Ağıt...

Bu konuyu okuyanlar

zafercem

Asistan
Katılım
17 Ekim 2008
Mesajlar
404
Reaksiyon puanı
1
Puanları
0
Bağdat’ta Bush’a fırlatılan ayakkabı... Bush’un kürsüde şaşkın bakışları...

Ayakkabıyı fırlatan bir gazeteci...

Önceki gün televizyon kanalları sürekli gösterdiler Iraklı gazetecinin tepkisini.

ABD Irak’ı işgal etmeden önce yine televizyon ekranlarında bir savaş filmi gibi izlemiştik gökten yağan ateş yağmurunu.

Gökyüzünü kuşatan alevler, uçakların bombardımanı...

Kaç bin kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı ölmüş; kaç kişi ayaklarını, kollarını yitirip sakat kalmıştı?

Saddam’ın yerlerde sürüklenen heykellerini terlik ve ayakkabıyla dövenler!

Serin bir Ankara sabahında otelde kahvaltımı yaparken gazeteleri okuyorum.

Bizim takkeli ve takkesiz liboş takımı Bush’a ayakkabılarını fırlatan Iraklı gazeteciyi eleştirirken şöyle diyor:

“Gazeteci Bush’a gösterdiği tepkiyi Saddam’ın baskı düzenine karşı demokrasi isteyip ona da fırlatsaydı!”

Bugünlerde “Ermenilerden özür dilemek” için bildiri hazırlayıp altına imza atanlar, Irak’ta on binlerce sivilin öldürülmesine, kadınların ırzına geçilmesine karşı duyarlılık göstermediler ama 1915’te meydana gelen olaylar için şimdilerde “özür” dileyerek bir yerlere ileti gönderiyorlar.

Bildiriye imza atanları tanıyorum!

Bazıları Fethullahçı televizyonların “paralı şövalyeleri...”

Fethullah Gülen’in gözyaşları ırmak gibi akıyor “Mehtap TV”de. Ardından “paralı şövalyeler” çıkıp, Başbakan Tayyip Bey’e fırça atıyorlar...

Dedikleri şu:

“AKP’nin altı kayıyor... AB yanlısı olmak demokrasiyi savunmaktır... AB karşıtı olmak ise demokrasi ve özgürlük karşıtlığıdır.”

***

Bush’a ayakkabılarını fırlatan gazeteci Irak’ta “Ulusal Kahraman” olarak görülüyor, binlerce insan onun için gösteriler yapıyor!

İnsan kendi yaşamının içinde hüzünleri ve sevinçleri birlikte çoğaltır...

Ben bir Ankara sabahında, yapışkan bir yağmur bekler gibiydim gazete sayfalarında gezinirken.

Duru bir güzelliğin kapıların ardına saklandığı bir coğrafyada, çekilen acıların, saçlarımızı ağartan güç günlerin fotoğraflarını görür gibi oluyordum.

Genç kızlar saçlarına sakladıkları sözleri, açlık ve acı gecelerini, kini ve nefreti çoğaltıyorlardı yıllardır.

Abdülvahap El-Beyati’nin “Ölüm ve Zaman”ı ya da “Nâzım Hikmet’e Ağıt”ı maviyle grinin buluştuğu gökyüzünde bilinen gerçeğin gölgesiydi sanki.

Paltomu giyip bir süre yürüdüm!

“Sevgilim bütün

Arkadaşlarım öldü

Zamandan başka şey kalmadı

Ve türkülerden başka

Dostum küçük Ahmet

Küçük Ahmet bile öldü.

Tanrı rahmet etsin benim

Küçük dostum Ahmet.

Ne dersin yurda döndüğümüzde

Bizi tanımazsa kimse

Ne dersin?

Ey kederli serçe?”

Zaman insan yaşamının bir parçası mıydı?

Şu saatlerde neler oluyordu Bağdat’ta kimse bilmiyordu.

Bir süre dolaştıktan sonra yeniden döndüm otele. Odama çıkıp pencereden dışarıya baktım.

Ankara üşüyordu kış parmaklarında... Dokunsan buz tutacaktı kentin kirpikleri...

Oturup düşünmeye başladım... 1915 tek başına bir olay değildi elbet...

Kim kimden özür dilemeliydi?

ASALA katliamlarının hesabını kim verecekti? Türk insanının Ermeni isyanlarında, terör eylemlerinde uğradığı kayıplar ne olacaktı?

***

Bush ve Iraklı gazeteci...

ABD işgali altındaki bu topraklarda yaşam sürüyor.

Uzaktan seyrediyoruz olup bitenleri.

Rüzgârın akışı gibiyiz, bir yerlere takılıp bir süre orada duruyoruz.

Laikliğin ne olduğunu tartışıyoruz, demokrasiyi ve özgürlükleri “AB’ye girip girmemekle” karıştırıyoruz!

Yurdumun insanı bir paket bulgura, nohuta tutsak.

Yüz binlerce genç işsiz!

Burnumuzun dibinde Irak... Adana’da İncirlik ABD üssü!

Bomba yüklü uçaklar oradan kalkıp vurmuştu Bağdat’ı demokrasi ve özgürlük adına!

Gece kuşatmaları, yoksulluk... Şeyhler ve şıhlar...

O güzelim Bağdat, o güzelim insanlar!

Şimdi neredeler, hangi rüzgâra yenik düştüler, kendi düşlerini yaşamla birleştirmek isterlerken?

kaynak
 
Üst