kgt1453
Asistan
- Katılım
- 7 Şubat 2013
- Mesajlar
- 158
- Reaksiyon puanı
- 4
- Puanları
- 18
Bugüne kadar hep arkasından konuşuldu. Hain dediler, kahraman dediler. Ancak kendisine hiç söz hakkı vermediler. İşte geçmiş zamanı bir de kendisinin ağzından dinliyoruz.
Şevketli Sultan Mehmed Vahidüddin Efendimiz Hazretlerinin İstanbuldan ayrıldıktan sonraki ilk açıklamasıdır.
Bismillahirrahmanirrahim
Cihan harbinin başlangıcında devletimizin katılmasına kesinlikle razı olmadığım ve devam ettiği süre boyunca da elimde bulunan bütün vasıtalarla tahribat ve zararlarının her yönüyle kendini göstermeye başladığı bir zamanda biraderim Sultan V. Mehmed Reşadın esef verici vefatı gerçekleşmiş ve Osmanlı Anayasasının verdiği hakka dayanarak ve ehl-i hall ve akdİn hep birlikte biat etmesiyle Hilafet ve Saltanat makamına oturmuştum. O günler göz önüne getirildiğinde hükümdarlık makamını kabul ettiğim zaman beni bekleyen zorlukların önemi ve büyüklüğü takdir edilebilir.
Daha sonra, cephelerimizin birbiri ardından yenilgilere uğramasıyla hiçbir galibiyet ümidinin kalmaması ve bu korkunç savaşın uzaması; güya Meşrutiyet rejimini ilan ve uygulama perdesi altında 1908 yılından beri idarenin başına oturmuş olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden azgın ve nüfuzlu kısmının savaştan yararlanarak memlekette yol açtığı yağma, rüşvet ve anlaşılmaz maksatlarla yer yer gerçekleştirdikleri karmaşalar sebebiyle başkentten en uzak sınırına kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekte ve milletin yaşam dayanakları korkunç bir şekilde heder olup gitmekteydi.
Bu dehşetli durum karşısında hercanması gereken çaba ve gayretin asıl hedef ve gayesi; barış ve huzurun geri getirilmesinden başka bir şey değildi. Bu amacın gerçekleşmesi için de hiçbir geciktirmeye izin verilmemiş ve mümkün olan her çareye başvurulmuştur. Fakat savaşın devamından şahsi menfaatler elde eden ve memleketimizin hak ve hukukuna tecavüze alışmış olan o zamanın hükümeti ve yine o baskıcı hükümetin etrafında oluşmuş olan ihanet şebekesi çalışmalarımın sonuçsuz kalmasına ve kendi kafalarına göre barış görüşmelerine girerek, elde edilebilecek faydaları ve elverişli şartları yok etmişler ve muhterem milletin mazlum kanını sebepsiz yere heder olmaktan kaçınmaya fırsat bırakmamışlardı. Bu sebeple savaşın bütün tahrip edici dehşeti, uğursuz Mondros Mütarekesinin yapılmak mecburiyetinde kalınmasına kadar devam etti. Bu mütarekenin yapılmasıyla görevlendirilen delegelerin başı şu an Ankaradaki Başbakan Rauf (Orbay) Beydi. Ayrıca o zaman memleketin en mühim askeri kuvvetinin başında da şu anda Ankara Meclis Başkanı olan Mustafa Kemalin bulunmakta olduğu herkesin bildiği birşeydir.
Asayiş meselesi ileri sürülerek gerekli gördükleri her hangi bir yeri işgal etme hak ve yetkisini İtilaf devletlerine sunan özel maddesiyle Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve İzmirin işgal edilmesi ve sonraki bütün felaketlerin kaynağını oluşturan söz konusu Mondros mütarekesinin imzalanması mağlubiyetlerimizin ve mecburiyetlerimizden kaynaklandığı halde sonraları İzmirin işgal edilmesi dolayısıyla beni itham edenlerin bakış açısından değerlendirmek gerekirse; bu işgallere dayanak teşkil eden Mondros Mütarekenamesini imzalamaya fiilen katılan Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve askeri vaziyetiyle devleti böyle bir acı mecburiyete düşürmekte cidden dahli bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü Milli Mücadele reislerinin sorumlu tutulması ve itham edilmesi lazım gelir.
Çünkü gerek bu mütarekenin imzasından ve gerek ondan sonraki bütün meselelerde Osmanlı Anayasasının gereği olarak sorumluluktan müstesna olan hükümdarlık arz ettiğini onaylamaktan ibaret ve itiraz etme hakkı bulunmayan bir durumda olduğu halde, kendi eliyle imzaladığı mütarekenin uygulanması demek olan bu felaketlere karşı sonradan muhalefete önayak olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı mevcut kuvvetlerinin büyük bir kısımını esir vererek zilletle Toros dağları eteklerine iltica etmesi yüzünden mütareke akdini kaçınılmaz bir hale getiren Mustafa Kemal için kabul edilebilir hiçbir mazeret mevcut değildir. İşte Osmanlı tahtına oturuşumdan sonra ilk siyasi adımı teşkil eden Mütarekeye kadar meydana gelen hadiseler karşısında benim vaziyetim budur.
Mütarekeden sonra yürüttüğüm siyaset ise geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan kaçınmakla beraber bir taraftan dahilde makul ve ılımlı ıslahat ve icraata gayret etmek, diğer taraftan da hariçde siyasi teşebbüslere devam ederek aleyhimizdeki genel öfkenin bertaraf edilebileceği uygun zamanı bekleyebilmek için vakit kazanmaktan ibaretti.
İzmirin işgali hadisesinin karşısında ittihaz ve takip ettiğim siyaset ve gaye de vakit kazanmaktan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra edileceği bildirilen bu işgal, üç büyük devletin kesin ve ani kararına dayandığı gibi, bu olayın bize tebliği de doğrudan doğruya bu üç devlet tarafından yapıldığından bu mesele büyük devletler meselesi şeklinde ortaya çıkmıştı. Hadisenin Yunan meselesi haline dönüşmesi ise Yunanistandaki siyasi durumun değişmesi ve büyük devletlerin ittifakına halel geldikten sonra gerçekleşti. Yunan işgalinden önce bu mesele büyük ve galip devletlerce birlikte karar verilmiş olan kesin kararın tebliği mahiyetinde olduğundan hakkımızdaki genel öfkenin yok olmasını bekleyerek siyasi girişimlerle yetinme siyasetini tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin geçici mahiyette olması da bahse konu olan siyaseti teyit eder gibi görünüyordu.
Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra savaşta mağlup olmamak şartıyla direnişe ben de taraftardım. Nitekim bu düşünceyle Kuva-yı Milliyeye sempatisi olan birtakım kabineleri de iktidar mevkiine getirdim. Ancak o sıralarda, Mustafa Kemal, bağlı bulunduğu devletine itaat dairesinden çıkmış ve Anadoluda birçok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi zulümleriyle milli görevinin sınırını aşarak milletin başına tahammül edilemez bir bela kesilmişti.
Tıpkı İzmir hadisesi gibi Sevr Antlaşmasına ait devletlerin teklifi de (Yunanistanda siyasi durumun değişmesinden ve devletlerin aleyhimizdeki şiddetli ittifakına halel gelmeden önce olup) hiçbir noktasında değiştirme teklifine müsaade edilmeyerek 24 saat içinde tamamen kabul veya reddine ilişkin baskı ve tehditleri içerdiğinden gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde gerçekleşmişti. Bununla beraber ben Sevr Antlaşmasını kesinleşmiş sayılacak şekilde tasdik etmedim. Meselenin kesinlik kazanmasının ancak Meclis-i Mebusanın kabul etmesinden sonraki onayıma bağlı olduğunu, ayrıca hak ve adaletle bağdaşmayacak olan böyle bir antlaşmanın devam etmesinin ve böyle bir karara varılmasının mümkün olamayacağımı bildirdiğimden hakkımızın anlaşılmasına uygun bir zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak için antlaşmanın hükümetçe kabul edilmesine taraftarmış gibi göründüm.
Mondros Mütarekesi, İzmir hadisesi, Sevr Antlaşması gibi müstesna bir bakış açısıyla değerlendirdiğim olaylardan sonra ortaya çıkan meselelerde de daima Meşrutiyetin gereklerine uygun hareket ettim. Bu sebeple muhtelif kabinelerin muhtelif ve belki birbirleriyle çelişkili kararlarına dahi uydum. Mustafa Kemalin Anadoluya gönderen ve ardından bağlı bulunduğu devletini tanımaması üzerine bastrılması için askeri kuvvet sevkine lüzum gösteren hükümetlerin suyuna gitmemin sebebi, iktidardaki hükümetlerle hükümdarlık makamının karşılıklı münasebetine ait Meşrutiyetin gereklerinden ayrılmamak arzusu ve bazı siyasi zorunluluklara dayanmaktadır. Bundan başka, gerek hükümet değişikliklerinde, gerek diğer icraatta seçtiğim yol, şahsi fikir ve duygularımdan ziyade daima kamuoyu veyahut direnilmesi mümkün olmayan diğer tesirlerden kaynaklanmıştır. Bunun en büyük delili de, son Tevfik Paşa hükümetini, sadece ve sadece aleyhinde kamuoyu oluşumu gözlemlendiği için şahsım ve makamım hakkında kötü niyetleri açıkca olan Kemalcilerin İstanbulda nüfuz edinmelerine müsait bir hükümet olmasına rağmen iki seneyi aşkın iktidarda tutmamdır.
Ankara ile İstanbul arasındaki ikilğin giderilmesi için bu gibi fedakarlıklardan geri durmamakla biraber hilafetin saltanattan ayrılması ve başkentin İstanbuldan Ankaraya nakledilmesi hakkındaki karar tasavvurlarına onay vermek elimden gelmemiştir. Çünkü hilafetin saltanattan ayrılması, İslam alimlerinin malumu olduğu cihetle Şer-i şerife kesinlikle aykırı ve vekili olduğum Fahrul-mürselin Peygamber Efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati gerektirdiği için benim yetki ve imkanım haricinde birşeydir. Başkentin İstanbuldan alınıp Ankaraya nakledilmesi ise İstanbulun manen Ruslara teslimi ile Bolşeviklere hediye edilmesi demek olan ikinci düşünceleri de, hilafeti İstanbul gibi siyasi ve tarihi bir dayanaktan mahrum etmek anlamına geldiğinden kesinlikle kabul edemezdim. Bu gibi aşırı ve delice ve arzu ve isteklerine uymadığım için bana vatana ihanet iftirasında bulunanlarla beraber, her akıl ve izan sahibinin şunu bilmesi gerekir: Dünyanın en büyük makamı ve görevi olan hilafet ve saltanat makamını fiilen ve soyca hak etmiş olan bir hükümdarı, vatana ihanet gibi alçakça bir suça sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras olamaz.
Ben o makamların özellikle hilafet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için geçici olarak tahtımdan, vatanımdan hatta huzur ve rahatımdan ayrı düşmeyi bile göze aldım. Bu ayrılığım bilhassa Birinci Dünya Savaşından sonra kendi yaptıklarının hesabını vermek konumunda bulunanlara karşı yaptıklarımın hesabını vermekten korktuğumdan dolayı değil belki de hem hiçbir kanuna tabi olmayan insanların elinde savunma ve söz hakkından mahrum bırakılacak bir halde hayatımı göz göre göre tehlikeye atmak gibi İlahi emre aykırı ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden kaçınmak hem de El-firaru mimma layütak min sünenil-mürselin (Takat getirilemeyecek güçlükten kaçmak peygamberlerin sünnetlerindendir) fehva-yı şerifi üzere vekili olduğum şan sahibi Peygamber Efendimizin Nebevi hicretine ait sünnetine uymaktan ibarettir.
Vatan savunması gibi yüce gayelerle hiçbir münasebeti olmadığı halde Ankara meclisinin almış olduğu son kararlar üzerine, karşıtlarımla aramda oluşan ve memleketimiz için ortaya çıkan son durumu özetleyerek derim ki:
1- Ceddim Osman Gaziden Yavuz Sultan Selime kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk saltanatı vardı. Yavuzdan sonra ise bu saltanat, hilafetin eklenmesiyle Muhammedi saltanat haline gelmişti.
2- Şimdi bana haksız yere vatana ihanet suçu isnat edenler, hilafeti hukuk ve nüfuzundan tecrit edip hükümsüz hale getirerek bu Muhammedi saltanatı yıkmış ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslam alemine de ihanet etmişlerdir.
3- Ben devleti tehlikeden korumak için, bilhassa Harb-i Umumiye iştirakimizdeki ifratların acısını tattıktan sonra, dış politikada da karşıtlarımın ifadesiyle korkarak, yani itidal ve ihtiyatla hareket ettim. Daha doğrusu, vakit kazanmak için gerekirse kendimi feda etmeye karar verdim. Bu ılımlı ve ihtiyatlı siyasetim karşısında karşıtlarımın müfrit ve ne pahasına olursa olsun tarzındaki siyaseti isabetli ve başarılı olursa şahsen ben kaybedecektim, fakat devlet kazanacaktı. Halbuki onlar devlete, İslami saltanatını kaybettirdiler.
4- Eğer benim bir hatam varsa o da din ve devletin bu derece tahrip edilip değiştirileceğine ve (bazı şahıslar müstesna) bütün vekiller, alimler, akiller ve devlet adamları tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı alçak mefaatler karşılığında gizli ve açık şekilde yardım edeceklerine ihtimal vermememdendir. Ben, devletin hayat ve mematına herkesten ziyade ilgili olan milletimin münevverlerinin vatani ve vicdani görevlerini bu derece kötüye kullanamayacakları hakkındaki hüsn-i zannıma ait olan hatamı itiraf ediyorum.
Sözlerimin sonunda şurasını da beyan ederim ki:
Hilafet meselesinin halli, dini, kavmiyeti, vatanı şüpheli ve karışık askeriyeden ve diğer sınıflardan oluşan az sayıdaki kişiler ile kısmen zorlayıcı sebeplerden ve kısmen de olayların içyüzünden habersiz olarak gaflet halinde bulunan 5-6 milyonluk masum Türk kavminin yetkisi dahilinde olmayıp bu dava 300 milyonluk İslam aleminin tamamını kapsayan büyük bir meseledir. Dolayısıyla şimdi ben hilafet hakkında Ankarada ve İstanbulda verilen fuzuli ve cebri görülen iftiraları onları yakıştıranlara büyük bir nefretle red ve iade ederim.
Memleketin ırk ve din ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin hakim olmasını isteyen müsterih bir kalb ve vicdan ile hak ve hakikatin mağlup edilemeyeceğine dair kuvvetli bir imanla sevgili vatanıma dönünceye kadar ıtır kokulu toprağının ezelden müştakı olduğum Haremeyn-i Şerifeynde ve şimdilik Beytullahın civarında vakit geçiriyorum.
Beni Beldetullaha eriştiren şu iftihar edilmesi gereken hicretle hilafetin saltanattan ayrılması teklifine karşı sebat ve mücahedem, şahsi nasibimi ve ahiret azığımı teşkil edecektir.
Misafir olduğum Arabistanın mukaddes beldelerinin yüce hükümdarı ile necip halkı tarafından gerek benim hakkımda ve gerek vatanından ayrı düşmüş diğer hemşerilerim haklarında gösterilen misafirperverlik eserlerini şükür ve şükranla yad ettiğim gibi haiz oldukları seçkin ve temiz asalete uygun bir suretle hareket eden Şerif Hüseyin hazretleriyle muhtereme aileleri munsuplarının şan ve şereflerinin yücelmesini ve bu sayede Arabistanın mukaddes beldelerinin ve necip sakinlerinin tarihe ziynet veren geçmişleriyle gelişmelere mazhar olmalarınıda cidden temenni ederim.
İstanbuldan ayrıldığımdan sonra bu ilk beyannamemdir.
Sultan Abdülmecid Han oğlu Mehmed Vahidüddin
Bu yazı Derin Tarih Dergisi Mayıs Ayı Ben Hain Değilim ekinden alınmıştır. Eserin Osmanlıca ve Arapça metinleri için ayrıca yayıncının görüşleri için Derin Tarih dergisini satın alabilirsiniz.
Not: Yazıyı kendi sitelerinde ekleyecek olanlar burayı kaynak olarak gösterirseler sevinirim.
Üstadlar bekliyoruz görüşlerinizi..
@mustang @Korpe @Elbruz46 @|SeYYaH| @desperado64 @EropaKING @Karargaht @friendly @kosasker @AliA @ashabulyemin @topalsolucan @7.42
Şevketli Sultan Mehmed Vahidüddin Efendimiz Hazretlerinin İstanbuldan ayrıldıktan sonraki ilk açıklamasıdır.
Bismillahirrahmanirrahim
Cihan harbinin başlangıcında devletimizin katılmasına kesinlikle razı olmadığım ve devam ettiği süre boyunca da elimde bulunan bütün vasıtalarla tahribat ve zararlarının her yönüyle kendini göstermeye başladığı bir zamanda biraderim Sultan V. Mehmed Reşadın esef verici vefatı gerçekleşmiş ve Osmanlı Anayasasının verdiği hakka dayanarak ve ehl-i hall ve akdİn hep birlikte biat etmesiyle Hilafet ve Saltanat makamına oturmuştum. O günler göz önüne getirildiğinde hükümdarlık makamını kabul ettiğim zaman beni bekleyen zorlukların önemi ve büyüklüğü takdir edilebilir.
Daha sonra, cephelerimizin birbiri ardından yenilgilere uğramasıyla hiçbir galibiyet ümidinin kalmaması ve bu korkunç savaşın uzaması; güya Meşrutiyet rejimini ilan ve uygulama perdesi altında 1908 yılından beri idarenin başına oturmuş olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden azgın ve nüfuzlu kısmının savaştan yararlanarak memlekette yol açtığı yağma, rüşvet ve anlaşılmaz maksatlarla yer yer gerçekleştirdikleri karmaşalar sebebiyle başkentten en uzak sınırına kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekte ve milletin yaşam dayanakları korkunç bir şekilde heder olup gitmekteydi.
Bu dehşetli durum karşısında hercanması gereken çaba ve gayretin asıl hedef ve gayesi; barış ve huzurun geri getirilmesinden başka bir şey değildi. Bu amacın gerçekleşmesi için de hiçbir geciktirmeye izin verilmemiş ve mümkün olan her çareye başvurulmuştur. Fakat savaşın devamından şahsi menfaatler elde eden ve memleketimizin hak ve hukukuna tecavüze alışmış olan o zamanın hükümeti ve yine o baskıcı hükümetin etrafında oluşmuş olan ihanet şebekesi çalışmalarımın sonuçsuz kalmasına ve kendi kafalarına göre barış görüşmelerine girerek, elde edilebilecek faydaları ve elverişli şartları yok etmişler ve muhterem milletin mazlum kanını sebepsiz yere heder olmaktan kaçınmaya fırsat bırakmamışlardı. Bu sebeple savaşın bütün tahrip edici dehşeti, uğursuz Mondros Mütarekesinin yapılmak mecburiyetinde kalınmasına kadar devam etti. Bu mütarekenin yapılmasıyla görevlendirilen delegelerin başı şu an Ankaradaki Başbakan Rauf (Orbay) Beydi. Ayrıca o zaman memleketin en mühim askeri kuvvetinin başında da şu anda Ankara Meclis Başkanı olan Mustafa Kemalin bulunmakta olduğu herkesin bildiği birşeydir.
Asayiş meselesi ileri sürülerek gerekli gördükleri her hangi bir yeri işgal etme hak ve yetkisini İtilaf devletlerine sunan özel maddesiyle Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve İzmirin işgal edilmesi ve sonraki bütün felaketlerin kaynağını oluşturan söz konusu Mondros mütarekesinin imzalanması mağlubiyetlerimizin ve mecburiyetlerimizden kaynaklandığı halde sonraları İzmirin işgal edilmesi dolayısıyla beni itham edenlerin bakış açısından değerlendirmek gerekirse; bu işgallere dayanak teşkil eden Mondros Mütarekenamesini imzalamaya fiilen katılan Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve askeri vaziyetiyle devleti böyle bir acı mecburiyete düşürmekte cidden dahli bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü Milli Mücadele reislerinin sorumlu tutulması ve itham edilmesi lazım gelir.
Çünkü gerek bu mütarekenin imzasından ve gerek ondan sonraki bütün meselelerde Osmanlı Anayasasının gereği olarak sorumluluktan müstesna olan hükümdarlık arz ettiğini onaylamaktan ibaret ve itiraz etme hakkı bulunmayan bir durumda olduğu halde, kendi eliyle imzaladığı mütarekenin uygulanması demek olan bu felaketlere karşı sonradan muhalefete önayak olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı mevcut kuvvetlerinin büyük bir kısımını esir vererek zilletle Toros dağları eteklerine iltica etmesi yüzünden mütareke akdini kaçınılmaz bir hale getiren Mustafa Kemal için kabul edilebilir hiçbir mazeret mevcut değildir. İşte Osmanlı tahtına oturuşumdan sonra ilk siyasi adımı teşkil eden Mütarekeye kadar meydana gelen hadiseler karşısında benim vaziyetim budur.
Mütarekeden sonra yürüttüğüm siyaset ise geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan kaçınmakla beraber bir taraftan dahilde makul ve ılımlı ıslahat ve icraata gayret etmek, diğer taraftan da hariçde siyasi teşebbüslere devam ederek aleyhimizdeki genel öfkenin bertaraf edilebileceği uygun zamanı bekleyebilmek için vakit kazanmaktan ibaretti.
İzmirin işgali hadisesinin karşısında ittihaz ve takip ettiğim siyaset ve gaye de vakit kazanmaktan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra edileceği bildirilen bu işgal, üç büyük devletin kesin ve ani kararına dayandığı gibi, bu olayın bize tebliği de doğrudan doğruya bu üç devlet tarafından yapıldığından bu mesele büyük devletler meselesi şeklinde ortaya çıkmıştı. Hadisenin Yunan meselesi haline dönüşmesi ise Yunanistandaki siyasi durumun değişmesi ve büyük devletlerin ittifakına halel geldikten sonra gerçekleşti. Yunan işgalinden önce bu mesele büyük ve galip devletlerce birlikte karar verilmiş olan kesin kararın tebliği mahiyetinde olduğundan hakkımızdaki genel öfkenin yok olmasını bekleyerek siyasi girişimlerle yetinme siyasetini tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin geçici mahiyette olması da bahse konu olan siyaseti teyit eder gibi görünüyordu.
Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra savaşta mağlup olmamak şartıyla direnişe ben de taraftardım. Nitekim bu düşünceyle Kuva-yı Milliyeye sempatisi olan birtakım kabineleri de iktidar mevkiine getirdim. Ancak o sıralarda, Mustafa Kemal, bağlı bulunduğu devletine itaat dairesinden çıkmış ve Anadoluda birçok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi zulümleriyle milli görevinin sınırını aşarak milletin başına tahammül edilemez bir bela kesilmişti.
Tıpkı İzmir hadisesi gibi Sevr Antlaşmasına ait devletlerin teklifi de (Yunanistanda siyasi durumun değişmesinden ve devletlerin aleyhimizdeki şiddetli ittifakına halel gelmeden önce olup) hiçbir noktasında değiştirme teklifine müsaade edilmeyerek 24 saat içinde tamamen kabul veya reddine ilişkin baskı ve tehditleri içerdiğinden gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde gerçekleşmişti. Bununla beraber ben Sevr Antlaşmasını kesinleşmiş sayılacak şekilde tasdik etmedim. Meselenin kesinlik kazanmasının ancak Meclis-i Mebusanın kabul etmesinden sonraki onayıma bağlı olduğunu, ayrıca hak ve adaletle bağdaşmayacak olan böyle bir antlaşmanın devam etmesinin ve böyle bir karara varılmasının mümkün olamayacağımı bildirdiğimden hakkımızın anlaşılmasına uygun bir zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak için antlaşmanın hükümetçe kabul edilmesine taraftarmış gibi göründüm.
Mondros Mütarekesi, İzmir hadisesi, Sevr Antlaşması gibi müstesna bir bakış açısıyla değerlendirdiğim olaylardan sonra ortaya çıkan meselelerde de daima Meşrutiyetin gereklerine uygun hareket ettim. Bu sebeple muhtelif kabinelerin muhtelif ve belki birbirleriyle çelişkili kararlarına dahi uydum. Mustafa Kemalin Anadoluya gönderen ve ardından bağlı bulunduğu devletini tanımaması üzerine bastrılması için askeri kuvvet sevkine lüzum gösteren hükümetlerin suyuna gitmemin sebebi, iktidardaki hükümetlerle hükümdarlık makamının karşılıklı münasebetine ait Meşrutiyetin gereklerinden ayrılmamak arzusu ve bazı siyasi zorunluluklara dayanmaktadır. Bundan başka, gerek hükümet değişikliklerinde, gerek diğer icraatta seçtiğim yol, şahsi fikir ve duygularımdan ziyade daima kamuoyu veyahut direnilmesi mümkün olmayan diğer tesirlerden kaynaklanmıştır. Bunun en büyük delili de, son Tevfik Paşa hükümetini, sadece ve sadece aleyhinde kamuoyu oluşumu gözlemlendiği için şahsım ve makamım hakkında kötü niyetleri açıkca olan Kemalcilerin İstanbulda nüfuz edinmelerine müsait bir hükümet olmasına rağmen iki seneyi aşkın iktidarda tutmamdır.
Ankara ile İstanbul arasındaki ikilğin giderilmesi için bu gibi fedakarlıklardan geri durmamakla biraber hilafetin saltanattan ayrılması ve başkentin İstanbuldan Ankaraya nakledilmesi hakkındaki karar tasavvurlarına onay vermek elimden gelmemiştir. Çünkü hilafetin saltanattan ayrılması, İslam alimlerinin malumu olduğu cihetle Şer-i şerife kesinlikle aykırı ve vekili olduğum Fahrul-mürselin Peygamber Efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati gerektirdiği için benim yetki ve imkanım haricinde birşeydir. Başkentin İstanbuldan alınıp Ankaraya nakledilmesi ise İstanbulun manen Ruslara teslimi ile Bolşeviklere hediye edilmesi demek olan ikinci düşünceleri de, hilafeti İstanbul gibi siyasi ve tarihi bir dayanaktan mahrum etmek anlamına geldiğinden kesinlikle kabul edemezdim. Bu gibi aşırı ve delice ve arzu ve isteklerine uymadığım için bana vatana ihanet iftirasında bulunanlarla beraber, her akıl ve izan sahibinin şunu bilmesi gerekir: Dünyanın en büyük makamı ve görevi olan hilafet ve saltanat makamını fiilen ve soyca hak etmiş olan bir hükümdarı, vatana ihanet gibi alçakça bir suça sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras olamaz.
Ben o makamların özellikle hilafet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için geçici olarak tahtımdan, vatanımdan hatta huzur ve rahatımdan ayrı düşmeyi bile göze aldım. Bu ayrılığım bilhassa Birinci Dünya Savaşından sonra kendi yaptıklarının hesabını vermek konumunda bulunanlara karşı yaptıklarımın hesabını vermekten korktuğumdan dolayı değil belki de hem hiçbir kanuna tabi olmayan insanların elinde savunma ve söz hakkından mahrum bırakılacak bir halde hayatımı göz göre göre tehlikeye atmak gibi İlahi emre aykırı ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden kaçınmak hem de El-firaru mimma layütak min sünenil-mürselin (Takat getirilemeyecek güçlükten kaçmak peygamberlerin sünnetlerindendir) fehva-yı şerifi üzere vekili olduğum şan sahibi Peygamber Efendimizin Nebevi hicretine ait sünnetine uymaktan ibarettir.
Vatan savunması gibi yüce gayelerle hiçbir münasebeti olmadığı halde Ankara meclisinin almış olduğu son kararlar üzerine, karşıtlarımla aramda oluşan ve memleketimiz için ortaya çıkan son durumu özetleyerek derim ki:
1- Ceddim Osman Gaziden Yavuz Sultan Selime kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk saltanatı vardı. Yavuzdan sonra ise bu saltanat, hilafetin eklenmesiyle Muhammedi saltanat haline gelmişti.
2- Şimdi bana haksız yere vatana ihanet suçu isnat edenler, hilafeti hukuk ve nüfuzundan tecrit edip hükümsüz hale getirerek bu Muhammedi saltanatı yıkmış ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslam alemine de ihanet etmişlerdir.
3- Ben devleti tehlikeden korumak için, bilhassa Harb-i Umumiye iştirakimizdeki ifratların acısını tattıktan sonra, dış politikada da karşıtlarımın ifadesiyle korkarak, yani itidal ve ihtiyatla hareket ettim. Daha doğrusu, vakit kazanmak için gerekirse kendimi feda etmeye karar verdim. Bu ılımlı ve ihtiyatlı siyasetim karşısında karşıtlarımın müfrit ve ne pahasına olursa olsun tarzındaki siyaseti isabetli ve başarılı olursa şahsen ben kaybedecektim, fakat devlet kazanacaktı. Halbuki onlar devlete, İslami saltanatını kaybettirdiler.
4- Eğer benim bir hatam varsa o da din ve devletin bu derece tahrip edilip değiştirileceğine ve (bazı şahıslar müstesna) bütün vekiller, alimler, akiller ve devlet adamları tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı alçak mefaatler karşılığında gizli ve açık şekilde yardım edeceklerine ihtimal vermememdendir. Ben, devletin hayat ve mematına herkesten ziyade ilgili olan milletimin münevverlerinin vatani ve vicdani görevlerini bu derece kötüye kullanamayacakları hakkındaki hüsn-i zannıma ait olan hatamı itiraf ediyorum.
Sözlerimin sonunda şurasını da beyan ederim ki:
Hilafet meselesinin halli, dini, kavmiyeti, vatanı şüpheli ve karışık askeriyeden ve diğer sınıflardan oluşan az sayıdaki kişiler ile kısmen zorlayıcı sebeplerden ve kısmen de olayların içyüzünden habersiz olarak gaflet halinde bulunan 5-6 milyonluk masum Türk kavminin yetkisi dahilinde olmayıp bu dava 300 milyonluk İslam aleminin tamamını kapsayan büyük bir meseledir. Dolayısıyla şimdi ben hilafet hakkında Ankarada ve İstanbulda verilen fuzuli ve cebri görülen iftiraları onları yakıştıranlara büyük bir nefretle red ve iade ederim.
Memleketin ırk ve din ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin hakim olmasını isteyen müsterih bir kalb ve vicdan ile hak ve hakikatin mağlup edilemeyeceğine dair kuvvetli bir imanla sevgili vatanıma dönünceye kadar ıtır kokulu toprağının ezelden müştakı olduğum Haremeyn-i Şerifeynde ve şimdilik Beytullahın civarında vakit geçiriyorum.
Beni Beldetullaha eriştiren şu iftihar edilmesi gereken hicretle hilafetin saltanattan ayrılması teklifine karşı sebat ve mücahedem, şahsi nasibimi ve ahiret azığımı teşkil edecektir.
Misafir olduğum Arabistanın mukaddes beldelerinin yüce hükümdarı ile necip halkı tarafından gerek benim hakkımda ve gerek vatanından ayrı düşmüş diğer hemşerilerim haklarında gösterilen misafirperverlik eserlerini şükür ve şükranla yad ettiğim gibi haiz oldukları seçkin ve temiz asalete uygun bir suretle hareket eden Şerif Hüseyin hazretleriyle muhtereme aileleri munsuplarının şan ve şereflerinin yücelmesini ve bu sayede Arabistanın mukaddes beldelerinin ve necip sakinlerinin tarihe ziynet veren geçmişleriyle gelişmelere mazhar olmalarınıda cidden temenni ederim.
İstanbuldan ayrıldığımdan sonra bu ilk beyannamemdir.
Sultan Abdülmecid Han oğlu Mehmed Vahidüddin
Bu yazı Derin Tarih Dergisi Mayıs Ayı Ben Hain Değilim ekinden alınmıştır. Eserin Osmanlıca ve Arapça metinleri için ayrıca yayıncının görüşleri için Derin Tarih dergisini satın alabilirsiniz.
Not: Yazıyı kendi sitelerinde ekleyecek olanlar burayı kaynak olarak gösterirseler sevinirim.
Üstadlar bekliyoruz görüşlerinizi..
@mustang @Korpe @Elbruz46 @|SeYYaH| @desperado64 @EropaKING @Karargaht @friendly @kosasker @AliA @ashabulyemin @topalsolucan @7.42