İslamda çalışmanın ve insanlarla ünsiyet kurmanın ölçüsü[ihvanın katılımıyla birlikte

Bu konuyu okuyanlar

ashabulyemin

Profesör
Katılım
6 Aralık 2008
Mesajlar
3,389
Reaksiyon puanı
20
Puanları
0
S.a

ihvan istedikki bir ilim meclisi oluşturup islami konuları edile-i şeriye ışığında araştıralım tartışalım.Burada gaye hepimizin birşeyler öğrenmesi ve güzel bir uygulamanın başlamasıdır.
Allah[cc]razı olsun kardeşlerimiz başlamış bölümün takipçisi kardeşlerimiz konu hakkında yorumlarını yazarlarsa sohbet halkamız tamamlanmış olur.
A.s // S.a

Şu hususlara değinebilir misiniz:
İnsanlarla ünsiyet kurmanın sınırı nedir ? nasıl olmalıdır vs?
Bir de dünya hayatına çalışmanın sınırı ölçüsü var mıdır ?

Allah cümlemizi hidayete erdirsin... Amin..

QUOTE]


İslam'da çalışmanın hükmü nedir?


Bazı kimseler, maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlık’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyelerini yanlış değerlendirir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, İslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola girerler.

Yardımlaşma, kâinatta hâkim olan en esaslı düsturlardan birisidir. Bu prensip insanlar arasında da yerini almış ve onları birlikte yaşamaya sevk etmiştir. Bunun neticesinde aile ve cemiyet ortaya çıkmıştır. Cemiyetin en küçük yapı taşı olan aile içinde de yardımlaşma vardır. Aile, çalışabilen ve çalışmayan fertlerden meydana geldiğine göre, çalışamayanların nafakasının temini aile reisine düşmektedir. İslâm dini aile reisinin evindekilerin rızklarını temin etmeyi vacip kılmıştır.1

Resulullah (a.s.m.) de bir hadisinde, "Nafakası üzerine vacip olanları ihmal etmesi bir kimseye günah olarak yeter."2 buyurarak bu mes'uliyete dikkat çeker.

Dinimiz nafaka teminini bir vazife olarak insanlara bildirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu vazifenin sevap yönünü de nazara vererek insanları ona teşvik ediyor. Peygamberimiz (asv) bir hadisinde, "Erkeğin kendi nefsi, ailesi, çocuğu ve hizmetçisinin nafakasına harcadığı malı onun içini sadakadır."3 buyurarak buna işaret etmektedir.

Bir başka hadisinde ise, "Allah yolunda harcadığın para, bir köle azad için verilen para, bir biçare fakire tasadduk ettiğin para ve çoluk çocuğuna sarf ettiğin paralar yok mu? İşte bunların ecir bakımından en büyüğü ailene sarf ettiğin paradır."4 buyurarak ailenin maişeti için harcanan paranın ne derece sevaplı olduğunu beyan etmektedir.

Yine bu şekilde çalışan bir mü'minin hak yolunda olduğu da şu hadis-i şerifte bildirilmektedir:

"Bir adam küçük çocuğu için çalışıyorsa Allah yolundadır. Yaşlı anne-babası için çalışıyorsa Allah yolundadır. Ailesi için çalışıyorsa Allah yolundadır."5

Sözü edilen bu sevaplara mazhar olmak ve dünyevî çalışmaların ibâdet saati içinde sayılabilmesi için, kişinin kendi şahsı ibadetinde ve taatında bir ihmal ve tembellik göstermemesi şartı esas alınmalıdır. İki namaz vakti arasında kalan diğer saatlerin, vakit namazları kılındığı takdirde, bir ibadet şekline geleceği ve bu arada işlenen günahların affolacağı, verilen müjdeler arasındadır.6

Nitekim asrımızın müfessirlerinden Bediüzzaman Hazretleri kendisini ziyarete gelen bazı işçi ve memurların çalışmalarının bazı şartlarda ibadet sayılacağı hususunda hatırlatmalarda bulunmuştur. Meselâ, şeker fabrikasında çalışan işçilere, "Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünkü milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz." Yine tren yolunda çalışan işçilere, farzları eda edip büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, bütün çalışmalarının ibadet olacağını söyleyerek teşvikte bulunmuştur. Bir defasında elektrik işçilerine de şöyle nasihatte bulunmuştur: "Bu elektriğin umum millete büyük menfaati var. O umumî menfaatleri hissedar olabilmeniz için farzınızı kılınız. O zaman bütün sa'yiniz [çalışmanız] uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer."7

Bu durumda insan, üzerine farz, olan ibadetlerini eda eder, günahlardan da çekilirse, geriye kalan çalışması ve istirahatı hep sevap dolu vakitler haline gelir. Fakat hırs gösterip maişetinin azalacağından korkarak kulluk vazifesini bıraksa, "bütün sa'yinin (çalışmasının) semeresi (neticesi) yalnız, dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır."8 Yani, sadece basit ve dünyaya ait bir çalışmadan öteye geçemez.

Çoluk çocuğun nafakası için çalışmayı tek başına ibadet şeklinde düşünmek hatalı ve eksik bir telakkidir. Çünkü Allah'ın emrinde ihmal gösteren ve günahlardan çekinmeyen kimse her haliyle kusur ve haramdan yakasını kurtaramaz. Bu düşünce, olsa olsa şeytanın bir aldatmasıdır ve kişiyi felâkete sürüklemesinden başka birşey değildir.

1. Bakara Sûresi, 233;
2. İbniMâce,Ticaret: 1.
3. İbni Mâce, Ticaret: 1.
4. Müslim, Zekât: 39.
5. Taberânî, 2: 60.
6. İbni Mace, İkame: 79.
7. Taribçe-i Hayat, s. 406.
8. Sözler, s. 253.


Bu konuya daha ayrıntılı değineceğiz.Kardeşimiz ''İnsanlarla ünsiyet kurmanın sınırı nedir ? nasıl olmalıdır vs?
diye bir konu açmışki nereden tutarsan bir ateş fazlasıyla ehemmiye arzediyor.dostluk samimiyet veya yakınlık olarak algıladığım bu soruda püf noktası kadınlarla ünsiyet kurma veya tersi erkeklerle ünsiyet kurma.Karma bir yaşamın uygulandığı kadın ve erkeklerin birlikte yaşamaya zorlandığı günümüzde bu nasıl olacak.
öncekiyaşamda dostluklar Allah[cc]rızası üstüne kurulmuş Allah[cc]rızası için sevmek buğz etmek nefret etmek gibi.Günümüzde ise maddi ilişkiler ön planda olmasına karşın kadın ve erkeğin edeb ve hicabtan uzak yakınlaşması bu dostlukların cinsel menfaatlar üstünedekurulabildiğini gösteriyor.O zaman ölçü ne olmalıdır.Edile-i şeriye ışığında inceliyelim.Kardeşlerimizin açıklamaları toplandığında umarımki bizler için önemli ölçüler açığa çıkacaktır.
Bu meselenin bir boyutu çevremizle mürşid-i kamillerimizle ihvanımızla bunlar nasıl olacaktır bunlarıda vaktimiz oldukça temas edeceğiz.

KADININ ERKEĞE SELAM VERMESİ, ERKEĞİN KADINA SELAM VERMESİ


Bu konuda Hanefi bilginleri; kadının erkeğe, erkeğin de kadına selâm verebileceğini, ancak erkeğin genç kadına, genç kadının da erkeğe selâm vermesinin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Selâm veren kadın yaşlı ise, erkek onun selamını duyacağı şekilde sesli olarak alır, genç ise içinden alır. Erkeğin selâm vermesi halinde de selâm verdiği kadın gençse, selâmı içinden, yaşlı ise sesli olarak alır. Yine erkek aksırdığında kadın "yerhamükellah" diye "tesmit" te bulunursa, kadın genç ise erkek onu içinden, ihtiyar ise sesli olarak cevaplar, denmiştir. (Bu konuda bk. Halîl Ahmed, Bezlü`l-mechûd XX/l4O; Aynî XVNI/299; Ibn Abidîn VI/369)

1) Selam ve selamlaşma:

Selam terimi "selime" kökünden bir mastar olup, sözlükte; maddî ve manevî sıkıntılardan kurtulmak, barış ve esenliğe kavuşmak demektir, "es-Selamu", isim olarak ise; selam, selamet, sulh ve güven anlamına gelir. Bir fıkıh terimi olarak selam; karşılaşan iki müslümanın birbirine yaptıkları dua cümlesinden ibarettir. Selam veren "es-selamu aleyküm (Allah'ın selamı sizin üzerinize olsun)" der selamı alan ise "ve aleykümü's-selam ve rahmetullah (Allah'ın selamı ve rahmeti sizin üzerinize olsun)" diyerek ilaveli duada bulunur.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Bir selam ile selamlandığınızda, siz de ondan daha güzeli ile selamlayın veya aynı île karşılık verin" (en-Nisa, 4/86.) Selam aynı zamanda Cenab-ı Hakkın doksan dokuz güzel isimlerinden birisidir.

Selamlaşmanın "selam" sözcüğü ile yapılması gerektiğini bildiren pek çok ayet ve hadis vardır. Bunlardan bir kaç tanesini zikredeceğiz:
"Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara deki: Size selam olsun" (el-En'am, 6/54.) "Elçilerimiz (melekler) İbrahim'e müjde getirdiler ve "sana selam olsun" dediler." (Hûd, 11/69; örnekler için bk. Meryem, 19/15, 33, 47; Taha, 20/47; el-Kasas, 28/55; es-Saffat, 37/79, 109, 120, 130, 181.) Ahiret hayatında da selamlaşmanın aynı kelimelerle yapılacağı belirtilir. "Melekler: "Sabrettiğinize karşılık size selam olsun..." derler." "İman edip de iyi işler yapanlar, Rablerinin izni ile içinde sonsuza kadar kalacakları altından ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri söz "selam"dır. (İbrahim, 14/23; bk. Yunus, 10/10) "Onlar meleklerin "size selam olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin" diyerek, tertemiz bir şekilde canlarını aldıkları kimselerdir." (en-Nahl, 16/32. Hadiste "Selam, cennet ehlinin selamlaşma şeklidir.» buyurulur, bk. A. Hanbel, IV, 381)

Yahudiler Medine döneminde Hz. Peygamberle karşılaşınca "Sana ölüm olsun" anlamına gelen "Es-samu aleyke" şeklinde selam veriyorlardı. Hz. Peygamber onların bu kaba selamlarına "aleyküm "size olsun" diye cevap vermekle yetinir, edepli ve yumuşak tavrını değiştirmezdi. Bu arada inen bir ayetle yahudilerin bu tavrı kınandı ve onların cehenneme girecekleri bildirildi. (bk. el-Mücadele, 58/8.) Ashabı kiramdan kimilerinin yahudilere, aynı sözlerle, hatta "ölüm, kınama ve lanet size olsun" gibi ilavelerle cevap vermesi üzerine Allahın Rasulü ehli kitapla olan selamlaşmayı şu şekilde belirledi."

"Size ehl-i kitaptan birisi selam verince "aleyke veya aleykum (sana veya size de olsun)" şeklinde cevap veriniz." (Buharî, İsfi'zan, 22, Murteddîn, 4; Müslim, Selam, 9, 87; Malik, Muvatta', Selam, 3; A.b. Hanbel, II, 9, III, 99; İbn Kesîr, a.g.e., III, 462.)
Hz. Peygamberin ve ashab-ı kiramın birbirleriyle "es-selamu aleyke veya es-selamu aleykum (Allah'ın selamı sana veya size olsun)" sözlerini kullanarak selam verdikleri tevatür derecesine ulaşan hadislerle sabittir. ( bk. Buharî, İsti'zan, 1,3, 28; Tefsiru Süre, 33/8; Enbiya, 1; Müslim, Edeb, 37; Ebü Davud, Akdıye, 21, Libas, 24 45; A. b. Hanbel, l, 85, 146.) Nitekim Allahü Teala, Adem (a.s)'ı yarattığında, ona; "git, meleklere selam ver, nasıl selam alacaklarını dinle, bu senin ve neslinin selamlaşma örneği olacaktır" dedi. Bunun üzerine Adem (a.s) meleklere; "es-Selamu aleykum (Allah'ın selamı size olsun)" dedi. Onlar da; "es-Selamu aleyke ve rahmetullah (Allah'ın selamı ve rahmeti sana olsun)" diyerek karşılık verdiler. ( Buharî, Halku Adem, 2, IV, 102; Tecrîd Sarîh, Terc. IX, 46, H. No: 1367; el-Kurtubî, a.g.e, XX, 45.) Selam başta belirtme takısı olmaksızın "Selamün aleykum" şeklinde de ifade edilebilir. (Buharî, İsti'zan, 9; A.b. Hanbel, I, 387.)

Kimi zaman selam yerine "merhaba" denildiği, özellikle dışarıdan gelen kimseye karşı "hoş geldin" anlamında bu ifadenin de kullanıldığı nakledilmiştir. (bk. Buharî, İman, 40, İlm, 25, Salat, 4; Müslim, İman, 24, Misafirin, 82; İbn Mace, Mukaddime, 22; Ebu Davud, Zekat, 6) Merhaba; bolluk ve genişlik dileme, başımızın üstünde yerin var gibi anlamları kapsar. "Musafaha" konusunu incelerken, Medineli Ensar kadınların biat için toplandıklarında Hz. Ömer'in Selamım "Rasülulah'a ve Rasulultah'ın elçisi Ömer'e merhaba" sözleri ile cevapladıklarını belirtmiştik. Günümüzde kullanılan "hayırlı sabahlar", "hayırlı akşamlar", "iyi günler", "iyi akşamlar", "günaydın" veya "tünaydın" gibi deyimler, selam verilenler üzerinde huzur, güven ve esenlik meydana getirebilirse de "İslam'a ait selam"ın yerini tutmadığında açıklık vardır. Belki bu deyimler asıl selamlaşmadan sonra dua ve temenni niteliğinde söylenebilir.

Hanefilere göre, selamı vermek sünnet, almak vacip hükmündedir. Çünkü ayette, "size selam verilince, ona ondan daha güzeli ile veya aynı ile karşılık verin" buyurularak, selam alma emir siygası ile ifade olunmuştur. Diğer yandan Allah'ın Rasulü, müslümanın müslüman üzerindeki haklarını sayarken, ilkinin verilen selamı almak olduğunu belirtmiştir. (İbn Mace, Cenaiz, 1; A. b. Hanbel, II, 332, VI, 385.)
Selamın İslam toplumunda yaygınlaştırılmasını emreden Allah elçisi, bir hadisinde bunun toplumsal sonucunu şöyle açıklamıştır: "Ruhumu kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir ameli size haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız." (Müslim, iman, 93; Ebu Davud, Edeb, 131; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame, 54, İsti'zan, 1; ibn Mace, Mukaddime, 6; A. b. Hanbel, l, 165; bk. Buharî, Nikah, 71, Eşribe, 28, İsti'zan, 8; Nesaî, Cena'iz, 53.)

2) Erkek ve kadın arasında selamlaşma:

Yukarıda verdiğimiz ayet ve hadislerde erkek-kadın ayırımı yapılmadığı için, özel bir delil bulunmadıkça, selamlaşma kapsamına her iki cins de girer.

Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre, kadınların ilk olarak erkeklere selam vermesi caiz değildir. Çünkü kadınlar ezan, kamet, açıktan Kur'an-ı Kerîm okuma gibi faaliyetlerden menedilmişlerdir. Yalnız mahrem hısımlar bunun dışındadır. Bunlara onların selam vermesinde bir sakınca bulunmaz. Bu duruma göre, ünsiyet nedeniyle önce bir erkek selam vermişse, kadın bu selamı alabilecektir.
Malikîler selamlaşma konusunda genç kadınla yaşlı arasında ayırım yapmışlardır. Dayandıkları delil, "kötülüğe giden yolu kapama (seddü'z-zerîa)" prensibidir.

Hz. Peygamber'in mahremi olmayan kimi kadınlara selam verdiğini yada onların selamını aldığını gösteren uygulama örnekleri vardır.
Esma binti Yezîd (r. anha) Allah'ın Rasulünün bir kadınlar topluluğuna uğradığını ve kendilerine selam verdiğini nakletmiştir. (Ebü Davud, Edeb, 127.) Diğer yandan fetih yılında, bir gün Hz. Peygamber evde boy abdesti alıyor ve kızı Fatıma da onu örtüyordu. Bu sırada Ebu Talib'in kızı Ümmü Hanî içeri girip selam verince, Nebî (s.a.s) onun kim olduğunu sormuş ve kendisine "merhaba" demiştir. (Buharî, Gusl, 21, Salat, 4, Edeb, 94; Müslim, Hayz, 70, Müsafirin, 82; Tirmizî, İsti'zan, 34: Nesaî. Tahare. 142.)

Bir gün Hz. Peygamber, eşi Aişe ile birlikte bulunurlarken yanlarına Cebrail (a.s) gelmişti. Hz. Peygamber, eşine; "Bu Cebrail (a.s)'dır, Sana selam veriyor" buyurunca Hz. Aişe, "Ve aleyhi's-selam (ona da selam olsun)" diyerek selamı almıştır. (Buharî, Bed'u'l-Halk, 6, isti'zan, 16, 19; Müslim, Fazailu's-Sahabe, 90, 91; Tirmizî Menakıb, 62, isti'zan, 5.)

Benzer selamlaşma uygulaması kimi sahabe erkek ve kadınları arasında da olmuştur. Yukarıda, Hz. Ömer'in, Rasülullah (s.a.s) adına biat almak üzere gittiği kadınlar topluluğuna selam verdiğini ve kadınların da onun selamını "merhaba" diyerek aldıklarını belirtmiştik. (A.b. Hanbel, V, 85, VI, 409.) Diğer yandan Muaz b. Cebel (ö. 18/639) Yemen'e vali olarak gidince, yanına on iki çocuğu olan bir kadının gelerek selam verdiği nakledilmiştir. (A.b. Hanbel, V, 239.)

Ashab-ı kiramdan kimileri ise; erkekler kadınlara selam verebilir, fakat kadınlar onlara selam veremez, demişlerdir. Bununla birlikte Abdullah b. Ömer (r.a.)'in bir kadına rastlayınca selam verdiği, Ata b. Ebî Rabah'ın ise (ö. 115/733), "kadınlar genç olursa selam verilmez" dediği nakledilmiştir. (bk. Yusuf el-Kardavî, Fetava, II, 274.)

Yukarıdaki deliller dikkatlice incelendiğinde mahrem olmayan kadınlarla selamlaşmanın, ya kadınların topluluk halinde olması veya kadınla ünsiyet bulunması yahut da bir iş veya bir ihtiyaç nedeniyle bir araya gelme gibi durumlarda yapıldığı görülür.

Kimileri kadınlarla selamlaşmayı, onun sesinin erkeklere haram olması yüzünden yasaklama yoluna gitmişlerdir. Ancak zaruret veya ihtiyaç hallerinde ve normal zamanlarda kadının sesinin erkeğe haram olduğunu bildiren doğrudan bir ayet veya hadis yoktur. Nitekim Hz. Peygamberin aileleri için Allahü Teala, "Peygamberin hanımlanndan bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin" (el-Ahzab, 33/53.) buyurur. Sahabe erkekleri Hz. Aişe veya Hz. Peygamber'in diğer eşlerine bir şey sorar veya bir şey isterlerse, onlar perde arkasından cevap verirlerdi. Bunun gibi pek çok sahabe hanımı günlük hayatta alma, verme, sorma, cevap alma, selam ve konuşma tarzlarında erkeklere muhatap olmuş, bunlardan hiçbirisi "sus, senin sesin erkeklere haramdır" dememiştir.

Ancak bu konunun da fitne tehlikesi ve İslamî edeple sınırlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden yaşlı veya toplu haldeki kadınlara, ya da amca, dayı eşi yahut bunların kızı gibi aile içinde ünsiyet bulunan hısımlara selam verip almada herhangi bir fitne tehlikesi yoksa da, tek başına bulunan genç kız ve hanımlara selam vermede böyle bir tehlikenin yokluğundan söz edilemez. Diğer yandan selamlaşma edebiyle ilgili olarakda şunlar söylenebilir. Binitli olan yürüyene, küçük büyüğe, az olan topluluk çok olan topluluğa, yukarıda bulunan aşağıda olana selam verir. Namaz kılana, yemek yemekte olana, tuvalette bulunana ve içki-kumar gibi bir haramı işlemekte olana selam verilmez. (bk. Buharî, İsti'zan, 3-7, 11; Müslim, Edeb, 46, Selam, 1; Ebu Davüd, İsti'zan, 6; Tirmizî, İsti'zan, 14; A. b. Hanbel, III, 44, 444,, VI, 19, 20.)

3) Kadınlarla selamlaşmada dikkat edilecek hususlar:

a) Genç kız ve kadınlara topluluk halinde olurlarsa selam vermek, tek olan yabancı kadına selam vermemek. Ancak büro, iş yeri veya resmi daire gibi umuma açık olan yerler bunun dışında tutulmalıdır. İslam'a uygun çalışma şartları ve ırz güvenliği bulunan yerlerde çalışan kadınlarla, iş ve meslek gereği görüşen ve karşılaşan erkekler arasında "ünsiyet'in varlığını kabul etmek gerekir.
b) Sınıf, konferans salonu veya düğün salonu gibi yerlerde ders, konferans, seminer, sohbet vb. bir nedenle kadın topluluğunun huzuruna çıkınca selam vermek; fakat yol, bahçe, merdiven ya da koridor karşılaşmalarında ünsiyet bulunmayan tek kadına veya kadın topluluklarına selam vermemek.

c) Kız öğrencilerin çoğu zaman babası veya dedesi yaşında bulunan hocalarına, okul yönetici veya personeline selam vermesi, bunun dışında ünsiyet bulunmayan yabancı erkeklere selam vermemesi.

Sonuç olarak insanların birbiriyle tanışıp ünsiyet kurmasında ve bir iman kardeşliğinin oluşmasında, selamlaşmanın önemli bir yerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta İslam'da selam verme, kişi için mü'minlik belirtisi sayılmış ve selam verene "sen rnü'min değilsin" denilmesi yasaklanmıştır. (bk. en-Nisa, 4/94, Usame b. Zeyd, savaş sırasında şehadet kelimesini getirip selam veren bir müşriği öldürmüş ve ölüm korkusundan dolayı böyle söylediğini düşünmüştü. Durumu öğrenen Allah elçisi hiddetlenmiş ve «kalbini yarıp baktınız mı?» buyurarak Usame'ye çıkışmıştır.

Olayın bir kaç boyutu vardır:

1- Müslüman kadının giyim şekli ve bakılması haram olan yerleri

Müslüman kadının giyiminde esas mesele, tesettürü sağlamasıdır. Eli ve yüzü dışında bütün vücudunu örtmesi, açık kalmamasıdır. Giyilen bir elbisenin tesettüre uygun olması için de altını göstermeyecek şekilde kalın ve avret yerlerini örtecek kadar uzun olmalıdır. Bunun için altını gösterecek şekilde ince ve şeffaf olan bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz.

Bu meseleye esas teşkil eden hadis-i şeriflerin meali şöyledir:

Hz. Âişe'nin rivayetine göre, kız kardeşi Hz. Esma birgün Peygamberimizin huzuruna gitti. Üzerinde altını gösterecek şekilde ince bir elbise bulunuyordu. Resulullah (a.s.m.) onu görünce yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: "Ya Esma, bir kadın buluğ çağına erince—yüzünü ve ellerini göstererek—bunlardan başka bir tarafının görünmesi sahih olmaz." (Ebû Dâvud, Libas 31)

Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.} tarafından bir rivayette Peygamberimiz, giyindiği halde açık olan, yani ince ve şeffaf elbise ile dolaşan kadınların Cehennemlik olduklarını, Cennetin kokusunu bile alamayacaklarını bildirirler. (Müslim, Libas,125)

Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:

"Abdurrahman'ın kızı Hafsa'nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe'nin huzuruna girdi. Hz. Âişe başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı. (Muvatta', Libas:4)

Hz. Ömer (r.a.) ise, cam gibi şeffaf olmasa da, giyindiği zaman altını iyice belli eden elbisenin kadınlara giydirilmemesi hususunda mü'minlere ikazda bulunmuştur. (Beyhaki, Sünen, 2/235)

İmam Serahsî bu nakilden sonra, kadının giydiği elbise çok ince de olsa yine aynı hükmü taşır, şeklinde bir açıklama getirir. Daha sonra da, "Giyindiği halde açık" olan mealindeki hadisi kaydeder ve şöyle der: "Bu çeşit bir elbise şebeke (ağ) gibidir, örtünmeyi temin etmez. Bunun için yabancı erkeklerin bu şekilde giyinmiş bir kadına bakması helâl olmaz." (el-Mebsût, 10/155)

Elbisenin şeffaf olmasındaki ölçü, tenin rengini belli etmesidir. Dışarıdan bakıldığı zaman elbisenin altından insanın teni görünüyorsa, elbise ince de olsa, kalın da olsa böyle bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz. Bu mesele Halebî-i Sağir'de şöyle belirtilir: "Elbise altını, tenin rengini belli edecek şekilde ince olursa, bununla avret yeri örtülmüş olmaz. Fakat kalın olsa da, uzva yapışsa ve uzvun şeklini alsa (uzvun şekli görünür hale gelse), bu durumda örtünme hasıl olduğu için men edilmemesi gerekir, namaz caiz olur. (Halebî-i Sağır, s.141)

Mesele diğer mezheplerde de aynı şekilde ifade edilir. Mâliki mezhebinin görüşü şöyledir: Elbise şeffaf olur, cildin rengini hemen belli ederse, bununla örtünme olmaz. Bu şekilde kılınan namazın mutlaka iade edilmesi gerekir. İnce ve dar olduğu için azanın şeklini belli eden elbiseyi giymek de mekruhtur. Çünkü bu bir şahsiyetsizlik sayılır ve selef ulemasının giyim tarzına muhalif hareket edilmiş olunur. (Menânü'l-Celü, 1/156)

Hanbelî mezhebinin görüşü ise şu şekildedir:

Vacip olan örtünme, cildin rengini belli etmeyecek şekildeki örtünmedir. Eğer giyilen elbise cildin rengini belli edecek tarzda ince olur da bedenin beyazlık ve kırmızılığı görünürse namaz caiz olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmiş olmaz. Şayet rengini örter de, hacmini belli ederse namaz caiz olur. Çünkü örtü kalın da olsa bundan kaçınmak mümkün değildir. (İbni Kudâme. el-Muğnî, 1/337)

Şafiî mezhebinin görüşü ise şöyledir:

Vacip olan, cildin rengini belli etmeyecek elbiseleri giyinmektir. İnceliğinden dolayı cildin rengini belli eden bir elbiseyi giymek caiz olmaz. Çünkü böyle bir elbise ile tesettür gerçekleşmiş olmaz. Yani, inceliğinden dolayı cildin beyazlığını veya siyahlığını gösteren elbise tesettür için kâfi gelmez. Yine, elbise kalın olsa da, dokunuşu itibariyle altından avret yerlerinin bir kısmını gösterse yine yeterli şekilde örtünme sağlanmamış olur. Diz kapakları ve uyluklar gibi bedenin incelik ve kalınlığını belli eden bir elbise ile kılınan namaz sahihtir, çünkü tesettür sağlanmış demektir. Fakat azaları belli etmeyecek şekilde bir örtü kullanmak müstehaptır. (el-Mecmû, 3/170-172)

Bütün bu nakillerden şöyle bir neticeye varmak mümkündür:

Kadının kendine nikah düşen erkeklerin yanında giymiş olduğu tenin rengini belli edecek ve gösterecek şekilde ince ise bununla örtünme gerçekleşmiş olmayacağından giyilmesi caiz olmaz. Bu giyecek, bir elbise, gömlek ve etek olduğu gibi, başörtüsü ve çorap da olabilir.

Buna göre tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

- Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

- Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

- Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Vücudun azalarını iyice belli edecek şekilde giyilen dar pantolon ve dar gömlekle namaz sahih olsa da, bakanların dikkatini çekip tahrik edeceğinden dinen helal olmaz. Merhum İbn-i Âbidin de eserinde bu hususa işaret etmektedir. (Reddü'l-Muhtar, 5/238)

Diğer taraftan kadınlar gerekli örtüyü sağlamak zorunda oldukları gibi, erkeklerin dikkatini çekecek bakışlardan, konuşmalardan ve yürüyüş tarzından da sakınmaları gerekir:

"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz." (Nur Suresi 31)

İşte hür kadınların, bu istisna edilmiş kimselerden başkasına zinetlerini göstermemeleri, kendi iffet ve korunmaları ve güzel geçimleri noktasından gayet önemli olduğu gibi, yabancı erkekleri etkilememek, günaha sokmamak, edeb ve iffet telkin etmek noktasından da çok önemlidir. Özellikle bu noktayı da düşündürmek ve tesettür emrinin kuvvet ve şumülünü bir daha hatırlatmak üzere, yürüyüş tavırlarının bile düzeltilmesi için buyuruluyor ki: gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar, yani baştan ayağa örtündükten sonra yürürken de edeb ve vakar ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sunî veya doğal ziynetler bilinsin diye, bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşle dikkat nazarları çekmesinler; çünkü erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Fakat unutulmaması gerekir ki, kadının bu konuda başarısı daha önce erkeklerin iffeti ve görevlerine dikkati ve toplumda olanların gayreti ve özeni ile de ilgili olarak, bunlar da Allah'ın yardımı ile ayakta durabilir. Onun için bu noktada Resulullah (s.a.v) den bütün müslümanlara hitap ve erkekleri zikredip kadınları da içine alacak bir şekilde buyuruluyor ki:

Ve ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. Demek ki bozuk bir toplulukta kurtuluş ümid olunmaz, toplumun bozukluğu da kadınlardan önce erkeklerin kusur ve hatalarındandır. Bundan dolayı başta erkekler olmak üzere erkek dişi bütün müminler imana yaramayan ve cahiliyyet izleri olan kusur ve hatalarından tevbe ile Allah'a dönüp Allah'ın yardımına sığınıp emirlerine özen ve dikkat göstermelidirler ki, topluca kurtuluşa erebilsinler. O halde herkesin kurtuluşu bakımından iş sahipleri ve ilgili şahıslar şu emirlere de özen göstermelidir. (Elmalılı, Tefsir)

2- Kadının sesi hangi hallerde haram olur?

İslâmiyet kişiyi fitne ve fesada sürükleyen görüntü, davranış ve hallere karşı koruyucu tedbirler alır. Çünkü İslâmda insanın safiyet ve vakarının muhfazası ve bozulmaması esastır. Bu tedbir ve koruma hem erkek için, hem de kadın için eşit seviyede düşünülür.

Diğer yandan insana verilmiş olan özellik, kabiliyet ve farklılıklar bir başkasının vebal altına girmesine sebep olmamalı, yanlış duygulara kapılmasına meydan vermemeli, nefsini azdırmamalıdır.

Yaratıcı tarafından kadına ihsan edilen sesi de bu çerçeve içinde düşünmek gerekir. Esas itibariyle başta insan olmak üzere hiçbir varlığın sesi mutlak olarak haram ve günah sınıfına sokulmaz. Çünkü yaratılışında bir haramlık mevcut değildir. Bunun içindir ki, hiçbir âyet ve hadis kadının sesini haram kılıcı bir hüküm bildirmez.

Başta Hanefi ve Şâfiî imamları olmak üzere mezhep sahibi müçtehid imamlarımızın kanaatleri de bu merkezdedir. Hattâ bütün fıkıh kitaplarında şu hükmü görüyoruz: Cumhura göre kadının sesi avret değildir. Yani bütün müçtehidlere göre kadının sesi haram değildir.

Şâfiî mezhebi âlimleri ve diğer müçtehidler şöyle derler: “Kadının sesi avret değildir. Çünkü kadın alış veriş yapar, mahkemede şahitlikte bulunur. Bunun için sesini yükselterek konuşmak zorunda kalır. (Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2/167)

Kadının sesinin avret olmadığının gerekçesi İslâmın ilk uygulamalı devri olan Saadet Asrıdır. Yani Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabilerin uygulayış biçimidir. Bu uygulanış biçimi üç şekilde görülüyor:

Birincisi: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sahabi hanımlarla konuşması, onların sorularına cevap vermesi, şikâyetlerini dinlemesi, ihtiyaç ve taleplerini karşılamasıdır.

Bir örnek olması bakımından şu hadis-i şerifi nakledelim:

Amr bin Şuayb rivayet ediyor:

Bir kadın yanında kızı ile birlikte Resulullaha (a.s.m.) geldi. Kızın kolunda iki altın bilezik vardı. Resulullah (a.s.m.) kadına sordu: “Bu bileziklerin zekâtını veriyor musun?”

Kadın, “Hayır, vermiyorum” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) tekrar sordu:

“Peki, kıyamette bu iki bilezik yerine Allah’ın sana ateşten iki bilezik taktırması hoşuna gider mi?”

Kadın iki bileziği hemen çıkarıp Resulullaha (a.s.m.) uzattı ve “Bunlar artık Allah ve Resulüne aittir” dedi. (Tirmizî, Zekât, 12)

İkincisi: Sahabiler gerek Peygamberimizin hanımlarına, gerekse diğer hanım sahabilere hadis ve benzeri durumlarda soru sorarlar, konuşurlar ve bazı konularda bilgi alırlardı.

Üçüncüsü: Yine Sahabe döneminde kadınlar, halifelere şikâyetlerini dile getirirler veya dinî meselelerde diğer sahabilere bilmediklerini sorup öğrenirlerdi.

Bu mesele için de bir örnek verelim:

Kadının biri Hazret-i Ömer’e gelerek, “Yâ Emîrelmü’minîn! Kocam geceleri ibadet eder, gündüzleri de oruç tutar” şeklinde şikâyette bulundu.

Hazret-i Ömer, “Ne demek istiyorsun? Kocanı geceleri ibadet etmekten ve gündüzleri oruç tutmaktan alıkoymamı mı istiyorsun?”

Bunun üzerine kadın başka bir şey söylemeden çıkıp gitti ve biraz sonra bir daha gelip aynı şikâyetini dile getirdi. Hazret-i Ömer, kadına yine aynı cevabı verdi.

Bu durumu gören Kâ’b bin Sûr söze karıştı ve “Yâ Emîrelmü’minîn, kadının hakkı var. Cenab-ı Hak erkeğe dört kadınla evlenebileceğine müsaade ettiğine göre, dördüncü gün kadının hakkıdır” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer kadının kocasını çağırtıp dört günde bir oruç tutmamasını ve her dört gecede bir kadının yanında yatmasını emretti. (Hayâtü’s-Sahâbe, 3/349)

Ancak diğer bütün mübah meselelerin mahiyet değiştirip mahzurlu bir hal almasında olduğu gibi, kadının sesi meselesinde de aynı durum söz konusudur. Kadının sesi mübah, masum ve meşru olmasına karşılık hangi sebeplerden dolayı “avret” olur, nasıl olursa yasak sınıfına girer, yabancı erkeklerin dinlemesi haram olur?

Kadının sesi yaratılışı icabı dikkat çekicidir. Özellikle ses normalin dışında bir tonda çıkarsa birtakım mahzurları beraberinde getirmektedir ve dinî tabiriyle “fitneye” sebep olmaktadır. Demek ki, haram olan sesin kendisi değil de, kontrol dışı bir mahiyet taşımasıdır.

Ahzab Sûresinin 32. âyet-i kerimesi bu husustaki ölçüyü Peygamber hanımlarının şahsında şöyle veriyor:

“Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla câzibeli bir şekilde konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”

Müfessir Vehbi Efendi bu âyeti tefsir ederken, “Söylediğiniz söz fitneye sebep olmasın. Yani cazibeli ve ecânibi şüpheye düşürecek bir halde edalı ve naz ü istiğna ile söylemeyin” şeklinde izah getirmektedir. Elmalılı’nın ifadesiyle “Yayılarak, kırıtarak, sınık, yılışık” olduğunda “kalbi çürük kötülüğe meyilli kimseler” bir ümide kapılırlar. Bundan dolayı da günaha girilmiş olur.

Vehbe Zühaylî bunu normal konuşmalardan ziyade dinî muhtevada da olsa aynı gerekçe ile mahzurlu görür: “Kadının, Kur’ân şeklinde de olsa, coşkulu ve nağmeli olarak okumakta iken seslerini işitmek haramdır. Çünkü bunda fitneye sebep olma korkusu vardır.” (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 1/467)

İbni Âbidîn ise meseleye şu şekilde bir açıklık getirir:

“Tercih edilen görüşe göre kadının sesi avret değildir. Yalnız zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki, ‘biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. İhtiyaç halinde ve benzeri durumlarda kadının yabancı erkeklerle konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve nağmeli bir şekilde okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini tahrik etmek vardır. Kadının ezan okuması da bundan dolayı caiz olmamıştır.” (Reddü’l-Muhtar, 1/272)

Bizim de katıldığımız hükmü Faruk Beşer Hoca veciz bir şekilde şöyle dile getirir:

“Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici, büyüleyici ve tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini fitneye sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve kadınsı biçimde yaparsa, ya da nağmeli sözlerle normal konuşurken zaten tahrik edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil de, fitneye sebep olacağından haram olur. Vakarlı ve karşısındakine ümit kestirici edayla konuşursa haram olmaz. (Hanımlara Özel İlmihal, 314)

Son olarak zamanımızın müfessirlerinden Muhammed Ali es-Sabûnî’nin yorumuna yer verelim:

“Açıkça görüldüğü gibi, eğer fitneden emin ise kadının sesi haram olmaz. Ancak, erkeklerin, kadınları fitne ve fesada götüren hallerden uzak tutmaları gerekir.” (Tefsîrü Âyâti’l-Ahkâm, 2/167)

Sorudaki unsurlara gelince, şiir ve ilahide ses incelip kalınlaştığı, nağmeli olduğu ve câzip bir mahiyete büründüğü için yabancı erkeklerin duyacağı şekilde söylemek beraberinde mahzurları taşımaktadır.

Hanımların sesli olarak zikretmeleri de şayet yabancı erkekler duyacaksa, yine aynı kategoriye girmekte ve birtakım yanlış duyguların uyanmasına sebebiyet vereceğinden ezanda olduğu gibi müsaade edilmemektedir. Ancak kendi aralarında sesli olarak Kur’ân okumalarında ilâhi söylemelerinde ve zikretmelerinde haliyle mahzur olmaz.

3- Yalnız kalmak ve dokunmak:

Bir erkek ve kadının nikahsız olarak ellerinin bir birine değmesi ve yalnız kalmaları da caiz değildir.

Mahrem olmayan kadına bakmak haram olduğuna göre, onlara dokunmak veya tokalaşmak mutlaka haramdır. Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki: Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız. Peygamber (sav) kadınların elini tutup tokalaşmam, buyurdu (Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce). Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor: Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı" (bk. Buharî, Ahkâm, 49, Neseî, Bîy’a, 18; İbni Mâce, Cihad, 43).

Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz, başına iğne ile dürtülmesi kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır." İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor. Bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II. 170)

Bir kadının eli, yabancı bir erkeğin eline değmesi zaruret yokken haramdır. Bu itibarla, hiçbir ihtiyaca dayanmayan tokalaşmada bu haramlık söz konusu olur. Yabancı bir erkek yabancı kadınla tokalaşamaz, elini namahremin eline süremez. Resûl-i Ekrem Efendimiz, yabancı bir kadının elini tokalaşmak için tutmanın ateş tutmaktan daha korkunç olduğunu haber vermiş, namahremin elini tutanın Cehennem ateşi avuçlayacağına işarette bulunmuştur.

Bu mahzur, bilhassa genç kadın ve erkekler için daha büyük çapta variddir. Hissî tarafları yok olmuş yaşlılar hakkında ise mahzur daha az nisbette variddir. Hatta iki yaşlı kadın ve erkeğin (hislerinin yokluğu halinde) tokalaşmalarında beis olmayacağı ifade edilmiştir. Bu sebeble, yaşlı kadınların elleri öpülebilir. Yaşlılıkları, yâni hissi bakımdan ölmüş oluşları, böyle bir ruhsata sebeb olur. Bir erkeğin yabancı bir kadınla tokalaşması ânında cinsî hislerin ayaklanması halinde, aralarında haramlık söz konusu olur, sıhriyet akrabalığı meydana gelebilir. Bu bakımdan kadın-erkek münasebetlerinde çok titiz olmak gerekir. Zira böyle lüzumsuz bir tokalaşma yahut el öpme anlarında doğabilecek hissî heyecan, karşı cinse duyulabilecek süflî duygu, haramlığa sebeb olabilir, bu kadının kızı bu kimseye haram hale gelebilir. Böyle şüpheli halden uzak kalmak ise en sıhhatli bir tedbirdir. Mümkün olduğu kadarıyla uzak kalmaya gayret edilmeli, süflî bir his doğduydu, doğmadıydı gibi vesveseye mahal vermemelidir.

Hepimizin bildiği gibi bir kızla evlenmeyi düşünmek ve nişanlanmak evlenmek mânâsında değildir. Bunun için kişinin nişanlısıyla gezip dolaşması ve onunla yalnız kalması kesinlikle haram ve büyük bir vebaldir. Peygamber (sav): "Herhangi bir kimse, bir kadınla yalnız kaldığı takdirde mutlaka onların üçüncüsü şeytandır" buyurmuşlardır. Bir çok nişanlılar, tenha yerde yalnız kaldıklarında istenmeyen ve meşru olmayan bir takım menfî neticeler meydana gelmekte ve sonunda herhangi bir nedenle nişan da bozulmaktadır. Geride kalan şey vebal ve iffetsizliktir. Bunun için dinini, dünyasını ve şerefini düşünen kimseler meşru olmayan bu gibi şeylere dikkat etmeleri gerekir. (el-Fıkh'ul-İslâmî ve Edilletuha, 7/25; Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II. 112)

(sorularla islamiyet]

 

mperk

Profesör
Katılım
25 Nisan 2010
Mesajlar
1,941
Reaksiyon puanı
55
Puanları
0
Allah(c.c) Razı olsun..
 
Üst