İnceldiği Yerden

Bu konuyu okuyanlar

too_late

Müdavim
Katılım
2 Mart 2007
Mesajlar
2,494
Reaksiyon puanı
4
Puanları
38
Aslı Biçen'in yeni romanı "İnceldiği Yerden"

Yirmi yıldır Türkiye'nin dört bir yanında kayıp babasını arayan ve çocukluk aşkı Saliha'yla evlenme hazırlıkları içinde olan bakkal Cemal ve anababasını yıllar önce bir kazaya kurban verdiği için ninesiyle yaşayan, amatör futbolcu sevgilisi Erkan'la gerilimli bir ilişki sürdüren lise öğrencisi Jülide'nin etrafında gelişiyor hikâye.




Aslı Biçen, "karayla o incecik bağlantısı olmasa pekâlâ bir ada" denebilecek hayali bir taşra kasabasında geçen yarı-fantastik bir hikâye anlatıyor bize. Yirmi yıldır Türkiye'nin dört bir yanında kayıp babasını arayan ve çocukluk aşkı Saliha'yla evlenme hazırlıkları içinde olan bakkal Cemal ve anababasını yıllar önce bir kazaya kurban verdiği için ninesiyle yaşayan, amatör futbolcu sevgilisi Erkan'la gerilimli bir ilişki sürdüren lise öğrencisi Jülide'nin etrafında gelişiyor hikâye. Jülide'nin zaman zaman "şeylere" hükmedebilmesini sağlayan olağanüstü yetenekleri, Cemal'in de olağandışı insani duyarlılıkları olsa da, ikisini birleştiren temel bir kişilik özellikleri var: Her türlü baskı karşısındaki zayıflıkları, güçsüzlükleri.

Aşina olduğumuz ama burada bir biçimde "başını alıp giden" baskı ortamı, dünyaya-kapalılık ve özgürlüksüzlük atmosferi, işte bu iki karakter üzerinden anlatılıyor romanda. Yoğunluğu gittikçe artan bu atmosferde insan kalmak için neredeyse iradeleri hilafına mücadele etmek zorunda kalıyor her ikisi de: "Her şey güçten ibaretse, yenilgi kaçınılmaz. Zayıflığın da bir hükmü olmalı."

Bir taşra hikâyesi gibi başlayıp bir noktada adeta fantastik bir siyasi romana dönüşen bu kitabın, başarılı kurgusu kadar dilinin az rastlanır güzelliğiyle de hak ettiği ilgiyi göreceğini umuyoruz.


Aslı Biçen
1970'te Bursa'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Çok sayıda kitabı Türkçeye çeviren Biçen, özellikle Dickens, Faulkner, Cortazar, Fuentes, Rushdie, Djuna Barnes, John Barth, Durrell, Arthur Phillips, A. L. Kennedy, Wallace Stevens, Ariel Dorfman ve Elif Şafak'tan yaptığı yetkin çevirilerle tanınıyor. Elime Tutun adlı ilk anlatısı 2005'te, İnceldiği Yerden adlı romanı ise 2008’de yayımlandı.



Kaynak : http://www.barbuni.com/index.php?cmd=7&textID=6864
 

too_late

Müdavim
Katılım
2 Mart 2007
Mesajlar
2,494
Reaksiyon puanı
4
Puanları
38
Açılış bölümünden, s. 9-13.

Yolun sağında, ihmalkârlıkla ovada unutulmuş gibi duran iki kıraç, eğreti tepenin güdük dişleri arasında güneş fersiz bir aydınlıkla gelişini duyurdu. Geceyi baştan sona kat eden otobüs yoldan ziyade saatlerle cebelleşmiş, geriye kalan son dakikaların üzerinde zaferle ilerliyordu. Tepelerin V'sindeki güneş sapan taşı sabırsızlığıyla, her zamanki gibi battığından daha hızlı ve daha parlak, yola yakın tarlalara sabahı düşürdü. Diz boyu buğdayların taze yeşili, ketlenmiş ışıkta, deniz altı düzlüklerine has bir su buğusuyla dalgalanmaya başladı.
Sarsıntılı uzun saatlerin ardından en inatçı yolcusu bile baygın bir uykuya ya da başağrılı bir sersemliğe teslim olmuş otobüs, yoldaki derin çukura, rüya yükünün bütün ağırlığıyla dalıp çıktı. Yılların uzun yolculuk alışkanlığıyla derin bir uykuyu saatlerdir sürdürmeyi başarmış olan Cemal'in savrulan başı taş gibi cama çarptı. Gözleri açıldı ama görmeye değil. Bomboş gözbebeklerindeki açıklıktan içeri sabah güneşinin kesif sarısına bulanmış taze yeşil sızdı. Başaklanmamış nazlı buğday filizleri arasında bir yunusun yüzgeci göründü, sonra iradesizce üzerine dolanan yeşil yaprakların arasında muazzam bir yumuşaklıkla kayboldu.
Cemal'in gözkapaklarının inmesiyle yunus, insanı tüm benliğiyle saran tatlı, hudutsuz bir laciverdin içinde birkaç kuyruk darbesiyle gözden kayboldu. Onun kusursuz tebessümünün peşine takıldı Cemal. Yunusun suda bıraktığı harekete tutunup güçlü kuyruğunu yeniden görene kadar gayretsizce akıp gitti. Gri bir gülüş gibi laciverdin içinde kıvrılan vücudunu yakaladı sonunda. Denizin dibindeki bembeyaz kumlara kadar indi bu vücut ve başaşağı asılı kaldı. Yunusun güzel, zeki yüzünde hislerine değmeyen muzip bir gülüş vardı.
Cemal, hayvanın küçük hareketlerinin oluşturduğu uslu girdapları yüzünde hissedebiliyordu. Onu yakalamış olmaktan ve ona bakıyor olmaktan öyle mutluydu ki sindire sindire seyre koyuldu. Havasız suda, susuz havada yaşayamayan, hızlı, yüzlü bir hayvan. Kusurlu bir zaruret içine atılmış kusursuz bir güzellik. Saygılı bir hayranlıkla milyonlarca yılın mucizesini incelerken sol kanadının altında bir karaltı gördü; insan yapımı, sonradan takılmış, kablolarla çevrili, uğursuz bir şey. Bomba.
İlkel bir rüya telaşıyla kalbi kasıldı. Yunus burnuyla kumları havalandırıyor, başına geleceklerden habersiz belki de yiyecek bir şey arıyordu. Özgürlüğüne kondurulmuş bu kara nokta, bu mutlak son kederli bir adaletsizlik hissiyle insanın canını yakıyordu.
Yunus, eşsizliği ve huzurlu sessizliğiyle yekpare, kumlardaki telaşlı arayışını sürdürürken Cemal'in eli yumuşak ve kaygan derisine uzandı. Parmaklarının altında aşina olmadığı bir canlılık. O kara şeyi çıkarmak, çıkarmak ama nasıl, nereden tutup da. Neredeyse katılaşmış, somutlaşmış, suları kesmiş bir aciliyet. Aciliyeti kesen su. Ağırlaştıran, hantallaştıran, en becerikli parmakları bile beceriksizleştiren su. Hep yukarı, olması gerekenden birkaç santim üste çeken, kıl payıyla kaçırtan, oynayan, şaşırtan su. Cemal'in aksine yunus bu oyunun ehliydi, kıpır kıpır, kararlı; kumların üzerindeki hızına ve kıvraklığına erişmek imkânsızdı.
Sadece rüyalarda barınan o dizginsiz korkuyla içi titreyerek debeleniyordu Cemal. Derken yunusun kaldırdığı beyaz kum bulutu içinde siyah bir düğme göründü. Cemal hemen bildi ki düğmeye basılırsa yunus ve her şey infilak edecek, bildi ki yunus bu düğmeye basmak için eğitilmiş, bildi ki yunus bir araç, bir öldürme aracı. Sonra yunusun neyi yok edeceğini anlamak için etrafına bakındı ama kendisinden başka hiçbir şey yoktu. İçi ezik, yunusun azıcık geri çekilişini, sonra düğmeyi hedef alarak...
Kalbi küt küt atan Cemal alnında hafif bir acıyla, bu sefer sahiden gören gözlerinin üzerinde gözkapaklarını açtı. Savrulan otobüsün zangırdayan camları ardında kayıp giden bir dizi cılız çam güneşi dilimliyor, ışık seyrek dalların arasından kaçıp kaçıp, sudan yansır gibi kuvvetle Cemal'in gözlerine vuruyordu. Son ağacın dibinden tepelere doğru uzanan buğday tarlasının tekinsiz denizaltı renklerinde içi sıkışarak yunusu hatırladı. Filizleri aralayan yarım bir esinti yüzgecin bıraktığı su izi gibi tarlayı orta yerinden bölmüştü.
Tesirinden bir türlü kurtulamadığı korkuyla gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. İçinden geçip gittiği bütün o derme çatma, küçücük, soluksuz, dar kasabalar tuhaf bir kıstırılmışlık hissiyle üşüştü zihnine. İkinci katı nedense hiç bitirilmeyen beton kutular gözünün hemen arkasında hassas bir noktayı sızım sızım sızlattılar. Otobüsün hareketinin bir-iki dakikasına sıkışan, gözün ve yüreğin, katı sınırlarını gayet net seçtiği daracık yerler.
Tam o sırada otobüs ikinci bir çukura daha girdi ve menzile varmadan önceki son tepenin üzerinde Cemal'in gözleri tekrar açıldı. Bütün bu yollar, yabancı yerler, tanımadığı insanlar, bilmediği mekânlar, ona anlamlı gelmeyen bir eskiliği olan yenilikler hayatının son yirmi yılına serpilmeye başlamadan önce dünyanın ta kendisi sandığı ince belli Andalıç, her daim uyanık denizin üzerinde, olanca mahmurluğuyla onu karşıladı. İnsanların denizsiz yerlerde nasıl yaşayabildiğine şaşa şaşa içinden geçtiği onca kara memleketinden sonra her tonuyla adı da değişen o oyuncu mavi, olmadığı her yeri ölü gösteren müthiş canlılığıyla içinde geniş geniş açıldı. Yeniden rahatça nefes almaya başladı, deniz olmayan yerde hava da kıttı sanki.
Karayla o incecik bağlantısı olmasa pekâlâ bir adaydı Andalıç ama o bağ onu yarımada yapıyordu. Arkadaki yayvan, alçak tepelerin ortasındaki boşluktan doğup yuvarlanmış da göbek kordonu henüz kopmamıştı sanki. Gece attıkları ağı toplamış balıkçı tekneleri, rengini tam bulamamış sulardan, güneyine sokulmuş küçük limana dönüyordu. Yaşlı denizin yüzündeki kırışıklar karaya kadar yarışıyor, sabah güneşinin sırtına bıraktığı pusun altında uyuklayan Andalıç'ı usul usul sallıyordu.
Sudan başlayan Andalıç, mevsimlerin kiremitlerini renk renk soldurduğu eski taş evler, arnavut kaldırımı yokuşlar, araya sıkışmış minicik bahçelerde tek tük ağaçlar, mahzun köpekler ve en çok da kedilerle, gökyüzünde bitiyordu. Memleket yolları kenarına dertli notalar gibi düşülmüş bütün kasabalar arasında sabah güneşinin gözlere iftiharla takdim edebileceği üç-beş yerden biriydi belki. Tepesindeki o heyula olmasaydı. Belediyenin, muhtelif hizmetlerin ücretlerini iki katına çıkararak, her yere kumbaralar koyarak, halktan zoraki bağış toplayarak, üst üste açılan davaları kaale almadan, inşaata yasak bölgeye yaptırdığı o devasa beton blok. Huzurevi. Sulardan çıkan yarımadanın, gökyüzüne doğru akıp gitmesini engelleyen bir sınır.
Cemal gözünü Andalıç'tan kaçırıp ufuk çizgisinin henüz belirginleşmediği grimsi sonsuzluğa dikti. Otobüs tepeyi indikçe ferahlık kıtlaşıyor, iki taraflı zeytinlikler tuhaf bir yapaylıkla tozlu grilerini yolun üzerine kapatıyorlardı. Gökyüzü daha tanıdık bir maviye döner gibiydi. Karadan yarımadaya uzanan geniş huninin üzerinde sola saptı otobüs, sonra gitgide seyrelen zeytinlerle birlikte huninin aşağısına akıp kendini suyun üzerinde buldu. Bir buçuk kilometrelik dar kıstağı yorgun bir yalpalamayla tüketip adımını Andalıç'a atar atmaz sağa saptı ve yarımadanın kuzeyine bakan garaja yöneldi. Garajın geniş kapısından girip manevrasını tamamladıktan sonra da bütün otobüslerin o memnun, madeni iç çekişiyle durdu.
Cemal'in upuzun yol boyunca sabırsızlıkla beklediği nihai duruş anı işte gelmiş, gelir gelmez de heyecanı tükenivermişti. Otobüslerde uyumaya alışmış olsa da dinlenmeyi başaramıyordu. Sersem sersem basamaklardan indi. Gerindi. Buruşmuş ceketini sırtına geçirip gözlerini yedeğe aldı. Bundan sonrası sadece ayaklarının işiydi. Ayakları bu yarımadanın her yerine onsuz bile gidebilirdi. Ceketinin cebini yokladı. Rize'den aldığı otobüs bileti. Eski bir şakaya güler gibi güldü. Yazıhanedeki adamdan dönüş biletini alırken otobüs çok dolu olmazsa yanındaki koltuğu boş bırakmasını rica etmişti. Belki onunla birlikte birisi daha gelebilirdi. Bu cümleyi kimbilir kaç garajda kaç biletçiye sarfettiğini hatırlayınca dudak otomatiğine şaşar gibi elini gayri ihtiyari bıyıklarına götürdü.
Gözleri sadece ayaklarının takılabileceği beklenmedik tuzaklara ve onların gerisinde beynine üşüşmüş bir sürü dağınık resme dikili yürümeye başladı.
Giderken gördüğü ama yerini üç aşağı beş yukarı zihnine yazdığı halde dönüş yolunda bir türlü bulamadığı küçücük, yemyeşil, yuvarlacık bir tepecik, hatta tümsek. Eşsiz, mükemmel, tılsımlı. Tek bir göz tarafından tek bir kez göründükten sonra kaybolan şeylerden.
Taşra şehirlerinden birinin garajındaki gazete bayiinde porno dergiler de satan başörtülü yaşlı teyze.
Yolun kenarındaki hafif atlatılmış kazadan, eşikten dönmenin şaşkınlığı, sersem bir sırıtış ve sulu gözlü bir şükranla otobüse bakan kazazedeler.
Her yerde, bütün yüksek şeylerin üzerine yuva kuran, tarlaları arşınlayan, gökyüzünü halkalayan leylekler.
Yüksek sesle adını bağırdı biri arkadan.
"Hop, Cemal."
(…)
 
Üst