Düşün Ölümü

Bu konuyu okuyanlar

llavinya

Müdavim
Emektar
Katılım
9 Ekim 2006
Mesajlar
7,781
Reaksiyon puanı
92
Puanları
0
Kesilmiş bir kamış, ormanlıklardan,
İnsan… Rüzgârlara bağlı bir düdük.
İndik dünyaya karanlıklardan,
Sıra sıra mezar, başka ne gördük?
Ölmemek, ilk ve son büyük kelime;
Çarpıldık, ölmemek için ölüme!
Ver Allahım, büyük sırrı elime;
Geçmez an, solmaz renk, kopmaz bütünlük.


(Necip Fazıl Kısakürek
)


Kimisi için güzel bir düş veya kâbus dolu bir düşünce kuyusu…
“Olmak veya olmamak denkleminde, hangi tarafta bulunmak istersin” sorusuna
verilecek cevabı düşünenler için kâbus ancak; Peygamberini bile onun kucağına
atanlar için ne güzel bir düş!
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
İmam-ı Gazali’nin elinde kocaman bir pankartla karşılıyordun beni:
“Ölümün manası ancak bir hal değişmesinden ibarettir. Ruh cesetten ayrıldıktan
sonra ya azap görmek, yahut da nimete kavuşmak üzere bâki kalır!”
Uyandım…
Ölümün metafizik ürpertisiyle uyandım.
Ne bildik Epikürcü, ne Stoacı, ne materyalist, ne Marksçı…
Ölümün metafizik ürpertisiyle uyandım…
Vazgeçtim tenimden, çeklerden, senetlerden, yarına kurgulanmış başarı
öykülerinden, makam telâşından, başkaları için geliştirdiğim savaş
teorilerinden…
Hayatımın bir parçasıydı ölüm, yani mekanik bir yok oluştan çok daha öte…
“Her can ölümü tadıcıdır”, “Ecelleri gelince, ne bir saat geciktirebilirler ne
de ömür alabilirler” ilâhi uyarısıyla kendime geldim.
Düştüm derin bir kuyuya; kendimi attım daha doğrusu…
“Ölmeden önce ölmek” ne demekti Rabbim?
Sonsuz diyara hicret etmenin can acıtan, mal acıtan; dahası “biraz daha”
dedirten sırrı ne demekti?
Bu kadar mı seviyordum olmayı, olmamı isteyenden daha mı çok?
İman için en büyük armağan mıydı ölüm düşüncesi?
Uzuvlar ruha isyan mı ediyordu her ölümde? Her biri ruhun emrinde değil miydi?
Yaradan, öcünü mü alıyordu bedenimizden; bizi yokluklara itmeden ve atmadan
çaresizlik çukuruna gizli/gizemli tuzağına mı çekiyordu kader?
Ya da Hoca Ahmed Yesevi’nin dediği üzre, şerbet mi içiyorduk her öldüğümüzde?
Can mı veriyorduk?
Kervanımız mı göçüyordu yolda yürürken, ansızın?
Azrail kabız mı kılıyordu?
Uçmağa mı varıyorduk ruh terkedince bedeni; yoksa kabre girip yatıyor muyduk
sadece?
Ya da Mevlâna’nın dediği gibi şeb-i ârus muydu ölüm?
Ama kimin için?
Ben de O’nun gibi mi seslenmeliyim ölmeden önce:
“Ben öldüğüm an ‘öldü’ değil, şöyle deyin
Ölmüştü dirildi, geldi, dost aldı o dem”
Canlar Ölesi Değil…
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
Ebediyete davet eden eline dokundum.
Öldüren ve yeniden dirilten aşkına, nefesine dokundum.
Ruhumu zemzemle yıkadığım çeşme başında karşıladın beni; en olmadık yerinde fâni
hayatımın: Hırsımın gemi azıya aldığı anında…
“İlâhi huzurun davetine icabet etmek düşer bana, bilirim” dedim fakat, “bir
ikâzdı bu senin için” diyerek çıktın düşümden.
Yunus Emre’nin kapusuna sürdün yüzümü ve yeniden hatırlattın bana var ve yok’u:
“Ten fânidir can ölmez, ölenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”
Konup göçtüğüm bütün mekânlardan öte, sonsuz gördüğüm bütün servetlerden ziyade
bir çağrıydı seninkisi…
Ölüm meleğinin selâmıyla sokulmuştun yanıma.
Can kuşumu kafesten kurtarmak ister gibiydin; oysa ne de çok seviyorum dünya
kafesini.
Cansız ata binmek üzere idi davetin ve ecel şarabını içirmek için
sabırsızlanıyordun bana: Ben ki, ten kafesindeki canıma sarılmıştım can
havliyle, korkmamıştım, ürpermiştim, ürkmüştüm…
Ecel celladı idi ölüm meleğinin adı sende; satırını yemek üzere boynumu uzatmamı
istedin, bir çığ devrildi ömür barajının bendlerine…
Bir idam yaftası gibi geçirmiştin boynuma yakasız gömleği, rahatlattın: Toprağa
karışıp aslıma dönmekteymişim meğer; “âsude bahar ülkesine” imiş gidişim…
Can Gider Gökte Kurar Dünyasını
Dün gece, düşümde seni gördüm ey ölüm!
Elele dolaştık bütün dünyayı…
Savaşlardan bunalan halkları gördük, tabut bulamayan cesetlerin üzerinde
sabahlayan anneleri, babaları…
Çocukları gördük, acıdan kavrulmuş böğürlerinde bir şarapnel hışırtısı…
Evsizleri gördük, mukavva kutuları ocak bellemiş.
Depremlerin yıktığı kentleri geçtik birer birer… Yıkılmış evlerin altında can
çekişenleri gördük. Evsiz kalanları gördük, daha dün apartmanları olanları…
Sevgilisiz kalanları gördük, vadesi geldiğinde aldıklarından…
Hastaneleri gördük yığınlarca hastayla dolup taşan… Çaresiz dertlere düşmüş
olanlardan, kendilerine yeni bir muştu getirecek mutlu anne adaylarına kadar…
Hırsları gördük, makamları gördük, siyaseti gördük, meclisleri gördük…
Gençliklerini sokak aralarında geçiren milyonlarca harcanmış bedenler gördük…
Yaşlıları gördük, ömürlerini iğne deliğinden geçirmekle meşguldüler…
“Bugün git, bir zamanda gene gel” diyenleri gördük, istedikleri ikinci
zamanları da dolmuş ve gelmişlerdi sana…
Acı şerbeti tattırdığını söyleyenleri gördük, tatlı hayatları kesintiye
uğramışlardan…
Kulağıma fısıldadın Mevlâna’nın dilinden ve rahatlattın:
“Toprak olursa beden, çeken kim yasını
Can ayrı gider, gökte kurar dünyasını”
Ardıma düşen dünyadan sığındım sana, gecebaşına teslim edilecek “can ipimi-ten
yükümü”, ne kadar istesem de yeni zamanlar, sonunda yine getireceğim…
Bir Namazlık Saltanat…
Dün gece seni gördüm ey ölüm!
İsrafil’in üflediği surun dibinde idim.
Yeniden çıkmıştım yeryüzüne.
Servi gölgelerinden eser yoktu mezaristanlarda; “ölüm kılar bizi ikaz hab-ı
gafletten” sesleri yükseliyordu ölümlü olduğuna inanmayan yığınlardan, ama iş
işten geçmişti, onlar da buradaydı, surun dibindeydi benim gibi…
Bir ölüm karnavalı idi çevremi kuşatan eleğimsağma: Kollarla, bacaklarla,
kafataslarıyla doluydu bütün eklem yeri duvar dibinin.
“Hep beraber yaşamak için ölmek gerek” diyordu birileri.
Kaybedenin dünya, kazananın ahiret olduğunu solukluyordu bir şair.
“Öldük, ölümden bir şey umarak” diyordu şair, surun diğer tarafında; umduğunu
bulamamış olmanın alışıldık şaşkınlığıyla.
Ben ne umuyordum ölümden?
Koca bir hiç mi?
Ölümü hak etmeyi bile aklımdan geçirmediğim geniş zamanlardan kalma bir
savrukluk yaşıyordum şaşkınlığımda.
Bir de baktım ölmüşüm!
Hiç hesapta, kitapta yokken de ölünebiliyormuş!
Varlık kumkumasında yelkenini sonsuzluk havasıyla doldurduğumuz ömür, ummadık
bir zamanda terkediyormuş dünyayı.
Beden, boş bir çuval gibi kalabiliyormuş kendinden habersiz; güzellikleriyle
övünürken, zenginliğiyle kafa tutarken canavar heybetli ölüme…
Başucumda yitirilmiş savaşların kronolojisi asılı, bir de ölüm, en üstünde…
“Gel” diyordun bana, “gel gel!”
Cennetten kovulmuş bütün kolay çiçekler arasında bir değer yüklüyordum bedenime;
ellerim, ayaklarım ve başımla olağanüstü güzelliklere çıkıyordu bütün kapılarım.
Oysa şimdi, aciz ve şaşkın bir ürkekliğin peşinde gidiyorum.

“Neylersin, ölüm herkesin başında
Uyudun, uyanmadın olacak
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak”


(Cahit Sıtkı Tarancı)

Ömrün En Son Treni
Dün gece seni gördüm ey ölüm!
Lekesiz bir yüzle gülümsüyordun bana.
Mevsimsiz ve mekansızdı gelişin.
Sanki, ölünce kirlerimden arınacağımı söylüyordun.
Sanki, en iyi adamın ben olacağını…
Eğer, hemen gelirsemdi seninle, en yamanın ben olacağımı söylüyordun insanlar
arasında…
Sevdiklerimi terketme yiğitliğini gösterebilmeyi salık veriyordun bana, malımdan
vazgeçmeyi, güzel şeyler yemek-içmekten kurtarmayı kendimi…
İşinin çok acele olduğunu, hemen karar vermem gerektiğini…
Yavaş yavaş çürüyeceğimi, yılanın, çıyanın canımı yakmayacağını söylüyordun
kulağıma; yalnız benim için dikmiştin bu ölüm elbisesini; ne fazla dar, ne de
başkalarını alacak kadar geniş.
Eski heyecanlarımı da getirmemi yanımda, çünkü zaten onların da sona ereceğini
ben vazgeçince yaşamdan.
Ebedi vuslatın mekanına kanatsız uçmayı öneriyordun göz perdemin arkasından.
Ölüm olmasaydı, tanıyamayacağımı söylüyordun gerçeği; gerçeği yani Rabbimi.
Hayat sahnesindeki bütün oyunların er-geç sona ereceğini hatırlatıyordun bana;
ölüm maskesini geçirince yüzüme, gerçek boyutuna yaşamın…
Ömrün en son treni idin benim için, gerisi gelmeyecek olan, istasyonları iptal
edilmiş…
“Can çatır çatır çıkar damardan” dese de şair, ölülerin buluşması pek görkemli
olur diyerek susturuyordun içimdeki şüphe sesini.
Gündelik hayatımın en bildik, en alışıldık ve en kullanıldık sözünün ölüm
olduğunu hatırlatıyordun sıcak nefesinle.
Ense kökümde en güzel düş olarak beliriyordun; bütün dertlerden uzak, bütün
hesaplardan ayrık…
Kimbilir Ne Zaman, Nasıl, Nerde?…
Dün gece seni gördüm ey ölüm!
Sen denen korkuyu ve hayatı bir hiçe çeviren bütün değerlerin değersizliğini…
Nasıl olsa geleceksin biliyorum, gerçekten geleceksin; öyleyse koşmalıyım aşk
denen sahile…
Beni kendine çekeceksin biliyorum ey ölüm!
İnsana, hayata, malsızlığa, mülksüzlüğe, mekansızlığa…
Birlikte büyütmemi isteyeceksin varla yok olanı…
Adam gibi hayata sarılmanın erdemini hatırlatacaksın son anımda, ama iş işten
geçecek.
Yeniden doğuşumda, ne olduğumu yansıtacaksın geceler boyu…
Yakama düğümlememi isteyeceksin kendini her an…
Bir “Sessiz Gemi”ye binerek gideceğimi, kimbilir ne zaman, nasıl ve nerde:

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”


(Yahya Kemal Beyatlı)

Dün gece seni gördüm ey ölüm!
Bir yığın yaprak arasında, musallada, kimsesiz…
Dün gece seni gördüm ey ölüm!
Yani kendimi…


Özcan Ünlü
 
Üst