da tepeden bakıcı bu tasnif üzerinden kendini seçkinleştirme ve ait olduğu zümrede ayrıcalık vehmetme, Allahın razı olmadığı bir zümre kibrine dayanır.
Zaten hakikat ve hikmete ulaşmak için her tür akreditasyon ve inisiye olma şartı, Kuranın ruhuna aykırıdır. Bu yaklaşım Müslümanlara diğer kültürlerden intikal etmiş bir hastalıktır. İslamda her mümin dininin adamıdır. Yukarıdaki gibi düşünen birine sorulacak ilk soru şudur: Ya sizin ulema dedikleriniz de sizin dediğinizi demiş olsalardı, durum ne olurdu? O zaman siz ne diyecektiniz? Bu suale Ama demediler, işte koca bir İslam ilim mirası önümüzde duruyor cevabı verilebilir. Bu kez sorulacak sual şudur: Onlar da sizin gibi Kurana muhataptılar, kendi zaman ve mekânlarında sorumluluklarını gayretleri nisbetinde yerine getirdiler. Onların kendi sorumluluklarını yerine getirmiş olması, sizin üzerinizden sorumluluğu kaldırır mı? Onların ortaya koyduğu müktesebat, sizin Kurana muhatap olduğunuz hakikatini ortadan kaldırır mı? Böyle yapmak, tam da Hz. Peygamberin Hesap Gününde ümmetini Allaha şikâyet edeceği husustur. Dikkat buyurun, âyette Rasulullahın şikâyet edecekleri ümmeti içinden âlimler değil, havas değil, ehassul-havas da değildir.
Bu tavır, Kuranı mehcur bırakmaktır. Bir şeyi mehcur bırakmak, o şeyi terk etmek değil, onu işlevsiz kılmak, onunla aktif ve aktüel ilişki kuramamak demektir. Bu yüzden Arap lisanında küsme fiili için de aynı kelime kullanılır. Bu sakat mantık meseleye böyle yaklaşmakla, zımnen Kuranın manalarının öncekiler tarafından tüketildiğini söylemiş olmaktadır. Bu Kurana yapılmış büyük bir bühtandır. Kuranın anlamıyla buluşmayan, Kuranla buluşmuş sayılamaz. O olsa olsa mushafla buluşmuştur, fakat Kuranla buluşmamıştır. Kuran muhatabını inşa eden özne bir hitap olarak indi, fakat biz onu özne olmaktan çıkarıp nesneleştirdik. Kuranı nesneleştirme üç alanda şöyle tezahür etti: 1. Kurandan Mushafa. 2. Tertilden tecvide. 3. Lafızdan manaya. Kuranın anlamıyla buluşmak için bu üç sonucu doğuran sürecin tersine döndürülmesi gerekir.
Yeniden Kuran Mushafın önüne, Kuranın emrettiği tertil ile okuma tecvit ile okumanın önüne, Kuranın manası lafzının önüne alınmalıdır. Kuran Mushafın imamı, tertil tecvidin imamı, mana lafzın imamı olmalıdır. İmamla cemaat yer değiştirmemelidir. Okumaktan murat anlamak Kuran, lafzı bir kez manası sonsuz kez inen ilahi bir hitaptır. Adı üstünde Kuran, kelimenin tüm olumla anlamlarıyla sürekli okunan demektir. Kuran okumak, nakarat söylemek manasına değildir. Kuran vahyini ikra emriyle indirmeye başlayan Allah hâşâ- içinde anlam olmayan bir okumayı emretmiş olamaz. O zaman Oku emri anlamsızlaşırdı. Oku emri, anlamsız bir emir değil, içinde anlam olan ve anlamı da içeren bir emirdir. Yani Oku, ama anlamasan da olur şeklinde bir okuma, Kuranın kıraet dediği bir okuma değildir. Birine oku denildikten sonra ayrıca bir de anla denilmez.
Zira Oku emri, aynı zamanda anla emrini içerir. Anlamadan okumak, akleden kalbi işin içine dâhil etmeden yapılan bir eylemdir. Bunun adı kıraet olamaz. Kuran ise muhatabından aklını işe dâhil etmesini ister. Akletmezler mi? diye sorar. Ne kadar da azınız aklediyor? diye sitem eder. Onlar Kuranı hiç tedebbür etmezler mi? diye sorar. Biz Kuranı hatırlamak için kolaylaştırdık; o halde yok mu öğüt alan? (Kamer 54/17) diye sorar. Bu soruyu bir tek sûrede (Kamer) tam altı kez sorar. İbret alın ey aktif akıl sahipleri! diye nida eder. Biz âyetlerimi tefekkür eden bir topluluk için işte böyle tafsilatlı kıldık (Yunus 10/24) der. Kuran baştan sona yaklaşık 800 yerde düşünme ve düşünmenin türevlerine atıf yapar. Kuranda bu kadar çok atıf yapılan bir başka insan özelliği daha yoktur.
Kuran Varlıkların en şerlisi kimdir? sorusuna hiçbirimizin durup dururken vermeyeceği muazzam bir cevap verir: Allah katında hareket eden varlıkların en şerlisi, akletmediği için hakikate kör ve sağır davranan kimselerdir. (Enfal 8/22). Bu yüzden büyük arif Haris b. Esed el-Muhasibi el-Akl vel-Fehmul-Kuran isimli muhalled eserinde şu muhteşem cümleyi kurar: Akıl Kurandır, Kuran akıldır. Aklın Kuran, Kuranın akıl olması için o aklın Kuranla inşa olması gerekir. Kuranla inşa olan akıllar Kurana kesmiş akıl olmayı hak ederler. Hamil-i Kuran olmak hâfız-ı Kuran olmakla eş değer değildir. Hamil-i Kuran olmak, önce aklı Kurana kesmek, sonra o akılla iki ayaklı Kuran olmaktır. Kıraat, akleden kalbin işe dâhil olduğu bir okuma biçimidir.
Akleden kalbin içinde yer almadığı bir okuma biçimi kıraet değil, olsa olsa tilavettir. Kıraat anlamak için okuma, tilavet aktarmak ve duyurmak için okumadır. Tilavet için Mushaf yeterlidir, fakat kıraat için Kuran şarttır. Bu nedenle ses ve görüntü aletleri sadece Kuranı tilavet edebilirler, fakat kıraat edemezler. Mamafih CDler Kuran tilavetini kusursuz ve mütemadiyen yapabilirler, fakat hiçbir CD Kuran kıraet edemez. Kuran kıraat etmek, Kuranı terennüm etmek değil, Kuranı tedebbür etmektir. Kuran muhatabından kıraat etmesini istemekle yetinmeyip, daha ileri giderek tedebbür etmesini istemektedir: Yoksa onlar Kuranı hiç tedebbür etmezler mi? (Nisa 4/82). Yoksa onlar Kuranı hiç tedebbür etmezler mi, ya yoksa kilit vurulmuş kalplere mi sahipler? (Muhammed 47/24). Tedebbür arka, art, sırt, görünmeyen taraf manalarındaki duburden müştaktır. Âyet, Kuranın satırlarından satır aralarına, oradan da satır arkalarına geçmemizi istemektedir. Tedebbür anlamaktan da çok daha derin bir şeydir.
Eğer Kuran muhatabından tedebbür istiyorsa, anlamayı haydi haydi ister. Zira tedebbür kıraattan çok daha derin bir şeydir. Buna derin okuma da diyebiliriz. Kıraat Kuranın ne dediğini anlamayı, tedebbür ise Kuranın ne demek istediğini anlamayı ifade eder. Tezekkür, tedebbür, taakkul, tefakkuh, tefekkkür Kuran muhatabından tedebbür istemesi, aklını kendisine vermesini istemesidir. Zaten Kuran muhatabından sadece tedebbür istemez, hepsi de tefaul kalıbıyla gelen başka şeyler de ister. En iyisi Kuranın muhatabından istediği anlama faaliyetinin beş ayrı ifadesi üzerinde teker teker durmak: Tezekkür: Geçmişe yönelik derin düşüncedir. İstikameti mazidir. Hatırlama eksenlidir.
Unutulan veya aktif ve aktüel olarak kullanılamayan bir bilgi veya tecrübenin varlığına atıftır. Vahyin bir adı da zikrdir. İnsana fıtratını, unuttuğu hakikatleri, insanlığın değişmez değerlerini hatırlattığı için tüm vahiyler bu sıfatla anılmıştır. Tedebbür: Geleceğe yönelik derin düşüncedir. İstikameti istikbaldir. Tedbir alma eksenlidir. Zaten tedbir de tedebbür ile aynı kökten gelir. Tedebbür eden tedbir alabilir. Tedebbür ile feraset ve basiret arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tedebbür edenin feraset ve basireti artar, feraset ve basiretli olan tedebbür eder. Mümin gaybı taşlamaz, gaybı bilmek için çırpınmaz.
Tedebbür ile yetinir. Tedebbür yaparak aldığı tedbirlerle, gaybı bilmemekten doğan cehalet açığını kapatır. Taakkul: Derinliğine bağ kurmaya yarayan düşüncedir. Sebeplerle sonuçlar, illetlerle hikmetler, eserle müessir, faille fil, sanatla sanatkâr, Halik ile mahluk, Rasuller ile Risalet, duygu ile düşünce, parça ile bütün, cevher ile araz, hülasa her şeyle her şey, her şeyle bir şey arasında bağ kuran düşünceye taakkul denir. Akla, bağ kurduğu için akıl denmiştir. Bağ kuramayan akıl akıl denmeyi hak etmeyen akıldır. Düşünce faaliyeti içerisinde taakkul, geçmişe yönelik düşünce olan tezekkür ile geleceğe yönelik düşünce olan tedebbür arasında bağ kurma yeteneğini kullanmaktır.
Tefakkuh: Olan biteni derinliğine anlayıp bu anlayışı şimdi e buradaya taşımaya yarayan düşüncedir. İstikameti şimdi ve buradayı temsil eden haldir. İlm-i hal, tefakkuh ile elde edilir. İnsanın halinin ilmini bilme ilmi olan fıkıh ilmine bunun için fıkıh adı verilmiştir. Emrolunduğumuz şey fıkıh tahsil etmek değil, tefakkuh etmemizdir. Zaten tefakkuhsuz bir fıkıh, hem sahibinin hem de başkalarının başına iş açar. Tarih bunun sayısız örneğine şahittir. Tefekkür: Tezekkür, tedebbür, teakkul ve tefakkuhtan oluşan bütün bu dörtlü süreci içine alan düşünme faaliyetinin tümünü birden kapsayan şumullü düşünme faaliyetidir. Tefekkür ile tekfir birbirinin zıddıdır. Kuranda tefekkür özendirilir, tefkir yerilir. Sadece iki yerde kullanılan tekfir, sığ ve önyargılı düşünmeye, tefekkür ise derin ve önyargısız düşünmeye denilir.
Esasen bu beş kelimenin de aynı kalıpla (tefaul) gelmiş olması tesadüf değildir. Zira bu kalıp Arap dilinde tekellüf kalıbıdır. Yani bu beş tür düşünme faaliyetinin olmazsa olmazı külfete katlanmaktır. Aklı zahmete sokmadan tefekkür faaliyeti gerçekleşmez. Bedel ödemeden, akıl teri dökmeden, külfete katlanmadan, hakkını vermeden tefekkür yapılamaz. Anlamaktan gaye yaşamaktır Kuran Allahın muradını taşır. Bu murad sadece Kurandaki emir ve nehiylerde kendini ifşa etmez.
Bununla birlikte Kuran kıssalarında, geçmiş kavimlerin haberlerinde, dramatize etmenin en güzel yöntemi olan Kuran mesellerinde, ahirete ilişkin gaybi haberlerde, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, hak ve batılı, zalim ve mazlumu tavsif eden ibarelerde de ifşa eder. Allahın muradı vahiy olarak insanların önüne geldikten sonra, ilahi muradı anlamak farzdır, hatta efrazdır. Zira tüm farzlar ancak Onun muradını anlamakla îfâ edilebilir.
Tüm farzların maksadı, murad-ı ilahiyi anlayınca gerçekleşir. Yoksa farzı eda eder insanlar, fakat onu îfâ etmezler, yani farzın arkasındaki muradı ilahiye vefa göstermiş olmazlar. Kuranı okumaktan murad anlamak, anlamaktan murad ise yaşamaktır. Anlamak okumanın gayesi, yaşamak anlamanın gayesidir. Bir şey anlaşılmadan yaşanmaz, yaşanmadan hayat olmaz ve hayat vermez. Kuran hayat kitabıdır. Beşere hayat vererek onu insan etmek için üflenmiş ruh gibidir. Hatta vahiy ruhun ta kendisidir. Bunu vahyin kendisi söyler. Nahl Sûresinin 2. âyetinde, Kadr Sûresinin 4. âyetinde vahiy rûh olarak yer alır. Vahiy, ruhun ruhudur. Vahiysiz kalan insanın ruhu ruhsuz kalmıştır.
Ruhu ruhsuz kalan insan, bedeni ruhuna tabut olmuş canlı cenaze gibidir. Kuran, sahibi Allah olan hayat okulunun yine Allaha ait olan müfredatıdır. Kurandan ders almayan Allahtan ders almıyor demektir. Vahiy kendisini düşünen bir topluma ithaf eder. Dersi ise vahiyle hayatına istikamet vermek isteyenler alır. Hz.Ömer şöyle der: Lâ yağrurkum men karael-kuran! İnnema huve kelamun netekellemu bih. Velakin unzuru men yamel bih (Birinin Kuran tilavet etmesi sizi aldatmasın! O dilimizdeki bir sözdür! Asıl siz onu kim hayatına koyuyor, ona itibar edin!) Hidayetine Hadid Sûresinin 16. âyeti sebep olan Fudayl b. Iyaz şöyle der: İnnema nezelel-Kuranu li-yumele bih; ittehazen-nasu kıraetehu amelen (Kuran sadece kendisiyle amel olunmak için indirildi; fakat insanlar onu kıraat etmeyi amel edindiler).
Efendimiz Eşrâfu ummetî hameletul-Kuran (Ümmetimin en şereflileri Kuranı taşıyanlardır) buyurur. Dikkat! Burada Kuranı taşımak Kuranı hıfzetmek değildir. Buradaki taşıma tam da şu âyetteki taşıma ile aynı manadadır: Tevratı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden bihaber olan) eşeğin durumu gibidir. (Cuma 62/5). Âyette de hadiste de geçen kelime hamldir. Kuran hamili olmak, Kuran hammalı olmak değil, Kuran âmili olmaktır.
Celaleddin Rumi Sahabe efendilerimiz Kuranı yerlerdi tesbitinde bulunuyor. Bu muhteşem tesbitin ele verdiği hakikat şudur: Nasıl yemek, onu sindirenin gözünde görmeye, kulağında işitmeye, aklında düşünmeye, kalbinde sevmeye, ayağında yürümeye, elinde tutmaya dönüşüyorsa, Kuran da kendisini yiyip sindirenin hayatı olur. Onunla bakar, onunla işitir, onunla düşünür, onunla duyar Sözün özü: Kuranın anlamıyla buluşmak Allah ile buluşmaktır. Haydi o halde, anlamla buluşmanın doyumsuz hayrını ve hazzını yaşamaya!..
kaynak
Âyette, Allahın gökleri ve yeri hak ile (bil-hak) yarattığı buyrulmaktadır. Hak ile yaratmak, yaratılıştaki anlamlılığa ve amaçlılığa delalet eder. Göklerin ve yerin anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışı isbat yoluyla Kuranda defaatle ifade buyruluyor. Fakat bununla yetinilmiyor. Aynı hakikat anlamsızlığın ve amaçsızlığın nefyi yoluyla bir de tersinden vurgulanıyor. Böylece kelime-i tevhidde ifadesini bulan isbat ve nefiy üslubu, aynen göklerin ve yerin amaçlılığı için de kullanılmış oluyor: Göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri bir anlam ve amaçtan yoksun olarak (bâtılen) yaratmadık. (Sâd 38/27).
Kuranda anlamlı ve amaçlılığa yapılan sadece gökler ve yerler için vurgu yapılmaz. Göklerin ve yerin Allah tarafından anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışından daha fazla vurgu, vahyin anlamlı ve amaçlı olarak (bil-hak) gönderilişine yapılır: İşte bu Allahın Kitabı bir anlam ve amaca mebni olarak (bil-hak) indirmesi sayesindedir. (Bakara 2/176). İşte bunlar Allahın mesajlarıdır; Biz bunları sana gerçek bir anlam ve amaca mebni olarak iletiyoruz. (Bakara 2/252). Bütün bunlar Allahın mesajlarıdır. Bunları belli bir anlam ve amaç uğruna sana bildiriyoruz. (Âl-i İmran 3/108).
Allah gökleri ve yeri nasıl hak ile yarattıysa, vahyi de hak ile göndermiştir. Vahyin hak ile gönderilmesi, bir anlam ve amaca mebni olarak gönderilmesidir. Fakat göklerin ve yerin anlama konu olmasıyla, vahyin anlama konu olması arasında esaslı bir farklılık vardır. Gökler ve yerin taşıdığı anlam mübin olarak vasfedilmemiştir. Zira kâinat kitabı taşıdığı anlamı okuyacak olana dolaylı olarak ifşa eder. Fakat Kuran mübin olarak vasfedilmiştir. Zira Kuran bizzat manaların taşıyıcısıdır ve taşıdığı manaları okuyacak olana doğrudan söyler. Allahın kelamı mubîndir Mubîn, Kuranın Kuranda geçen sıfatlarından biridir. Aynı zamanda, yine hepsi de Kuranda Kuran için kullanılan Mecîd, Kerîm, Aziz gibi isimler Kuranın özneliğine delalet eder. Zira ism-i fâil (özne) formundadır. Ebâne fiilinden türetilen mubîn hem geçişsiz, hem de geçişli olmak üzere, iki manayı birden bünyesinde taşır. Mubîn geçişsiz olarak açık ve anlaşılır manasına, geçişli olarak ise açıklayan ve anlaşılır kılan manasına gelir. İşte size Allahtan bir nur ve mubîn kitap gelmiştir. (Maide 5/15). Elif-Lâm-Râ.
İşte bunlar, mubîn bir Kitabın âyetleridir. (Yusuf 12/1). Elif-Lâm-Râ. İşte bunlar, Kitabın, yani mubîn Kuranın âyetleridir. (Hicr 15/1). Tâ-Sîn. İşte bunlar, Kuranın, yani mubîn Kitabın âyetleridir. (Neml 27/1) Böyle devam edip gidiyor Kuranda bu kadar sık vurgulanan mubîn sıfatı, mucizevî bir ihbar niteliğindedir. Adeta gelecekte, Biz Kuranı anlayamayız, Kuranı anlamak nerde, biz nerde!, Kuranı üstadlarımız anlar, bize de anlatır diyecek zümrelerin çıkacağını zımnen haber vermektedir. Tabi ki Kuran hem açık ve anlaşılır, hem açıklayan ve anlaşılır kılan manasına gelen bir sıfatla muttasıf kılınmakla, bu mantığı reddetmektedir. Zira bu mantık, Furkan Sûresinin 30. âyetinde Hz.Peygamberin kıyamette ümmetini Allaha şikâyet edeceği Kuranı mehcur bırakma cinayetinin de sebeplerinden birini teşkil etmektedir.
Kuran kime hitap etmişse, anlamak da ona düşer. Eğer Kuranı anlamaktan muaf tutulan bir zümre varsa, bu zümre Kuranın hitap etmediği bir zümre olmalıdır. Şu halde cevabını aramamız gereken sual Kuran kime hitap etmektedir? Bu sualin cevabı belli: Kuran avamı ve havassıyla tüm müminlere hitap etmektedir. Onlarca kez gelen Siz ey iman edenler hitabı bunun delilidir. Dahası Kuran tüm insanlığa hitap etmektedir. Defalarca gelen Ey insanlık hitabı bunun delilidir. Şu halde, bizzat Kuranın kendisi insan olan hiç kimseyi kendisini anlamaktan muaf tutmamaktadır. Kuranın Hedef kitlesi insandır. Hele kendisine iman eden bir mümini kendisini anlamaktan muaf tutması olacak şey değildir. Birine hitaben gönderilmiş her mesaj, muhatabından kendisini anlamasını ister. Bu hem mesajı gönderenin hakkı, hem de gönderilen mesajın hakkıdır. Kuranı anlamak Allahın özelde mümin, genelde tüm insanlık üzerindeki hakkıdır.
Yine Kuranı anlamak, Kuranın kendisine hidayet rehberi olarak inanan tüm müminler üzerindeki hakkıdır. Kuranı anlayamayacaklarını düşünenler, Allahın ve Kuranın hakkına geçiyorlar demektir. Kuranı anlamak için gayret edenler ise, Allahın ve Kuranın hakkına riayet ediyorlar demektir. Kuran kendisine iman eden kimseye kendisini anlamayı bir fariza olarak yüklemektedir. Sık sık mubîn sıfatıyla anılması, Kuranın muhatabına verdiği Ben açık ve anlaşılır bir kitabım mesajıdır. Kendisini Kurana doğrudan muhatap kabul etmeyen biri, çıkıp şöyle diyebilir: Kuran ulema tarafından okunmuş, anlaşılmış, yorumlanmış ve kodlanmıştır; bize bunlar yeter. Böyle bir mantık, Kuranı anlamanın sadece müminler içinden belli bir zümreye has olduğunu iddia eden mantıktır. Fakat İslamda ne Yahudilikteki gibi din adamları sınıfı (ahbar), ne de Hıristiyanlıktaki gibi bir ruhban sınıfı mevcuttur. İnsanları önce avam, havas ve ehassul-havas diye sınıflara tasnif edip, sonra da tepeden bakıcı bu tasnif üzerinden kendini seçkinleştirme ve ait olduğu zümrede ayrıcalık vehmetme, Allahın razı olmadığı bir zümre kibrine dayanır.
Zaten hakikat ve hikmete ulaşmak için her tür akreditasyon ve inisiye olma şartı, Kuranın ruhuna aykırıdır. Bu yaklaşım Müslümanlara diğer kültürlerden intikal etmiş bir hastalıktır. İslamda her mümin dininin adamıdır. Yukarıdaki gibi düşünen birine sorulacak ilk soru şudur: Ya sizin ulema dedikleriniz de sizin dediğinizi demiş olsalardı, durum ne olurdu? O zaman siz ne diyecektiniz? Bu suale Ama demediler, işte koca bir İslam ilim mirası önümüzde duruyor cevabı verilebilir. Bu kez sorulacak sual şudur: Onlar da sizin gibi Kurana muhataptılar, kendi zaman ve mekânlarında sorumluluklarını gayretleri nisbetinde yerine getirdiler. Onların kendi sorumluluklarını yerine getirmiş olması, sizin üzerinizden sorumluluğu kaldırır mı? Onların ortaya koyduğu müktesebat, sizin Kurana muhatap olduğunuz hakikatini ortadan kaldırır mı? Böyle yapmak, tam da Hz. Peygamberin Hesap Gününde ümmetini Allaha şikâyet edeceği husustur. Dikkat buyurun, âyette Rasulullahın şikâyet edecekleri ümmeti içinden âlimler değil, havas değil, ehassul-havas da değildir.
Bu tavır, Kuranı mehcur bırakmaktır. Bir şeyi mehcur bırakmak, o şeyi terk etmek değil, onu işlevsiz kılmak, onunla aktif ve aktüel ilişki kuramamak demektir. Bu yüzden Arap lisanında küsme fiili için de aynı kelime kullanılır. Bu sakat mantık meseleye böyle yaklaşmakla, zımnen Kuranın manalarının öncekiler tarafından tüketildiğini söylemiş olmaktadır. Bu Kurana yapılmış büyük bir bühtandır. Kuranın anlamıyla buluşmayan, Kuranla buluşmuş sayılamaz. O olsa olsa mushafla buluşmuştur, fakat Kuranla buluşmamıştır. Kuran muhatabını inşa eden özne bir hitap olarak indi, fakat biz onu özne olmaktan çıkarıp nesneleştirdik. Kuranı nesneleştirme üç alanda şöyle tezahür etti: 1. Kurandan Mushafa. 2. Tertilden tecvide. 3. Lafızdan manaya. Kuranın anlamıyla buluşmak için bu üç sonucu doğuran sürecin tersine döndürülmesi gerekir.
Yeniden Kuran Mushafın önüne, Kuranın emrettiği tertil ile okuma tecvit ile okumanın önüne, Kuranın manası lafzının önüne alınmalıdır. Kuran Mushafın imamı, tertil tecvidin imamı, mana lafzın imamı olmalıdır. İmamla cemaat yer değiştirmemelidir. Okumaktan murat anlamak Kuran, lafzı bir kez manası sonsuz kez inen ilahi bir hitaptır. Adı üstünde Kuran, kelimenin tüm olumla anlamlarıyla sürekli okunan demektir. Kuran okumak, nakarat söylemek manasına değildir. Kuran vahyini ikra emriyle indirmeye başlayan Allah hâşâ- içinde anlam olmayan bir okumayı emretmiş olamaz. O zaman Oku emri anlamsızlaşırdı. Oku emri, anlamsız bir emir değil, içinde anlam olan ve anlamı da içeren bir emirdir. Yani Oku, ama anlamasan da olur şeklinde bir okuma, Kuranın kıraet dediği bir okuma değildir. Birine oku denildikten sonra ayrıca bir de anla denilmez.
Zira Oku emri, aynı zamanda anla emrini içerir. Anlamadan okumak, akleden kalbi işin içine dâhil etmeden yapılan bir eylemdir. Bunun adı kıraet olamaz. Kuran ise muhatabından aklını işe dâhil etmesini ister. Akletmezler mi? diye sorar. Ne kadar da azınız aklediyor? diye sitem eder. Onlar Kuranı hiç tedebbür etmezler mi? diye sorar. Biz Kuranı hatırlamak için kolaylaştırdık; o halde yok mu öğüt alan? (Kamer 54/17) diye sorar. Bu soruyu bir tek sûrede (Kamer) tam altı kez sorar. İbret alın ey aktif akıl sahipleri! diye nida eder. Biz âyetlerimi tefekkür eden bir topluluk için işte böyle tafsilatlı kıldık (Yunus 10/24) der. Kuran baştan sona yaklaşık 800 yerde düşünme ve düşünmenin türevlerine atıf yapar. Kuranda bu kadar çok atıf yapılan bir başka insan özelliği daha yoktur.
Kuran Varlıkların en şerlisi kimdir? sorusuna hiçbirimizin durup dururken vermeyeceği muazzam bir cevap verir: Allah katında hareket eden varlıkların en şerlisi, akletmediği için hakikate kör ve sağır davranan kimselerdir. (Enfal 8/22). Bu yüzden büyük arif Haris b. Esed el-Muhasibi el-Akl vel-Fehmul-Kuran isimli muhalled eserinde şu muhteşem cümleyi kurar: Akıl Kurandır, Kuran akıldır. Aklın Kuran, Kuranın akıl olması için o aklın Kuranla inşa olması gerekir. Kuranla inşa olan akıllar Kurana kesmiş akıl olmayı hak ederler. Hamil-i Kuran olmak hâfız-ı Kuran olmakla eş değer değildir. Hamil-i Kuran olmak, önce aklı Kurana kesmek, sonra o akılla iki ayaklı Kuran olmaktır. Kıraat, akleden kalbin işe dâhil olduğu bir okuma biçimidir.
Akleden kalbin içinde yer almadığı bir okuma biçimi kıraet değil, olsa olsa tilavettir. Kıraat anlamak için okuma, tilavet aktarmak ve duyurmak için okumadır. Tilavet için Mushaf yeterlidir, fakat kıraat için Kuran şarttır. Bu nedenle ses ve görüntü aletleri sadece Kuranı tilavet edebilirler, fakat kıraat edemezler. Mamafih CDler Kuran tilavetini kusursuz ve mütemadiyen yapabilirler, fakat hiçbir CD Kuran kıraet edemez. Kuran kıraat etmek, Kuranı terennüm etmek değil, Kuranı tedebbür etmektir. Kuran muhatabından kıraat etmesini istemekle yetinmeyip, daha ileri giderek tedebbür etmesini istemektedir: Yoksa onlar Kuranı hiç tedebbür etmezler mi? (Nisa 4/82). Yoksa onlar Kuranı hiç tedebbür etmezler mi, ya yoksa kilit vurulmuş kalplere mi sahipler? (Muhammed 47/24). Tedebbür arka, art, sırt, görünmeyen taraf manalarındaki duburden müştaktır. Âyet, Kuranın satırlarından satır aralarına, oradan da satır arkalarına geçmemizi istemektedir. Tedebbür anlamaktan da çok daha derin bir şeydir.
Eğer Kuran muhatabından tedebbür istiyorsa, anlamayı haydi haydi ister. Zira tedebbür kıraattan çok daha derin bir şeydir. Buna derin okuma da diyebiliriz. Kıraat Kuranın ne dediğini anlamayı, tedebbür ise Kuranın ne demek istediğini anlamayı ifade eder. Tezekkür, tedebbür, taakkul, tefakkuh, tefekkkür Kuran muhatabından tedebbür istemesi, aklını kendisine vermesini istemesidir. Zaten Kuran muhatabından sadece tedebbür istemez, hepsi de tefaul kalıbıyla gelen başka şeyler de ister. En iyisi Kuranın muhatabından istediği anlama faaliyetinin beş ayrı ifadesi üzerinde teker teker durmak: Tezekkür: Geçmişe yönelik derin düşüncedir. İstikameti mazidir. Hatırlama eksenlidir.
Unutulan veya aktif ve aktüel olarak kullanılamayan bir bilgi veya tecrübenin varlığına atıftır. Vahyin bir adı da zikrdir. İnsana fıtratını, unuttuğu hakikatleri, insanlığın değişmez değerlerini hatırlattığı için tüm vahiyler bu sıfatla anılmıştır. Tedebbür: Geleceğe yönelik derin düşüncedir. İstikameti istikbaldir. Tedbir alma eksenlidir. Zaten tedbir de tedebbür ile aynı kökten gelir. Tedebbür eden tedbir alabilir. Tedebbür ile feraset ve basiret arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tedebbür edenin feraset ve basireti artar, feraset ve basiretli olan tedebbür eder. Mümin gaybı taşlamaz, gaybı bilmek için çırpınmaz.
Tedebbür ile yetinir. Tedebbür yaparak aldığı tedbirlerle, gaybı bilmemekten doğan cehalet açığını kapatır. Taakkul: Derinliğine bağ kurmaya yarayan düşüncedir. Sebeplerle sonuçlar, illetlerle hikmetler, eserle müessir, faille fil, sanatla sanatkâr, Halik ile mahluk, Rasuller ile Risalet, duygu ile düşünce, parça ile bütün, cevher ile araz, hülasa her şeyle her şey, her şeyle bir şey arasında bağ kuran düşünceye taakkul denir. Akla, bağ kurduğu için akıl denmiştir. Bağ kuramayan akıl akıl denmeyi hak etmeyen akıldır. Düşünce faaliyeti içerisinde taakkul, geçmişe yönelik düşünce olan tezekkür ile geleceğe yönelik düşünce olan tedebbür arasında bağ kurma yeteneğini kullanmaktır.
Tefakkuh: Olan biteni derinliğine anlayıp bu anlayışı şimdi e buradaya taşımaya yarayan düşüncedir. İstikameti şimdi ve buradayı temsil eden haldir. İlm-i hal, tefakkuh ile elde edilir. İnsanın halinin ilmini bilme ilmi olan fıkıh ilmine bunun için fıkıh adı verilmiştir. Emrolunduğumuz şey fıkıh tahsil etmek değil, tefakkuh etmemizdir. Zaten tefakkuhsuz bir fıkıh, hem sahibinin hem de başkalarının başına iş açar. Tarih bunun sayısız örneğine şahittir. Tefekkür: Tezekkür, tedebbür, teakkul ve tefakkuhtan oluşan bütün bu dörtlü süreci içine alan düşünme faaliyetinin tümünü birden kapsayan şumullü düşünme faaliyetidir. Tefekkür ile tekfir birbirinin zıddıdır. Kuranda tefekkür özendirilir, tefkir yerilir. Sadece iki yerde kullanılan tekfir, sığ ve önyargılı düşünmeye, tefekkür ise derin ve önyargısız düşünmeye denilir.
Esasen bu beş kelimenin de aynı kalıpla (tefaul) gelmiş olması tesadüf değildir. Zira bu kalıp Arap dilinde tekellüf kalıbıdır. Yani bu beş tür düşünme faaliyetinin olmazsa olmazı külfete katlanmaktır. Aklı zahmete sokmadan tefekkür faaliyeti gerçekleşmez. Bedel ödemeden, akıl teri dökmeden, külfete katlanmadan, hakkını vermeden tefekkür yapılamaz. Anlamaktan gaye yaşamaktır Kuran Allahın muradını taşır. Bu murad sadece Kurandaki emir ve nehiylerde kendini ifşa etmez.
Bununla birlikte Kuran kıssalarında, geçmiş kavimlerin haberlerinde, dramatize etmenin en güzel yöntemi olan Kuran mesellerinde, ahirete ilişkin gaybi haberlerde, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, hak ve batılı, zalim ve mazlumu tavsif eden ibarelerde de ifşa eder. Allahın muradı vahiy olarak insanların önüne geldikten sonra, ilahi muradı anlamak farzdır, hatta efrazdır. Zira tüm farzlar ancak Onun muradını anlamakla îfâ edilebilir.
Tüm farzların maksadı, murad-ı ilahiyi anlayınca gerçekleşir. Yoksa farzı eda eder insanlar, fakat onu îfâ etmezler, yani farzın arkasındaki muradı ilahiye vefa göstermiş olmazlar. Kuranı okumaktan murad anlamak, anlamaktan murad ise yaşamaktır. Anlamak okumanın gayesi, yaşamak anlamanın gayesidir. Bir şey anlaşılmadan yaşanmaz, yaşanmadan hayat olmaz ve hayat vermez. Kuran hayat kitabıdır. Beşere hayat vererek onu insan etmek için üflenmiş ruh gibidir. Hatta vahiy ruhun ta kendisidir. Bunu vahyin kendisi söyler. Nahl Sûresinin 2. âyetinde, Kadr Sûresinin 4. âyetinde vahiy rûh olarak yer alır. Vahiy, ruhun ruhudur. Vahiysiz kalan insanın ruhu ruhsuz kalmıştır.
Ruhu ruhsuz kalan insan, bedeni ruhuna tabut olmuş canlı cenaze gibidir. Kuran, sahibi Allah olan hayat okulunun yine Allaha ait olan müfredatıdır. Kurandan ders almayan Allahtan ders almıyor demektir. Vahiy kendisini düşünen bir topluma ithaf eder. Dersi ise vahiyle hayatına istikamet vermek isteyenler alır. Hz.Ömer şöyle der: Lâ yağrurkum men karael-kuran! İnnema huve kelamun netekellemu bih. Velakin unzuru men yamel bih (Birinin Kuran tilavet etmesi sizi aldatmasın! O dilimizdeki bir sözdür! Asıl siz onu kim hayatına koyuyor, ona itibar edin!) Hidayetine Hadid Sûresinin 16. âyeti sebep olan Fudayl b. Iyaz şöyle der: İnnema nezelel-Kuranu li-yumele bih; ittehazen-nasu kıraetehu amelen (Kuran sadece kendisiyle amel olunmak için indirildi; fakat insanlar onu kıraat etmeyi amel edindiler).
Efendimiz Eşrâfu ummetî hameletul-Kuran (Ümmetimin en şereflileri Kuranı taşıyanlardır) buyurur. Dikkat! Burada Kuranı taşımak Kuranı hıfzetmek değildir. Buradaki taşıma tam da şu âyetteki taşıma ile aynı manadadır: Tevratı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden bihaber olan) eşeğin durumu gibidir. (Cuma 62/5). Âyette de hadiste de geçen kelime hamldir. Kuran hamili olmak, Kuran hammalı olmak değil, Kuran âmili olmaktır.
Celaleddin Rumi Sahabe efendilerimiz Kuranı yerlerdi tesbitinde bulunuyor. Bu muhteşem tesbitin ele verdiği hakikat şudur: Nasıl yemek, onu sindirenin gözünde görmeye, kulağında işitmeye, aklında düşünmeye, kalbinde sevmeye, ayağında yürümeye, elinde tutmaya dönüşüyorsa, Kuran da kendisini yiyip sindirenin hayatı olur. Onunla bakar, onunla işitir, onunla düşünür, onunla duyar Sözün özü: Kuranın anlamıyla buluşmak Allah ile buluşmaktır. Haydi o halde, anlamla buluşmanın doyumsuz hayrını ve hazzını yaşamaya!..
Mustafa İSLAMOĞLU
kaynak