Gönül sultanlariyla aramiz nasil?

Bu konuyu okuyanlar

quasimodo

Profesör
Katılım
20 Aralık 2008
Mesajlar
1,929
Reaksiyon puanı
57
Puanları
0
GÖNÜL SULTANLARIYLA ARAMIZ NASIL?

Kahramanımız kim?

Kimi beğeniyoruz, idealleştiriliyor ve dolayısıyla da benzemek istiyoruz? Batı toplumları, uydurma kahraman yapıyorlar. Böylece, ‘adam gibi adam’ boşluğunu gidermeye çalışıyorlar. Sonra da bütün dünyaya pazarlıyorlar, sahte ve uydurma kahramanlarını…
Kovboy olmak isterdik biz, çocukluğumuzda çoğu yaşıtlarımızla… Tom Miks, Teksas, Pekosbill okurduk. Bu resimli macera romanları haftada bir çıkardı. Biz çocuklar, sabahleyin erkenden, gazetecinin önünde heyecanla beklerdik.

O bekleyiş sırasında, okuduğumuz maceranın nasıl gelişeceğini tahmin etmeye çalışırdık.
Sonra da ortaklaşa alabildiğimiz Amerikan masalını, ders kitaplarımızın arasına koyup gizli saklı, ama bir hamlede okurduk.
Bu dizi romanların birini sürekli okuyanlar, aralarında birlik oluşturur, en heyecanlı yerinde kalmış olan maceranın gelecek sayıdaki devamını aralarında tartışırlar, hatta iddiaya girerlerdi. Diğer seriyi takip edenlere karşı da, kendi kahramanlarının daha üstün, daha iyi, olduğunu savunur, gruplaşırlar idi.

Fakat hepsinin ortak özelliği, bu Amerikalı kahramanlara hayranlıktan dolayı, onlar gibi kovboy olmak istemeleriydi.
Böylece, kovboy denilen, acımasız, cesur, maceracı Amerikalı sürü çobanları bir dönem gençliğimizin örneği haline gelmişti. Nasıl olmuştu da bu hayali maceracılar, bizim neslin kahramanları haline gelmişti?

Daha sonra, ilk gençlik yıllarımızda, biz bu kovboy denilen adamların, Amerika’nın yerlileri olan Kızılderilileri, yerlerinden, yurtlarından etmek, yıldırmak ve bir soy kırıma tabi tutmak isteyen zalim Avrupalılar olduklarını öğrendiğimizde, önce duyduklarımıza inanamamış, sonra da derin bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Yine ilk gençlik yıllarımızda öğrendiğimiz, bizim örneklerimiz vardı. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, o nur zincirinin her asrı ışıklandıran yeryüzü yıldızları ışıl ışıldı…

Ancak onların üzeri örtülü idi. Hepsi de gerçekti, asla Batı’nın ki gibi hayali ve uydurma şahsiyetler değillerdi. Bu bunalımlı dünyamıza, çözüm ve çıkış yolu gösteren gönül sultanlarıydılar… Ama bizim gönlümüzün sultanları, bizim dünyamızdan bakınca oldukları gibi görülmüyorlardı.
Daha da kötüsü, bazı etkili kesimlerce, yanlış ve ters görülüyorlardı. Devrini tamamlamış, günümüzde geçerliliği kalmamış, maziye ait, modası geçmiş kimseler gibi gösteriliyorlardı.

Muhammedî hazinenin varisleri

İnananlar ise o güzelleri günümüze getiremiyorlar, bir başka deyimle, aktüelleştiremiyorlardı. Bugünün idrakine sunulamayan büyüklerimiz de hep maziye ait değerler olarak görülüyordu. Bu sebeple de kul ve ümmet olmak heyecanı taşımayanların hayallerini, kovboyluk süslüyordu.
Şimdi de o güzellerle aramıza televizyon ve internet girdi.

Müthiş bir bilgi kirliliğiyle kafalar; edep ve ahlak çizgilerini tarumar eden saldırganlıklarla da gönüller altüst edildi. Kafalar düşünemez, gönüller hissedemez hale getirildi. İnsan, sınırlı ömrünün en kıymetli saatlerinde bu kirlenmeye maruz kalıyor, kötü örnekler gündemin değişmez manşeti oluyor, sonuç olarak Cehennem’e çağıranlar güçleniyordu. Güzeller önündeki bu kapkara perdeleri kaldırmadan, ya da o araçları hayra vesile etmeden, insanımızın kafasına ve kalbine ulaşmak mümkün mü? Güzelin çirkin, çirkinin de güzel olarak algılandığı bir dünyada, ayaklar baş oluyor, şeytani olan Rahmani’ye tercih ediliyor.

Oysaki başta Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) ve O’nun has ve halis evlatları, Sahabei Kiram başta olmak üzere, günümüze kadar gelen Allah Dostları, bize yaşanmaya değer hayat konusunda örnek oluyorlar. Maddi ve manevi dertlerimize çözüm ve çıkış yolu gösteriyorlar. Bugünün maddi ve manevi dertleri onlarda çözüm buluyor.
Ancak, onları sunum tarzımız, albenili, cazibeli ve gerçeklerini tam gösterici olamıyor maalesef… Gönül dünyamızın güzelleri, Efendimizin muhteşem mirasının her asırdaki temsilcileridir. Onlar olmasa, insanlık tarihi insaniyetten uzak kalırdı.
Onlarsız bir dünyanın içinde bulunduğu bunalım, bu gerçeğin en açık ispatıdır.

O güzel insanlar, her asrın zulmetini, Muhammedi hazinenin varisi olarak nura çevirmişlerdir. Onlardan anlıyoruz ki, İslamiyet, insaniyettir. Hepsi de, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuran Güzeller Güzeli’nin samimi, sadık takipçileridir. İşte onlardan biri, asırlardır gönülleri imanla nakış nakış işleyen bir büyük insan, Şah-ı Nakşibend Hazretleri, “Asıl keramet, istikamettir” buyurur. Unutmaya başladığımız doğruluğa ve dürüstlüğe çağırır bizi…




“Bana arkadaşını söyle, sana nasıl biri olduğunu söyleyeyim” der atalarımız. Arkadaşımız kim? Arkadaşımızla ne konuşuyor, kimi konuşuyor, birlikte ne yapıyoruz? Öteki arkadaşlarımız kim? Yani kimi yaşatıyoruz hayalimizde, düşüncemizde; kim gibi olmak istiyoruz?

Kısacası, kahramanımız kim?

“Kılavuzu karga olanın burnu pislikten çıkmaz” deriz hep. Topçuların, popçuların, dizi oyuncularının örnek alındığı bir ortamda, gönüllerimiz temiz kalabilir mi?
O tür ortamlarda yetişip gelişen gençlere, maneviyat büyükleri sevdirilebilir mi? Nasıl haramla beslenen vücutlara ibadetler ve dua ağır gelirse, günahlı ortamların atmosferine alışmış ruhlara da temiz örnekler çekilmez gelir.

Pis kokuya alışmış olanların, güzel kokudan bayılması gibi… Kirli havaya alışmış ciğerlerin, tertemiz havayı bir dağ başında alıverince, dayanamayıp hastalanması gibi… Bu sebeple, önem kazanır Efendimizin şu yakarışı: “Rabbim, bize hakkı hak olarak bildir ve hakka uymayı nasip et…
Batılı da batıl olarak bildir, batıldan da kaçınmaya muvaffak kıl.” Hak ile batıl karışınca, rezalet fazilet sanılıyor; dolayısıyla da Allah dostlarının yerini, düşmanları bile alabiliyor.

Nakşibend Hazretleri ve yolu

Büyüklerin sözleri, sözlerin büyüğüdür. O sözlerin ifade ettiği manalara aşina olabilmek ve uygulama aşkı taşıyabilmek için, gönüller tertemiz olmalı.
İşte gönülleri temizleyen temel vesilelerin başı, “Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan” örnek insanların tanınması, bilinmesi, sevilmesidir.

Onlardan biridir, Şah-ı Nakşibend hazretleri. Gönülleri nakış nakış işleyerek Hakk’a kullukta mesafeler kat ettiren bir hizmet silsilesinin bağlandığı odak…
Sünneti Seniyye üzere olmayı esas maksat bilmiş, bütün varlığa hizmeti de vazife kabul etmiştir.

“Sizin nesebinizin silsilesi nereye ulaşır?” diyenlere, öyle bir cevap vermiştir ki, soy-sop, asalet ve hanedan bağlantılarıyla övünenlere de muhteşem bir ders olmuştur: “Silsile ile hiç kimse, hiç bir yere ulaşamaz!” Böylece, insanın kemal ve marifeti, herhangi bir yerden miras olarak değil, bizzat çalışarak ve kazanarak elde edebileceğini ifade etmiştir.

‘Yolumuz sohbet yoludur’

Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bir gönül gıdası sohbet… Muhtevasında iman olan sohbetler, bu dünyadaki Cennet bahçeleridir. Sohbetsiz gönüller, kuraklaştı, çoraklaştı, çölleşti. Çölleşen yüreklerin toplumu ne hale getirdiği ise apaçık ortada değil mi? Gönülden gönüle bir akış olan sohbet azaldıkça, insanın insanlığı da azalmakta…

Olumsuz ortamlar oluşmasın diye, Şah-ı Nakşibend, toplumun içinde olmayı tavsiye eder: “Halvette şöhret vardır. Şöhrette de afet. Hayır ve felah, cemiyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, hakiki imana imkân sağlar. Bizim tarikatımızda az amel ile çok fütuhat (gelişme) olur. Çünkü Sünnete uymak zor iştir ve bizim yolumuz Sünnet yoludur.” “Eziyet veren şeyi, yoldan uzaklaştırma”yı ibadet sayan hadis-i şerifteki, ‘eziyet veren şey’i nefis olarak yorumlamıştır. Yol da, Hakk’ın yoludur. Hak yolunda en büyük eziyet, nefisten geliyor. Bu sebeple, nefsin esaretinden kurtulamayan kişi, Hak ehli büyüklere muhabbet edemez. Muhabbetin hedefi, olumsuz adreslere yönelir; böylece muhabbet de muhabbet olmaktan çıkar.

Bu yüzden, “Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen, onun hile ve mekrini (hilesi) bilir” der. Nefsini kınamayan, kınanacak duruma düşer. Şah-ı Nakşibend, nefsini kınamakta da örnektir.
— Sizden niçin bu kadar az keramet görüyoruz? Diyenlere şu çok ibretli cevabı vermiştir:
— Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen, ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?

‘En büyük keramet, istikamettir’

Keramet peşinde değil, Hakk’ın rızası peşinde olmayı tavsiye eder. “Keramet Hakk’ın kulunu imtihanıdır” der.
Çünkü Hak Teâlâ, bazen veli kulunu kerametle taltif ederek, kendisiyle keramet arasında serbest bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk’ın rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Maneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Bu sebeple, O’na göre, “En büyük keramet, istikamet ve kerameti gizlemektir.” Dosdoğru olmayı, en büyük keramet bilen Şah-ı Nakşibend’e, eğri büğrü varılabilir mi?

Ya da, hem O’na ve silsilesine muhabbet edip, hem de yamuk yumuk kalınabilir mi?
Allah dostlarından insanları uzaklaştıran çok önemli bir husustur bu durum; yani onları sever görünenlerin ahlaksızlığı…

Kutuplarda limon ağacı yetişir mi?
Maddeci, bencil ve sevgisiz bir ortamda da Allah dostlarının muhabbeti yeşermez.


Yüzü ahirete dönük yaşamayan, hep sahte dostlara takılır, sürekli yanılır.
Yanılmamanın yolunu evliyanın şahı gösteriyor. Bu yol cehd işi, azim ve kararlılık işi… Hem de nasıl bir azim ve kararlılık…

“Maksatsız keramet gösterenin yüzü bile, iki dünyada kara olur” diyecek kadar. Sonra da kulluk bilincinin inceliklerini sıralıyor: Şahı Nakşibend hazretlerinin sözlerini okursak, onu ve kutlu yolunu daha yakından tanır ve anlarız. Ayrı ayrı zamanlarda yaptıkları sohbetlerinde şöyle buyurmuşlar…

“Muttakilerden olunuz. Şirk dışta da olur, içte de. Dıştaki şirk, putlara tapmaktır. İçteki şirk ise Allah’ı bırakıp insanlara dayanmak, onlara güvenmek, zararı da faydayı da onlardan bilmektir.”

“Allah’tan başkası ile beraber olmakta devam ettiğin sürece, sürekli gam, keder ve şirk içinde bulunur, günah yükünden kurtulamazsın.”

“Ey kalpleri ölü olanlar! Ey vasıtaları Allah’a ortak koşanlar! Ey etrafındaki putlara tapanlar! Ey güçlerine, kuvvetlerine ve varlıklarına tapanlar!
Allah, sizden daha büyüktür. Bu kendilerine bağlandıklarınızın hepsi de, izzet ve celal sahibi Allah’a karşı perdedir; hepsi de Allah’tan uzaktır.”

“Allah’ın kapısını arayınız ve otağınızı orada kurunuz. Musibetler sebebiyle, Allah’ın kapısından kaçmayınız. Şüphesiz o bela ve musibet, hastalık ve çeşitli acılarla sizi ikaz eder, uyarır.
Ta ki O’nu arayasınız ve kapısından ayrılmayasınız.”

“Allah’ın takdiratına ve hükmüne razı olan kişi, her hal ve hareketinde, O’nun iradesine ve fiillerine uygun hareket eder. Başkalarına Allah sevgisi aşılar. Allah’ın kuvvet ve kudretinden onları haberdar eder, ömrünü Allah’ın iradesine uygun yolda geçirir. Allah da ona muvaffakiyetler verir.”

“Ey oğul! Eğer gönül genişliği ve kalp güzelliği istersen, insanlara kulak asma. Onların dediklerini dinleme, dedikodularına iltifat etme. Bilmez misin ki, onlar Allah’ın takdirine razı olmuyorlar. Öyleyse, senden nasıl razı olsunlar?”

“Ey insanlar! Siz büyük bir iş için yaratıldınız. Ama çoğunuzun bundan haberi yok!”

“Ey gaflet uykusunda uyuyanlar! İyi biliniz ki, sizi Yaratan uyumuyor!”

“Fakir olduğum için benden kaçmayınız. Benim yanımda öyle bir zenginlik vardır ki, sizin zenginliğinizden de, doğu ve batıdakilerin zenginliğinden de büyüktür. Ben, sizi yine sizin menfaatiniz için istiyorum. Sizin ipinizi eğiriyor, dokuyorum.” Evliyalar Sultanı, Allah dostunun şeffaf olduğunu gösteriyor bize. Kendisi, kendisi adına yok gibi; bütün varlığı Allah adına ve namına… Onları görenler Hakk’ı hatırlarlar. Dinleyenler de Allah kelamından, sohbetinden ve rızasından başka bir şey duymazlar. Onlar bazen konuşmadan konuşurlar, bir şey söylemeden irşat ederler. Zira tesirleri kendilerinden değil, Allah’tandır. Abdülkadir Geylani Hazretleri, onları anlatırken, kendini de anlatmış olur:

Onlar öyle kimselerdir ki

“Allah dostlarının ne gecesi vardır, ne de gündüzü… Yemeleri, hasta yemesi gibidir. Uykuları, suya dalıp çıkanın durumuna benzer. Mecbur kalmadıkça konuşmazlar. Arif kişinin dili tutuktur. Arif, dilsizdir. Fakat Allah, onu dilediği an konuşturur. Öyle ki, arif, aletsiz, edevatsız konuşur. Kelimelerin dizilişine gerek kalmadan konuşur. Onun dili ile parmağı arasında bir fark yoktur. Yerine göre parmağı ile konuşur, meramına anlatır.”

Bir de bütün varlığıyla hakikati anlatamayanlar, bizler… Bu olumsuzluktan kurtulabilmek ve hali konuşan insanlar gibi olabilmek için yine büyüklere bakmak, onlara kulak vermek gerekiyor. İmamı Rabbani Hazretleri, bir derin arayış halindeyken Bediüzzaman Hazretlerine, manevi bir işaretle, “Tevhid-i kıble et!” tavsiyesinde bulunur.

Onlar, hiç kendilerini göstermediler; varlıklarını ileri sürmediler. Hep geri çekildiler, “Sen çık aradan, görünsün Yaratan” fikriyle davrandılar. O güzel insanların üzeri örtüldü. Dolayısıyla, bir ömür yaydıkları iman ve İslam nuru unutuldu. Dünyevileşen anlayışlar, onları hatırlamaktan ve hatırlattıklarını yaşamaktan kaçtı. Ama şimdi, kaçtığı yerde de mutlu değil. Dünyanın bütün zevkleri, keyifleri, sevinçleri bile insanı mutlu edemiyor. Huzursuz insanlık, arayışta…

Bu arayışa cevap verecek olan ise Müslüman…
Müslüman, yeniden öz kaynaklarına dönmeli, yaşamış hazinelerini ve yaşamakta olanları keşfetmeli; kendine gelmeli, özüne dönmeli. Muhtaç olduğu iman, irfan, iz’an, usul, en güzel örnekleriyle yaşandı ve yaşanıyor ve yaşanacak inşaallah…

VEHBİ VAKKASOĞLU
__________________

Kaynak
 
Üst