|Ⓢєччαh|
Guru
- Katılım
- 12 Mart 2011
- Mesajlar
- 35,210
- Reaksiyon puanı
- 10,324
- Puanları
- 113
EVİMİZE ne zaman ge(tiri)ldiğini hatırlamıyorum. Hikâyesini bilmiyorum; hayatını başlatan sebepleri, ortamı tahmin etsem de, bunlara dair bir bilgiye ulaşma şansım olmadı. Anne ve babasını, doğduğu ortamı özler miydi sorusunun cevabı da yok. Bizde konuklanmaktan, hayatımıza karışmaktan, bizim kendisiyle ilişkimizden memnun muydu? Cevapsız kalan bir soru da bu. Onun bizde duruşu, kendisine münasip gördüğümüz yaşam alanı, insanı zindana tıkmak, balığı akvaryumda yaşatmak, çiçeği saksıya mahkum etmek gibi gelmişti bana.
Durduğu kafeste ötüşlerinden kalbime ince bir hüzün akardı; sanki mutsuzdu. O bir garipti; ait olmadığı bir ortamda yakınlarından uzak yaşıyordu. Başka şansı var mıydı, onu da bilmiyorum. Hayatımıza nasıl bir renk, bir coşku taşıdığını kestiremiyorum. Ancak ona iyice alıştığımızı da söylemeliyim; evimizi tamamlayan, bizi oluşturan birşey olmuştu. İhtiyaçlarını kestiriyor, hal çaresine gidiyorduk; yeri değiştirilir, altı temizlenir, önüne su konur, üzeri örtülürdü. Onu hep bir suçluluk duygusu içinde seyrettim.
Aslında, bizden çok kardeşimin, Ezbihanın kuşuydu; herşeyiyle o ilgilenirdi. Garip artık yok! Öldü!... Bir muhabbet kuşu kaç yıl yaşar sorusunun cevabını öğrenmeden. Bir akşam iş dönüşünde öğrendim bu haberi. Ezbihanı keyifsiz bulmuştum. Ne oldu? dedim. Gözleri yaşlandı, başka bir odaya geçti. Annem söyledi: Garip öldü. Sabahtan beri böyle, gözleri yaşlı.. ağzına tek bir lokma şey koymadı. Öylece kaldım... Ayakta... Bir ölü vermiştik evimizden... Biraz da biz ölmüştük; uzun bir zamandır şöyle böyle bizleşen bir parça kopmuştu. Sanki elimiz, sanki gözümüz arıza görmüştü... Ezbihana başsağlığı diledim... Birşey söylemedi, bir takvim yaprağı uzattı bana. Garipin öldüğü günün yaprağıydı bu. Her güne bir cümlelik not düşen Arif Takvimi, üç Haziran için şunu uygun görmüştü: Haziranda ölmek zor...
Ezbihanı ağlatan neydi? Sonuçta bir kuştu, bu kadar mı? İnsanı hayata ilikleyen şey nedir? Birşeyin büyüklüğü müdür onu önemli kılan? Büyüklüğü gözlerimize soka soka vurgulayan, onu dayatan bir çağın içinden kuşun ölümüne tanıklık yapmak bir kez daha büyüklük imgesini çözdü. Kocaman yalan bir imgeydi, bir fiskeyle dağılan. Kuş küçük birşeydi, ama kendisinde saklı o ötüş, o can büyüktü. Diri birşeydi bu. Galiba biz diriliği yitirdik. Hiçbir şey artık kalbimizi acıtmıyor. Ölümler, ayrılıklar... Hayat, binbir kılıfın ardında bıraktığımız kalplerimize sözünü taşıyamıyor. O kadar alıştık ki herşeye...
Hayatımıza doluşan onca şeyin ayrımına varmıyor, hayatımızdan kopan onca parçanın acısını hissetmiyoruz. Soframıza gelen diri bir eriğin mayhoş tadı bizi sarhoş etmiyor, bir hüzün mevsiminde dallarında kızaran güneş rengi bir yığın yaprak garipliğimizi hatırlatmıyor. Nihat Genç, Dün Korkusunda, Karadenizin hırçın dalgalarının kayaları dövdüğü bir yerde, kayaların üzerine yayılmış bir bitki örtüsünün altında yaşayıp giden, gözle zor görülebilen bir böceği anlatıyordu. Birkaç sayfa... İyi bir romandan bu kalmış bana... Bütün ömrü altı saatle sınırlı bu böcek doğuyor, her canlı gibi bazı ihtiyaçlar hissediyor, bunların temini için birkaç santimlik alanda koşuşturup duruyor, ve sonra o sona yakalanıyor...
Kompleks bir evrende farkedilmeyen, hissedilmeyen, üzerinde düşünülmeyen küçük, ama büyük bir dünya. Neredeyse hayata dair sorularını tümünün cevabını içeren muhteşem bir küçük evren... Kuşu ölen komşu çocuğuna taziyeye giden, kendisine başsağlığı dileyen Hz. Peygamberi hissettim kalbimde...
Diri bir vicdanı, zirve bir hissedişi, kalbiyle hayatı karşılayan bir peygamberi... Bir soru takıldı zihnime... Küçük bir şey diye birşeyleri olmayan insanlar bu hayata nasıl dayanabiliyorlar(dı)?
Ve bir soru daha... Sahi, 11 Eylülün arkasında kimler vardı?
kaynak
Durduğu kafeste ötüşlerinden kalbime ince bir hüzün akardı; sanki mutsuzdu. O bir garipti; ait olmadığı bir ortamda yakınlarından uzak yaşıyordu. Başka şansı var mıydı, onu da bilmiyorum. Hayatımıza nasıl bir renk, bir coşku taşıdığını kestiremiyorum. Ancak ona iyice alıştığımızı da söylemeliyim; evimizi tamamlayan, bizi oluşturan birşey olmuştu. İhtiyaçlarını kestiriyor, hal çaresine gidiyorduk; yeri değiştirilir, altı temizlenir, önüne su konur, üzeri örtülürdü. Onu hep bir suçluluk duygusu içinde seyrettim.
Aslında, bizden çok kardeşimin, Ezbihanın kuşuydu; herşeyiyle o ilgilenirdi. Garip artık yok! Öldü!... Bir muhabbet kuşu kaç yıl yaşar sorusunun cevabını öğrenmeden. Bir akşam iş dönüşünde öğrendim bu haberi. Ezbihanı keyifsiz bulmuştum. Ne oldu? dedim. Gözleri yaşlandı, başka bir odaya geçti. Annem söyledi: Garip öldü. Sabahtan beri böyle, gözleri yaşlı.. ağzına tek bir lokma şey koymadı. Öylece kaldım... Ayakta... Bir ölü vermiştik evimizden... Biraz da biz ölmüştük; uzun bir zamandır şöyle böyle bizleşen bir parça kopmuştu. Sanki elimiz, sanki gözümüz arıza görmüştü... Ezbihana başsağlığı diledim... Birşey söylemedi, bir takvim yaprağı uzattı bana. Garipin öldüğü günün yaprağıydı bu. Her güne bir cümlelik not düşen Arif Takvimi, üç Haziran için şunu uygun görmüştü: Haziranda ölmek zor...
Ezbihanı ağlatan neydi? Sonuçta bir kuştu, bu kadar mı? İnsanı hayata ilikleyen şey nedir? Birşeyin büyüklüğü müdür onu önemli kılan? Büyüklüğü gözlerimize soka soka vurgulayan, onu dayatan bir çağın içinden kuşun ölümüne tanıklık yapmak bir kez daha büyüklük imgesini çözdü. Kocaman yalan bir imgeydi, bir fiskeyle dağılan. Kuş küçük birşeydi, ama kendisinde saklı o ötüş, o can büyüktü. Diri birşeydi bu. Galiba biz diriliği yitirdik. Hiçbir şey artık kalbimizi acıtmıyor. Ölümler, ayrılıklar... Hayat, binbir kılıfın ardında bıraktığımız kalplerimize sözünü taşıyamıyor. O kadar alıştık ki herşeye...
Hayatımıza doluşan onca şeyin ayrımına varmıyor, hayatımızdan kopan onca parçanın acısını hissetmiyoruz. Soframıza gelen diri bir eriğin mayhoş tadı bizi sarhoş etmiyor, bir hüzün mevsiminde dallarında kızaran güneş rengi bir yığın yaprak garipliğimizi hatırlatmıyor. Nihat Genç, Dün Korkusunda, Karadenizin hırçın dalgalarının kayaları dövdüğü bir yerde, kayaların üzerine yayılmış bir bitki örtüsünün altında yaşayıp giden, gözle zor görülebilen bir böceği anlatıyordu. Birkaç sayfa... İyi bir romandan bu kalmış bana... Bütün ömrü altı saatle sınırlı bu böcek doğuyor, her canlı gibi bazı ihtiyaçlar hissediyor, bunların temini için birkaç santimlik alanda koşuşturup duruyor, ve sonra o sona yakalanıyor...
Kompleks bir evrende farkedilmeyen, hissedilmeyen, üzerinde düşünülmeyen küçük, ama büyük bir dünya. Neredeyse hayata dair sorularını tümünün cevabını içeren muhteşem bir küçük evren... Kuşu ölen komşu çocuğuna taziyeye giden, kendisine başsağlığı dileyen Hz. Peygamberi hissettim kalbimde...
Diri bir vicdanı, zirve bir hissedişi, kalbiyle hayatı karşılayan bir peygamberi... Bir soru takıldı zihnime... Küçük bir şey diye birşeyleri olmayan insanlar bu hayata nasıl dayanabiliyorlar(dı)?
Ve bir soru daha... Sahi, 11 Eylülün arkasında kimler vardı?
Nihat Dağlı
kaynak