Bilim kimin bilimi

Bu konuyu okuyanlar

tugbagaleri

Müdavim
Katılım
13 Mayıs 2006
Mesajlar
2,224
Reaksiyon puanı
46
Puanları
48
Daha geç olmadan kapitalizmden kurtulmak!

Fikret Başkaya

Arılar yok olurken, kelebekler yok olurken, balıklar ölürken,
nehirler, dereler kurur, toprak ve hava kirlenirken, kentler kokarken,
insani yabancılaşma hayret verici bir düzeye çıkmışken, bitki türleri
yok olurken, her şey kirlenirken, değer ölçüsü ve nîrengi noktası yok
olmuşken, anlam kaybı derinleşirken hala kalkınmadan, ekonomik
büyümeden, GSMH ve kişi başına gelir artışından, ihracatın ve turizmin
rekor kırdığından, vb. söz etmek. nurlu ufuklara dair nutuk atmak
abesle iştigal değil mi?


Egemen söylemde kapitalizmin adı geçmez. Bir edeb-i kelâm ile piyasa
ekonomisi denir ve piyasa ekonomisinin yaşamın doğal hali olduğu
düşüncesi kafalara kazınmak istenir. Adıyla çağırmamak bir yalan
söyleme yöntemi olduğuna göre, neden şeyler adıyla çağrılmıyor ve söze
yalanla başlanıyor? Eğer kapitalizm kavramı kullanılırsa, adıyla
çağrılırsa, sömürü, emperyalizm, sömürgecilik, servetin belirli
ellerde toplanması, toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk,
sefalet, aşağılanma, ekolojik yıkım, vb. gibi kavramlar ister istemez
imâ edilmiş olur. Dolayısıyla sistemin mantığının ve işleyişinin,
ortaya çıkardığı sayısız sosyal, kültürel, ekolojik, politik, etik,
vb. kötülüklerin sorgulanmasının yolu açılabilir. Böyle bir
'tehlikeyi' bertaraf etmenin yolu da, yok saymaktan [ occultation]
geçiyor. Bu amaçla kendinden menkul sosyal bilim denilen devreye
sokuluyor. Bilim fetişizmi," ve dokunulmazlığı, toplum ve insan
yaşamını angaje eden ne varsa tartışma dışı bırakıyor veya
tartışılıyormuş izlenimi yaratıp üstünü örtüyor. Sosyal bilimler söz
konusu olduğunda ilişki artık tersine dönmüş görünüyor. Dolayısıyla
geleneksel bilim anlayışının ve bilim tanımının inkârı söz konusu.
Gerçeğin ortaya çıkarılmasının, bilince çıkarılmasının hizmetinde
olması gereken bilim [gerçeğin bilgisi], şimdilerde tam da tersini
gerçekleştirmenin, gerçeğin üstünü örtmenin aracına dönüşmüş durumda.
Bilim, eleştirinin aracı olmak yerine, artık kendisi eleştirilmesi
gereken bir şey... Oysa, eleştirel değilse bilim de değildir
denmiştir. Öyleyse realiteyi anlamak ve değiştirmek isteyenler için
öncelikli sorun, sosyal bilim denilenin ipliğini pazara çıkarmaktan,
onunla hesaplaşmaktan, bu alandaki kafa karışıklığını ve yanılsamayı
aşmaktan geçiyor. Zira, teknik bilim de, sosyal bilim de artık sadece
mal satmanın, kâr etmenin, bu amaçla da insanları alıklaştırmanın,
ahmaklaştırmanın, aldatıp- oyalamanın araçlarıdır... Her türlü etik
kaygıya yabancılaşmış, kendi misyonunu ve varlık nedeninin inkâr eden
bir bilim mümkün değildir. Bu yüzden şimdilerde sosyal bilim denilip
yere-göğe sığdırılamayan zihinsel etkinliğe yakışan tanım sosyal bilim
değil, egemenliğin bilimi olabilir. Zira, sosyal bilim denilen insanı
ve toplumu çoktan unutmuş durumda, sömürüyü, yağmayı ve talanı
meşrulaştırıp- kabullendirmenin hizmetinde. Eğitim sistemi ağacı gören
ama ormanı görmeyen unsanlar 'yetiştirmek' üzere kurgulanıyor... Bu
amaçla uzmanlık yüceltiliyor, uzmanlık "derinleştikçe" uzmanın artık
sosyal realiteyi bir bütün olarak kavraması, bütünü oluşturan
'parçalar' arasındaki ilişkinin mahiyetini, belirleyiciliklerin yönünü
bilince çıkarmasının önü kapatılıyor. Oysa sosyal realite, farkı
belirleyiciliklerin, farklı kertelerin diyalektik bir bütünlüğüdür,
sürekli değişen, yenilenen, hareket halinde dinamik bir süreçtir.
Bütünü anlamadan parçaları anlamak mümkün değildir. Akademide ünvan
almanın yolu da ekseri eleştirelliğe elveda demekten geçiyor. Uyumlu
hocalarla uyumlu bir nesil yetiştirmeyi amaçlayan eğitim ve kendinden
menkul 'bilim', sistemin ayıbını örtmeye koşulmuş durumda... Uzmana
bir dizi ünvan [ dr, doçent- prof, Nobel ödülü, vb.] verilip bilimci
sayılıyor, etkinliğine de bilim deniyor. Başka türlü ifade etmek
istersek, akademi çatısı altında bulunmak ve isminin önüne bazı
ünvanlar eklenmiş olmak, bilim insanı olmanın yeterli koşulu
sayılıyor. Bir kere bilim insanı sayıldı mı, artık her söylediğinde
bir kerâmet bulunacaktır... [ elbette her zaman ve her koşulda olduğu
gibi bunun istisnaları vardır, gerçekten bilimsel kaygılarla hareket
edenler eksik değil ama bunlar istisnadır]. Oysa, bilim ya gerçeğin
bilgisi olabilir ya da bir safsata yığınından başka birşey değildir.
Eğer tevatür edildiği gibi, bilim gerçekten bilim olsaydı, bu gün
insanlığın manzarası böyle mi olurdu? Bu yüzden XXI'inci yüzyılın
başında, bilim, bilimsellik, bilim insanına dair eleştirel bir bilince
sahip olmak kritik önem taşıyor. Herşeyi paralılaştıran, metalaştıran,
şeyleştiren, soysuzlaştıran, çürüten kapitalizm, bilimsel-entellektüel-
estetik faaliyeti bunun dışında tutmuş değil. Bu yüzden bilimsel-
entellektüel - estetik alanı akademik statünün gardiyanlarından ve
'herşeyi bilen' medyatik aydınların ve uzmanların sultasından
kurtarmak, kaybedilen mevzileri önce geri almak sonra da büyütmek
gerekiyor. İster bilim insanı isterse estetik insanı olsun [ ki, ikisi
arasında tamamlayıcılık ilişkisi olmalıdır] asla egemenliğin,
sömürünün, yağma ve talanın hizmetinde olmaları mümkün değildir.
Kapitalizmi ve onda içerilmiş emperyalizmi sorun etmeyen bir bilim ve
estetik insanı tasavvur etmek abestir. Daha iyi bir toplum perspektifi
olmayan, öyle bir perspektife yabancılaşmış bir bilimsel-
entellektüel- estetik faaliyet tasavvur edilemez. Sosyal eşitlik
perspektifiyle bilimsel hakikât tek ve aynı şey olabilir. Elbette
egemen düzen kime bilim insanı, kime sanatçı diyeceğine, kimlere ne
tür ünvarlar bahşedeceğine kendi karar verir ve onun için muteber olan
eleştirel olan değil, uyum sağlayan ve uyumu meşrulaştırıp-
kabullendirendir. Peki uyum ne ve ne için? Uyum kapitalizme,
sermayenin mantığına uyumdur ve şeylerin neden ve nasılını yok
saymakla ilgilidir. Her kim ki, piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi
insanlığın yegane ufkudur, "alternatifsizdir" diyorsa, muteberdir ve
her türlü hediyeyi, makamı, ünvanı, nişanı [ iktisatçıysa Nobel
ödülünü] hak eder. Bilim adamları, anlı- şanlı iktisat profesörleri,
insanlığın yegane ufkunun piyasa ekonomisi [ kapitalizm olarak
okuyunuz] olduğunu söyleye dursunlar, sıradan insanlar gidişatın
saçmalığını farkediyor. Velhasıl gerçeğe ihtiyacı olanlar aynı fikirde
değil...

Kapitalizm neden insanlığın ufku olamaz ve olmamalıdır?

Kendinden önceki tarihsel üretim tarzlarından farklı olarak,
kapitalist sistemde ekonomi- toplum ilişki tersliği söz konusudur.
Teorik olarak ekonomi toplumun hizmetinde ve ona tâbi olması
gerekirken, Karl Polanyi'nin bir tâbirini kullanırsak, ekonominin
toplumda içerilmiş olması gerekirken, kapitalizmde toplum ekonomiye
içerilmiş, ona tâbi durumdadır. Oysa, piyasanın kör mantığına tâbi bir
toplum uzun vadede sürdürülebilir değildir. Bu niteliğin doğal sonucu
olarak, kapitalist sistemde ünetimin birincil amacı doğrudan insan
ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri yani
meta üretmektir. Dolayısıyla kapitalizm, yegane amacı ve varlık nedeni
sermaye üretmek ve sermayeyi büyütmek olan bir ölü emek uygarlığı veya
aynı anlama gelmek üzere bir meta uygarlığıdır. Her bireysel
kapitalist veya kapitalist firma, vahşi rekabet ortamında sermayesini
büyütmeden varlığını sürdüremez. Bunun için rakipleri aleyhine toplam
artı-değerin olabilidiğince büyük bir kısmana el koymak, kâr etmek,
kârını azamileştirmek ve elde ettiği kârı yeniden sermayeye
dönüştürmek durumundadır. Velhasıl, kapitalizm demek, üretim için
üretim demektir... Bu yüzden kapitalistler arasındaki yarış cehennemi
bir yarıştır ve her kapitalist 'ileriye doğru kaçmak' zorundadır.
Kapitalist sermaye birikiminin kör mantığı, bizzat kapitalisti de ipte
cambaz gibi oynatmaktadır. Kapitalist rekabet ve kâr'la ilgili olarak
Pierre Joseph Prudhon: "Rekabet ve kâr: birincisi savaş, ikincisi
ganimet" derken kapitalist mantığın ve işleyişin neteliğine gönderme
yapıyor. Kapitalizmin bir tanımı da onun bir ücretli kökelik sistemi
olduğudur. Artı değerin, kârın, sermayenin, dolayısıyla zenginliğin
kaynağı canlı emektir [ ücretli işçi] ve canlı emek ölü emeği
[ sermayeyi] büyütmenin hizmetindedir. Bu niteliği itibariyle
kapitalizme kadavra medeniyeti demekte bir sakınca yoktur...

Toplum/ ekonomi tersliğinin bir sonucu olan ve onu tamamlayan bir
başka terslik, ütetimin kullanım değeri değil, değişim değeri için
yapılıyor oluşudur. Başka türlü ifade etmek istersek, bir mal ve
hizmeti üretmekteki asıl saik, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil,
kâr etmektir. İnsan ihtiyaçlarının karşılanması, kâr amacının dolaylı
bir türevi olarak gerçekleşmektedir.... Kaldı ki, şimdilerde ihtiyaç
kavramı başlı başına bir sorundur, zira kapitalizm bizzat ihtiyaç
tanımını da dejenere etmiş durumdadır. Bu gün insan refahını
artırmayan ama refah unsuru sayılan sayısız mal ve hizmet üretiliyor
ve vazgeçilmez "ihtiyaç" sayılıyor... Bu lüzümsuz üretim, insanların
'refahını ve mutluluğunu' artırmak şurda dursun, insanı insanlıktan
çıkarmaktadır ama sadece bu kadar da değil, böyle bir kepazelik
onarılmaz doğal çevre tahribatına da yol açmakta ve insanlığın ve
uygarlığın geleceğini karartmaktadır. Kapitalizm sosyal eşitsizlikleri
üretmeden var olamaz. Bu durum kapitalist mantığın ve işleyişin
'doğal' ve kaçınılmız sonucudur. Kapitalizm yoksulluğu büyütmeden ve
çevre tahribatına yol açmadan, yaşamın maddi temelini aşındırmadan yol
alamaz. Dolayısıyla birinin zenginliği, diğerinin yoksullluğunun
sonucudur. Genel bir çerçevede yoksulluk olmadan zenginlik de olmaz ya
da vise versa... Bu niteliğinden ötürü de kapitalizm reforme
edilebilir değildir. Bir ameliyatla durumu iyileştirmek, sistemi
'onarmak' mümkün değildir. Gerçek dünyada durum böyledir ama egemen
söylem farklıdır. Nitekim, başta sosyal düşünce [sosyal bilim] üretim
merkezleri [universiteler] olmak üzere, egemen ideolojinin üretilip-
pompalandığı, tüm ideolojik merkezler tarafından ısrarla ve
bıktırırcasına insanların durumunun iyileşeceği, geride kalanların
ilerdekileri yakalayacağı, gelişmemişlerin gelişeceği, azgelişmiş
ülkelerin de bir gün gelişmişler gibi olacağı saçma düşüncesi
yayılıyor. Bu amaçla tüm teknik imkânlar seferber ediliyor. Sosyal
eşitsizlik üretmeye mahkûm bir üretim tarzı söz konusuyken, birinin
zenginliği diğerinin yoksulluğunun sonucuyken, bu söylemin gücü ve
inandırıcılığı nederen kaynaklanıyor. Besbelli ki egemenliğin iki
bileşenine de [ maddi ve ideolojik yeniden ütetim araçları] aynı
odağın sahip olmasından kaynaklanıyor. Öyleyse maddi egemenliğin
ortadan kaldırılmasının yolu, ideolojik egemenliği aşmaktan, başka bir
ifade ile bilincimizi özgürleştirmekten geçiyor. Bu da ideolojik
mücadeleyi önemsemekle mümkün. Zira, kapitalist mantığın ve işleyişin
ortaya çıkardığı kötülükleri teşhir etmek, bilince çıkarmak bizim
irademizi aşan birşey değil...

Her kapitalist toplumda nasıl toplumun 'zenginliğini' üreten ezilen-
sömürülen sınıflara sabırlı olmaları, çok çalışmaları, fırsatları
değerlendirmeleri halinde 'durumlarının iyileşeceği' söylenip
aldatılıyorsa, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan,
beşeri ve doğal kaynakları emperyalist merkezler tarafından yağmalanan
çevrenin kapitalist ükelerine 'doğru politikalar' uygularlarsa,
"ekonominin gereğini yaparlarsa", sabrederlerse yakın bir gelecekte
zengin merkez ülkeleri yakalayacakları, onlar gibi zengin olacakları
söyleniyor. Elbette yağmalama sadece dışssal bir şey değil, sömürü ve
yağma yerli komprador elitlerin dahli olmadan mümkün olmazdı. Bu
yüzden çevre ülkeler de kapitalist sosyal formasyonlardır ve
hiyerarşik kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alıyorlar. Bu
ülkelerin rotası merkez tarafından ve merkezin çıkarları istikâmetinde
belirleniyor. Başlarda bunlara "ilerleme" önerilmişti. İlerlemenin,
modernleşmenin yerini önce kalkınma kavramı aldı, şimdilerde kalkınma
artık o kadar sık telaffuz edilmiyor, gerektiğinde onun yerine
"sürdürülebilir kalkınma" deniyor ki, bu kalkınmanın imkânsızlığının
itirafından başka birşey değildir... Bu dünyada eğer bir kavramın
önüne bir niteleme sıfatı getiriliyorsa, bilin ki orada bir tuzak, bir
melânet vardır. İnsanî kalkınma, insanî yardım gibi... Demek ki asıl
söz konusu olanın kalkınmayla, insanla, yardımla bir ilgisi
yok...Şimdilerde revaçta olan artık "uyumdur"... ve "uyumun" ne
olduğunu herkes biliyor... Bir kere ekonomik büyüme asla kitlelerin
durumunun iyileşmesinin garantisi değildir. Bir ekonomi hızlı büyüme
oranlarına ulaşabilir ama bu geniş toplum kesimlerinin durumunun
kötüleşmesine eşlik edebilir, söz konusu büyüme sadece büyük sosyal
maliyetlere değil, onarılmaz ekolojik bozulmaya da eşlik edebilir.
Kapitalist üretim koşullarında, amaç/ araç tersliği söz konusuyken,
birilerinin zenginleşmesi, zorunlu olarak başkalarının
yoksullaşmasına, doğanın kötüleşmesine eşlik ediyorken, kalkınmadan
söz etmek kitleleri oyalamaya yarayan ideolojik manipülasyondur.
Netice itibariyle söz konusu olan sermayenin büyümesi, sermaye sahibi
sınıfın ve çevresinin, bir bütün olarak burjuvazinin zenginleşmesidir.
Rakamlar, istatistikler manipüle edilerek, gerçek yaşamla ilgisi
olmayan bir resim üretiliyor, dolayısıyla kitlelere gösterilen
fotoğraf, hiçbir zaman durumun gerçek fotoğrafı olmuyor. Kapitalizm
koşullarında kalkınma mümkün değildir ama kalkınmayı reddetmek ve
oyunu bozmak pekâlâ mümkündür. Emperyalist burjuvazinin finans
dergileri ve gazeteleri her yıl dolar milyarderlerinin sayısıyla
ilgili istatistikler yayınlıyor. Başkalarının da ortaya çıkıp, dolar
milyarderi sayısındaki artışa nelerdeki artışın eşlik ettiğini ortaya
koyması gerekmiyor mu?

Kapitalist yağma ve talan rejimi, bu dünyada ne varsa metalaştırıyor,
paralılaştırıyor, her şeyi kâr etmenin aracına dönüştürüyor. Öyle ki,
birinin acısı, sıkıntısı, mutsuzluğu, başkasının çıkarı, kazancı, kârı
haline geliyor. İnsanlık bunun neresinde ve bu kepazelik neden
sorgulanmaz? Meta ilişkileri insan yaşamının tüm veçherine, tüm
gözeneklerine, tüm anlarına sirayet ediyor, kumusal alanları ve
kamusal yaşamı tasfiye ediyor. Kamusal alanlar ve kamusal yaşam
bütünüyle tasfiye edildiğinde, herşey özelleştirilip, metaya
dönüştüğünde, hâlâ insandan geriye birşey kalacak mı? Daha geç olmadan
insanı insanlıktan çıkaran bu kör gidişe karşı çıkmak hem gerekli hem
de mümkündür. Zira, neoliberal küreselleşme çağının kapitalizmi,
sadece insanı ve insan ilişkileri kirletip içini boşaltmıyor, aynı
zamanda doğa tahribatına da ivme kazandırıyor. Zaten 'bir uygarlığın
insana bakışı, onun doğaya bakışından bağımsız değildir' denmiştir.
Arılar yok olurken, kelebekler yok olurken, balıklar ölürken,
nehirler, dereler kurur, toprak ve hava kirlenirken, kentler kokarken,
insani yabancılaşma hayret verici bir düzeye çıkmışken, bitki türleri
yok olurken, herşey kirlenirken, değer ölçüsü ve nîrengi noktası yok
olmuşken, anlam kaybı derinleşirken hala kalkınmadan, ekonomik
büyümeden, GSMH ve kişi başına gelir artışından, ihracatın ve turizmin
rekor kırdığından, vb. söz etmek. nurlu ufuklara dair nutuk atmak
abesle iştigal değil mi? O halde daha geç olmadan kullanım değerini
ihya etmek ve yeniden kamusala hakkını vermekten başka çare yok,
üstelik aciliyeti var. Bu kısa yazıyı Tocqueville'den bir alıntıyla
bitirebiliriz: " Kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki
insanların kaderine ilgisiz bir yabancı gibi davranir. O insan için
tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur.
Hemşerileriyle ilişkilerine gelince, aralarına katılır ama onları
görmez; dokunur ama onları hissetmez; yalnız kendi başına ve kendisi
için vardır. Ve bu şartlarda kafasında bir aile mufhumu kalmışsa bile
artık bir toplum mefhumu yoktur."1 Alexis de Tocqueville'den bu yana
onca zaman geçmişken ve köprülerin altından onca su akmışken,
neoliberal küreselleşme ve özelleştirmeler çağında kamusal insandan
geriye ne kaldığı ortada değil mi?
 
Üst