Gitmek (Umut Sarıkaya)

Bu konuyu okuyanlar

punisher_65

Müdavim
Katılım
19 Temmuz 2008
Mesajlar
1,141
Reaksiyon puanı
10
Puanları
38
Benim için evden kurtulmanın tek yolu üniversite sınavıydı. Bi şekilde şehir dışında bir üniversite kazanıp bu evden kurtulmayı planlıyordum. Kötü bir lisenin vasat bir öğrencisi olarak üniversiteyi kazanmam ev içinde pek tahmin edilmiyordu. Şimdi rahatlıkla söyleyebilirim ki; o yıllarda biraz aklım az çalışıyordu. Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Meslek Lisesi hangi lisenin sınavına girdiysem kazanamamıştım. Annem her ne kadar "Bizim çocukta biraz heyecan var, heyecanını bi yense aslında kafalı çocuk. Bi kere yaramazlık yaptığını görmedim sürekli susuyor" diye beni akrabalara karşı savunsa da gerçekten aklım pek basmıyordu çoğu şeye. Hem birçok kereler "kime çekti" tümcesini kendi aralarında konuşurken tekrarladıklarını duymuştum. Bi kere de babamın "Bizde de hata var. Hep ekmekle besledik çocuğu. 4 nüfusa günde 10 ekmek aldık umarsızca. Yiye yiye, ekmek gibi oldu kafası" diye anneme veryansın ettiğini de bizzat işittim.

İşittim ama ben babama katılmıyordum. Ekmekte bi sorun bulunmasının anlamsız olduğu kanısındaydım. Zira yine olsa gözümü kırpmadan yine yerdim. Sorun bence yönlendirilmeyle ilgiliydi. Ortaokul sonrası bütün arkadaşlarımın gittiği mahallemizdeki Mehmet Şam Ticaret Lisesi’ne yollasalardı beni şimdi belki paraya yön veren, piyasalara hâkim bir evlat ile iftihar edeceklerdi... Bütün ağlamalarıma rağmen beni o vasıfsız, dümdüz, devlet lisesine yollamışlardı... Yanlış yönlendirme sonucu bu hale gelmiştim. Kaybolan benim hayatımdı ama suçlanan da yine bendim.

Eğer kazanamazsam üniversiteyi, bir defa daha denettirirler sonra bi işe verirler diye tahmin ediyordum. Bu evde daha fazla durmak, bu sürekli silinen muşambada daha fazla yemek daha fazla ekmek yemek demekti bu işe giriş. Beni bilen bilir aşk insanıyımdır dostlarım. Sevmeden sevilmeden bi dakika duramam. Öyle tahmin ediyorum ki işe girdiğimin ikinci senesinde bir kız kaçırır eve getirirdim. "Nerden çıktı bu şimdi" demeyin biliyorum. Az çok kendimi tanırım. Aşık olunca gözü kara bi insan oluyorum. En sevmediğim özelliğim bu diyebilirim. Çok tutkulu olmak... Evet, kaçırırdım o kızı getirirdim eve. Böyle bir şeyi yaparak da bir ömür annemle babamla ve sevgili eşimle bir ömür geçirmeyi garanti altına alırdım.

Bir ömür ailemle yaşamak... Düşüncesi bile korkunç geliyordu. Her gün bu evde bi ızdırap gibiyken, bir ömür geçirmek, yavaş yavaş onlara benzemek. Ben akşam "televizyon karşısında koltukta uyuyacak insan değilim" diyordum kendi kendime. Kimse inanmasa inanmasın ben şehir dışındaki bi üniversiteyi kazanacak, bu evden de bu mahalleden de bu şehirden de kurtulacaktım. Her gece yatarken hayaller kuruyordum. İlk yıl yurtta kalırdım, sonra bi eve çıkardım. Arkadaşlarım gelirdi eve. Çıkıp sabaha kadar sokaklarda gezerdik... Daha önce de söylediğim gibi o yıllarda aklım az çalıştığı için sadece bu iki şeyi hayal edebildim eve çıkınca; "arkadaşlarım gelir, gece sokakta gezeriz".

Ama bu kadarını hayal edebilmek bile güzeldi be. Bu düşünceler içerisinde benden beklenmeyecek üstün bir çalışma disipliniyle kendimi derslere verdim. Sürekli test çözüyor, bu büyük maratonda diğer öğrencilerle aramdaki farkı kapatmaya çalışıyordum. Onlar bir çalışıyorsa ben iki çalışmak zorundaydım. Buradan kurtulmak için çalışıyordum. Annem babam gibi kanepede televizyon karşısında uyumamak için, onlara benzememek için çalışıyordum. Artık nasıl gaza geldiysem öyle hazırlanmışım sınava gibi bütün şehir dışı tercihlerimi geçip, çok az sayıda yazdığım İstanbul içi tercihlerimden birini kazandım. Hem de eve çok yakın bir üniversiteyi... Üniversiteyi kazandığım gün yıkılmıştım.

Kampüsü, amfisi batsın yıkılsın üniversite diye gittim okula sürekli. Ulan evden kaçmak için üniversite kazandım, kazandığım üniversite liseden daha yakın eve. Liseden çıkışta eve 5 de varıyorsam, kampüsten çıkışta 3 de varıyorum diyeyim siz anlayın gerisini. Daha çok ekmek, daha çok televizyon karşısında uyku ile geçirdim ilk iki yılı. İki yıl sonra isyan bayrağını açıp sınıftan bi arkadaşımla eve çıktık. Gece gezdik, arkadaşlar geldi. Bu konuyu tekrar anlatıp hatırlayarak canımı sıkmak istemiyorum. Beş parasız o izbe evde televizyon bile olmayan o evde ikimizde hem okulda hem evde birbirimize baka baka delirdik. Tek göz odada göz göze gelmemeye çalışıyorduk artık. Bol bol kitap dergi okuyarak, arada bir okuduğumuz kitaptan kafamızı kaldırıp birbirimize bakarak "hala orda tipiği sktiğiminin" diye içimizden geçirip tekrar okuyorduk. Barlara da beraber gittiğimiz için evimize hanım eli değmiyordu hiç. Çöpler içinde bir yıl boyunca kitap okuyup durduk. Ev arkadaşımın kitapların kenarlarına notlar aldığını gördükten sonra evden ayrılmaya karar verdim. Nietzsche’nin kitaplarındaki bazı paragrafları işaretleyip "katılmıyorum", "aptal", "güzel ama eksik" gibi notlar almıştı. Aynı şeyleri sabahlara kadar başka yazarların kitaplarına da yapıyordu. Hatta Dostoyevski’nin bi hikâyesine müdahale edip, kenara "bence buradan itibaren şöyle devam etse daha iyi olur" diye not düşerek, hikâyeye başka bi final bulmuştu. Yazarlarla kavga ediyor, tartışıyor, küfürleşiyordu. Kafayı yemişti. Ona benzemek istemiyordum.

Bir hafta sonra çamaşır yıkatmaya gitme bahanesiyle eve geldim. Bir yıl sonra eve ilk defa gelmiştim ve sanki sürekli geliyormuşum gibi karşılandım. Muşamba silindi yemek yendi televizyon karşısına geçildi. Yavaş yavaş göz kapakları ağırlaştı. Annem babam ve ben üçümüzde ağırlaşmıştık. Konuşmadan televizyona bakıyorduk. Gitgide onlara benziyordum, onlara benzemekten kaçmanın imkânsızlığını kavramıştım... Uykum geliyordu...

Tam o esnada annem "Umut" dedi. "her zamanki gibi git yatağında yat" diyecekti belli ki... "Uyumuyorum anne filmi izliyorum" dedim... "Oğlum bak kafa kalmadı unuttuk. Bugün senin doğum günündü dimi?" dedi. Doğum günü bizim ailede hiçbir zaman özel bi gün olmamıştı. Annem babam ve bütün akrabalarımızın doğum günü zira nüfus kâğıtlarında 1 Ocak olarak kayıtlıydı. "Hmm" diyip gözlerimi kapadım tekrar. "Oğlum söyleseydin pasta alırdık sana. Kafa kalmadı ki" diye söylendi. Uyumak istiyordum "Ya ne pastası anne. Doğum günü ne ya" diyip azarladım, içeri gitti. "Gelirken bi su getirsene anne" diye arkasından bağırdım. Suyu beklerken gözlerimi kapadım bi saat kadar uymuşum.

Dilim damağım kurumuştu uyandığımda. Babam da yan kanepede uyukluyordu. Televizyona bakarak ayılmaya çalıştım bi ara. Her zaman uyandığımda ev arkadaşımı karşımda görmeye alışmıştım. Babamı görünce nerdeyim lan diye anlayamamıştım eve geldiğimi. Tam kalkıp mutfağa gidecekken, annem elinde yuvarlak gri kocaman bir börek tepsisiyle geldi. Tam ortasında ise kocaman elektrik kesildiğinde kullandığımız beyaz bi ev mumu saplamıştı. Mum üstelik ortasından eğrilmişti. Patatesli kol böreğinin ortasında kocaman eğri beyaz bi mum saplanmış bana doğru geliyordu. Aklım çıktı korkudan resmen. İlk doğum günü partimin hiç böyle olacağını tahmin edememiştim. Yetmedi. Annem içeri girer girmez babam uyukladığı yerden kalktı ve odanın ışığını kapadı. Odayı böreğin ortasındaki mum aydınlatıyordu sadece. Tepsiyi önüme kadar getirdiler. Mumun coşkulu alevi karanlık odada yüzlerimizi aydınlatıyordu. İkisi de çok neşeliydi. "niye kaçıyorum ki lan bunlardan" diye düşündüm. Sarıldık öpüştük. O gün benim hayatımın en güzel doğum günüydü, hem börek de patatesliydi.
 

punisher_65

Müdavim
Katılım
19 Temmuz 2008
Mesajlar
1,141
Reaksiyon puanı
10
Puanları
38
başlığı açınca kimse okumaz bu kadar yazıyı diye düşünmüştüm ama bir okuyanın olması sevindirdi beni :).
 
S

SDN Okuru

SDN Okuru
insanız işte abartmaya gerek yok :) teşekkürler UMUT SARIKAYA
 
Üst