- Katılım
- 13 Haziran 2008
- Mesajlar
- 17,955
- Reaksiyon puanı
- 351
- Puanları
- 3,263
Beyazperde Yazarları 2010'un En İyi Filmlerini Seçti!
Genel yorumumuz, bu senenin "iyi film" bağlamında kurak geçtiği... Ses getiren yapımlar çok olsa da, gönlümüzde taht kuran filmler bir elin parmağını geçmiyor. İşte beyazperde yazarlarının gönüllerinde taht kuran 2010 filmleri...
Ayşegül Kesirli:
The Road : John Hillcoat’ın son filmi “The Road”un Türkiye’de vizyona girmemesi büyük bir kayıp. Film, ortaya koyduğu çarpıcı kıyamet senaryosu, içinde yaşadığımız gezegeni canlı ve küskün bir varlık olarak tanımlayışı ve Viggo Mortensen’in dillere destan performansıyla elimizden kayıp giden dünyaya bir ağıt niteliğinde.
Hayata Çalım At : Ken Loach’un görünmez şiddet filmlerinin ardından çektiği beklenmedik derecede içten ve sempatik bir insanlık hikayesi olan “Hayata Çalım At,” izleyenle film arasındaki tüm mesafeleri kaldırmayı başarabilen yılın en unutulmaz yapımlarından biri.
Black Swan : “Kaynak” filminden sonra kendisinden ümidi kestiğimiz Darren Aranofsky’nin “Şampiyon” bir tesadüf değilmiş dedirten yeni filmi “Black Swan,” hem hikayeleri içi içe geçiren esrarengiz anlatımı hem de şiirselliğe varan görselliği bakımından büyüleyici bir film.
Başlangıç: Christopher Nolan’ın hikayenin son dakikasında verdiği mesajla sinemanın vaat ettiği hayal dünyasını cisimleştirebilen nadir çalışmalardan biri olmayı başaran “Başlangıç,” 2010 yılının es geçilmemesi gereken filmlerinden biri.
Garip Bir Aşk Öyküsü : Son yıllarda kendini tekrar etmeye başlasa da Kevin Smith, sıradan insanların gündelik hayatlarını anlatmayı en iyi başaran yönetmenlerden biri bana kalırsa. “Garip Bir Aşk Öyküsü” de yönetmenin bugüne kadar çektiği en romantik filmlerden biri olarak bu senenin akıllara kazınan filmlerinden biri olmayı hak ediyor.
Murat Özer:
1 ÖLÜMCÜL TAKİP (Chugyeogja) “Ölümcül Takip”in ‘kuşku’yla tırmanan gerilimi sulandırmadan, ayaklarını yere basmaktan bir an bile vazgeçmeden şekillendirmesi, onun ‘stil’in gölgesinde kalmamasının başlıca müsebbibi belki de. Stiline güvenip ‘uçma’nın peşine takılan birçok yapımın aksine, gücünü paylaştırmayı da başarıyor film böylece. Zamanla yarışan karakterlerine ‘gereksiz’ ekstra zaman kazandırmaya uğraşmıyor, işleri ‘olur’una bırakmayı deniyor, bunu da beceriyor. Hikâyenin ritmini bozacak herhangi bir hamle göze çarpmıyor bu anlamda, izlerken zeminin ayaklarınızın altından çekildiğini hissetmiyorsunuz. Tutunuyorsunuz filme ve onun zamana karşı ‘ters koşular’ yapan kahramanlarına...
2 SIRADAN İNSANLAR (Ordinary People) “Sıradan İnsanlar”, derdini net bir şekilde anlatmayı tercih ediyor, dolandırmadan, gereksiz ayrıntılara girmeden. Gücünü de bundan alıyor, ‘dürüst’ davranmasının getirdiği ödülle taçlanıyor. Sıfır müzik kullanımıyla bu tavrını kuvvetlendiren yapım, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bu bölgede de ‘sıradanlaşan katliam’ın resmini gösteriyor seyirciye. ‘Yargısız infaz’ olduğu apaçık olan eylemin ‘duygudan yoksun’ yalınlığını tüm çarpıcılığıyla önümüze getiriyor.
3 GİR KANIMA (Låt den Rätte Komma In) Kuzeyin dondurucu soğuğuna sahip olmasına karşın, ‘kan’ın sıcaklığıyla aynı potada erittiği bu soğuğu bütün kötülükleri hareketsiz kılan bir ‘örtü’ gibi kullanan ‘Gir Kanıma’, tipik vampir filmlerinin ötesine taşan iç dinamikleriyle ‘farklı’ olanın kapısını aralayıp, filmin orijinal adındaki gibi doğru kişiyi içeri alan bir film.
4 SİHİRBAZ (L'Illusionniste) ‘İnsan olmak’ demek, biraz da ‘Jacques Tati olmak’ demek belki. Bu filmi izlediğimizde, böylesi bir ‘önerme’nin doğruluğuna daha da ikna oluyoruz. Hayatı cehenneme çeviren insanoğlunun ‘insan olmak’tan ne kadar uzaklaştığını, ‘dokunmak’tan çekindiğini, ‘iyilik’ kavramına yabancılaştığını, ‘özel’ olanları yalnızlaştırdığını, ‘tuzak’lara çok çabuk düştüğünü, ‘kurban-cellat’ ilişkisi dışında bir gerçekliği tanımadığını, ‘basitlik’tense ‘karmaşa’yı tercih ettiğini, sonuçta da yeni ve nefret edilesi bir insanoğlu profilinin çizildiğini hatırlatıyor “Sihirbaz”.
5 CİDDİ BİR ADAM (A Serious Man) İlk kareden son ana kadar yoğun biçimde kendini gösteren Yahudi yaklaşımı, zaman zaman filmi ‘dinsel bir sayıklama’ havasına soksa da, bunun ‘dinsel kimlik’ nutku olmadığını belgeleyen bir açı yakalamayı başarıyor yönetmen kardeşler. Özellikle inanç ve gelenek konusundaki ‘ironik’ yaklaşımlarıyla benzerine az rastlanır (belki de rastlanamaz) bir ‘denge’yi de öne çıkarıyorlar. Bir de buna Coen’lerin kendilerine has mizah duygusu eklenince, sözünü ettiğimiz ‘hava’ tümüyle dağılıyor, dünyanın her yerinde yaşanabilecek ‘basit bir hikaye’ye dönüşüyor izlediklerimiz. Bu mizah anlayışı, filmde Yahudi geleneklerinden olduğu kadar, hikayenin geçtiği 1967’de çıkan efsane Jefferson Airplane albümü “Surrealistic Pillow”daki şarkılardan (özellikle de “Somebody To Love” ve ‘şaşkın’ aile ilişkilerinden de besleniyor. Coen’ler patentli ‘kara mizah’, dokunduğu her yeri yakıyor aslında ve baş karakterin yüzündeki ‘acı gülümseme’yle temsil ediliyor. Bu türden mizah, rahatlatmaktan ziyade ‘huzursuz’ kılıyor hem izleyeni hem de karakteri.
Duygu Kocabaylıoğlu
2010 içerisinde sinemada film seyretme tercihini daha ziyade yerli sinema ve festival filmlerinden yana kullanan bir seyirci olarak, geride kalan yıla dair seçtiğim filmler de bu nitelikte oldu ister istemez. Yabancı sinemada ilk tercihimi Inception/Başlangıç filminden yana kullanıyorum. Batman yorumlarını severek izlediğimiz Christopher Nolan'ın imzasını taşıyan Başlangıç, hem 2010'a sağlam bir iz bıraktı hem de yönetmenin filmografisini tekrar parlattı. Bu sene izlediğim ve bende yer eden diğer yabancı yapımlar ise Fransız sinemasından Of Gods and Men/İnsanlar ve Tanrılar ve The Secret In Their Eyes/Gözlerindeki Sır filmleri oldu. İlk film Türkiye'de vizyona henüz girmedi ama Filmekimi'nde seyretme şansı bulduğumuz bu yapım, öyküsünü gerçek ve tüyler ürperten bir hikayeden alan, teknik kalitesi ve oyunculukları oldukça iyi kotarılmış bir film. Ülkemizde nisan ayında gösterime giren Gözlerindeki Sır ise, 2010 Oscar'larında En İyi Yabancı Film dalında ülkesi Arjantin'i temsil ederek heykelciği Güney Amerika'ya götürerek kendisini kanıtlayan, olay örgüsünü ve özellikle başroldeki Ricardo Darín'in oyunculuğunu oldukça etkileyici bulduğum bir film oldu. Yerli sinemadan 2010 seçkilerine gelirsek, öncelikle çok verimli bir yılı geride bıraktığımızı itiraf etmek gerek. Adana, Antalya gibi belli başlı festivallerden ödüllerle dönen Çoğunluk ve Kavşak'ın yanı sıra, bence bu senin en ilginç kotarılmış, farklı filmi Kosmos idi. Ayrıca Bal'ı da yılın önemli filmleri arasında saymak gerek. Son olarak sene sonuna doğru vizyona giren Çağan Irmak imzalı Prensesin Uykusu ise, yönetmenden ikinci bir Issız Adam ya da Babam ve Oğlum çıkışı bekleyen seyircileri bir nebze hayal kırıklığına uğrattı. Fakat Redd dinleyicisini müzikal kalite olarak doyuran film, Türk sinemasına kazandırdığı fantastik sahne teknikleri ve çizgi animasyon dokusuyla, bundan sonraki benzer çalışmalara yol gösterecek nitelikte.
Ali Ercivan
Üstüne konuşmaya değer filmlerin çoğu ülkemize geç gelir hep. Bu yüzden, aslında 2009 yılına ait filmlerden üçünü ben 2010 listemin tepesine yerleştirme ihtiyacı duyuyorum. Coen Kardeşler’in Ciddi Bir Adam (A Serious Man) ve Jacques Audiard’ın Yeraltı Peygamberi (Un Prophéte) filmleri, bence iki başyapıt ve listemin zirvesindeler. Geçen sene Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kazanan Arjantin filmi Gözlerindeki Sır (El Secreto de Sus Ojos) da onların az gerisinde. Güçlü finali, pırıl pırıl işçiliği ve ahlaki çatışması ile gerçekten aldığı ödülü hak eden bir filmdi. Bunların hemen yanına, aslında 2010 yapımı olan ama bizde hala vizyona girmemiş üç filmi eklemek istiyorum şimdi de… Darren Aronofsky’nin başyapıtı Black Swan şizofreniyi ve bir sanatçının yarattığı şeyi içselleştirme halini başarıyla anlatıyor. Artık iyice bir deha olarak görmeye başladığım Edgar Wright’ın son filmi Scott Pilgrim vs. the World ise 80’ler kültürüne, çizgi romanlara, bilgisayar oyunlarına ya da müziğe meraklı herkesin ilgisini çekebilecek, klasik romantik komedi kalıplarını da ustaca kullanan bir filmdi bana göre. Ünlü İngiliz sokak sanatçısı Bansky’nin çektiği Exit Through the Gift Shop ise, herhalde son dönemde seyirciyi sanat üzerine en çok kafa yormaya sevk eden işti. Bu filmler ülkemize kimbilir ne zaman gelecek… Bu altı filmin ardından üç tane de vizyon filmi sayarak 2010 yılı için 10 favori filmimi toparlamış olabilirim. Anton Corbijn’ın Centilmen (The American) filmi, muhakkak herkese hitap etmiyordu. Evet, klişe bir öykü anlatıyordu. Fakat onu çok şık, çok incelikli ve çok olgun bir sinema diliyle perdeye aktarıyordu. David Fincher’ın Sosyal Ağ’ı (The Social Network) zaten yılın bariz iyilerinden. Bahsedeceğim son filmi de bir sahneyle anayım. Oyuncak Hikayesi 3’ün (Toy Story 3) finaline yaklaşırken, karakterlerimiz bir bandın üzerinde çöplerle beraber fırına doğru sürükleniyorlar. Pixar’ın, ilk Oyuncak Hikayesi filminden bu yana yaşamın çeşitli evrelerini sırayla ele aldığına işaret eden bir teori dolaşıyordu geçen sene ortalıkta. Yukarı Bak (Up), yaşlılık üzerine bir filmdi. Oyuncak Hikayesi 3 ise aslında ölüm üzerine. Ve işte o sahnede, oyuncaklar o fırına doğru sürüklenirken, hepsinin elele tutuşup ölümü kabullendikleri an… Bir animasyonu geçtim, bence bu sene herhangi bir filmde izlediğim en müthiş sahneydi. Pixar’ı da ölümle burun buruna gelinen o andan filmi yeni bir başlangıca çevirerek, döngüyü sıfırladığı için tebrik ediyorum.
Oktay Ege Kozak
5- Oyuncak Hikayesi 3: Pixar’ı Pixar yapan, 1995 yılında animasyon dünyasını değiştiren seriye Lasseter ve ekibinden muazzam bir final. Sonlarına doğru ciddiyeti ile şaşırtan fırın sahnesi ve duygusal finali ile Pixar, bir kez daha animasyon konseptinin sınırlarını zorluyor.
4- True Grit: : Coen kardeşlerden beklenmedik derecede şefkatli ve romantize edilmiş klasik bir western. Jeff Bridges’ın merhametsiz olduğu kadar geveze mareşal Rooster Cogburn performansı, Bridges geçen sene kazanmış olmasına rağmen bir kez daha Oscar’ı hak ediyor.
3- Black Swan: New York Balesindeki güç savaşlarını betimleyen ağır bir melodram beklerken en kolay yoldan “David Lynch’ten Kuğu Balesi” olarak tamınlanabilecek bir psikolojik korku şaheseri ile karşılaştık. Yönetmen Darren Aranofsky, Natalie Portman’ın şu ana kadarki en cesur performansını yaratıyor.
2-Hereafter: Ölümden sonra yaşam hakkında öne sürülen belki de en yetişkin film. 80li yaşlarına giren Clint Eastwood, gösterişçi ve kolaycı hayalet hikayelerinden kaçınan, olabildiğince düzeyli ve anlayışlı bir doğaüstü drama yaratıyor.
1- Başlangıç: : Christopher Nolan’ın “entelektüel gişe filmi”, her anı yaratıcılık dolu, muhteşem görselliklerle desteklenen bir beyin maratonu. Karmaşık konusu ve yüksek bütçesine rağmen bir an bile raydan çıkmayan güçlü hikaye yapısı ile ilk karesinden son karesine kadar hayret uyandıran bir modern bilim kurgu klasiği.
Murat Tolga Şen:
Kendimi bildim bileli film izlerim ama 2010 senesi kadar kurak ve kötü bir vizyona denk gelmemiştim. Yerli sinemacıların yıllar içinde zorlukla oluşmuş seyirci sempatisini ve kredisini 2010 yılında hunharca harcadığını görüyorum. Birkaç istisnai durum dışında “ilk” filmini çeken yönetmen terörü yaşandı bu yıl ve devam etmekte… O yüzden listeme hiç yerli yapım giremedi.
Shutter Island: “Zindan Adası” sadece 2010’un değil, Martin Scorsese ustanın da en iyi filmlerinden biri... 50’lerin kara polisiyeleri ile gotik gerilim öykülerinin müthiş bir harmanı ve kafa karıştıran finali yüzünden avuçlarım patlarcasına alkışladığım bir film oldu.
Le Concert: Çok keyifli bir film, üstelik finalinde en alakasız insana bile klasik müziği sevdirecek türden bir ödülü var. Sessiz sedasız gösterime girdi ve çok az kişi izleyebildi ama bence yılın en iyilerinden.
Up in the Air: Dışarıdan baktığınızda keyifli olsa da önemsiz bir film gibi görünüyor fakat Jason Reitman’ın 80’lerin yönetmenlerine has ince bir alaycılıkla çektiği “Aklım Havada” aslında müthiş bir Amerikan toplumu taşlaması…
Buried: Tamamı tabutun içinde geçen bir filmi seyircinin tırnaklarını kemirerek seyretmesini sağlamak gerçekten hikaye anlatma becerisi ister. Rodrigo Cortés bunun üstesinden başarıyla geliyor, Ryan Reynolds’da çok iyi… Aynı zamanda kuvvetli bir sistem eleştirisi var filmde…
Inception: 148 dakikalık müthiş bir zihinsel ve görsel labirent. Christopher Nolan sinemasının sıkı bir hayranı olmamakla birlikte yönetmenin Inception’la, ihmal edilmiş Bilim Kurgu türüne güçlü bir katkı yaptığını düşünüyorum.
Orkan Şancı:
Black Swan: Darren Aronofsky rahatsız edici imgelerini, bu Kuğu Balesi masalına yedirmeyi başarmış. Zaten bir kuğu olan Natalie Portman’ın cesur oyunu, Aronofsky’ye çok şey borçlu. Baleyi sevmeseniz bile bu filmi seveceksiniz. Sinemanın neden sanat olduğu sorusuna, yılın en iyi yanıtlarından biri.
Başlangıç: Seyircisinden kafa patlatmasını isteyen filmleri severim. Neredeyse hiç boş filmi olmayan Chris Nolan bir kez daha, orijinal bir fikirle, bizi rüyalar alemine götürdü ve orada bıraktı.
Kick-Ass : “Neden normal hayatta çizgi romanlardaki gibi süper kahramanlar yok” diye sorgulayan çocuğun hikayesi. Peşpeşe gelen süper kahraman filmleriyle allak bullak olan zihnimizi temize çeken, gizli bir başyapıt.
The American : Stil sahibi bir yönetmen, en ölü hikayeyi bile esaslı kılabilir. Anton Corbjin beklentileri alt üst eden bir tetikçi dramasına imza atarken türe “farklı” bir bakış açısı nasıl getireleceğinin de dersini verdi.
The ****: Ben Affleck’in romantik-soygun filmi, gerek aksamayan aksiyonu, gerekse sokaktan gelme karakterlerine geniş yer açan dramatizasyonuyla yılın en güzel sürprizlerinden biri.
Funda Sularöz
Black Swan : Baleyle büyümüş biri olarak, filmin konusunun bir balerinin hayatı üzerinden kurulmuş olması, izlemeden önce bende büyük heyecan yaratmıştı. Natalie Portman’ın başrolde yer alması ve bugüne kadar filme gelen olumlu eleştiriler, heyecanımı sabırsızlığa dönüştürmüştü. Black Swan tüm bu beklentileri karşılamaktan öte; filmi izlerken Portman’la beraber beni de değiştirdi. Görselliği ve senaryosu tek kelimeyle büyüleyici. Darren Aranofsky, Requiem For A Dream’den sonra ruhuma tekrar derin bir çizik attı.
Başlangıç: Zeka, yaratıcılık, heyecan, görsellik, oyunculuk... Christopher Nolan, bu yılın en tartışılan filmi Başlangıç’la izleyicileri şaşırtan bir şaheser çıkarmış.
Le Concert: Mizahıyla, konusuyla, müziğin filmin ruhuna işlemesi ve göndermeleriyle hem ağlatan hem güldüren sıcacık bir film olarak bu yıla iz bırakan filmler arasında.
Sosyal Ağ: İletişimin anlamını değiştiren, başka bir boyut kazandıran yılın adamı Mark Zuckerberg’in yükselişi, David Fincher’ın diliyle akıcı ve daha da ilgi çekici bir hal almış.
Kosmos : Bu yılın en iyi Türk filmi olan Kosmos’ta Reha Erdem; düşündüren, orijinal, masalsı bir dünya yaratmış.
Baba: Malatya Film Festivali’nde izleme imkanı bulduğum Josef Fares’in Baba adlı filmi, izlerken dize vurarak güldürecek kadar komik, sıcacık bir film. Sırf bu özelliği ile bile listemde yer almaması olmazdı.
Genel yorumumuz, bu senenin "iyi film" bağlamında kurak geçtiği... Ses getiren yapımlar çok olsa da, gönlümüzde taht kuran filmler bir elin parmağını geçmiyor. İşte beyazperde yazarlarının gönüllerinde taht kuran 2010 filmleri...
Ayşegül Kesirli:
The Road : John Hillcoat’ın son filmi “The Road”un Türkiye’de vizyona girmemesi büyük bir kayıp. Film, ortaya koyduğu çarpıcı kıyamet senaryosu, içinde yaşadığımız gezegeni canlı ve küskün bir varlık olarak tanımlayışı ve Viggo Mortensen’in dillere destan performansıyla elimizden kayıp giden dünyaya bir ağıt niteliğinde.
Hayata Çalım At : Ken Loach’un görünmez şiddet filmlerinin ardından çektiği beklenmedik derecede içten ve sempatik bir insanlık hikayesi olan “Hayata Çalım At,” izleyenle film arasındaki tüm mesafeleri kaldırmayı başarabilen yılın en unutulmaz yapımlarından biri.
Black Swan : “Kaynak” filminden sonra kendisinden ümidi kestiğimiz Darren Aranofsky’nin “Şampiyon” bir tesadüf değilmiş dedirten yeni filmi “Black Swan,” hem hikayeleri içi içe geçiren esrarengiz anlatımı hem de şiirselliğe varan görselliği bakımından büyüleyici bir film.
Başlangıç: Christopher Nolan’ın hikayenin son dakikasında verdiği mesajla sinemanın vaat ettiği hayal dünyasını cisimleştirebilen nadir çalışmalardan biri olmayı başaran “Başlangıç,” 2010 yılının es geçilmemesi gereken filmlerinden biri.
Garip Bir Aşk Öyküsü : Son yıllarda kendini tekrar etmeye başlasa da Kevin Smith, sıradan insanların gündelik hayatlarını anlatmayı en iyi başaran yönetmenlerden biri bana kalırsa. “Garip Bir Aşk Öyküsü” de yönetmenin bugüne kadar çektiği en romantik filmlerden biri olarak bu senenin akıllara kazınan filmlerinden biri olmayı hak ediyor.
Murat Özer:
1 ÖLÜMCÜL TAKİP (Chugyeogja) “Ölümcül Takip”in ‘kuşku’yla tırmanan gerilimi sulandırmadan, ayaklarını yere basmaktan bir an bile vazgeçmeden şekillendirmesi, onun ‘stil’in gölgesinde kalmamasının başlıca müsebbibi belki de. Stiline güvenip ‘uçma’nın peşine takılan birçok yapımın aksine, gücünü paylaştırmayı da başarıyor film böylece. Zamanla yarışan karakterlerine ‘gereksiz’ ekstra zaman kazandırmaya uğraşmıyor, işleri ‘olur’una bırakmayı deniyor, bunu da beceriyor. Hikâyenin ritmini bozacak herhangi bir hamle göze çarpmıyor bu anlamda, izlerken zeminin ayaklarınızın altından çekildiğini hissetmiyorsunuz. Tutunuyorsunuz filme ve onun zamana karşı ‘ters koşular’ yapan kahramanlarına...
2 SIRADAN İNSANLAR (Ordinary People) “Sıradan İnsanlar”, derdini net bir şekilde anlatmayı tercih ediyor, dolandırmadan, gereksiz ayrıntılara girmeden. Gücünü de bundan alıyor, ‘dürüst’ davranmasının getirdiği ödülle taçlanıyor. Sıfır müzik kullanımıyla bu tavrını kuvvetlendiren yapım, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bu bölgede de ‘sıradanlaşan katliam’ın resmini gösteriyor seyirciye. ‘Yargısız infaz’ olduğu apaçık olan eylemin ‘duygudan yoksun’ yalınlığını tüm çarpıcılığıyla önümüze getiriyor.
3 GİR KANIMA (Låt den Rätte Komma In) Kuzeyin dondurucu soğuğuna sahip olmasına karşın, ‘kan’ın sıcaklığıyla aynı potada erittiği bu soğuğu bütün kötülükleri hareketsiz kılan bir ‘örtü’ gibi kullanan ‘Gir Kanıma’, tipik vampir filmlerinin ötesine taşan iç dinamikleriyle ‘farklı’ olanın kapısını aralayıp, filmin orijinal adındaki gibi doğru kişiyi içeri alan bir film.
4 SİHİRBAZ (L'Illusionniste) ‘İnsan olmak’ demek, biraz da ‘Jacques Tati olmak’ demek belki. Bu filmi izlediğimizde, böylesi bir ‘önerme’nin doğruluğuna daha da ikna oluyoruz. Hayatı cehenneme çeviren insanoğlunun ‘insan olmak’tan ne kadar uzaklaştığını, ‘dokunmak’tan çekindiğini, ‘iyilik’ kavramına yabancılaştığını, ‘özel’ olanları yalnızlaştırdığını, ‘tuzak’lara çok çabuk düştüğünü, ‘kurban-cellat’ ilişkisi dışında bir gerçekliği tanımadığını, ‘basitlik’tense ‘karmaşa’yı tercih ettiğini, sonuçta da yeni ve nefret edilesi bir insanoğlu profilinin çizildiğini hatırlatıyor “Sihirbaz”.
5 CİDDİ BİR ADAM (A Serious Man) İlk kareden son ana kadar yoğun biçimde kendini gösteren Yahudi yaklaşımı, zaman zaman filmi ‘dinsel bir sayıklama’ havasına soksa da, bunun ‘dinsel kimlik’ nutku olmadığını belgeleyen bir açı yakalamayı başarıyor yönetmen kardeşler. Özellikle inanç ve gelenek konusundaki ‘ironik’ yaklaşımlarıyla benzerine az rastlanır (belki de rastlanamaz) bir ‘denge’yi de öne çıkarıyorlar. Bir de buna Coen’lerin kendilerine has mizah duygusu eklenince, sözünü ettiğimiz ‘hava’ tümüyle dağılıyor, dünyanın her yerinde yaşanabilecek ‘basit bir hikaye’ye dönüşüyor izlediklerimiz. Bu mizah anlayışı, filmde Yahudi geleneklerinden olduğu kadar, hikayenin geçtiği 1967’de çıkan efsane Jefferson Airplane albümü “Surrealistic Pillow”daki şarkılardan (özellikle de “Somebody To Love” ve ‘şaşkın’ aile ilişkilerinden de besleniyor. Coen’ler patentli ‘kara mizah’, dokunduğu her yeri yakıyor aslında ve baş karakterin yüzündeki ‘acı gülümseme’yle temsil ediliyor. Bu türden mizah, rahatlatmaktan ziyade ‘huzursuz’ kılıyor hem izleyeni hem de karakteri.
Duygu Kocabaylıoğlu
2010 içerisinde sinemada film seyretme tercihini daha ziyade yerli sinema ve festival filmlerinden yana kullanan bir seyirci olarak, geride kalan yıla dair seçtiğim filmler de bu nitelikte oldu ister istemez. Yabancı sinemada ilk tercihimi Inception/Başlangıç filminden yana kullanıyorum. Batman yorumlarını severek izlediğimiz Christopher Nolan'ın imzasını taşıyan Başlangıç, hem 2010'a sağlam bir iz bıraktı hem de yönetmenin filmografisini tekrar parlattı. Bu sene izlediğim ve bende yer eden diğer yabancı yapımlar ise Fransız sinemasından Of Gods and Men/İnsanlar ve Tanrılar ve The Secret In Their Eyes/Gözlerindeki Sır filmleri oldu. İlk film Türkiye'de vizyona henüz girmedi ama Filmekimi'nde seyretme şansı bulduğumuz bu yapım, öyküsünü gerçek ve tüyler ürperten bir hikayeden alan, teknik kalitesi ve oyunculukları oldukça iyi kotarılmış bir film. Ülkemizde nisan ayında gösterime giren Gözlerindeki Sır ise, 2010 Oscar'larında En İyi Yabancı Film dalında ülkesi Arjantin'i temsil ederek heykelciği Güney Amerika'ya götürerek kendisini kanıtlayan, olay örgüsünü ve özellikle başroldeki Ricardo Darín'in oyunculuğunu oldukça etkileyici bulduğum bir film oldu. Yerli sinemadan 2010 seçkilerine gelirsek, öncelikle çok verimli bir yılı geride bıraktığımızı itiraf etmek gerek. Adana, Antalya gibi belli başlı festivallerden ödüllerle dönen Çoğunluk ve Kavşak'ın yanı sıra, bence bu senin en ilginç kotarılmış, farklı filmi Kosmos idi. Ayrıca Bal'ı da yılın önemli filmleri arasında saymak gerek. Son olarak sene sonuna doğru vizyona giren Çağan Irmak imzalı Prensesin Uykusu ise, yönetmenden ikinci bir Issız Adam ya da Babam ve Oğlum çıkışı bekleyen seyircileri bir nebze hayal kırıklığına uğrattı. Fakat Redd dinleyicisini müzikal kalite olarak doyuran film, Türk sinemasına kazandırdığı fantastik sahne teknikleri ve çizgi animasyon dokusuyla, bundan sonraki benzer çalışmalara yol gösterecek nitelikte.
Ali Ercivan
Üstüne konuşmaya değer filmlerin çoğu ülkemize geç gelir hep. Bu yüzden, aslında 2009 yılına ait filmlerden üçünü ben 2010 listemin tepesine yerleştirme ihtiyacı duyuyorum. Coen Kardeşler’in Ciddi Bir Adam (A Serious Man) ve Jacques Audiard’ın Yeraltı Peygamberi (Un Prophéte) filmleri, bence iki başyapıt ve listemin zirvesindeler. Geçen sene Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kazanan Arjantin filmi Gözlerindeki Sır (El Secreto de Sus Ojos) da onların az gerisinde. Güçlü finali, pırıl pırıl işçiliği ve ahlaki çatışması ile gerçekten aldığı ödülü hak eden bir filmdi. Bunların hemen yanına, aslında 2010 yapımı olan ama bizde hala vizyona girmemiş üç filmi eklemek istiyorum şimdi de… Darren Aronofsky’nin başyapıtı Black Swan şizofreniyi ve bir sanatçının yarattığı şeyi içselleştirme halini başarıyla anlatıyor. Artık iyice bir deha olarak görmeye başladığım Edgar Wright’ın son filmi Scott Pilgrim vs. the World ise 80’ler kültürüne, çizgi romanlara, bilgisayar oyunlarına ya da müziğe meraklı herkesin ilgisini çekebilecek, klasik romantik komedi kalıplarını da ustaca kullanan bir filmdi bana göre. Ünlü İngiliz sokak sanatçısı Bansky’nin çektiği Exit Through the Gift Shop ise, herhalde son dönemde seyirciyi sanat üzerine en çok kafa yormaya sevk eden işti. Bu filmler ülkemize kimbilir ne zaman gelecek… Bu altı filmin ardından üç tane de vizyon filmi sayarak 2010 yılı için 10 favori filmimi toparlamış olabilirim. Anton Corbijn’ın Centilmen (The American) filmi, muhakkak herkese hitap etmiyordu. Evet, klişe bir öykü anlatıyordu. Fakat onu çok şık, çok incelikli ve çok olgun bir sinema diliyle perdeye aktarıyordu. David Fincher’ın Sosyal Ağ’ı (The Social Network) zaten yılın bariz iyilerinden. Bahsedeceğim son filmi de bir sahneyle anayım. Oyuncak Hikayesi 3’ün (Toy Story 3) finaline yaklaşırken, karakterlerimiz bir bandın üzerinde çöplerle beraber fırına doğru sürükleniyorlar. Pixar’ın, ilk Oyuncak Hikayesi filminden bu yana yaşamın çeşitli evrelerini sırayla ele aldığına işaret eden bir teori dolaşıyordu geçen sene ortalıkta. Yukarı Bak (Up), yaşlılık üzerine bir filmdi. Oyuncak Hikayesi 3 ise aslında ölüm üzerine. Ve işte o sahnede, oyuncaklar o fırına doğru sürüklenirken, hepsinin elele tutuşup ölümü kabullendikleri an… Bir animasyonu geçtim, bence bu sene herhangi bir filmde izlediğim en müthiş sahneydi. Pixar’ı da ölümle burun buruna gelinen o andan filmi yeni bir başlangıca çevirerek, döngüyü sıfırladığı için tebrik ediyorum.
Oktay Ege Kozak
5- Oyuncak Hikayesi 3: Pixar’ı Pixar yapan, 1995 yılında animasyon dünyasını değiştiren seriye Lasseter ve ekibinden muazzam bir final. Sonlarına doğru ciddiyeti ile şaşırtan fırın sahnesi ve duygusal finali ile Pixar, bir kez daha animasyon konseptinin sınırlarını zorluyor.
4- True Grit: : Coen kardeşlerden beklenmedik derecede şefkatli ve romantize edilmiş klasik bir western. Jeff Bridges’ın merhametsiz olduğu kadar geveze mareşal Rooster Cogburn performansı, Bridges geçen sene kazanmış olmasına rağmen bir kez daha Oscar’ı hak ediyor.
3- Black Swan: New York Balesindeki güç savaşlarını betimleyen ağır bir melodram beklerken en kolay yoldan “David Lynch’ten Kuğu Balesi” olarak tamınlanabilecek bir psikolojik korku şaheseri ile karşılaştık. Yönetmen Darren Aranofsky, Natalie Portman’ın şu ana kadarki en cesur performansını yaratıyor.
2-Hereafter: Ölümden sonra yaşam hakkında öne sürülen belki de en yetişkin film. 80li yaşlarına giren Clint Eastwood, gösterişçi ve kolaycı hayalet hikayelerinden kaçınan, olabildiğince düzeyli ve anlayışlı bir doğaüstü drama yaratıyor.
1- Başlangıç: : Christopher Nolan’ın “entelektüel gişe filmi”, her anı yaratıcılık dolu, muhteşem görselliklerle desteklenen bir beyin maratonu. Karmaşık konusu ve yüksek bütçesine rağmen bir an bile raydan çıkmayan güçlü hikaye yapısı ile ilk karesinden son karesine kadar hayret uyandıran bir modern bilim kurgu klasiği.
Murat Tolga Şen:
Kendimi bildim bileli film izlerim ama 2010 senesi kadar kurak ve kötü bir vizyona denk gelmemiştim. Yerli sinemacıların yıllar içinde zorlukla oluşmuş seyirci sempatisini ve kredisini 2010 yılında hunharca harcadığını görüyorum. Birkaç istisnai durum dışında “ilk” filmini çeken yönetmen terörü yaşandı bu yıl ve devam etmekte… O yüzden listeme hiç yerli yapım giremedi.
Shutter Island: “Zindan Adası” sadece 2010’un değil, Martin Scorsese ustanın da en iyi filmlerinden biri... 50’lerin kara polisiyeleri ile gotik gerilim öykülerinin müthiş bir harmanı ve kafa karıştıran finali yüzünden avuçlarım patlarcasına alkışladığım bir film oldu.
Le Concert: Çok keyifli bir film, üstelik finalinde en alakasız insana bile klasik müziği sevdirecek türden bir ödülü var. Sessiz sedasız gösterime girdi ve çok az kişi izleyebildi ama bence yılın en iyilerinden.
Up in the Air: Dışarıdan baktığınızda keyifli olsa da önemsiz bir film gibi görünüyor fakat Jason Reitman’ın 80’lerin yönetmenlerine has ince bir alaycılıkla çektiği “Aklım Havada” aslında müthiş bir Amerikan toplumu taşlaması…
Buried: Tamamı tabutun içinde geçen bir filmi seyircinin tırnaklarını kemirerek seyretmesini sağlamak gerçekten hikaye anlatma becerisi ister. Rodrigo Cortés bunun üstesinden başarıyla geliyor, Ryan Reynolds’da çok iyi… Aynı zamanda kuvvetli bir sistem eleştirisi var filmde…
Inception: 148 dakikalık müthiş bir zihinsel ve görsel labirent. Christopher Nolan sinemasının sıkı bir hayranı olmamakla birlikte yönetmenin Inception’la, ihmal edilmiş Bilim Kurgu türüne güçlü bir katkı yaptığını düşünüyorum.
Orkan Şancı:
Black Swan: Darren Aronofsky rahatsız edici imgelerini, bu Kuğu Balesi masalına yedirmeyi başarmış. Zaten bir kuğu olan Natalie Portman’ın cesur oyunu, Aronofsky’ye çok şey borçlu. Baleyi sevmeseniz bile bu filmi seveceksiniz. Sinemanın neden sanat olduğu sorusuna, yılın en iyi yanıtlarından biri.
Başlangıç: Seyircisinden kafa patlatmasını isteyen filmleri severim. Neredeyse hiç boş filmi olmayan Chris Nolan bir kez daha, orijinal bir fikirle, bizi rüyalar alemine götürdü ve orada bıraktı.
Kick-Ass : “Neden normal hayatta çizgi romanlardaki gibi süper kahramanlar yok” diye sorgulayan çocuğun hikayesi. Peşpeşe gelen süper kahraman filmleriyle allak bullak olan zihnimizi temize çeken, gizli bir başyapıt.
The American : Stil sahibi bir yönetmen, en ölü hikayeyi bile esaslı kılabilir. Anton Corbjin beklentileri alt üst eden bir tetikçi dramasına imza atarken türe “farklı” bir bakış açısı nasıl getireleceğinin de dersini verdi.
The ****: Ben Affleck’in romantik-soygun filmi, gerek aksamayan aksiyonu, gerekse sokaktan gelme karakterlerine geniş yer açan dramatizasyonuyla yılın en güzel sürprizlerinden biri.
Funda Sularöz
Black Swan : Baleyle büyümüş biri olarak, filmin konusunun bir balerinin hayatı üzerinden kurulmuş olması, izlemeden önce bende büyük heyecan yaratmıştı. Natalie Portman’ın başrolde yer alması ve bugüne kadar filme gelen olumlu eleştiriler, heyecanımı sabırsızlığa dönüştürmüştü. Black Swan tüm bu beklentileri karşılamaktan öte; filmi izlerken Portman’la beraber beni de değiştirdi. Görselliği ve senaryosu tek kelimeyle büyüleyici. Darren Aranofsky, Requiem For A Dream’den sonra ruhuma tekrar derin bir çizik attı.
Başlangıç: Zeka, yaratıcılık, heyecan, görsellik, oyunculuk... Christopher Nolan, bu yılın en tartışılan filmi Başlangıç’la izleyicileri şaşırtan bir şaheser çıkarmış.
Le Concert: Mizahıyla, konusuyla, müziğin filmin ruhuna işlemesi ve göndermeleriyle hem ağlatan hem güldüren sıcacık bir film olarak bu yıla iz bırakan filmler arasında.
Sosyal Ağ: İletişimin anlamını değiştiren, başka bir boyut kazandıran yılın adamı Mark Zuckerberg’in yükselişi, David Fincher’ın diliyle akıcı ve daha da ilgi çekici bir hal almış.
Kosmos : Bu yılın en iyi Türk filmi olan Kosmos’ta Reha Erdem; düşündüren, orijinal, masalsı bir dünya yaratmış.
Baba: Malatya Film Festivali’nde izleme imkanı bulduğum Josef Fares’in Baba adlı filmi, izlerken dize vurarak güldürecek kadar komik, sıcacık bir film. Sırf bu özelliği ile bile listemde yer almaması olmazdı.